Ferai Tınç

Türkiye’de siyaset mi? Ben deli miyim?

17 Nisan 2005
<B> LEFKOŞA<br><br>SAAT </B>10. Suriçi’nde Girnekapı’ya hızla gidiyoruz. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda taşınma havası hakim. Danışmanların odalarında kimse kalmamış. Kitaplıklar boşalmış. Ev sahibi, geride bir şey kalıp kalmadığını kontrol için son bir kez etrafa göz atıyor. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan ayrılmadan üç saat önce, son yirmi yıl içinde Kıbrıs Türk toplumunun lideri, KKTC’nin Cumhurbaşkanı olarak hatırlamadığım kadar çok kez söyleşi yaptığım Rauf Denktaş’ın karşısına oturuyorum.

Hürriyet’in Kıbrıs temsilcisi Ömer Bilge ile birlikte teyplerimizi açıp sorularımızı sormaya başlıyoruz.

Ben Denktaş’ı bu kadar ‘bilenmiş’ gördüğümü pek hatırlamıyorum.

Bir görevden ayrılıyormuş gibi değil, yeni bir göreve başlıyormuş gibi.

‘Türkiye’de bir siyasi partinin başına geleceğiniz söyleniyor’ dememle birlikte patlıyor.

‘Türkiye’de siyaset mi? Ben deli miyim? Duyuyorum bu söylentileri. Doğru değil. Burada da siyaset yapmayacağım.’

Denktaş
siyaset yapmayacağını söylüyor ama konuşmanın devamında mesaj farklı..

‘Burada dava müdafaa edeceğim. Şerefimi, namusumu koruyacağım. Benim arkadaşlarım şehit oldu Kıbrıs davası için. Kahırlarından öldü arkadaşlarım.’

‘50 yıldan beri Türkiye’nin omzuma koyduğu yükü bırakıyorum. Çok keyifliyim. O yük olmadan daha fazla sesimi yükseltiyorum’
diyor.

Konuştukça sesi yükseliyor.

OLAYLAR ÇIKAR

DENKTAŞ
, Annan Planı’nı eleştirmeye devam ediyor. Kıbrıs Türkleri’nin haklarının daha sesli biçimde savunulması gerektiğine inanıyor. Talat’ı son anına kadar eleştirmekten geri kalmıyor.

‘Sen Rum’un yaması olarak, sen Kıbrıslı adı altında Türk olduğunu bile söylemeden bir yerlere gideceğini zannedersen, gideceğin yer azınlık statüsüdür. Bu bağımsızlık gökten inmedi. Bunu bozuk para gibi harcamak kimsenin harcı değil.’

Denktaş
, bunları söyledikten sonra izleyeceği rota hakkında ipuçları veriyor.

‘Türkiye’nin nabzını elimde tutarsam, Kıbrıs’ı vermeye kalkarlarsa Türkiye’de çok olaylar çıkacak. 19 Mayıs’ta Samsun’a gidecektik, vazgeçtim. Kıvılcım çıkabilirdi. Denktaş geldi oldu demesinler diye vazgeçtim. Orada herhalde konuşacaktım. Anadolu kuru çam ağacı, çıra gibi bu nedenle gitmeme kararı aldım.’

ANTALYA’DA KIBRIS SİTESİ

AVRUPA
ve ABD’nin boş vaatlerle Kıbrıs Türklerini oyalaması Denktaş’ın bundan sonraki en önemli gündem maddesi olacağa benziyor. Denktaş, AKP’yi doğrudan eleştirmiyor ama sözlerinin adresi orası.

‘Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği protokolü imzalanır imzalanmaz, onu bilmiyorum. Ama ben Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımayacağını bir milli senet gibi elimde tutuyorum. Eğer Türk hükümeti Meclis’ten bugüne kadar yanılmışız. Kıbrıs meselesi bizim için önemli değildir. Biz vaz geçiyoruz der, Antalya’da Kıbrıs Türkü için apartmanlar hazırladık, buyursunlar demezse bu davadan vazgeçmem.’

SOKAKLAR SAKİN

KKTC
tarihinde ilk kez Denktaş’sız seçimlerde sokaklar sakin. Denktaş rekabeti ortadan kalktığı için seçim öncesi meydanlar siyasi partilerin rock ve pop gruplarına kaldı.

Sessiz sokaklarda dolaşırken, 50 yıl öncesinden çocuk seslerini duyar gibi oluyorum. Ellerinde Türk bayrakları dünün çocukları, dünün kurucu liderlerini karşılarken söylüyorlar:

‘Doktor Küçük, Rauf Denktaş, Osman Örek.

