Ferai Tınç

İran’da turuncu devrim mi?

3 Şubat 2006
AHMEDİNECAD Hükümeti, dış baskıların yoğunlaştığı bugünlerde geri adım atmak şöyle dursun krizi tırmandırıyor. Pekiyi ne olacak? Şimdi herkes bu soruya yanıt arıyor.

Çeşitli iddialara ve şahinlerin çabalarına rağmen ben seçenekler arasında henüz askeri müdahalenin bulunduğunu düşünmüyorum.

İki binden fazla Amerikan gencinin yaşamını yitirdiği Irak savaşının deneyimi ortada. ABD Başkanı’nın ulusa sesleniş konuşmasında İran halkı ile yönetim arasında ayrım yapmaya özen göstermesi, "Şeytan", "düşman" gibi sözcükleri kullanmaması İran ile ilişkilerin daha farklı seyredebileceğinin işaretini veriyor.

*Ê*Ê*

İRAN’
ın nükleer silah geliştirmesi, bölgede silahlanmayı tırmandıracak bir adım. Bunu, bölge ülkeleri başta olmak üzere kimse istemiyor.

Rusya ve Çin dahil İran’ın dostları Ahmedinecad yönetiminin pazarlık masasına geri dönmesi ve anlaşmalara uymasını sağlamak için arabulucu rolüne soyunuyor ama ABD ve Avrupa Birliği’nden ayrı düşmemeye de dikkat ediyorlar.

Diplomatik çözüm yolunu açık tutacak dengeleri sonuna kadar zorluyorlar.

Pekiyi bu süreç nasıl etkili olacak? Ambargolarla mı?

Yakın bir gelecekte ambargo politikalarının yürürlüğe girmesi de kolay görünmüyor.

İran konusunda ABD ile birlikte hareket eden Avrupa Birliği ülkelerinde bile, İran gazının kesilmesi halinde büyük bir darboğaza düşeceklerini hesaplayan çevreler var.

Türkiye de yaptırımlara karşı olduğunu gizlemiyor.

*Ê*Ê*

GEÇEN hafta gelen bir haber dikkat çekiciydi.

Tahran’da uzun bir süreden beri maaşlarına zam ve daha iyi çalışma koşulları isteyen otobüs şoförlerinin 28 Ocak’ta düzenleyecekleri grev, yüzden fazla şoförün tutuklanmasına neden olmuştu.

İnsan Hakları Örgütleri tarafından yapılan açıklamalara göre grev, sendika lideri Mansur Ossanlu’nun aralık ayı sonunda tutuklanarak, ünlü Evin cezaevine kapatılmasını protesto etmek için düzenlenmişti.

Grevden iki gün önce ise sendikanın yürütme kurulu tutuklandı. Grev günü işe gelen şoförler de aynı akıbete uğradı. Yapılan açıklamalara göre şirketin 500’den fazla çalışanı o gün bugün Evin cezaevinde.

*Ê*Ê*

İRAN’
ın farkı burada. Irak gibi değil. İran, kendisine özgü demokratik gelenekleri olan bir ülke. Sendikalaşma ve grev hakkı İran anayasasının tanıdığı bir hak.

Bu hakları ihlal eden hükümet gücünü yitirir. Halkın taleplerini yerine getiremeyen, reformları bir türlü yapamayan daha önceki yönetimler gibi.

İşte, İran’ın Irak’tan farkı bu.

İran’da muhalefet alternatifi her zaman var. Bu seçenek, uluslararası toplumla işbirliğini reddeden bir hükümetin yalnızlaştırılmasıyla diplomatik sürece katkıda bulunabilir. Rejim değişikliği iddialı bir öngörü ama nükleer konularda işbirlikçi bir hükümet alternatifi sağlayabilir.

ABD yönetimi’nin de şimdi bu seçeneğe ağırlık verdiği anlaşılıyor.

