Ferai Tınç

Kıbrıs’ta referandum ısıtılıyor

26 Kasım 2004
ROMAAVRUPA Birliği Kıbrıs konusunu yeniden pişiriyor. Ama bu tabağın ne zaman masaya geleceği henüz bulanık. 17 Aralık öncesi mi, yoksa Türkiye ile müzakere kararından sonra ama müzakereler başlamadan önce mi? Hazırlıklar ikinci seçenek üzerinde çalışıldığı izlenimini veriyor. Roma’da, Türkiye ile İtalya arasındaki sivil toplum diyaloğunu güçlendirmek amacıyla düzenlenen geniş bir toplantıda, bir haftadan beri kokusunu izlediğim gelişmelerin yavaş yavaş şekillenmekte olduğunu gördüm. İtalyan jeopolitik araştırmalar merkezi Limes ve Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi SAM tarafından düzenlenen Türk-İtalyan Forumu’nda tabii ki esas konu 17 Aralık’tı.Türkiye ile müzakereler başlayacak mı? İtalyanlar genel olarak bu konuya olumlu yaklaşıyor. Bu güne kadar Berlusconi hükümeti, yani İtalyan sağından olumsuz bir mesaj gelmedi.Dünkü toplantı, İtalyan sağı ile olan iyi ilişkileri sola da yaymayı amaçlıyordu. İtalyan Sol Demokrat Parti (PDS) Başkanı Fassino da konuşmasında, Sol hükümetin dışişleri bakanıyken, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile entegrasyonu için çaba harcadıklarını söyledi, ‘Bu mesele bizim gündemimizin ana konularından biriydi’ dedi. Ona göre, Türkiye’ye sadece tarih vermek ve müzakereleri başlatmak yeterli eğildi. Bu sürecin adımlarının da net bir biçimde belirlenmesi gerektiğini savundu. Ucu açık bir süreç değil, Türkiye’nin önündeki adımları göreceği ve kendini ona göre ayarlayacağı bir süreç.Evet İtalyan Hükümeti, Türkiye’nin üyeliğine karşı değil, solda da belli bir görüşbirliği var. Ama aşırı sağ ve Lega’cılar farklı düşünüyor. Onlar, Türkiye’nin Avrupalı olamayacağı sloganıyla yola çıkıp halktaki endişeleri, ‘Mamma li Turchi’ Türkler geliyor korkusuyla besleyerek muhalefeti seferber etmek istiyorlar. Bir de büyük miting düzenlemişler. Ama 17 Aralık öncesi değil, 19 Aralık’ta.* * *DÜN Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de İtalya’daki tolantıdaydı. İtalyan meslektaşı Gianfranco Fini ile birlikte dinleyicilere seslendiler. Gül, iyi bir konuşma yaptı. İki ülke arasındaki ilişkilerin Avrupa Birliği çerçevesinde Akdeniz dayanışmasını ve bölge istikrarını güçlendireceğini vurguladı. Fini de, hükümeti gibi Türkiye ile müzakerelerin açılmasından yanaydı.İşte Kıbrıs, tam da bu noktada gündeme geldi. Türkiye’nin AB üyeliği için en sıcak mesajları veren ülke olarak, Avrupa içinde bu konuyu gündeme getirmek de ona düşmüştü herhalde.Tabii geçen hafta Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Papadopulos’un Roma ziyaretini ve Berlsconi ile içeriği pek açıklanmayan görüşmesini de hesaba katarak dinledim Fini’yi.‘Evet’ dedi Fini ‘Türkiye ve Kıbrıs Türkleri sorunun çözümü için ellerinden geleni yaptılar. Annan Planı’na referandumda evet dediler. Ama diğer taraf kabul etmedi. Bu sonuç bizim için şoktu.’Fini’nin bundan sonra söyledikleri daha önemliydi:‘Ama Avrupa Birliği, öyle bir alan ki üyeleri arasında sorunların sümesini kaldıramaz. Kıbrıs konusunda biz üzerimize düşeni yaptık diyerek, sorumluluktan kaçmak kabul edilemez. Bu sorun hala çözüm bekliyor.’Herkes nasıl bir çözüm konusunda İtalya’nın düşündüğünü merak etti.İtalya kesinlikle tek başına hareket etmeyecekti. Ve hiç kimseye bir şey dayatamazdı. Ancak Avrupa ile birlikte hareket edilebilirdi bu konuda. Fini’nin ne söylediğini tam olarak anlayabilmek için birkaç soru daha gerekti. Ve ortaya çıktı ki, ‘İtalya, Kıbrıs sorununun Birleşmiş milletler Çatısı altında ve Annan Planı temelinde yeniden ele alınacağı bir süreci canlandırmak için üzerine düşeni yapacaktır.’* * *EVET Kıbrıs konusu yeniden ısıtılıyor. Eski EOKA’cının itirafları da belki bu çalışmaların sonucu olarak basına yansıdı. Rumları kendi haklılıkları konusunda şüpheye düşürmek için. Türk tarafının ‘evet’i masanın üzerinde kalmak koşuluyla Rumların yeniden referanduma giderek Annan Planı’nı kabul etmeleri bizim açımızdan olumlu bir gelişme sayılmalı. Böylece Türkiye, Kıbrıslı Türklerin eşit haklara sahip oldukları bir ortaklık devletini kabul etmiş olur. Ama, Kıbrıs Rumlarının ‘evet’ini garantilemek için müzakereleri yeniden açıp, tüm parametreleri değiştirmek mümkün değil. Süreci canlandırmak isteyenlerin bu gerçeği göz önüne aldıklarını umarım.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta yeni girişim