‘Üç arkadaş, birleşmişler gardaş, gardaş...’


Kıbrıs ile birlikte yeni bir döneme adım atıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs ve gerilim

15 Nisan 2005
<B>PAZAR</B> günü yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ilginç bir gelişme var. Meydanları dolduran çözüm yanlısı Kıbrıslı Türkler, daha önceki mitinglerde yaptıkları gibi Denktaş’ı hedef almıyorlar artık, ne de onun çizgisini savunan adayları.

Papadopulos’un uzlaşmazlığını kınayan sesler yükseliyor.

Denktaş’a karşı ‘İnadına çözüm’ sloganlarını atanlar, şimdi Papadopulos’a karşı ‘inadına barış’ diyorlar.

Kıbrıs Türklerinin barış ve çözüm isteklerinin önüne dikilen en güçlü rakip Papadopulos.

Papadopulos, sadece Kıbrıs Türklerinin değil, Türkiye’nin de çözüm çabalarının önünü tıkıyor.

* * *

MEHMET Ali Talat
, bir sohbette Denktaş’a neden karşı olduğunu anlatırken, ‘Rumların uzlaşmadan kaçtıkları gerçeğinin görülmesini engelliyor’ demişti.

Pekiyi, Türkler Annan Planı’na ‘evet’ diyerek çözümden yana olduklarını gösterince Papadopulos teşhir oldu mu? Evet.

Papadopulos’un, Avrupa Birliği üyeliğinin arkasına sığınarak Kıbrıs’ı kendi gündemine tabi kılmaya çalıştığı Avrupa Birliği kurumlarında fark ediliyor.

Uzlaşma yollarını tıkadığı, Kıbrıslı Türkleri haklarından mahrum etmeye çalıştığı görülüyor.

Ama uzlaşmaya yanaşmadığı için uluslararası platformda Denktaş’a verilen tepkiler, Papadopulos’a veriliyor mu?

Hayır.

Bu eşitsizlik, bu adaletsiz yaklaşım KKTC’de meydanlardan Papadopulos’a karşı sloganların yükselmesine neden oluyor.

Onun şovenizmi, Türkiye’de de sinirleri bozuyor.

Savunma refleksini güçlendiriyor, çözüm dinamiklerini zora sokuyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Norveç’teki konuşmasına kadar yansıyan Batı’ya haddini bildirme eğilimini pompalayan siyasi iklim, Avrupa Birliği konusundaki adımlarımızı yavaşlatan önemli bir engel değil mi?

Buradaki Avrupa karşıtları ile Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğini istemeyen çevrelerin arayıp da bulamadıkları bir ortam bu.

* * *

PAPADOPULOS
şovenizmine nasıl yanıt verilmeli?

Şovenizmi şovenizmle mi aşacağız? Hayır, bu çıkar yol değil.

Kardak’taki son kriz girişiminin Türk ve Yunan hükümetlerinin siyasi sağduyuları sayesinde atlatılması en iyi örnek.

Yanlışa doğru ile yanıt vermek.

Kıbrıs’ta da yapılması gereken bu. Papadopulos şovenizminin peşinden sürüklenmemek.

Benim gördüğüm kadarıyla, Avrupa Birliği’nin tavrı konusunda ne kadar hayal kırıklığı yaşasalar da, KKTC’de barış ve çözüm için bugüne kadar çaba harcayanlar, bundan sonra da aynı çabayı sürdürmeliler. Zaten öyle de yapıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Fatima’nın siyasi misyonu bitti mi

11 Nisan 2005
<B>SAN Pietro</B> meydanını dolduran binlerce kişiye bakıp, onların Papa’nın cenaze merasiminde bulunmak için katlandıkları fedakarlığın boyutunu düşününce merak ettim. Acaba içlerinden kaçta kaçı Papa’nın çağrısına uyarak sevişirken kondom kullanmıyordu? Acaba kaç kişi kilisenin kürtaj yasağını hayatında bir kez bile olsun delmemişti?

Acaba kaç kadın, Vatikan’ın kadın erkek eşitliğine karşı tutumun içine sindirip kariyer hayallerinden vazgeçip evine dönmüştü?

Papa için ağlayanlar arasında her pazar kiliseye giden kaç kişi vardı acaba?

Papa halk tarafından sevilen ama hayatın gerçeklerine uymayacak kadar muhafazakar bir din adamıydı ve önerileri de o muhafazakarlık çizgisi içindeydi.

Fidel Castro, ‘Papa komünizme karşı değildi’ dese de II.Jean Paul’ün misyonunu belirleyen anti komünizmdi.