Ama bu sonuca, Amerikancı bir muhalefetin turuncu devrimi ve dış baskıların etkisiyle ulaşılabilir mi? Orası şüpheli.
Yazının Devamını Oku

Yetmiş parlamenterin imzası

30 Ocak 2006
YETMİŞİ bulmak hiç kolay olmadı Geçen hafta Strasbourg’da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde eş zamanlı seyreden birçok olay ve girişim arasında, AKP’li Murat Mercan başkanlığındaki Türk parlamenterler heyetinin Kıbrıs ile ilgili girişimi de vardı. Avrupa’da siyasetin ısınması, her tarafın soğuktan buz kestiği bugünlere rastladı. Kıbrıs da artık Avrupa’nın siyasi gündeminde önemli maddelerden biri olduğu için gündemdeki yerini alıyor.

Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözüm arayışını canlandırmak istemesi de bu açıdan destek buldu.

Aralarında Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelerin de bulunduğu Avrupa Konseyi’ndeki girişim sonucu, iki gün içinde 70 parlamenterin imzasını alan bir deklarasyon ortaya çıktı.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün açıkladığı eylem planına destek veren deklarasyonda, Kıbrıs’ta bugünkü durumun kabul edilemeyeceği vurgulandı ve yeni bir çözüm sürecinin başlatılması gerektiği üzerinde duruldu.

Bugüne kadar gerçekleşen çözüm girişimlerinin başarısızlığa uğradığı belirtilirken Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin üzerine düşeni yapmasına rağmen, çözümsüzlükten en fazla mağdur olan taraf olduğunun altı çizildi, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi KKTC’ye uygulanan ambargoları kaldırmaya çağrıldı.

Sonucu ne derece etkileyeceği tartışılır ama Avrupa Konseyi’nde Türkiye’nin girişimine verilen bu destek önemli.

Çünkü, bu tip deklarasyonlar için imza bulmak kolay değil. Hele de konu Kıbrıs olunca.

Tabii imzalar arasında desteklerini almak daha kolay olan ülkelerin parlamenterleri de var. Ama imzalara bakıldığında "Biz bizi destekledik" havası yok. Azerbaycan parlamenterlerinin yanı sıra AB Parlamento gruplarının önde gelen isimleri de var listede.

* * *

AMERİKAN
Kongresi’nden de destek geldi. Demokrat Robert Wexler ile Cumhuriyetçi Ed Whitfield’in imzalarını taşıyan açıklamada Kıbrıs sorununa çözüm arayışı desteklenirken, KKTC’ye ambargonun kaldırılması çağrısında bulunuldu.

Türkiye’nin açılımına İtalya, İspanya gibi birçok ülkenin desteğini de hesaba katarsak, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği üyeliği üzerinden kendi çözümünü Ada’ya dayatma taktiğinin ters tepmeye başladığını görmek mümkün.

Ada’daki yabancı Büyükelçilerin KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile görüşmesini yasaklamaya kalkmasından da sinirlerinin giderek bozulduğu anlaşılan Rum Lideri Papadopulos’un da artık bu işin böyle yürümeyeceğini fark etmeye başladığı seziliyor.

CİA HAPİSHANELERİ VE SUÇ ORTAKLARI

AVRUPA Konseyi’nde geçen hafta Parlamenterler Meclisi’nde CIA’nın Avrupa’daki gizli hapishaneleriyle ilgili rapor da açıklandı. Raporu hazırlayan İsviçreli Senatör Dick Marty’nin raporuna göre, Avrupa’da, insanların kaçırılıp işkence yapılmak üzere bazı ülkelere götürüldüğü artık kesin. Eski yargıç Marty çok önemli bir konuya da değindi; "Bu insanlara işkence yapıldığı ve yapılacağının o ülkelerin bilgisi dışında olması imkansızdır."

Bu operasyonlar kadar onlara suç ortaklığı yapan ülkeler de mercek altında. Skandal giderek büyüyor.
Yazının Devamını Oku

Uçakta tekbir

29 Ocak 2006
İSTANBUL’dan itibaren yolculuk olaylı başladı. Benim yerime oturan beyin yerine başkası oturduğu için ve o başkasının kocası da onun yanına bir yabancıyı oturtmamakta direndiği için, benim oturduğum koltukta oturması gereken yolcu ayakta kaldı. Bu karışık cümle kadar karışıktı Strasbourg’a gidecek olan THY uçağının içi. Çünkü kimse biletindeki numaranın gösterdiği yerde oturmak istemiyordu.

