Ferai Tınç

Kıbrıs protokolü ve ayrıntıların önemi

28 Mart 2005
<B>17 ARALIK</B>’ta hemen şuracıkta imzalayın diye Türkiye’yi sıkıştıranlar, şimdi sancılı. <br><br>Ne demek bu? Şu demek: Gümrük Birliği Anlaşması’nın Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Rum Yönetimi dahil, yeni üyelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesini isteyen Brüksel, imza krizi ile karşı karşıya.

Ama bu kriz ihtimali bizden kaynaklanmıyor.

Çünkü, Türkiye Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu yetkilileriyle yaptığı ortak çalışmalar sonucu imzalanacak metin üzerinde anlaştı.

Nitekim Cuma günü bu metin, mutabakatın resmiyet kazanması için bir mektupla Ankara’ya gönderildi.

Mektup, ‘şu metin üzerinde mutabıkız değil mi?’ diye soran bir iki satır.

Ekinde de Brüksel’de ortaya çıkartılan ortak metin var.

Bugün yarın incelendikten sonra Ankara, Gümrük Birliği Anlaşması’nın yeni üyeleri de kapsadığını meşrulaştıran bu metne onay verecek.

Ama iş burada bitmeyecek. Protokolün yasallaşması için Türkiye ve AB’nin aynı zamanda imza atmaları gerekecek.

* * *

AVRUPA
’lı yetkililerin bir an önce gerçekleşmesini istediği bu imza işlemi, kendi prosedürleri açısından o kadar zor ve karmaşık ki.

Metnin imzalanması için Konseyin dönem başkanlığına onay vermesi gerekiyor. İmzayı Avrupa adına o atacak. Ama Konsey kararından önce mi, yoksa sonra mı metnin Avrupa Parlamentosu’na sunulacağı konusunda Brüksel’de henüz tam bir görüş birliği yok.

Bu noktaya gelmeden aşılması gereken başka aşamalar da var üstelik. Üye ülkelerin daimi temsilcileri ve dışişleri bakanları toplantılarında metnin tartışılması gibi. Bu süreçte, Kıbrıslı Rumların metni veto etmeyecekleri garantisini kim verebilir ki?

Türkiye’yi protokolü imzalama baskısı ile kıskaca almaya çalışanların politikaları şimdilik ters tepmiş görünüyor. İmzanın Brüksel’in de sorunu haline geldiği anlaşılıyor.

* * *

KKTC
Başbakanı Mehmet Ali Talat, geçen hafta İstanbul’daydı. Gazetemizi ziyaret etti. Papadopulos’un Kıbrıslı Türkleri kaale almadığını ve her tavrıyla ‘benim muhatabım Türkiye’dir’ mesajı vermesinden rahatsız. Papadopulos, ön kapıdan satamadığı çürük malları, arkadan dolanarak yutturmaya çalışan işportacı stili ile kendi çözümünü dayatmak peşinde.

O yüzden de, Gümrük Birliği anlaşmasıyla ilgili protokole Türkiye limanlarının Rum gemilerine açılmasında ısrarlı. Fakat Brüksel ile müzakerelerde bu konu da rafa kaldırıldı.

Türkiye adına müzakereye katılan diplomatlarımız, ‘Biz de AB ile gümrük birliği anlaşması imzaladık ama mallarımızı satacak olan iş adamlarınıza serbest dolaşım izni hálá yok’ gerekçesini göstererek bu isteği geri çevirdiler.

Şimdi düşünüyorum da, 16 Aralık gecesi, Brüksel’de sabaha kadar süren pazarlıklarda Ankara’nın, protokolü ‘AB Komisyonu ile tartıştıktan sonra’ imzalayacağı kaydını Konsey kararlarına geçirtmesi ne kadar isabetli olmuş. AKP hükümeti bu konudaki başarısını teslim etmek gerekiyor.

* * *

AKLIMIZI
karıştıran bir konu da tanıma meselesi. Türkiye, protokole Rumları Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanımadığı rezervini koyamayacak. Çünkü hukuken geçerli olması için karşı tarafın da kabul etmesi gerekiyor. O zaman ne yapılacak? Protokolün imzası sırasında siyasi bir açıklama ile, ‘Rum tarafının, Ada’nın tümünü temsil ettiğinin söylenemeyeceği, bunun BM’de ihtilaflı bir konu olarak kabul edildiği, zaten bu nedenle Türkiye’nin de kapsamlı çözümü desteklediği’ kayda geçirilecek.