20’inci yüzyılın ikinci yarısında Karol Wojtyla, Katolik Kilisesi’nin ilk Slav Papa’sı olarak göreve gelmeseydi Polonya’da Dayanışma Hareketi diye bir şey olabilir miydi?

Papa’nın misyonunu dünyanın gözü önünde görülebilir hale getiren olay Ağca’nın suikast girişimiydi.

Bu suikastın, hiçbir zaman ortaya çıkarılamayan gerçeğinin peşindeki savcılar ve araştırmacıların buldukları ipuçlarında bile bir gerçek gizlenemeyecek biçimde açığa çıkmıştı. Güç odakları, mafya-devlet ve istihbarat örgütleri arasındaki ilişkiler. İnanç ve sembolizm, siyasetin kitlelere en kolay ulaşma yolu olarak benimsenmişti yine.

* * *

AĞCA
suikastı savcılarından Carlo Palermo, 1997’de yayınlanan ‘Hedefteki Papa’ kitabında, suikast girişimlerinin ‘Fatima Meryemi’ adına yapıldığını ileri sürüyordu.

Papa’nın Nisan ayının ilk cumartesi günü hayata veda etmesi bile bu sembolik çerçeveye uygun oldu. İnanışa göre Fatimalı Meryem, ocak ile mayıs aylarının ilk cumartesi günü ölenleri doğrudan cennete götürme vaadinde bulunuyordu.

Sadece Palermo değil, Slovakyalı rahip Sebastiano Labo da, suikastın Fatima ile ilişkisi üzerinde durduğu ‘Fatima’nın ışığında Papa suikastı’ adlı kitabında Fatima kültünün Jean Paul II.’nin dönemindeki ağırlığını savunuyordu rahip Labo. Ağca suikastı 13 Mayıs 1981’de Fatima gününde gerçekleşiyor, bir yıl sonra yine 13 Mayıs’ta bu kez Papa Fatima’dayken İspanyol rahip Fernandez Krohn, ‘Kahrolsun Papa ve İkinci Vatikan’ diye bağırarak saldırıya geçiyordu. Peru’da Maocu gerillalardan, Bosna’da 1997’de yine ülkücü ve İranlı Müslüman militanların ortak girişimine kadar yedi kez daha suikast girişimi ile karşı karşıya kaldı Papa. Tesadüfler mi yoksa senaryolar mı hálá kesin değil ama, olaylar Fatima’nın kehanetlerini ve sembolik anlamını yayıyordu dünyaya.

Fatima, Portekiz’de Cova da Iria’da bulunuyor. Sadece Hıristiyanlar değil, Fatima’nın Hazreti Muhammed’in kızı Hazreti Fatma olduğuna inanan Şii Müslümanlar için de önemli bir ziyaret yeri. Burada Hazreti Meryem’in 1917 yılında üç küçük çoban çocuğa göründüğü söyleniyor. O yıl, mayıstan ekime kadar her ayın 13’ünde görünen Meryem Ana üç kehanette bulunuyor. İlk iki kehanet 1942’de İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce açıklanıyor Vatikan tarafından. Bunlar, Rusya’nın dinden uzaklaşmasının insanlığa getireceği acıları, ikinci dünya savaşını ve ancak Rusya’nın dine dönüşü ile barış döneminin başlayacağını söylüyor. Üçüncüsü ise uzun yıllar Vatikan tarafından sır olarak saklandıktan sonra suikast girişimlerinden çok sonra, yakın bir zamanda Papa II. Jean Paul tarafından açıklandı. Beyaz elbiseli bir din adamı açılan ateş neticesinde yere yıkılacaktı. Bu son kehanet gizliydi ama suikastlerin arkasındaki büyük aktörlerin bunu bildikleri iddia edildi hep. Kehanetlerdeki komünizm karşıtı ve ‘Kilise’ye terörist saldırı’ mesajları ile siyasi telkinler, kitlelere ulaştı.

* * *

PAPA JEAN PAUL
, dünyayı gezen Papa sıfatıyla sempati topladı ama hayatın gerçeğine uymayan aşırı muhafazakar yorumları etkili olmadı.

Şimdi kardinaller yeni Papa’yı seçmek için toplanıyor. İnsanlığın karşısındaki büyük sorunlara çözüm getirecek bir Papa aranıyor.

Avrupalı ve Amerikalı kardinallere göre büyük sorunların başında ise ne geliyor biliyor musunuz? ‘Agresif laiklik!’