Onlar bir ay Suudi Arabistan’da hac görevlerini ifa ettikten sonra, ikinci vatanları Fransa’ya dönen hacılardı.

Uzun beyaz elbiseleri, terlikleri ve takkeleriyle, koymamaları konusunda uyarıldıkları halde onar- yirmişer kiloluk bidonları baş üstü raflarına koymakta direndikleri için, tepelerinden zemzem suyu damlaya damlaya üç küsur saat uçarak Avrupa’ya geri döndüler.

Uçak kalkarken "telefonu kapatın" uyarısına "neden kapatacak mışım?" gibi sıradan ama beklenmedik bir anda geldiğinde iyice absürdleşerek karşıdakini altüst eden bu soruyu soranlardan, beyaz elbisesi üzerine siyah püsküllü kırmızı fes takacak kadar kimlik isyanı içindeki gençlere uzanan bu grubun dışındaki, uçak personeli de dahil, herkes pasifize edilmişti.

Uçağın tekerlekleri yere değer değmez, tekbir ve Allahü Ekber nidaları yükseldi.

Uçaktan inen hacıları, havaalanında karşılamaya gelenler de büyük heyecan içindeydiler. Aralarında alınlarına üzeri İMG (İslamcı Milli Görüş) yazılı yeşil bantlar bağlayan gençlerin fazlalığı dikkat çekiciydi.

Avrupa’da yaşayan ve hacdan dönen Türklere çok rastladım. Ama dini, kendilerine ait ve kimseyi ilgilendirmeyen bir inanç olarak yaşayan o insanların yerini almaya başlayan bu yeni nesil dindarlık anlayışı farklıydı.

***

GERALD Chaix
, Fransa devletinin eğitim politikalarının Alsace bölgesinde hayata geçirilmesinden sorumlu rektör. Üniversiteler ama esas olarak lise ve orta okullardan sorumlu. Kendisini ziyaret ederek Türklerin kalabalık olduğu Strasbourg’da üçüncü neslin sorunlarına nasıl bakıldığını öğrenmeye çalıştım.

Çünkü, benim karşılaştığım manzara artık sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da sorunuydu.

Başörtüsü yasağıyla ilgili sorularla başladı görüşmemiz. "Alsace’da, kesin rakamlar yok ama tahminen 500 civarında Müslüman öğrenci var. Kamu okullarında başörtüsü yasağının ilk uygulandığı 2004’te 17 kız öğrenci okulu terk etti. Ama bu yıl, bu nedenle okulu bırakan kimse yok. Bu bir başarıdır" dedi Chaix.

Bunun nedenini ise şöyle açıkladı: "Yasanın kararlılıkla uygulanması ve ailelerin öğretmenler tarafından ikna edilmesi."

Bu bölgede yasaya en sert biçimde karşı çıkan ve Müslümanlığı sonradan kabul eden bir Alsace’lı olan cemaat lideri, cemaat tarafından marjinalize edilmiş ve ikinci kez aynı göreve seçilmemiş.

"Başörtüsü bizim için üniversitelerde sorun değil" diyor Chaix, "Şimdi en büyük sorun, Müslüman öğrencileri lise ve orta okullarda bazı derslere girmemeye zorlayan radikal gruplar. Örneğin spor dersleri, kızların mayo giymeleri günah olduğu için yüzme öğrenmeleri engellenmek isteniyor. Sadece spor değil, Müslümanlıktan söz ederken İslami yorum getirmediği için tarih, felsefe ve fizik derslerine Müslüman çocukların sokulmaması baskısı yapılıyor."

Ama esas sorunun dinden kaynaklanmıyor Chaix’e göre, "Sorun sosyal. Biz, okula giren gençlere öğrenim eşitliği tanıyoruz. Onları başarılı bir yaşam için hazırlıyoruz. Ama gençler hayata atıldıklarında etnik kökenleri nedeniyle iş bulamayınca sorun başlıyor. Okuldaki fırsat eşitliğini hayatta garanti edemiyoruz."