Ankara uzun zamandır Avrupa’nın tanınmış hukukçularından bu konuda görüş alıyor.

Bir ülkeyi tanımanın siyasi irade meselesi olduğu, zorla tanıtmadan söz edilemeyeceği görüşü ağırlık kazanmış durumda. Ama Papadopulos halkına gerçekleri söylemiyor. Onun siyasi polemiklerine kapılmamak için ayrıntıları bilerek değerlendirmekte yarar var.
Yazının Devamını Oku

Laleler kimin kucağında

27 Mart 2005
ESKİ Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den sonra gündemimizden iyice düşen Türk Cumhuriyetleri zirveleri sırasında, diğerleri Rusya’yı karşılarına almamak için çekingen dururken, Askar Akayev bu toplantılara ve bu kavrama en sıcak yaklaşan devlet başkanıydı.Rusya ve Amerika ile de eşit ilişki sürdürmeye dikkat ediyordu. Nitekim 11 Eylül’den sonra Manas’ta ABD’ye üs verdi, hemen ardından Rusya’nın isteklerini de yerine getirdi. Kırgızistan’ı Orta Asya’nın İsviçre’si yapmak Akayev’in hedefiydi. Ama Sovyet rejiminin illetlerinden kurtulamayan Orta Asya yönetimleri gibi orada da her iş rüşvetle yürüdü ve Akayev familyası kendisini Kırgısiztan’ın ağası sanmaya başladı.Kırgızistan’da halk sokağa döküldü ama muhalefetin Gürcistan ve Ukrayna’daki gibi halkı yönlendirecek güçlü bir liderliği olmadığı ortaya çıktı.* * *ÜLKEDE şu anda siyaset sahnesine hakim olmaya çalışanlar, Akayev’in bir zamanlar en yakın çevresinde bulunan simalar.Başbakan Kurmanbek Bakiyev, ülkenin en geniş muhalefet örgütü olan Kırgızistan Halk Hareketi lideri ve eski başbakan.Neden istifa ettiğini anımsıyor musunuz? 2002’de güneyde yaşayan Özbekler yine ayaklanmışlar ve hükümet bu ayaklanmayı çok sert biçimde bastırmıştı. Bakiyev o zaman da başbakandı ve olayların bastırılmasının sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalarak, istifa etmişti. Yeni güvenlik bakanlığına atanan Felix Kulov, yolsuzluk nedeniyle hapisteydi. Yeni Dışişleri Bakanı Rosa Otunbayeva, Akayev’in dışişleri bakanıydı. Her operasyona bir isim veren militarist anlayışa uygun olarak, Lale Devrimi adını alan Kırgızistan’daki gelişmelerin aktörleri bunlar ve tabii yoksul, umutsuz etnik farklılıkları olan halk yığınları.* * *KIRGIZİSTAN, Akayev’in planladığı gibi tarafsız bir İsviçre olamadı. ABD, Rusya ve Çin arasındaki rekabetin en yoğun olduğu bu coğrafya için bu hayal fazlaydı belki de.ABD için Orta Asya’ya açılan kapının kilidi niteliği taşıyan Kırgızistan, Rusya açısından da aynı anlama geliyor. Çin’in de Orta Asya pazarlarına açılan en önemli kapısı. Ayrıca Uygur özerk bölgesi ile de ortak sınıra sahip. Akayev’in, Rusya ve ABD’ye karşı Çin alternatifini yaratmak amacıyla Çinlilere 99 yıllığına büyük miktarda toprak kiralaması ABD için bardağı taşıran damla oldu. Şaibeli seçimlerden sonra ABD’nin Bişkek Büyükelçisi Steve Young’ın Akayev’e, görevden çekilmeyi önerdiği, bunun üzerine onun Çin’e daha da yakınlaştığı ileri sürülüyor. Muhalefet çevreleri Akayev’in, 100 bin Çinlinin bölgeye yerleşmesi karşılığında Çin’den destek sözü aldığını söylüyorlardı. Issık Gölü’nün güneyinde Çinlilere 800 hektarlık alanın kiralandığı, Kırgız vatandaşlarının buralara girişinin Çin güvenlik görevlileri tarafından engellendiği haberleri sinirleri daha da geriyordu. Hatta, Akayev’in, ‘Kırgız halkının tembel olduğu Çinlilerin bu alanları daha iyi ekip biçeceklerini’ söylediği dolaşıyordu kulaktan kulağa. Nitekim, yeni hükümeti resmen tanımamalarına rağmen ABD ve Rusya muhalefete tam destek verdiklerini açıklarken, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Liu Jianchao , ‘Çin, devrilen liderinin darbe olarak nitelediği bu gelişmeleri yakından izlemektedir’ açıklamasıyla yetindi. Kırgızistan, bir zamanlar Türkiye’ye ne kadar yakındı. Şimdiyse ne kadar uzak. Lalere uzanan çok. Ama Rusya ve Çin’in elleri boş kalmış gibi görünüyor. Laleler Washington’un kucağında.
Yazının Devamını Oku

