AVRUPA Birliği’nin yeni anayasası, yani Lizbon Anlaşması yürürlüğe girdikten sonra KKTC’ye verilen doğrudan ticaret sözünün tutulabileceği yorumları yapıldı.
Çünkü Lizbon Anlaşması’na göre bazı kararlar oy birliği ile değil oy çokluğuyla alınabilecekti. KKTC ile doğrudan ticaret tüzüğü de böylece Rumların veto engelini aşacaktı. Karşılığında, Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklar Türk limanlarına uğrayabileceklerdi. Böylece, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakerelerin önünü tıkayan en önemli engel ortadan kalkacaktı. Bu hafta başından beri peş peşe gelen haberler, gelişmelerin hiç de o yönde olmadığını ortaya koydu. Avrupa Parlamentosu Hukuk İşleri Komitesi, KKTC ile doğrudan ticaret tüzüğünün kabul edilebilmesi için oy çokluğu değil, oy birliği gerektiğini açıkladı.
KARARIN açıklanmasından sonra, Türkiye’nin ilk tepkisi Başbakan Erdoğan’dan geldi. Başbakan, “Bu bağlayıcı bir karar değildir. Bu Avrupa Birliği’nin kendi birimlerinde, komisyonlarında aldığı bir karar da değildir” dedi. Bütün mesele de burada. Başbakanı doğru bilgilendirmiyorlar. Gelişmelerin ne anlama geldiğini iyi anlatamıyorlar. Bunlara verilecek yanıtlar konusunda yeterli hazırlamıyorlar. Avrupa sözünü tutmazsa biz de sözümüzü tutmayız denklemi dışında bir şey duyulmuyor Türkiye’den. Strasbourg’da Parlamento Hukuk İşleri Komisyonu’nun aldığı karar Avrupa Birliği’nin nihai kararı olmasa da o yönde çok önemli bir gelişme. Bence daha da önemlisi, Türkiye’nin o kulislerden uzak olması. Evet Başbakan’ın dediği gibi bu karar Komisyon kararı değil ama Doğrudan Ticaret Tüzüğü ile ilgili karar AP Başkanlık Divanı’nda da kabul edilirse, Komisyon ne yapabilir? KKTC’ye verilmiş sözlerin bir anlamı kalır mı? Kalmaz.
AK Parti Hükümeti, Avrupa Birliği sürecini en başından beri çok ciddiye almadı. Eğer öyle olsaydı, haksızlıklara karşı verilecek tepkiler de daha yüksek olur, Türkiye’nin bu süreçle ilgili B planları da bulunurdu. Brüksel-Ankara ilişkisi, her iki tarafın “işine geldiği” biçimde sürüyor. Avrupa ilişkiyi, Türkiye’yi süreç içinde imtiyazlı ortaklığa hazırlamaya yarayacak bir seviyede tutuyor. Türkiye Hükümeti için ise bu ilişki, iç ve dış politikada kullandığı bir “meşruiyet zemini”. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gerçek ilişki, müzakere kararı ile birlikte nitelik değiştirdi. Her iki taraf için de bu sürece “sürdürülebilir ayrışma” demek istiyorum ben.
AVRUPA Parlamentosu Hukuk İleri Komisyonu’nun kararı ile Türkiye’nin müzakere süreci ağır bir darbe daha aldı. Şimdi ne yapılacak? “Biz de limanları açmayız” demekle yetinecek mi Türkiye? İlk işaretler onu gösteriyor. Başörtüsü gündemine saplanmış kalmış bir Türkiye’den, Avrupa’nın dikkatini çekecek bir yanıtın yükselmesi mümkün değil. AB, AKP’nin gündeminin öncelikleri arasında değil. Olmayınca da hükümetin ne bir B planı, ne C planı var. “Ben yokum arkadaş” başlıklı Z planı nasılsa hazır diye mi düşünülüyor?