"Müslümanlığı, ideolojik olarak taşıyanlar Fransız vatandaşı olsalar bile ülkeye entegre olamıyorlar"
diyor Chaix.

***

AVRUPA
’daki Türk imajının bugünkü kadar kötü olmasında kendi ön yargıları ve sorunları da rol oynuyor. Bu bağlamda işbirliği yapmak çok önemli. Ama kendi payımıza düşeni görmeden imaj düzeltilebilir mi?

Hac kafilesi dışındaki yolculara yaşam hakkı tanımak için uçakta düzenin sağlanması, tur şirketlerinin denetlenmesi yapılması öncelikle gereken kolay işler.
Yazının Devamını Oku

Avrupa için eşzamanlı Kıbrıs girişimleri

27 Ocak 2006
TÜRKİYE’nin Kıbrıs Planı ile İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’un KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ı ziyaretini değerlendirirken, bu adımlardaki eşzamanlılığı da hesaba katmak gerekiyor. Bu iki girişim Kıbrıs’ta büyük bir değişikliğin habercisi mi?

Hayır.

Dışişleri Bakanı Gül’ün açıkladığı plan, Türkiye’nin bugüne kadar yaptığı önerileri derli toplu bir biçimde yeniden sunuyor.

Mutlaka yenilik aramak gerekiyorsa, Ankara planının 10. maddesi gösterilebilir. KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın da dediği gibi, bu maddede yer alan "tarafların konumuna halel gelmeyecek" ifadesiyle paketin uygulanması halinde tarafların Kıbrıs politikalarını sürdürebilecekleri vurgulanıyor.

Yani, KKTC’nin Avrupa ile doğrudan ticareti ya da ambargoların kalkması KKTC’nin tanınması anlamına gelmeyecek.

İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’un gezisi ile ilgili yapılan açıklamalarda bu nokta da özellikle vurgulanıyor. "Merak etmeyin, bu ziyaret KKTC’yi tanımak demek değildir. 1996’da zamanın Dışişleri Bakanı Malcolm Rifkind de Denktaş ile görüşmüştü" deniyor.

Eşzamanlı bu iki adım da büyük bir değişiklik beklentisini doğurmuyor. Ama bir hareketlenmeyi gösteriyor.

* * *

STRAW’
un ziyaretini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. İngiltere Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor. Ama ilerleme sağlayabilmek için Kıbrıs konusundaki tıkanıklığın aşılması da gerekiyor. Yoksa müzakerelerin ilerlemesi tehlikeye girebilir. İngiltere yalnız değil. Washington ve Türkiye’nin AB yolunda devam etmesini isteyen ülkelerin de desteğini aldığı anlaşılıyor.

* * *

3 EKİM
’de Avrupa ile müzakerelerin başlaması kararının kesinleşmesinden bu yana geçen zamanda, Türkiye’nin fazla bir adım atmamasının esas nedeni Kıbrıs sorunu. Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa sürecini ciddi biçimde tıkıyor.

17 Aralık tarihine geri dönelim. 3 Ekim kararının alındığı o tarihte, "Kıbrıs ile ek protokolün imzalanması" müzakerelere başlama koşulu olarak Türkiye’nin karşısına çıkartılmıştı.

Türkiye protokolü imzaladı. Ama Parlamentoda onaylatmadı.

Avrupa Parlamentosu da aynı yolu izledi "Önce Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nde onaylansın, biz sonra onaylayacağız" dedi.

Avrupa Birliği, Noel ve yeni yıl tatillerinin rehavetinden ancak kurtulup rapor taslaklarını hazırlamaya başladı.

İlkbahardan itibaren yıl sonuna kadar raporlar hazırlanacak ve bu yılın kararları oluşacak.

İlk taslaklarda bu görülüyor. AB’nin 2006 genişleme rapor taslağında Türkiye, ek protokolü onaylayarak Kıbrıs Rum Yönetimi’ne uyguladığı bütün ambargoları kaldırmaya çağrılıyor. Bu adımların müzakerelerin ilk iki yılında tamamlanması isteniyor ve daha da önemlisi, bunun takvimi bekleniyor Türkiye’den.