Zihniyet dövdürür de yaktırır da

25 Mart 2005
<B>‘BİZ Türkiye’nin partisiyiz.’ </B>Önce HADEP, ardından DEHAP’lılar bu noktanın altını hep çizdiler. Irkçı bir siyasi hareket olarak yola devam edemeyeceklerini, bunun günümüzün siyasi adabına sığmayacağını bildikleri ve Türkiye’de aydınların desteğine önem verdikleri için sadece Kürtlerin partisi olma imajından kurtulmaya çabaladılar.

Ama bunu bir türlü beceremediler.

Çünkü PKK’nın ipoteğinden kurtulamadılar.

Önceleri, cesaretleri olmadığı için böyle davrandıklarını düşündüm. Yani PKK’nın baskısı ile karşı karşıya kaldıklarını, onun gölgesinden sıyrılamadıklarını sanıyordum.

Ama sonra gördüm ki, yeni bir siyasi kimlik edinmekte zorlanıyorlar. PKK’nın ve Öcalan’ın adını sembolleştirerek kitle temeli yaratmaya çalışıyorlar. Yoksa, herkesten önce bu siyasetin kadroları, Öcalan’ın mahkemedeki tavırlarını sorgulardı. Özeleştiri yaparlardı.

İmralı’dan yapılan açıklamaların ne anlama geldiğini ya da anlamsızlığını tartışırlardı. Devletsiz konfederasyon önerisinde olduğu gibi.

Sembollerin arkasında siyaset yapmak çok kolay. Halkın bütün sıkıntılarını bu simgelerin ardına sıkıştırıp, onları kurtuluş umudu haline getirirsiniz olur biter.

Simgelerle savaş sıradan bir taktik. Halkın sorunlarına çözümler üretmek yerine heyecanlandırarak, gövde gösterisi yapmaya yarayan bu taktiğin bugün bizi getirdiği noktaya bakın. Bayraklarla hesaplaşma. Bu çıkmaz yolu bir an önce birlikte aşmak zorundayız.

GAZETECİLERE DAYAK

Boşuna ‘Balık baştan kokar’ dememişler. Eğer baştaki gazetecileri sevmezse aşağıdakiler hiç sevmez. Her fırsatta Başbakan’ın medyayı suçladığı bir ülkede mahalli yöneticiler de canlarını sıkan gazetecileri demir çubuklarla döverler. DHA Ardahan muhabiri Ümit Kılıç’ın dövülmesi bunun örneği.

Bu zihniyet yeni Türk Ceza Kanunu’da fena halde yansımış bulunuyor.

Yasanın 9’da biri basınla ilgili. Eski ceza yasasında bu oran 20’de 1 idi.

Bu yasa ve yasaya yansıyan zihniyet halkın haber alma ve medyanın haber verme özgürlüğünü ortadan kaldıracaktır.

Başbakan, yasanın hazırlanışı sırasında medyayı sessiz kalmakla suçladı. Şimdi gazeteciler ses çıkartıyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin imzasını taşıyan bu çağrıya kulak verilmesi dileğiyle.

ÇAĞRI

‘Türk Ceza Kanunu, yazılı, görsel ve elektronik basına hapis cezaları getiren birçok hükmü içinde barındırıyor.

Söz konusu hükümler, Kopenhag kriterleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ve içtihatları, Basın Kanunu ve birey özgürlüklerini esas aldığını iddia eden TCK’nin yeni anlayışı ile çelişiyor. Yeni TCK bu haliyle, demokrasinin omurgasını oluşturan halkın haber alma hakkına yönelik ciddi ve kaygı verici bir kısıtlamadır.

Yeni TCK, içerdiği ağır hapis cezaları ve demokratik değil otoriter devlet anlayışını sürdüren yapısıyla, basın suçlarına yönelik cezaları yarı yarıya artırıcı hükümleriyle, mesleğimizi olanaksız hale getiriyor.