Bilmem ki yeni Papa’nın misyonu hakkında ipucu sayılır mı bu?
Yazının Devamını Oku

Kışkırtıcılık ve Ruanda

10 Nisan 2005
<B>TRABZON</B>’da, yüzlerce kişinin kısa sürede nasıl oldu da sokaklara döküldüğünü araştırmak için çalışma başlatılması, kışkırtıcılığın üzerine gidilmesi anlamına geliyor. Başbakan Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Baykal, kışkırtıcılığa karşı halkın dikkatini çekmişlerdi ama olayların köküne inip kışkırtıcıları bulup ortaya çıkarmadan bu çok tehlikeli gidişatın önüne geçmek zor olabilir.

7 Nisan, Ruanda’da, dünyanın gözleri önünde olup biten, ancak kimsenin kılını kıpırdatmadığı korkunç katliamın 11’inci yılı anıldı. Yarım milyon Tutsi’nin katledildiği Kigali’de Perşembe günü 20 bin kişinin naaşı, toplu mezarlarda alınarak yeni yapılan mezarlıklara defnedildi. Devlet Başkanı düzenlenen törende, Ruanda halkını oluşturan Hutularla Tutsilerin bir arada barış içinde yaşamaları için yaraların sarılması gerektiğini söyledi ve katliamla ilgili sır kalmayacağı sözünü verdi.

* * *

HOTEL
Ruanda filmi henüz Türkiye’ye gelmedi ama ben Brüksel’de bir süre önce filmi izledim.

Bir gecede, birkaç ırkçı siyasetçinin elindeki radyo istasyonlarından verilen bir mesajla nasıl eline büyük bıçakları geçiren binlerce genç Hutu’nun, komşularına saldırdığı, kadın çocuk demeden önlerine geleni kestiklerini bir kez daha anımsattı film.

Ben o zaman Hürriyet Dış Haberler Servisi’nde çalışıyordum. Bir grup çapulcunun taşkınlığı gibi başlayan olaylar, yine aynı cahil, başlarına kadın perukları geçirerek adam kesmeye başlayan sapkınlar tarafından BM askerlerinin bile karşı koyamadığı bir soykırıma dönüşmüştü.

Filmde de gösterildiği gibi, güçsüz, küçük ırkçı bir siyasi hareket radyoları kullanarak büyük bir felakete yol açabilmişti.

Ama tabii, bu psikolojik iklimi yaratan nedenler de vardı. ‘Machette’ denen kamaları satan Fransız silah tüccarlarının çıkarları, hükümetin uzlaşmazlığı, Hutularla Tutsiler arasındaki eşitsizliğe çare bulunmaması gibi gerilimi besleyen siyasi nedenleri kullandılar kışkırtıcılar.

* * *

TRABZON’
daki olayların, Ruanda ile ne ilgisi var? Evet yok. Ama kışkırtıcılığın varabileceği noktayı gösteren canlı bir örnek Ruanda.

Bu nedenle, polis ve savcılığın iki bin kişinin kısa sürede nasıl toplandığına dair incelemelerine yerel bazı televizyonlardan yayınlanan alt yazıları katmaları da çok iyi olmuş.

İsteyerek ya da istemeyerek halkın öfkesini patlatan yayıncılığın, bunun arkasındaki niyetlerin ortaya çıkartılması şart. Aksi halde, yarın bir başka yerde, bir başka radyo ya da televizyon kanalı aracılığıyla karanlık oyunlar sahneye konabilir.

Bayrak yakma olayı ve tepkiler, bugüne kadar görmediğimiz bir kırılma noktasının işaretlerini taşıyor. Toplumun kışkırtmalara ve yönlendirmelere ne kadar açık bir hale geldiğini gösteren bu olaylar üzerine daha derin düşünmemiz gerekiyor. Sorunları açıkça ortaya koyma ve onları nasıl çözeceğimizi soğukkanlılıkla düşünme zamanı.

Şablonların büyüsü

Reşat Çalışlar, arkadaşım İpek ve Oral Çalışlar’ın oğlu olmasa da ilk romanı ‘Beni Kalbimden Vuranlar Var Ya’dan söz ederdim. Çünkü kalbimden vurdu. Popüler kültür şablonları ile bir dil yaratıp, onun aracılığıyla da hepimizle dalga geçen bir roman. Olması gerektiği gibi olmayan ama yine de kendisinin önüne konan, ‘fethetme’ hedefini ciddiye alan ve röportajlarında ‘duygu dünyamda solculuk ve taşralılık arasında sıkı bir bağ vardı. Sol taşralaştıkça, taşra sollaştıkça içimi sıkarlardı’ diyen roman kahramanının gözünden bir 21. yüzyıl romanı.
Yazının Devamını Oku