22 Kasım 2004
<B>İÇİM</B> o kadar rahat ki, uzun bir süreden beri Kıbrıs konusunda yazmama neden yok diye düşünüyordum. Türkiye üzerine düşeni yaptı, Kıbrıslı Türkler, birleşmiş bir Kıbrıs için uzun müzakereler sonucu gelebilecekleri yere geldiler, kabul edebileceklerini ettiler. Şimdi top Kıbrıs Rumları’nda diye düşünüyordum tabii ki herkes gibi. Bu arada, uzaktan izlemeye devam ediyorum, mesela Rum Yönetimi Lideri Papadopulos’un, Kıbrıs’ın bugünkü durumuyla Türkiye tarafından tanınması için Avrupa başkentlerine yaptığı ziyaretleri, liderlerle pazarlıklarını, veto şantajlarını izliyorum.

WİNPEACE toplantısına katılmak için İstanbul’a gelen Kıbrıslı Türk ve Rum kadınlar bir gelişmeye dikkatimi çekmeselerdi yine yazmayacaktım.

Burada bir parantez açıyor ve Türk ve Yunan kadınlarının Avrupa kamuoyuna, ‘koşulsuz olarak Türkiye’ye Aralık ayında müzakere tarihi verilmesi için’ yaptıkları çağrıya, Kıbrıslı Rum ve Türk kadınların da katıldığını haber vermek istiyorum.

Çağrı, önümüzdeki günlerden itibaren Avrupa Parlamentosu dahil medya, sivil toplum örgütleri ve üniversitelere ulaştırılacak.

Kıbrıs’taki gelişme şu.

* * *

KIBRIS Ticaret Odası’nın daveti üzerine, Türk ve Rum sivil toplum örgütleri, Annan Planı’nın Rumlar tarafından da kabul edilmesi için ikinci bir referandum sürecini hareketlendirmek amacıyla geçtiğimiz günlerde bir araya geldiler.

Kıbrıslı Türkler’n endişesi şu: Ya Avrupa ile müzakere sürecinde baskılar karşısında, Türkiye Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımak zorunda kalırsa? Bunca yıllık mücadele boşa mı gidecek? Bu soncu engellemek için bizim de ortak olarak çerçeve içinde yerimizi almamız lazım.

Rumlarla Gümrük Birliği anlaşmasını da örnek gösteriyorlar. Bizimle büyük törenlerle gümrük birliği anlaşması imzalandı ama yürümedi. Rumlarla imzalandı ve o tıkır tıkır yürüyor, diyorlar.

Bu amaçla, Kıbrıs’ta bugünkü durumun sona erdirilmesi ve Annan Planı’nın Rumlar tarafından da kabul edilmesi için iki taraftan sivil toplum örgütlerinin temsilcileri sivil girişim başlattılar.

Türk tarafının evet oyunu koruyarak, Rum toplumunu da aynı sonuca ulaştırmak için güneydekilerin endişelerini alt alta sıralayan bir deklarasyon yayınlandı. Bu noktalarda iki taraftan sivil toplum temsilcilerinin uzlaşma noktaları da belirlendi.

‘Annan Planı’ndaki siyasi eşitlik ilkesini kabul ediyoruz. İki devlet çözümünün kabul edilemez olduğunda anlaşıyoruz. Aynı şekilde çoğunluk yönetimine dayalı üniter devlet de Kıbrıs için geçerli bir formül olamaz. Kıbrıs Türklerini azınlık olmaya zorlayacak girişimler hiçbir biçimde çözüm sağlamaz’ deniyor bir maddede.