Biz gazeteciler, basın ve ifade özgürlüklerini tehdit eden hükümlerin değiştirilmesini talep ediyoruz.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu.’
Yazının Devamını Oku

Kadın imam ve namahrem büyüsü

21 Mart 2005
‘KURAN ve Kadın. Kutsal Kitabın Kadın Bakış Açısından Tekrar Okunması.’ Amerikalı İlahiyat Profesörü Dr. Amina Vadud’un yazdığı kitabın adı. Dr.Vadud, feminist bir ilahiyatçı, geçen hafta Cuma namazını kıldırarak İslam dünyasında yeni bir tartışmayı başlatan kadın.Müslüman Kadınlar Özgürlük Turu Örgütü’nün de desteğiyle gerçekleyen bu girişim, kadınlara tahammül edemeyenlerin sesinin etkili olduğu Müslüman dünyasında önemli bir ilk adım. New York’ta hiçbir cami izin vermediği, SoHo’da bir galeri de bomba tehdidi nedeniyle vazgeçtiği için, bir kilisede kılınan namazla ilgili görüşleri üç gündür çeşitli kaynaklardan izliyorum. Bazı Müslüman alimlere göre kadınlar namaz kıldırabilir, bazılarına göre kıldıramaz. Hepsi de dini referanslara atıfta bulunarak savunuyorlar iddialarını. * * * MISIR Müftüsü Şeyh Ali Guma gibi, ‘Cemaat kabul ettiği takdirde kadın da namaz kıldırabilir’ diyenler, kadının namaz kıldırmasının Kuran-ı Kerime göre yasak olmadığını savunuyorlar. Karşı çıkanlar ise yine Kuran-ı Kerim’e atıfta bulunuyorlar. Kadın erkek eşitliği tartışmasının, İslam dünyasında dini açıdan ele alınması çok iyi. Etkilerini ileride daha iyi görebileceğimiz güçlü bir ayna tutuyor bu tartışma Müslüman toplumların yüzüne. Teolojik tartışma beni aşar. Ama karşı çıkanların somut referanslar vermek yerine kadın vücudunun tahrik ediciliğinden hareketle gerekçe üretmelerine dikkatinizi çekerim. Kadın namaz kıldıramazmış, çünkü erkeklerin aklını karıştırırmış. Bırakın kadınları, bu anlayış asıl erkeklere hakaret. Örneğin Müslüman Kardeşler Örgütü’nün önde gelen üyelerinden Katarlı Şeyh Yusuf El Qaradawi, ‘Namaz ayağa kalkmak, oturmak ve eğilmek gerektirir. Allah ile iletişim içindeyken zihin huzuruna ve yoğunlaşmaya ihtiyaç duyan erkeklerin önünde bir kadının bu hareketleri yapması uygun değildir’ diyor.Eğer nefsine hakim olmak erkekler için bu kadar zor bir işse, istedikleri kadar namaz kılıp oruç tutsalar, hatta akılları karışmasın diye kadınların kökünü yer yüzünden kazısalar bile Allah ile iletişim kurmaları mümkün değil. Evet, birkaç örnek daha. Şeyh Sait Tantavi, El Ezher Camii imamı: ‘Kadınlar namahremdir. Erkekleri yönetemezler.’ Suad Salih, El Ezher Üniversitesi, Kadın Koleji Başkanı: ‘Bu hareketin cezası ölümdür. Kadın vücudu örtülü olsa bile tahrik eder. Bu laik örgütler aracılığıyla Müslümanları bölmek için gerçekleştirildi. Ama Allah kendi dinini koruyacak.’Kadını toplumdan dışlamanın en kolay yolu ‘namahrem’ damgası. Müslüman ülkelerin, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar geri kalmışlıklarının derininde, kadını dışlayan bu damga yatıyor oysa. * * * KADINLARIN dinde eşitlik isteklerine karşı çıkanların sarıldıkları bir başka gerekçe ise ‘Amerikan komplosu’ teorileri. Suudi Arabistan Baş Müftüsü Abdül Aziz el Şeyh, ‘Bu hareketi savunanlar günaha girer. Müslüman dünyasını yoldan çıkartmak için kadın sorunlarını kullanıyorlar’ diyor. Ürdün Din İşleri Bakanı Abdül-Aziz El Hayat’a göre ise, ‘İslamiyet’te kadının namaz kıldırması yasaktır. Müslümanlığı laik Amerikan dini haline getirmek isteyenlerin işi bu.’Bir zamanlar demokrasiden, düşünce özgürlüğünden, haklardan, hukuktan söz edenlerin ‘komünistlik’le suçlanması gibi, şimdi de dinde reform, Ortadoğu’da demokrasi ve kadın erkek eşitliği isteyenleri ‘Amerikan ajanlığı, İslam düşmanlığı’ ile suçlama, değişime direnmenin en kolay yolu. Ama kadın imamlar çıkıyor ve kadınları dışlamanın en kısa yolu olan namahrem büyüsü bozuluyor.
Yazının Devamını Oku