Talabani ile uzlaşma dönemi

8 Nisan 2005
<B>ARAP</B> milliyetçiliğinin kalelerinden olan Irak’ta bir Kürt’ün devlet başkanlığı koltuğuna oturması ne anlama geliyor?<br><br>Irak, Kürtlerin kendi kimliklerini koruyarak iktidarı paylaştıkları ilk ülke oluyor. Celal Talabani’nin arkasındaki uzlaşma, önümüzdeki günlerde Irak toplumuna en geniş anlamda yayılabilir, Kürtler karşılıklı tavizlere yanaşacak bir ruh halini benimseyebilirlerse eğer bu gelişme, bölgemizi etkileyecek güçte derin bir değişimin başlangıcı olabilir.

Irak’ın geçici devlet başkanlığının Kürtlere verilmesi, tüm bölgede eşitlik anlayışının yayılması için bir fırsat yaratabilir. Ama bugüne kadar izlenen‘karşıdakini kale almadan en fazlasını isteme’ anlayışı devam ederse, önümüzdeki dönem de Irak’ta istikrar beklentisi suya düşer.

* * *

BUGÜNE
kadar Irak’ta Kürtlerin tavrından rahatsız olan Araplar, Kerkük’ün statüsü, peşmergelerin geleceği, hükümette bakanlıkların dağılımı ve Irak bayrağının değiştirilmesi konusundaki tartışmaların bir an önce çözümlenmesini istiyorlar.

Dün Londra’dan ulaştığım Şii Arap bir yetkili şikayetlerini şöyle sıralıyordu:

‘Halk rahatsız. Kürtler çok fazla şey istiyorlar. Peşmergelerin Irak ordusuna katılmasına izin vermiyorlar. Kendi silahlı güçlerini korumak istiyorlar. Irak ordusu Kürt bölgelerine giremiyor. Irak’ın ulusal gelir kaynaklarını paylaşmaya yanaşmıyorlar. Kerkük’ü Kürt bölgesi ilan ediyorlar. Her yerde Kürt çıkarlarını öne çıkartıyorlar. Arap Ligindeki toplantıda Hoşyar Zebari Irak Dışişleri Bakanı gibi değil, Kürtlerin temsilcisi gibi konuştu. Acılardan söz edildiğinde Kürtlere yönelik baskılardan, Halepçe’den söz ediyorlar. Bizim, güneyde bataklıklarda çektiklerimizden bahsedilmiyor.’

Irak halkı diken üstünde. Bu yüzden de geçici hükümetin uzlaşma temelinde kuruluyor olması, adım adım sağlanan ilerlemeler çok önemli. Birbirlerinden çok farklı hayallerle bir araya gelen ve ortak çıkar noktasında birleşmeye çalışarak ülkelerini yeniden kurmaya uğraşan Iraklı liderlerin işi çok zor.

İktidar olmak muhalefet etmeye benzemez. Düne kadar Saddam’a muhalefet ederek siyaset yapanlar bugün iktidarın sorumluluğunu taşırken dünkü iddialarını aynı inatçılıkla sürdüremezler. Sürdürürlerse başarılı bir muhalefetteki başarılarını, iktidarda yakalayamazlar.

* * *

ANKARA’nın, Talabani’yi tebrik eden ilk ülkeler arasında olması olumlu bir gelişme. Yoksa, bugüne kadar izlenen tutumun aksine yeni bir yaklaşım mı benimsiyor Ankara? Irak halkına Türkleri, Kürtleri, Araplarıyla bir bütün olarak kucak açmamız gerektiğine inanan görüşün ağırlık kazandığını söylemek mümkün.

Irak’ın komşuları arasında, onun sorunlarından en çok etkilenen ülke hiç şüphesiz Türkiye. Hangi komşu ülke Türkiye kadar can kaybetti bu süreçte? Hangisi şiddet ve terörün tehdidi altında kalıyor Türkiye kadar? Hiçbirisi.

Irak’ın sorunlarının çözüm süreci bizim açımızdan çok önemli. Hep bunu söylüyor ve savunuyorum. Türkiye’nin, Irak halkının kararlarına saygılı, kucaklayıcı ve işbirliğinden yana tavrı ile ülkenin yeniden inşaasına katkıda bulunması herkesin çıkarına.
Yazının Devamını Oku

Papa, Müslümanlar ve özür

4 Nisan 2005
<B>YENİ</B> Papa’nın kimliği ile ilgili tahminler yapılırken, eskisinin yarım bıraktığı bir şeyi yenisinin yapıp yapamayacağını merak ediyorum. Yeni Papa, Ortadoğu’nun yeniden biçimlendiği bu dönemde ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde, medeniyetler çatışması risklerine karşı nasıl bir tavır izleyecek?