Ayrıca sivil toplum üzerinde her iki tarafta da hükümetlerin baskı yapmaması çağrısında bulunuluyor.

Siyasi eşitliğe dayalı, iki toplum ve iki bölgeli federasyon temelinde ve Annan Planı çerçevesinde çözüm için Rum tarafında ikinci kez referandumun altı yapısını hazırlamak istiyor bu girişim.

* * *

KIBRIS Rum Yönetimi Lideri Papadopulos, geçen hafta Roma’da Başbakan Berlusconi ile görüştü. Tabii esas konu Kıbrıs’ın tanınması idi. Her ne kadar Berlusconi, görüşme sonunda basının karşısına birlikte çıkıp soruları yanıtlamayı kabul etmediyse de, Papadopulos’un talebi, her an Türkiye’nin önüne uzatılmak üzere masada duruyor. Türkiye, Avrupa ile müzakere sürecinde Kıbrıs’ı tanımazdan gelebilir mi? Tabii ki hayır. Kıbrıs’ı tanımak zorundayız. Ama asla bugünkünü değil, çözümden sonrakini.

WİNPEACE toplantısı için Kıbrıs’tan gelen Maria ile Meral, konunun kapanmadığını söylerlerken haklıymışlar. Önümüzdeki günlerde sütunlarda yine Kıbrıs’ı görmeye hazırlanın.
Yazının Devamını Oku

Türk-Yunan kadınlarının çağrısı

21 Kasım 2004
<B>KARDAK </B>krizinden sonra <B>Margarita Papandreu </B>ve <B>Zeynep Oral</B>’ın çağrısıyla bir araya gelen Türk ve Yunanlı kadınların kurduğu Barış İçin Türk-Yunan Kadın Girişimi WİNPEACE, yedinci yılını doldurdu. Yedi yıl önce savaşın eşiğinden dönen iki ülkenin işbirliğini bugün gelinen noktadan daha ileri götürmek yerine, gerilimden medet umanlara WİNPEACE, ortak açıklamayla yanıt verdi. Avrupa Birliği’ne yapılan ortak çağrıya, barış için çalışan Kıbrıs Türk ve Rum kadınları da katıldılar ve ‘Türkiye olmadan Avrupa’da barış, uyum ve denge olamaz’ dediler.

Savaş çağrılarının yapıldığı günlerde, birbirlerini telefonla arayarak barış çağrısı yapan Zeynep Oral ve Margarita Papandreu’ya dün akşam Soroptimistler derneğinin barış ödülü verilirken, yedi yıla emeği geçen Türk ve Yunanlı kadınların bu sevinci paylaşmaları görülecek sahneydi.

İSTENİRSE YAPILIR

Doğrusu yedi yıl içinde yapılanları alt alta sıralayınca hepimiz şaşırdık. WİNPEACE bir yandan kendini eğitirken diğer yandan projeler üzerinde çalıştı.

Türk ve Yunanlı gençlerin bir araya gelerek birbirlerini tanımaları için gençlik kampları düzenlendi. Biri Türkiye’de ise diğeri Yunanistan’da gerçekleşti. En sonuncu, yani beşincisi kaynak sıkıntısı nedeniyle az daha erteleniyordu ama öyle bir el ele verilerek çalışıldı ki son anda kaynak bulundu ve Yunanistan’dan 16 Türkiye’den 20 genç Selanik’te Anadolu Koleji’nde bir hafta süreyle bir araya gelerek kültürel kimlik ve çok kültürlülük konusunu derinlemesine ele aldılar.

Bu kamplarda birbirlerini tanıyan gençler, aralarında örgütler ve haberleşme ağları oluşturdular.

WİNPEACE kadınlar arasında da köprüler kurdu. İzmir Karaburun’da üç köyde yaşayan kadınlarla Midilli’deki Petra köyü kadınları bir araya getirildi. Petralı kadınlar Karaburun’a ilk geldiklerinde, ‘20 yıl önce biz de bu durumdaydık’ dediler onlara kendi deneyimlerini, kooperatif kurarak tarım turizmini nasıl geliştirdiklerini öğrettiler.

WİNPEACE’in çalışmaları sonuç verdi, Karaburun’daki üç köy, Küçükbahçe, Parlak ve Sarpıncık geçtiğimiz bayramda Petralı kadınları ağırladı.