Amirleri bile

20 Mart 2005
<B>OLAY</B> kapanıyor. Ama benim vicdanım hálá rahatsız. <br><br>Kadınlar gününde dayak olaylarının sorumlusu 6 polis açığa alınmış. Anlaşılan bu açıklamayı yapan İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu bu defteri böylece kapatmış.

Ya zihniyet?

Bugün altı, yarın beş, öbür gün bilmem kaç... Açığa alır işi temizlersin.

Mümkün mü?

Bush Yönetimi’nin, Ebu Garip hapishanesinde insan hakları ihlalleri olayını örtbas ettiği yöntemden pek farkı yok bu anlayışın.

Sistemin en dışındaki insanı cezalandır, sistemi kurtar.

‘Hatalılar cezalandırıldı!’

* * *

BAKANIN
hakkını yemeyelim. Sadece İstanbul’da 8 Mart yürüyüşünde ‘hata’ yapanlar değil, Kızıltepe ve Van’da da halka karşı şiddet kullanan polis memurları açığa alınmışlar. Hatta orada, hatalı bulunan amirler bile aynı biçimde cezalandırılmışlar.

İyi de, bu hatanın neden kaynaklandığı konusunda bir çalışma yapılmış mı? Bir sonuç ortaya çıkmış mı?

Yani hatanın nedenine inilmiş mi yoksa Avrupa Birliği’nden ve kamuoyundan gelen tepkilere yanıt olarak mı harekete geçildi?

Bence ikincisi. Çünkü eğer hatanın nedenine inilseydi bugün İçişleri Bakanı daha farklı bir tavır izliyor olurdu.

Her şeyden önce bakanlığına bağlı bir teşkilatın sorumluluğunu paylaştığını açıklar, nedenlerini sıralar ve sorunu kökten çözmek için hangi önlemlerin alınacağını söylerdi.

Mesela, 8 Mart olayından sonra polise ‘cinsiyetler arası eşitlik eğitimi’ verileceği kararı alınmış olabilirdi pekálá.

Ama böyle şeyler duymadık. Çünkü işin özüne, zihniyet meselesine inilmedi.

Sorumluluğu alt kademelere indikçe ağırlaşan bir yükümlülük olarak gören anlayış, kadına yönelik şiddeti doğal karşılayan feodal zihniyetin, değişik bir noktada ortaya çıkmasından başka bir şey değil aslında.

* * *

İÇİŞLERİ
Bakanı Abdülkadir Aksu, İstanbul’u esir alan suç patlaması konusunda da ortaya bir şey koymuyor.

Son olarak söylediği en somut şey DYP Lideri Mehmet Ağar’ın sunduğu önerilere ‘espri’ demesiydi.

Durumun bütün boyutlarıyla ele alınıp çözümlerin üretileceği bir çalışma komisyonu oluşturmaktan ya da bu sorunu nasıl çözmeyi düşündüğünden haberimiz yok.

Bazı mahalli emniyet amirlikleri, vatandaşların ne yapmaları gerektiğine dair bildiriler dağıtıyorlar.

Ama kendilerinin ne yaptığını pek bilmiyoruz.

* * *

BASIN
özgürlüğüne ağır darbeler indiren yeni ceza yasası tartışılırken, hükümet çevreleri söze ‘ey gazeteciler aklınız neredeydi?’ diye başlıyor. Haklılar haklı olmasına da, bu yaklaşım onların sorumluluğunu azaltmıyor.

Reformlar, ‘Ağlamayan bebeğe meme yok’ yaklaşımı ile mi yapılacak?

Kim ne kadar isterse o kadar. Böyle bir mantık olabilir mi?

Polis şiddetinde de olduğu gibi, basın yasalarında da esas olan zihniyet.