Vatikan’daki her değişiklikte olduğu gibi, bu değişikliğin bizim açımızdan iz düşümü ne olabilir?

Bu sorulara yanıt ararken önce gözlerimizden kaçan bir gelişmeyi aktarmak istiyorum.

Şubat ayında Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’nin Dinler Arası Diyalog Komitesi Başkanı Şeyh Fewzi Zafzaf, Vatikan’a yazılı bir başvuruda bulundu.

Zafzaf, Papa II. John Paul’den, Müslümanlardan Haçlı seferleri için özür dilemesini istiyordu mektubunda.

* * *

GERÇİ Papa, 2000 Martı’nda St. Pietro Meydanı’ndaki konuşmasında ‘Musevilerden, Romanlardan, sapkınlardan, kadınlardan, değişik kültürlerden insanlardan ve Katolik olmayan Hıristiyanlardan ve diğer dini inançlara sahip olanlardan, Katoliklerin elinden çektikleri nedeniyle af diliyoruz ve affediyoruz’ demişti.

Haçlı seferleri, Engizisyon ve İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını da kapsayan, toptan bir özürdü bu.

Ama tanınmış İslam araştırmacılarından Muhammed Emara, bu açıklamanın yapıldığı günlerde verdiği yanıtta, Müslümanların iki yüz yıl boyu çektikleri karşısında Papa’nın sözlerini çok genel olarak yorumlamıştı.

Papa II. Jean Paul, ‘İsrail halkı’ndan açıkça özür dilememiş miydi? Emara bunu anımsatıyor, ‘Müslümanlara da eşit davranılarak, af dilenmesini’ istiyordu.

Şubat ayındaki baş vuru, İslam dünyasındaki bu beklentinin bir kez daha somut talep halinde Vatikan’a iletilmesiydi.

* * *

PAPA, geçen yıl 4. Haçlı seferinin ve İstanbul’un zaptının 800’üncü yıldönümünde de, Patrik Barthalomeos’tan özür diledi. Patrik, Vatikan’ı ziyaret etti ve özrü kabul etti.

Bu tarihi buluşma, Avrupa Birliği çerçevesinde siyasi birliğe yürüyen Katolik ve Ortodoks halklar arasındaki tarihi ve kültürel buzların eritilmesinin yolunu açtı.

O nedenle bu özürlerin halkları yakınlaştıran siyasi mesajları önemli.

* * *

İŞTE şimdi Müslümanlar da, Haçlı zihniyetine son verecek böyle bir özrü bekliyor. Çünkü Haçlı zihniyeti Avrupa’nın bilinçaltında hálá yaşıyor.

Bu yıl Belçika’nın kuruluşunun 175’inci yıldönümü. Bir buçuk ay önce Brüksel’de bir sabah gazeteyi açtım ve şöyle bir haberle karşılaştım.

‘1096’da kutsal toprakların kurtarılması için girişilen birinci Haçlı seferinde topraklarımızdan ayrılan Godefroid de Bouillon’un kılıcı, birkaç ay için Belçika’ya geliyor....’ İlk haçlıları Anadolu üzerinden Kudüs’e götüren komutanın kılıcını, Kudüs’te koruyan rahiplerden almak için Dışişleri Bakanı Karel de Gucht kalkmış oraya gitmiş. Çünkü bu yıl, Belçika tarihiyle ilgili düzenlenen sergide, Haçlı dönemine de yer veriliyor. Belçika, kuruluşunun 175’inci yıl dönümünde geçmişini Haçlı seferlerine dayandırarak kimliğine derinlik arıyor.

İşte bu zihniyet bu kadar canlı. Avrupa’da Türkiye ile ilgili yapılan tartışmalarda da bu zihniyetin izlerini görmüyor muyuz?

Umuyorum yeni Papa, Müslümanların çağrılarına kulak verir. Çünkü bu, Haçlı seferlerine gerçek son noktayı koyan en güçlü siyasi mesaj olacak.
Yazının Devamını Oku

Şimdi de çuvaldız zamanı

3 Nisan 2005
<B>ERTELEME</B> kararıyla birlikte, yeni Türk Ceza Yasası’nda değişiklikler yapmak için çalışmalara başlanacak. Hükümet, basından yükselen tepkilere kulak verdi ve TCK’yı erteleme kararı aldı. Ama değişikliklerle ilgili çalışmalar sırasında bundan önceki dağınıklığımız devam ederse, sonuç çok farklı olmayacak.