Dışişleri Bakanı Gül’ün, 3 Ekim’den sonra yaptığı açıklamada Türkiye’nin ulusal programı olduğunu bunun yeniden yazılmayacağını söylemesine rağmen, Türkiye’ye "müzakere süreci yükümlülüklerini ve bunları nasıl yapacağını yeniden belirtern bir ulusal program hazırlamalısın" deniyor.

Zaten yeni bir ulusal programın hazırlanacağının işaretleri de gelmeye başladı. Ankara planının nedeni bu. Avrupa Birliği sürecinin Türkiye’yi sıkıştırmaya başlaması.
Yazının Devamını Oku

Irak’ta yeni dönemin zorlukları

23 Ocak 2006
PAUL Bremer, Irak’taki bir yılını anlattığı, "My Year in Iraq" adlı kitabında Saddam Hüseyin’in yakalanışını ayrıntılarıyla verirken onun yüzüne Irak halkının nefretini ilk haykıran kişinin Muaffak Rubai olduğunu söylüyor. "Allah belanı versin Saddam" diyor Rubai. Rubai, İngiltere’de nöroloji eğitimi görmüş olan bir Şii ve Irak’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı. İşgalden sonra Amerikalılarla iyi bir işbirliği içinde olan Rubai, geçen hafta Washington Times Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad’ı eleştiriyordu.

Bir süreden beri kulağımıza gelen eleştirinin bu kadar güçlü bir biçimde ifadesi, hem de seçimlerden sonra dile getirilmiş olması Irak’ta önümüzdeki dönemin zorluklarına ışık tutuyor.

Rubai, "Yatıştırma politikası izlemekle Amerikalıların büyük ve tarihi bir hata yaptıklarını düşünüyorum. Bunu yapmamalılar. İsyancılara karşı Irak hükümetini serbest bırakmalılar. Yoksa bu bizi zorlayacak" diyor. Rubai’nin eleştirisinin nedeni, Amerikalıların isyancı Sünni gruplarla gizli pazarlıklara girmesi.

Seçim öncesinde ABD, El Kaide ve yabancı terör örgütleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, işgale karşı savaşan Sünni gruplar ile temasa geçti. Türkiye’nin de katkısı ve Washington politikalarındaki bu değişim sayesinde, Sünniler seçimlere girdi ve Irak Parlamentosu’nda dengeleri değiştirdiler.

Seçim sonuçları, en faza sandalye kazanan Şiiler dahil bütün grupları siyasi ittifaklara mecbur ediyor artık.

* * *

IRAK
, ulusal ittifakı oluşturup hükümeti kurabilmek için yeni dönemin en zorlu pazarlıklarına oturuyor. Rubai’nin sözlerinden de anlaşılacağı gibi Sünnilerle Şiiler arasında uzun süreden beri yaşanan "güvenlik" sorunu devam ediyor.

İçişleri Bakanlığına sahip olan Şiilerin elindeki güvenlik güçlerinin, Sünni siyasi grupları üzerinde baskı kurduğu iddiaları yoğun.

Amerikalılar da durumun farkındalar. Yeni hükümet pazarlıklarında Sünnilerin, İçişleri ya da Savunma Bakanlıklarından birine mutlaka sahip olmaları gerektiği öngörülüyor.

Tabii tek sorun, güvenlik güçlerinin kimin denetiminde olacağı sorunu değil. Bu çok önemliyse de Irak’ta derin krizlere yol açabilecek başka sorunlar da bekliyor yeni Meclisi.

* * *

SÜNNİLERİN
seçimlere katılma koşullarından en önde geleni, yeni anayasanın değiştirilmesi olanağının tanınmış olmasıydı. Federal sistemin benimsenmesinin, bölünmenin koşullarını olgunlaştıracağını düşünen Sünni gruplar, federalizmin ilkelerine ilişkin Anayasa’da bazı değişiklikler istiyorlar. Ayrıca, petrol kaynaklarının bölüşülmesi konusundaki belirsizliğin giderilerek, merkezi hükümetin kaynaklar üzerinde son karar yeri olmasında ısrarcılar.