Siz Avrupa Birliği hedefine sahip iseniz eğer, basın yasalarından kadın haklarına, ekonomi politikalarından çevreye kadar her adımda bu vizyona uygun davranırsınız.
Yazının Devamını Oku

Çanakkale’nin hamasetsiz gerçeği

18 Mart 2005
BUGÜN Çanakkale Zaferi’nin 90’ıncı yıldönümünü görkemli törenlerle anıyoruz.Gururlanıyoruz, övünüyoruz ama siz hiç Çanakkale’ye gitmeyi denediniz mi?Bir deneyin. Türkiye’nin en batı ucundaki bu kentimize, Truva ve Çanakkale gibi tarihin kaderini değiştiren iki çok önemli savaşın geçtiği bu topraklara ulaşmanın ne kadar zor olduğunu göreceksiniz.1950’li yıllarda İstanbul ya da İzmir’den Çanakkale’ye deniz ve hava yolu ile gitmek mümkünken, bugün ancak beş-altı saatte otomobilinizle ulaşabiliyorsunuz. Başka ulaşım yolunuz yok. Günübirlik Diyarbakır’a gidip gelmeniz mümkün ama Çanakkale’ye mümkün değil. Ya da çok yorucu. Çanakkale’nin, bırakın köylerini, ilçeleri arasında bile ulaşım sorun. Bu yüzden organize sanayii bölgesine de ilgi yok. Bunun birçok nedeni var ama en önemlisi ilgisizlik. Yıllardan beri Çanakkale zaferi görkemli törenler ve hamasi nutuklarla kutlandı ama kutlamaların ertesi günü Çanakkale unutuldu. Eğer öyle olmasaydı, Çanakkale ve çevresi, 90 yıl içinde geçmişine uygun bir kalkınmışlık seviyesine ulaşırdı. * * * ÇANAKKALE’ye her gün turist geliyor. Geliyor değil geçiyor demek daha doğru. Çünkü burada beş yıldızlı Kolin Otel ve birkaç küçük otel dışında yeterli altyapı yok. Örneğin 25 Nisan’daki Anzak kutlamalarına katılmak istiyorsanız eğer, şu an itibarıyla kentte yer bulmanız olanaksız. Alman Profesör Manfred Korfmann, Truva’da çok önemli çalışmalar yaptı, önemli bulgular ortaya çıktı ama hálá bir Truva Müzesi yapılamadı. Çanakkale Müzesi’nde izledikleriniz aşağıda depoda saklı olanların sadece ufak bir parçası. Bu bölge, medeniyetin beşiklerinden biri. Ama kendi kaderine terk edilmiş. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sayesinde Gelibolu Milli Park ilan edildi. Ancak bu projenin hayata geçirilişinde de yanlışlıklar ortaya çıkıyor. Bölgedeki sivil toplum örgütleri uygulama aşamasında kendilerinin dışlandığını söylüyorlar. Projenin amacı savaş alanlarının, bugün nesillere barış mesajı veren alanlar haline dönüştürülmesi ama sivil toplum örgütleri ‘bu yön geride kalmış’ diyorlar. Projede ulaşım sistemine de çok titizlik gösterilmiş, bisiklet yolları ve toplu ulaşım öngörülmüştü ama uygulamada sadece törenlere katılacak resmi konuklar düşünülerek otoyol mantığıyla yollar yapıldı milli parka. Kaz Dağları ise MTA tarafından maden arama bölgesi ilan edildi. Yakında, dünyanın ilk güzellik yarışmasının yapıldığı bu dağların dinamitlendiğini duyarsanız şaşmayın. * * *ÇANAKKALE Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, ‘Çanakkale, her yıl bir gün açılıp ertesi gün kapatılan bir defter olmamalı’ diyor ‘Çanakkale, Gelibolu-Truva ve İda dağlarıyla birlikte ele alınması gereken bir bölge. Ege’deki iki Türk adası Gökçeada, Bozcaada buraya bağlı. Çanakkale’nin önemi anlaşılmalı ve ona göre projelendirilmeli.’Gökhan haksız mı? Çanakkale’yi geliştirmeden, onu örnek bir köşe haline getirmeden, yılda bir kez geçmişimizle övünerek Çanakkale ruhunu yaşatmak mümkün mü? KULAK VERİNDÜN İstanbul’da gazeteciler, yeni Ceza Yasası’nın basın özgürlüğünü kısıtlayan maddelerine dikkat çekmek için Adliye’ye yürüdüler. Yine dün Kars’ta bir yerel gazete bu protestoya sadece yemek tarifleri basarak katıldı. Yeni Ceza Yasası’nın haber verme özgürlüğünü sınırlayan maddeleri değiştirilmeden yürürlüğe girmemesi, medyanın sesinin daha fazla kısılmaması için Türkiye’nin her yerinde gazeteciler seslerini yükseltiyor. Bu sese kulak verin.
Yazının Devamını Oku