Bu sürecin en başarılı grubu olan kadın örgütlerinin çalışmalarından ders almak gerekiyor. Ne yaptılar kadın örgütleri?

Yasa değişikliği ile ilgili ittifak kurdular. Önce, ortak noktalarda uzlaştılar. Farklı amaç ve görüşlerde olmalarına rağmen, eski yasanın kadın haklarıyla çelişen maddelerini tespit edip yeni öneriler oluşturdular ve onları savundular. Güç birliği yaptılar.

İnternette haberleşme ağı kurdular. Bu sayede alt komisyon çalışmalarını yakından izleyip bilgiyi anında yaydılar. Kendi tabanlarını ve medyayı harekete geçirdiler.

Medya örgütlerinde bu ortak çalışma, güç birliği anlayışı yok. Küçük dükkancılık alışkanlığı, maalesef bizim kuruluşlarımızda da var.

Yeni TCK ile ilgili olarak iki etkili meslek örgütümüz, Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi ortak görüş oluşturmak için bir araya gelemiyorlar. Basın Konseyi, tüm meslek örgütleri ile işbirliğine açık, ama Gazeteciler Cemiyeti’nde aynı yaklaşımı görmüyorum.

O zaman da, değişiklik önerilerinde, geniş desteğe sahip ortak görüş oluşturmak mümkün değil.

Gazetecilerin yasadaki tuzaklara karşı seslerini yükseltmekte geç kalışlarındaki bir neden de bu kopukluk değil miydi zaten? Örgütler birbirinden kopuk, gazeteciler örgütlerinden kopuk.

Yasayı herkes eleştirdi ama ne istediğimiz sorulduğunda verilecek ortak bir yanıtımız var mı? Eleştirilen madde sayısında bile görüş birliği yok şu anda.

* * *

TCK bu hali ile basına karşı tam bir tepki yasası. Bu tepkinin çoğu haksız ama haklı tarafı da yok değil. Kötü gazeteciliğin bedelini böyle ödüyoruz. Eleştirdik şimdi çuvaldızı kendimize batırma zamanı.

Geçen gün bir televizyon kanalının çok seyredilen dizilerinden birini izledim.

Dizide iki kardeş vardı. Biri, bir derginin editörü. Kardeşini bir mağazaya gönderiyor, ona orada kötü davranıldığını duyunca küplere biniyor. ‘Bu sayıda onlardan bahsetmiştik. Bizim sayemizde müşterilerinin arttığını söylediler. Bunu sana nasıl yaparlar, senin oraya gideceğini söylemiştim’ diyor. Derhal birlikte mağazaya gidiliyor, patron durumu öğrenince çok üzülüyor, dükkan rahat alış veriş yapsınlar diye kapatılıyor ve tahmin edeceğiniz gibi sıra ödemeye gelince patron ‘bendensiniz’ diyor.

Böyle bir şey olabilir mi? Bu nasıl bir duyarsızlıktır? Hangi meslek, kendisini aşağılayan bir yorumun yayılmasına bu kadar vurdumduymazlıkla aracı olur?

Reklam karşılığı, gazetecilerin şahsi çıkar sağladığı bir televizyon kanalında nasıl yayınlanır? Eğer öyle bir şey olmuyorsa tabii. İşte burada durup düşünmeliyiz. Bu çok uç bir örnek ama gazetecilere, basına yönelik eleştirilerin üzerinde durup düşünmemiz gerektiğini hatırlatan çarpıcı bir örnek.

Biz TCK’yı eleştirirken haber verme özgürlüğünün kısıtlanmasını ön plana çıkardık. Ve bu özgürlüğü sadece gazetecilere ait bir özgürlükmüş gibi sunduk. Gazetecilik sadece bizim kendi özgürlük alanımız mıdır? İstediğimizi eleştirelim, istediğimizi yağlayalım, istediğimizi mahvedelim, istediğimizi kullanalım? Basın özgürlüğü halkın haber alma özgürlüğüdür. Bizim ise haber verme sorumluluğunu en iyi biçimde yerine getirmek için, bu özgürlüğe ihtiyacımız var.

* * *

SON zamanlarda bir başka soruyu tartışıyoruz. Basına yabancı sermaye girebilir mi? Günümüz koşullarında sadece yabancı değil, her türlü sermaye basına giriyor. Bunu artık engellemek mümkün değil. Ama önemli olan iyi gazeteciliğin yapılmasını garanti altına alan mekanizmaların sağlanması.