BARIŞ EĞİTİMİ

WİNPEACE’in hayali barış kültürünün yaygınlaşmasıydı. Çok değerli eğitimci kadınların inanç ve yaratıcı katkılarını ortaya koyarak gerçekleştirdikleri iki yıllık çalışma sonucu WİNPEACE Barış Eğitimi kitabı hazırlandı. Jennifer Mansur Sertel ve Güliz Kurt hem kitabı son haline getirdiler hem de Robert Kolej ve MEF okullarında barış eğitim dersi verdiler.

Dün Boğaziçi Üniversitesi’nde, Barış Eğitimi Kitabı tanıtıldı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu dersi müfredata alması istendi. Pilot okullardan gelen ve ‘bu ders olmasaydı önyargılarımın farkına varamazdım’ ya da ‘bu ders olmasaydı kendimi karşıdakinin yerine koymanın önemini anlayamazdım’ diyen öğrencileri dinledikçe, aile içinden başlayarak her yerde şiddetle iç içe yaşayan toplumumuzda, bu dersin şart olduğunu görmemeye imkan yoktu. Dünkü toplantıda, eğitimcilerin ilgisini görünce umudum arttı. Yunanlı arkadaşlarımız da Atina’da geçen ay yapılan toplantıda eğitimcilerin büyük ilgi gösterdiğini ve hükümeti ikna için lobi grupları oluşturduklarını anlattılar.

Kendinizi küçümsemeden hayal edin. İyi bir şey yapmak için hiçbir zaman geç değildir. WİNPEACE hayal kurmaya devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Neden İran?

19 Kasım 2004
<B>HALKA</B> önemli açıklamaların yapıldığı kürsüler arasına son yirmi yıldır uçaklar da girdi. Birçok önemli haber uçak yolculukları sırasında açıklanıyor gazetecilere. İran’ın nükleer silah taşıyacak füze sistemleri geliştirmekte olduğu haberi de önceki akşam gökten düştü başımıza.

ABD Başkanı Bush’un Şili ziyaretine eşlik ederken uçakta gazetecilerle konuşan Colin Powell, ‘İran’ın aktif olarak taşıyıcı sistemler üzerinde çalıştığına ilişkin istihbarat bilgileri gördüğünü’ söyledi.

Bu iddialar bize hiç yabancı değil. Irak sarmalının düğmesine basan da dünyayı hedef alan süper top haberleri değil miydi?

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bu hafta yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer silah konusunda hiçbir hazırlık çalışmasına rastlanmadığını bildirdi.

Atom Ajansı’nın raporlarının Amerikalı yetkililerin önem verdikleri raporların yanında, bunlar sonradan fos çıksa da, pek bir anlamı olmadığı tecrübeyle sabittir.

Powell gördüğü raporların İranlı rejim aleyhtarlarının iddialarıyla örtüştüğünü söylüyor ve başka ulusları da ‘durumdan endişe etmeye’ davet ediyor.

Powell’ın açıklaması, İran’ın nükleer silah üretmekte olduğuna ilişkin üst düzeyde bir resmi ağız tarafından yapılan ilk resmi açıklama.

* * *

IRAK’ta başı dertte iken Washington’un, gözünü İran’a dikmesi kadar mantıksız bir şey olamaz. ‘İran da nereden çıktı şimdi?’

Bu soru üzerinde düşünürken geçen hafta konuştuğum bir İranlı araştırmacının söyledikleri aklıma geldi. Kanada’da yaşayan İranlı Uluslararası İlişkiler uzmanı Said Rahnema, ‘Hiç şüphe yok ki, İran Amerika’nın her zaman gündeminde. Ama planlarının ne olduğu konusunda henüz kimsenin bir fikri yok’ diyordu ‘İran hedefte çünkü, gerek Afganistan gerek Irak’ta İran rejimi, ABD için sorun yaratabilir.’

Son zamanlarda Washington’dan, yönetim içinde İran seçeneğini gündeme getirmenin zamanı olduğuna inananların seslerini yükselttikleri haberleri gelmeye başladı gerçekten de.

Bu söylentiler, İran’ın Irak’ta kuzeyden güneye, alttan alta etkisini yaydığı iddialarının ayyuka çıktığı günlere rastlıyor. Rastlantı deyip geçmeyin bir kenara not edin.

Profesör Rahnema,’İran muhalefeti içinde, ABD’nin İran’a savaş açmasını isteyenler vardı. Fakat, Irak’ta olanları gördükçe geri çekildiler. Kim, kendi halkını ve kaynaklarını yok eden böyle bir savaşı destekler ki?’ diyor.