Değişen vizyonla Türk lobisi

14 Mart 2005
BALKANLAR’da yeni bir rüzgar esiyor. Çatışma kültürünün yerini Avrupa Birliği içinde hakların kazanılması mücadelesi alıyor. Bu gelişme, anlayışları temelden gözden geçirmeyi gerektiren bir gerçeklik.Bizim geleneğimizde, bu coğrafyada yaşayan Türklerle ilgili üç hakim yaklaşım var.Radikal milliyetçi yaklaşım, bu bölgenin Türk kökenli halkına ‘esir Türkler’ anlayışı ile yaklaşır. Bu yaklaşım onların uluslararası platformda ‘Türkiye’nin beşinci kol kuvveti’ olarak görülmelerine neden olan anlayıştır. İkinci yaklaşım ise siyasi İslamcı yaklaşımdır. Din kardeşliği temelinde özellikle Arnavut ve Türkleri birleştirerek İslamcı akımların bölgede güçlenmesine destek olma anlayışıdır. Üçünü anlayış ise, ‘etnik politika yapmamak’ adına bu bölgede yaşayan Türkleri kendi hallerine terk etmek yaklaşımıdır. Bu hafta sonunda Makedonya’da, Balkanlar’dan Kuzey Irak’taki Türkmenlere seslenmek isteyen Makedonyalı Türklerle konuşunca bu üç yaklaşımın da ne kadar köhneleştiğini gördüm. Dün bu köşede görüşlerine yer verdiğim Makedonya Türk Demokratik Partisi Genel Başkanı Dr. Kenan Hasip’in, ‘Balkanlardaki Türkler birlik olup, Türk sorununu uluslararası gündeme taşıyamadık’ sözleri benim açımdan uyarıcı oldu. * * *‘ŞİMDİ aynı kaderi Iraklı Türkmenler de yaşıyor. Onlara çözüm bulmalıyız. Bizi de dinleyin. Biz Makedonya Türkleri olarak Ohri’yi, Kosovalılar Dayton’ı yaşadılar. Biz tecrübelerimizi aktarabiliriz’ diyor Kenan Hasip. Avrupalı ve Amerikalı hukukçular tarafından düzenlenen Ohri, Rambouillet ve Dayton anlaşmalarında Türkler, içinde yaşadıkları devletlerin ve bölgelerin esas unsurları olma statüsünden üçüncü derecede küçük bir azınlık durumuna düşürüldüler. Yeni kurulan sistem içinde temsil hakları azaldı. Ana dilde eğitim gibi en temel kültürel haklar konusunda bile şimdi çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlar. Benzer sorunlar Iraklı Türkmenler için de geçerli. Yeni bir devlet kuruluyor, Anayasa hazırlanıyor, Türkmenler de Balkan Türklerinin yaşadığı sorunlarla karşı karşıya. Bulgaristan’da durum daha farklı. Orada Türkler iktidar ortağı. Bu da başarılı deneyimden de çıkatılacak dersler var. Yunanistan’da yaşayan Türkler de, Avrupa vatandaşı olmalarına rağmen, kültürel haklarına Avrupa kriterlerine uygun biçimde kavuşmuş değiller. Ve beblerini Brüksel’e duyuramıyorlar. * * *TÜRK meselesi, Kürt sorunu gibi, Çeçen sorunu gibi, insan hakları sorunu olarak uluslararası gündeme taşınması gerekirken, taşınamadı. Bunda Türklerin, bu konuda siyasi geçmişlerinin ve deneyimlerinin olmaması da etkili bir neden. Ama artık on yıllık bir deneyim var. Türkler şimdi bu deneyimleri paylaşabilirler. Avrupa Birliği vatandaşlığına hazırlanan Balkan Türklerinin, bu değişen vizyonu temelinde oluşacak bir Türk lobisi sesini uluslararası platforma duyurabilir. Kendi çabalarıyla ve Türkiye’nin de desteğiyle. Türkiye, Türklerin temsil ve kültürel haklarının korunması konusunda evrensel değerler temelinde yardımcı olabilir. Ama öncelikle şu soruyu yanıtlamamız gerekir. Kendi Kürt kökenli vatandaşlarının sorunlarına yeterli çözüm üretemezken, başkalarının Türklerine yardımcı olmak mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

Makedonya ve Türkler

13 Mart 2005
<B>AVRUPA</B> hedefi, Balkan Türklerinin de vizyonunu genişletiyor. Makedonya Türk Demokratik Partisi Genel Başkanı Dr. Kenan Hasip, ‘Partimizin felsefesini tamamen değiştirdik. Artık Avrupa kriterleri temelinde bir partiyiz. Eskiden sadece Türklük derdik. Şimdi eski manada bir milliyetçilik yapmıyoruz. Biz Makedonya Türklerinin partisiyiz, vatandaşlık haklarımız ve sorumluluklarımız önde geliyor. Ayrıca, bu devletin tüm vatandaşlarına da kapımız açık’ diyor.