Oysa seçimler öncesinde koşulları kabul eden Şii ve Kürt liderler şimdi ağız değiştirdi. Şii lider Abdül Aziz el Hakim ve Cumhurbaşkanı Celal Talabani, anayasada "değişikliğe" karşı olduklarını açıkladılar bile.

Bunu önleyecek oya da sahipler, Sünniler sorunu nasıl çözecek? Yine sokakta, şiddete baş vurarak mı?

Bu Amerikalı yetkililerin en son isteyecekleri seçenek. Onun için Sünnilere verilen sözün arkasında duracaklar. Şii ve Kürtleri kızdırma pahasına da olsa.

* * *

SADDAM
’a karşı muhalefet Irak’taki bütün muhalefeti Amerika’ya yaklaştırıyordu. İktidarın paylaşılması ise durumu değiştiriyor.

Irak’ta bir dönem kapanıyor bir yenisi açılıyor. Ama belirsizlikler devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Hapisle sorun çözüldü mü?

22 Ocak 2006
ADALET Bakanı Cemil Çiçek, Ağca olayını dün itibarıyla noktaladı. Hata düzeltildi, ama Bakan’ın açıklamasından ülkücü teröristin serbest kalmasına neden olan adli hata ile ilgili soruşturmaya gidilmeyeceğini de öğrendik.

Bakan, böyle bir soruşturmanın karar mekanizmasını etki altına alacağını, hakimlerin yorum özgürlüğünü sınırlandıracağını söyledi dün NTV’ye yaptığı açıklamada.

Oysa, Ağca’nın serbest bırakılmasının yol açtığı tepkinin nedeni, onun şahsı ile ilgili olmaktan çok bir döneme yönelikti.

Bir türlü üzerlerine doğru düzgün gidilemeyen "karanlık güçler"in, yeniden sahneye çıkma olasılığına karşıydı yükselen tepki.

Yoksa, yabancı güç odakları tarafından son damlasına kadar suyu sıkılıp posası ortalığa bırakılan bir insanın özgürlüğü ile hesaplaşmak değildi maksat.

Bazı çevreler, bu olayı görülenle sınırlayıp ardının fazla deşilmemesinden yana.

Pekiyi biz bu sorularla nasıl yaşayacağız?

Ne olur, bir süre sonra her şey unutulur gider değil mi? Olaylar unutulabilir ama vicdanlar rahatlamadıkça güvensizlik duygusu devam eder. Üstelik de derinleşerek.

Hesaplama hatası nasıl yapıldı? Abdi İpekçi’nin avukatı ve kızının itirazları ile tetiklenen kamuoyu tepkisi olmasaydı bu hata nasıl düzelecekti?

Bir suçluyu serbest bırakan hataya neden olan mekanizma, bir suçsuzun haksız yere suçlanmasına da neden olmaz mıydı? Bu ve bunun gibi birçok soru var kamuoyunun kafasını kurcalayan.

Bunlar yanıtsız mı kalacak?

Adalet Bakanı Çiçek’in, kamuoyunun sesine kulak vererek yetkisini kullanması ile atılan olumlu adım yarm kalmamalı. Bundan sonrası belki onun sorumluluk alanı dışındadır ama Yüksek Hakimler Kurulu gibi hataların üzerine gidecek başka mekanizmaların olduğunu biliyoruz.

CUMHURBAŞKANI GELDİ DEDİLER



KOSOVA Devlet Başkanı İbrahim Rugova’nın dün hayatını kaybettiğini öğrendiğimde 15 yıl önce kendisini ilk tanıdığım gün geldi aklıma.