Üstelik, İran’ın deneyimi Irak’tan çok farklı. İran’da ABD’nin müdahalesi sonucu iktidara gelen hiçbir rejim aydınların desteğini kazanamadı. İran aydını Amerika’nın ne adına olursa olsun, ülkesine müdahalesine şüpheyle bakıyor.

Profesör Rahnema’ya göre, ABD’nin Tahran Yönetimine karşı açacağı her türlü savaş, ister sözlerle, ister bombalarla olsun Yönetim’deki mollaların işine yarar. Şu sıralarda halk arasında meşruiyetlerini oldukça yitirmiş bulunan mollaları yeniden güçlendirirler.

* * *

BİR yandan Ortadoğu’nun demokratikleşmesi gerektiğini söylerken, öte yandan halkları, işgal ile statüko arasında seçim yapmak zorunda bırakan ve tabii ki statükoyu seçerek var olan rejimleri güçlendiren ‘müdahale tehdidi’ nin altında ne olabilir?

Powell’ın gelecek hafta Mısır’da düzenlenecek uluslararası bir toplantıda İranlı yetkililerle görüşeceği hesaba katıldığında bu çıkışını süren bir pazarlığın parçası olarak da görmek mümkün. İran’dan, ‘Irak’a karışmayacağına dair açıklama’ da bu pazarlığın parçası olabilir.

Çünkü herkes gibi Washington’un da, bu bölgenin tek bir yabancı askeri bile kaldıramayacak hale geldiğinin farkında olduğunu umuyorum. Eğer Ortadoğu’nun topyekün radikalleşmesini istemiyorlarsa tabii.
Yazının Devamını Oku

Tehlikeli tırmanış

15 Kasım 2004
<B> LONDRA<br><br>BİR</B> şeylerin iyi gitmediğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Hollanda’daki gelişmeler tehlikeli bir yöne doğru hızla kayıyor. Bir kısım gençler camileri, Müslümanların okullarını yakıyor, karşılığında kiliseler saldırıya uğruyor. Üç günden beri yakından izlediğim İngiliz gazetelerinde, Müslümanlarla ilgili haberlere verilen yerin arttığını fark ediyorum.

Haberlerden birinde Hollandalı yetkili, ‘Son yıllarda doğan bebeklere verilen isimlerden üçte ikisi Muhammed’ diyor.

Önümüzdeki on yıl içinde Hollanda’nın birçok bölgesinde Müslümanların çoğunluğa geçebileceğini söylüyor yetkili. ‘İşte Avrupa’nın gittiği yer’ diye de hayıflanıyor.

Soğuk savaşın ‘Ruslar geliyor’ korkusunun yerini ‘Eyvah Müslümanlar aramızda’ paniği aldı anlaşılan.

Daily Telegraph’ın Cuma günkü sayısında ikinci sayfa manşeti: Londra’daki Müslüman okullarında çocuklar dövülüyor idi.

Din dersi hocalarının küçük çocukları sopalarla dövdükleri, yatırıp üzerlerine bastıkları anlatılıyor haberde.

Şiddete eğilimli Müslüman stereotipi yaratılıyor. Yabancı karşıtlığı, ırkçı temelini din düşmanlığı ile besliyor.

Avrupa’nın Türkiye için böyle bir dönemde karar verecek olması şanssızlık. Bu ortamda kim ne kadar Türkiye’ye beklediğimiz yanıtı verecek cesareti gösterir bilemiyorum.

İSLAM İÇİN BİR YER BULMA

Ditchley Vakfı tarafından düzenlenen Ortadoğu konulu toplantı, beyin fırtınalarıyla geçti.

Lordlardan, Avrupalı diplomatlara, Amerikalı güvenlik sorumlularına, Ortadoğu’dan gelen akademisyenlere kadar geniş bir yelpazede tartışılan Ortadoğu’nun geleceğine ilişki en belirgin uzlaşma noktalarını aktarmak istiyorum.

Bölgede değişim için otoriter yönetimlerin değişmesi gerekiyor. Bu değişim dışarıdan müdahaleyle olmamalı, ters tepki yaratıyor;

Devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi, vergi mükellefiyeti karşılığında hizmet bekleme temeline oturtan anlayışı geliştirmenin yolları bulunmalı.

Değişim sürecindeki toplumlarda İslam’a da mutlaka yer bulunmalı. Ama gözden hiç kaçırılmamalı.

Ekonomik reformların daha kolaya gerçekleşebileceği anlaşılıyor. Teşvik edilmeli.