Genel Sekreter Engin Musli de, ‘Zaman bastı’ diyerek Dr. Hatip’i doğruluyor.

Gerçekten de Makedonya’da zaman basmış. Yani Makedonya, Türkleri ile beraber zamana, değişime ayak uydurmuşlar.

Dar milliyetçiliği bırakıp, bütün Türk örgütlerini Makedonya’nın kalkınması ve Makedonya Türklerinin eşit haklarının güvence altına alınması hedefinin etrafında tek parti çatısı altında birleştirmişler.

Şarık Tara’nın girişimi ve Avrupa Birliği’nin desteğiyle düzenlenen Güneydoğu Avrupa Zirvesi 2005’in sonuç bildirisinde, bölgeyi bağımsızlık sonrası yıllarda kana bulayan etnik çatışmalara son verilmesinin karara bağlanması da bunun işareti. Evet hálá sorunlar var, Kosova’nın bağımsızlık ısrarı, Karadağ’ın önümüzdeki yıl Sırbistan’dan ayrılma isteği devam ediyor. Endişe verici boyutlara varan işsizlik, (iki milyon nüfuslu Makedonya’da 400 binin üzerinde işsiz var) sorunları derinleştiriyor ama Balkanlar’da demokrasi ve eşitlik anlayışı derinleşiyor.

* * *

DR. Kenan Hasip
ile Üsküp’te soğuk bir öğleden sonra, konferansın yapıldığı Aleksandar Palace’ın lobisinde görüşüyoruz.

Eşit haklar gerçekten sağlandı mı?

Eskiye göre durum değişmiş. Aslında üç yıl önce ülkede Arnavutların ayaklanması ile yaşanan etnik çatışmalardan sonra Fransız hukukçu Badinter’in hazırladığı Ohri anlaşmasında Türk azınlık, iktidar paylaşımı sürecinde hak ettiği ağırlığa sahip olamadı. Makedonlar ve Arnavutların ağırlığı belirledi anlaşma çerçevesini. Aynı Kosova Türklerinin başına gelen gibi.

Ama şimdi iktidarda olan koalisyon hükümeti, Türklere hem Maliye Bakan Yardımcılığını vererek, hem de bürokraside daha fazla sayıda Türk kökenli Makedon vatandaşının istihdam edilmesini sağlayarak, kucaklayıcı bir siyasetten yana tavır koymuş. Anayasa Mahkemesi’nde ilk kez bir Türk hakim de görev yapıyor artık.

Son olarak da, kimliklerinde isimlerinin Kiril yerine Latin harfleriyle yazılması kabul edilmiş. Türklerin isimleri bundan sonra Türkçe harflerle yer alacak kimliklerinde. Yani Husmen değil Hüsmen yazılacak.

Bu, Balkanlarda bir ilk.

* * *

SORUNLAR
yok mu, eğitimden işsizliğe kadar, Türklerin çok büyük soruları var. Hükümetle imzaladıkları anlaşmanın tam olarak uygulanmaması sonucu, bugün yapılacak olan yerel seçimlerde, seçim yasasından kaynaklanan ciddi sorunlar var. Hakça temsil sorunları var.

Ama Dr. Kenan Hasip, ‘Ben Türklerin buradaki geleceğinden umutluyum. Gençlerimiz Türkiye’de üniversiteye gidiyorlar fakat artık orada kalmıyorlar. Gelip burada vatanlarında etkin olmak istiyorlar. Bizim de kadrolarımız gelişiyor. Biz de artık sorunlarımızın Avrupa Birliği’nde çözümleneceğine inanıyoruz ve Makedonya’nın AB’ne üyeliğini istiyoruz’ diyor.

Balkanlar artık Avrupa’ya bakıyor. Dr. Hasip, benim ‘Eskiden Türkiye’ye bakılırdı’ diye düşündüğümü hissetmiş olacak ki hemen ekliyor, ‘Türkiye’nin AB yolu da Balkanlar’da geçer.’
Yazının Devamını Oku