Hürriyet’in Güneşli’deki binasına ilk taşındığımız günlerdi. Öğle toplantısından sonra telefon çaldı, "Kosova Cumhurbaşkanı geldi sizinle görüşmek istiyormuş" dedi Danışma Servisi’ndeki arkadaşlarımızdan biri. O sıralar Dış Haberler Servisi’nin şefiydim. O dönemde Kosova Sırbistan’ın parçasıydı ve hepimizin dikkati Bosna savaşına yoğunlaşmıştı. Kosova’yı bilmiyorduk ki Cumhurbaşkanı bilelim. Çok zayıf, bitkin görünüşlü, boynunda beyaz atkısı olan biri geldi. Kendisini koridordaki koltuklardan birine oturtup karşısına geçtim. Kosova’nın bağımsızlığı için mücadele verdiğini anlatmıştı. Destek aramak için ilk önce Türkiye’ye gelmişti. Turgut Özal ile de görüşmüştü. Silah mı istiyordu? "Hayır siyasi destek" yanıtını verdi. Kosova’nın bağımsızlığı konusunda görüşlerimiz uymuyordu. Kendisine Türkiye’de de Arnavutlar olduğunu, onlarla ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, "kültürel haklar" demişti. Türkiye’ye Hürriyet aracılığıyla seslenmek istemişti. Yaptığımız konuşma gazetede kısaca yayınlandı. Sonra kendisini birkaç kez Kosova’da ziyaret ettim. O zaman da Kosovalı Türklerin durumunu konuşmuştuk. Rugova, Türklerin Arnavutlar tarafından asimilasyonuna karşıydı. Ama siyasi dengelerin, bu görüşünün hayata geçmesini engellediğini de izledik.

Sadece soğuk savaş sonrası dönemin değil, içinde bulunduğumuz geçiş döneminin de önemli aktörlerinden biriydi Rugova. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, diğer Doğu Bloku ülkelerinin muhalefet liderleri gibi onun da ilk yardım istediği, yüzünü ilk döndüğü ülke Türkiye olmuştu.
Yazının Devamını Oku

İkinci gaz krizi

20 Ocak 2006
"BALKANLARDAN gelen soğuklar" diye başlayan haberlerin ucu mutlaka bize de dokunur. Haber öyle başlıyor ve Balkanlardan gelen soğukların yerini, Sibirya soğuklarına bırakacağını söyleyerek sona eriyor. Eksili derecelere hazırlandığımız bugünlerde haberler de soğuyor. İşler karışık.

Rusya’nın Ukrayna’ya verdiği gazı kesme tehdidiyle tırmanan krizden yeni kurtulan Avrupa, aradan fazla zaman geçmeden ikinci krizle karşı karşıya.

Eksi 30 ve hatta eksi 50 derece soğuk dalgası nedeniyle iç tüketimi artan Rusya’nın, Avrupa’ya doğalgaz sevkıyatında vaat ettiği miktarları tutturamaması bu hafta, en fazla etkilenen İtalya başta olma üzere, Avrupa’da yeni tartışmalara yol açıyor.

Rus gaz şirketi Gazprom, ilk açıklamasında kabul edip ikinci açıklamasında reddetmiş olsa bile, İtalya, gelen miktarda çarşamba günü itibarıyla yüzde 5.4 azalma olduğunu açıkladı.

Stratejik rezervlerin devreye sokulmasıyla bu miktar tüketiciye yüzde 1 eksik olarak yansıdı.

Uzmanlar, yılın en soğuk günlerinde yakıtsız kalma olasılığı bulunmadığını söylüyorlar ama bu durumun fiyatlarda domino etkisi yaratabileceğinin altını da çiziyorlar.

Bu yıl, beklenen artış daha da yukarılara tırmanabilir deniyor.

Avrupa’ya giden doğalgaz miktarındaki azalmada Ukrayna’nın yaptığı kesinti de etkili. Soğuklar nedeniyle Ukrayna, Avrupa’ya giden gaz miktarında günde 40 milyon metreküp kesintiye gittiğini açıkladı.

Rusya’daki soğuklar Avrupa’yı etkiliyor, ya Türkiye? Doğalgaz ihtiyacının büyük kısmını Rusya’dan karşılayan ülkemiz bu kısıntılardan etkilenecek mi?

Yetkililer, böyle bir olasılık görmüyorlar. Miktar değil ama fiyatlar soğuklardan etkilenebilir. Gelişmeleri dikkatle izlemek gerekiyor.

Bu ay başından beri peşpeşe yaşanan iki enerji krizi Avrupa’yı enerji yollarını ve kaynaklarını çeşitlendirme ihtiyacı ile karşı karşıya bırakması nükleer enerji lobisinin iştahını kabartıyor.