LAFTA MI?

İşin ilginç yanı, bu değişim programlarının, ‘aman size dayattığımızı düşünmeyin’ gibisinden tüm nezaket kurallarına uyularak tartışılsa da, değişmesi istenenlerin bu talebi pek ciddiye almamaları.

‘Aylardan beri bu konuyu konuşmaktan’ artık üzerine sıkıntı geldiğini söyleyen Amerikalı öğretim görevlisinin ifade ettiği de bu ‘kendin söyle kendin dinle’ durumuydu belki de.

YA IRKÇILIK?

Washington’un önayak olmasıyla Ortadoğu’da rejim değişikliği çeşitli platformlarda tartışılıyor ama Avrupa, sokaklarında yaşanan olayların tırmanışının nasıl önleneceği konusunda fazla kafa yormuyor. Sorunun üzerine gidecek takat olmayınca, gelişmelere ‘münferit olay’ yaklaşımı ile bakmak en kolay yol anlaşılan.
Yazının Devamını Oku

Mehtap olsa da olmasa da

14 Kasım 2004
DITCHLEY PARKGECE öyle karanlıktı ki, Londra’dan beri takip ettiğimiz oto yoldan çıktıktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde olmadığım hissine kapıldım.Malikanenin yoluna girdiğimizi şoför söyledi. Uzakta karanlığın içinde görülen titrek ışıkları gösterdi. Toplantı orada Ditchley malikanesinde yapılıyordu. Dev bir kapının önünde durduk. Kraliçe Elizabeth de, malikanenin sahibi sevgilisi Sir Henry Lee’yi ziyarete geldiğinde bu kapıdan mı girmişti acaba içeriye? Sir Henry Lee, başka bir kadınla yaşadığı için kendisine kızan Elizabeth’in büyük bir resmini yaptırıp, bu gök yüzü kadar yüksek tavanlı salonlara astırmıştı. Üzerine de el yazısıyla Spencer’dan kuvvetle esinlenen bir sonet yazarak gönlünü almaya çalışmıştı. Alabildi mi? Neden almasın, Kraliçe de olsa, sevgi sözcükleri her kadının yüreğini yumuşatır. * * *CUMA akşamı, ‘business class’a 60 kişilik yer ayıran bir uçakla Londra’ya geldim. Tabii ki parya sınıfında bayram için Türkiye’deki İngilizler ve Türklerin kendilerini tatilin kollarına bıraktıkları günlerde, iş için bir yerden bir yere gidenlere parya klası çok bile!Neyse toplantının yapıldığı bu malikanenin ilginç tarihinde İkinci Dünya Savaşı’nın önemli toplantı merkezlerinden biri olması da var. Özellikle İngilizler ve Amerikalılar arasındaki toplantılara tanıklık etmiş. Churchill, İkinci Dünya Savaşı’nın en sıkıntılı günlerinde, Downing sokağında kalmayı tehlikeli bulmuş ve bu evde yaşamış bir süre. İlk kez, bir hafta sonu mehtaplı bir gecede Ditchley’e gelen Churchil evden ayrılırken, ‘Mehtaplı olsa da olmasa da yine geleceğim’ demişti. Ama bir hafta sonra mehtapsız bir gecede gelmek üzere yola çıktığında eline tutuşturulan telgraf Alman uçaklarının yaklaşmakta olduğunu haber verdi ve Churchill Londra’da kaldı. O geceyi, 300 Alman uçağından atılan bombalar aydınlatmıştı. Anlatanların yalancısıyım. * * *HAYALETLERİN dans ettiği bu evde, Batı’nın Ortadoğu’yu nasıl aydınlatacağı tartışılıyor bugün. Hedefleri arasında ABD ile Britanya ilişkilerini derinleştirmek de bulunan Ditchley Vakfı tarafından düzenlenen bu toplantıya ‘genişletilmiş’ Ortadoğu’dan ve dünyanın her yerinden gelen insanlarla. Geçen hafta, Kültür Girişimi’nin İstanbul’da düzenlediği sempozyumda da da ele alınmıştı bu konu. ABD’de seçimlerin sona ermesiyle birlikte Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, yeniden mi ısıtılıyor? Hiç şüpheniz olmasın. Ama bu kez, daha gerçekçi bir yaklaşım arayışı var. Türkiye modelinden hiç söz edilmiyor. Dışarıdan zorlamayla ‘güzellik’ olamayacağından bahseden ‘Batı’lılar hiç de az değil. İyi şeyler yapmak için iyimser olmalıyız ama, Ortadoğu’nun az gelişmişliğinin ‘İslam kültürü açısından ele alınması’ canımı sıkıyor.Soğuk savaş dönemi diktatörlüklerinden, petrol için otoriter merkezlerle iş yapmanın kolaylığından, sürekli olarak dışarıdan müdahale ile biçimlendirilen siyasi yapıların toplumsal dokuyu nasıl çözdüğünden kimse söz etmiyor. Dünya din aracılığıyla sosyal sorunlara çözüm arayışını yeniden keşfediyor. Amerikan seçim sonuçları bir tesadüf değil tabii. Sevgili okuyucularım, bayramınız kutlu geceleriniz mehtaplı olsun.
Yazının Devamını Oku