Gerektiğinde güç birliği yapmasını, gerektiğinde uzlaşmasını bilen meslek örgütleri olmadan böyle bir iç denetim gerçekleşebilir, gazetecilik ve gazeteciler korunabilir mi? Esas tartışılması gereken soru bu bence.
Yazının Devamını Oku

MGK ve sivil değerlendirme

1 Nisan 2005
<B>SON</B> günlerin en çok tartışılan konusu Türk Amerikan ilişkileri. Ortada hiç bir sorun olmamasına rağmen kamuoylarında yaratılan hava nedeniyle gerginlik yaşandığı iddia ediliyor. Ama son zamanlarda yapılan açıklamaların satır aralarında sorunlar kendilerini gösteriyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun sivil Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan, bu konuda Türk-Amerikan İş Konseyi’nin çarşamba günü İstanbul’daki toplantısında dikkat çekici bir konuşma yaptı.

Türk-Amerikan ilişkilerinde ‘kriz, kötü aşamadan geçme, dibe vurma’ yorumlarının temelsiz olduğunu söyleyen Büyükelçi Alpogan, bugünkü ilişkilerin 1974 Johnson mektubu, 1978 silah ambargosu ile kıyaslanamayacağını söyledi ve hemen arkasından şunları ekledi:

‘Ama ilişkilerimizin ortak çıkarlara dayalı çok boyutlu dokusunu tazelemeye, daha fazla diyalog, iletişim ve açık konuşmaya ihtiyacımız vardır.’

Amerikan Büyükelçisi Eric Edelman’ın da izlediği toplantıda Alpogan, Türkiye ile ABD arasındaki ‘ilişkilerin dokusunun canlandırılması için’ bazı kaygıların giderilmesi gerektiğini söylerken başta Irak’ı saydı.

‘Kuzey Irak ve Kerkük konularında politikaların uyumlaştırılması önemli’ dedi Alpogan, ‘Irak’ın toprak bütünlüğü, PKK’nın tasviyesi önemli. ABD’nin izlediği tutumun zamanlama sorunu olduğuna inanmak istiyoruz.’

Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin desteklenmesi, Ermeni soykırım iddialarına ilişkin ABD Yönetimi’nin taviz vermemesi, Türkiye’nin kaygılarını giderecek talepler olarak ortaya çıkarken bence çok önemli bir nokta daha vardı Milli Güvenlik kurulu Genel Sekreterlik değerlendirmeleri arasında.

* * *

GENEL
Sekreter’in başarılı diplomatik üslubu ve soğukkanlı duruşu içinde satır arasında kalan konu, Ortadoğu’ya ilişkin sözleriydi.

Büyükelçi Alpogan, ‘ABD’nin Türkiye’yi İsrail-Filistin sorunu için etkili bir aktör olarak görmesi ve politika uygulamalarına katmasını’ isterken somut örnek vermedi. Ama Filistin-İsrail yol haritasını canlandırmak için yapılan son girişimlere Rusya davet edilirken Türkiye’nin dışlanması konuşmayı dinleyenlerin çoğunun aklına gelmişti.

* * *

SADECE Türkiye değil, ABD’den de üst düzeyde yapılan açıklamalarda olumlu mesaj verme çabası dikkat çekiyor. Rumsfeld’in, ‘söylediğinde beğendiğini’ itiraf ettiği açıklamalarından geri adım atması gibi, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Edelman da, hükümetler arası ilişkilerin mükemmel olduğunu söylüyor.

Ama her olumlu mesajda bile satır aralarında sorunların olduğu görülüyor.

İncirlik Üssü ile ilgili her ağızdan farklı bir açıklama çıkıyor. Talebin hangi çerçeveye girdiği konusunda bile anlaşma sağlanamamışa benziyor. Amerikalılar, bu talebin iki ülke arasındaki Savunma ve İşbirliği Anlaşması çerçevesinde yapıldığını söylüyor ama Ankara’da üçüncü taraflara yönelik kullanım isteklerinin, ikili anlaşma çerçevesinde değerlendirilemeyeceği görüşü hakim. Mesele baştan pürüzlü yani. Konunun ayrıntılarıyla ilgili bugüne kadar yazılıp çizilenler için de ‘Hepsi spekülasyon, gerçek değerlendirmelerle ilgisi yok’ deniyor.

Her iki taraf da Türkiye ile ABD ilişkilerindeki sarsıntının basından kaynaklandığı iddiasına sarılıyor. Haksızlık bu. Sorunlar ortada, basın yaratmıyor. Büyükelçi Alpogan’ın söylediği gibi, ‘Ortak çıkarları cesaretle savunmak için iki ülkenin temsilcilerine görevler düşüyor’.
Yazının Devamını Oku