Barış mümkün mü?

12 Kasım 2004
<B>KUDÜS</B>’te, Kubbet-üs Sahra’yı ilk ziyaretimde görmüştüm o kayayı.<br><br><B>Hazreti Adem’</B>in üzerine indiğine inanılan o kutsal kaya, asırlardan beri süren din kavgalarının temel taşı, <B>Arafat</B> da o topraklardaki mücadelelerin en kanlı ve uzunlarından birinin lideriydi. Hazreti Süleyman, Yahudiler’in ilk mabedini o kayanın üzerine kurmuş, Hazreti İbrahim o kaya üzerinde oğlunu kurban etmeye hazırlanırken koyun gönderilmiştir kendisine.

Hazreti Ömer’in, üzerine çadır kurduğu kayaya Müslümanlığın o dönemlerde en görkemli camii dikilmişti.

Üç dinin en kutsal mekanı olan Tapınak Tepesi, bir barış taşı olamadı hiçbir zaman.

Bugüne kadar Tapınak Tepesi’ne ve çevresine Yahudilerin ya da Hıristiyanların girmesi nedeniyle çıkan ayaklanmaların sonuncusu, Şaron’un dört yıl önceki provokasyonuydu.

Bu kadar kutsal olmasaydı, bu kadar sorun birikmez, bu kadar kan dökülmezdi bu topraklarda.

Kudüs, insanlığın vaad edilmiş toprakları. Arafat da halkına Kudüs’ü vaat etmişti. Vaadini tutamayınca da radikal İslamcı grupların baskısı altında kalarak siyasi hareket alanı daraldı.

Şaron ve İsrailli şahinlerin temsilcilerinin beklediği gibi Arafat’ın vefatıyla bölgede yeni bir sayfa açılabilir mi?

Şimdi herkes bu soruya yanıt arıyor.

* * *

ARAFAT’ın vefatıyla yeni bir sayfa açılacağını beklemek, barışın önündeki tek engelin Arafat olduğunu düşünmektir. Ne kadar yanlış.

Barış ancak iki tarafın da uzlaşmasıyla, adımlar atmasıyla mümkün. Şaron’un, bir taraftan Filistinlileri duvarlar içine hapsederken barışı beklemesi ne kadar gerçekçi olabilir?

Ama Ortadoğu’da barışın önündeki tek engel İsrail de değil. Öyleyse nedir?

Güvensizliktir. Umutsuzluktur.

Irak’ta savaş sürerken barış için gerekli ortam yaratılabilir mi?

Ayrıca, Araplar ve İslam dünyasının da barışa katkısı olduğu söylenemez.

Bugüne kadar Araplar ne yaptılar? İslam alemi ne yapabildi?

Tam tersi Filistin sorunu bölgenin diktatör rejimleri tarafından kullanıldı.

Orada bir çatışmanın sürüyor olması, İsrail tehdidinin devam etmesi, Irak gibi, Suriye gibi önemli bölge ülkelerinde halkın dikkatini kendi dışındaki bir soruna çevirtmeye yaradı. Saddam Hüseyin, Amerika kapıda savaş davullarını çalarken, Filistin’de intihar komandolarının ailelerine paralar göndermekle meşguldü. Irak televizyonu sabahtan akşama bu haberleri veriyordu.

* * *

BARIŞ cesaret ister. Arafat, cesur bir insandı. Barış için uğraştı. Ama takati yetmedi. Çünkü kutsal topraklarda barış, din savaşlarının gerçekten sona ermesiyle, dünyadaki ilerici ve aydınlık güçlerin, fanatizme, tutuculuğa, radikalliğe karşı harekete geçmesiyle mümkündür.
Yazının Devamını Oku

Dikenli yollarda siyasi liderlik şart

8 Kasım 2004
AZINLIK raporunun yol açtığı karmaşada, yönetim başarısızlığını görmemek mümkün değil. Dün Sedat Ergin’in köşesinde değindiği gibi, hükümetin sessizliğini, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un açıklaması doldurdu.Sadece raporu değil, azınlıklar gibi çözüm bekleyen önemli bir konuyu da ortada bırakan sessizliğin nedeni, 17 Aralık öncesi kararı etkileyecek yanlış adım atmama endişesiyse, bu taktiğin başarılı bir sonuç sağladığı söylenebilir mi? Azınlıklar meselesiyle zor başa çıkılacağı işaretinin yanı sıra, askerin siyasete müdahalesiyle ilgili eleştirileri de haklı çıkartan bir durum yaratıldı. TAKVİMLER HEP OLACAKAvrupa Birliği ile müzakereler başladıktan sonra ‘tarih’ sıkıntısından, takvim dayatmalarından kurtulacağımızı düşünenler varsa, kendilerine böyle bir şeyin hiç olmayacağını hatırlatırım. Bugün 17 Aralık, yarın bilmem kaç şubat ya da mart. Bundan sonra, müzakere sürecinde hep bir tarih olacak karşımızda. Konular müzakereye açıldıkça, o her bir satırın takvimi, tarihleri olacak. Azınlıklar konusunu bugün geçiştirdik diyelim ama yarın, traktörler Meclis kapısına park ettiğinde ne olacak? LİDERLİK Hükümet, Azınlık Raporu’nu benimsemek zorunda değil ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Rize’de düzenlediği basın toplantısında, ‘Talep üzerine hazırlanmış bir rapor değildir’ diyerek, düşünce açıklamakla görevlendirilmiş bir grup insanı kaderlerine terk etmesi de doğru değil. Her şeyden önce insanın kafası karışıyor. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun, 13 ayrı konuda kurulan komisyonlarından 12’sinin raporu hazır. Acaba hükümet, çevre sorunları da dahil olan raporların tümünü mü istemiyor, yoksa sadece azınlıklarla ilgili olanını mı?Çünkü, evet belki Başbakan ‘Bana bir azınlık raporu hazırlayın’ dememiş ve bakıp tamam bu başbakanlık raporu olsun onayını da vermemiştir. Ama mesele bu değil ki zaten. Bu Kurul, Helsinki zirvesinde Türkiye’ye aday ülke statüsü tanındıktan sonra 2000 yılında kuruldu. Amacı Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesini denetlemek. Yani, Türkiye’nin ‘uygulama’ konusundaki kararlılığını Brüksel’e göstermekti. Kanunla kuruldu ve 2003 yılında çıkan yönetmeliğe göre faaliyetle yükümlü kılındı. Son İlerleme Raporu’nda da kurula atıfta bulunuldu ve hala raporunu yayınlayamadığı için iyi çalışmadığı yer aldı. Oysa, 13 komisyondan 12’sinin raporları tamamlanmıştı. En zorlu konu olan azınlıklar ise bir buçuk yıldan beri, tartışmalar sonuçlanamadığı için bitirilemiyordu. Rapor, kurulun salt çoğunluğunun hazır olduğu bir toplantıda, yine bulunanların salt çoğunluğu tarafından kabul edildi. Ama Hükümet, raporun içeriğine gösterilen tepki karşısında, Kurul’u tanımazdan geldi. Bunlar zor konular. Bugüne kadar çözmemiz gerekirken çeşitli nedenlerden çözemediğimiz birçok meseleden sadece biri. Bundan böyle de bu sorunları çözmekle karşı karşıya bulunuyoruz. Avrupa olsa da, olmasa da bu böyle. HALKA KİM ANLATACAK?Güçlü bir siyasi liderlik olmazsa ve yönetim hataları tekrarlanırsa hiç istenmeyen kavgalar ve düşmanlıklar yeniden canlanır. Eğer hükümet, en baştan azınlıkların sorunları konusunda tüm görüşlerin toplandığını ve bunların ortak noktasını bulmak için çalışılacağını söyleseydi, bu tartışma efendice başlayabilirdi. Avrupa Birliği süreci, sadece kendimizi Avrupa kamuoyuna tanıtma sorumluluğuyla yüz yüze bırakmıyor bizi, Türkiye kamuoyu da Avrupa Birliği’nin ne demek olduğunu, bizden neler istendiğini, bu sürecin artı ve eksilerini açıkça bilmeli. Medyanın işi ne diyenleri duyar gibiyim. Ama bunu önce hükümetler yapacak, biz de aktaracağız.
Yazının Devamını Oku