Nükleer santralların çoğunu kapatmış olan Avrupa’da, nükleer lobinin alternatif enerji arayışını bahane ederek devreye girmeye hazırlanması, İran’ın nükleer çalışmalarını engellemek için başlatılan diplomatik süreci nasıl etkiler dersiniz?

Nükleer enerjinin faydaları tartışılırken Batı, İran’ı çalışmalara son vermesi konusunda ne kadar ikna edici olabilir?

Kapımızda sadece soğuklar yok görüldüğü gibi, dışımızdaki krizler de zorluyor kapımızı.

DALAN’IN DERDİ BAŞKA

Son günlerde siyaset kulislerinde yeni arayışlarla birlikte yeni isimler de dolaşmaya başladı. Bazı çevreler, Bedrettin Dalan’ın gizli görüşmeler yaptığını, siyasete hazırlandığını ileri sürüyor. Önceki gün görüştüğüm Dalan iddiaları yalanlıyor. "Ben siyasete dönmek istesem açıkça dönerim. Ama böyle bir kararım yok" diyor Dalan; "Her şey çok karışık. Siyasetçinin önünü net biçimde görmesi gerekir. Bu ortam yok." Dalan, siyasetle değil yeni açtığı hastane ile meşgul. Yedi Tepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin en yeni teşhis cihazlarına sahip olduğunu anlatıyor Dalan, her alanda iddialı ama "Beyin Cerrahisi’nde dünyanın iki hastanesi Arkansas ve Verona ile eşit düzeyde" olduklarının bilinmesini istiyor. Belediye Başkanlığı ile İstanbul’un, İSTEK Vakfı okulları ve Yedi Tepe Üniversitesi ile gençlerin, şimdi de insanların yaşamlarının sorumluluğunu aldığını söylüyor Dalan. Aklında siyaset yok. Şimdi tek hedefi, Yedi Tepe Hastanesi’ni referans hastanesi düzeyine taşımak.
Yazının Devamını Oku

Şifre

16 Ocak 2006
DÜNKÜ yazımı, Ağca 19 Şubat’ta Portekiz’de meydana çıkarsa şaşırmam diyerek bitirmiştim. <br><br>Nedeni, Papa suikastı davasının en karmaşık iddialarından biriyle ilgili. Roma’da yakalandığından İstanbul’da serbest kaldığı güne kadar sürekli ifade değiştiren ve tutarsız açıklamalarla bugüne kadar gerçekleri saklayan Ağca, mesih olduğunu söylediği günlerde, Hazreti Fatima’dan sıkça söz etti. Katolik dünyanın açıklanmasını merakla beklediği bir kehanetin parçası olduğuna inandırmak istedi kamuoyunu.

Ağca’nın bu senaryosunu Papa II.Jean Paul’ün açıklamaları da güçlendiriyordu.

Neydi bu sır? 1917 yılında üç küçük çobana görünen Hazreti Fatima, bu çocuklara üç sır vermişti

Çocuklardan biri daha sonra rahibe oldu ve 1941 yılında Vatikan’ın izniyle bu sırları kaleme aldı. İlk iki sır 1942’de kilise tarafından açıklandı.

İlki, çocuklara cehennemin gösterilmesiyle İkinci Dünya Savaşı’nın haber verilmesiydi.

İkincisi ise komünizmin yayılması Sovyetler Birliği’nin güçlenmesine karşı insanlığa uyarıydı. Çocuklara görünen Hazreti Fatima yani Meryem Ana Rusya’da dinden uzaklaşmanın insanlık için büyük felaketlere yol açacağını ve ancak Rusya’nın dine geri dönüşüyle dünyaya barış geleceğini ve kanayan kalbinin huzura ereceğini bildirmişti.

Üçüncü sır ise 1960’dan sonra açıklanacaktı ama Vatikan onu 2000 yılına kadar sakladı ve 13 Mayıs 2000’de açıkladı.

Hazreti Fatima üçüncü sırrında, Ağca’nın Papa’ya karşı giriştiği suikastı haber vermişti açıklamaya göre.

13 Mayıs 1981, yani suikast tarihi ile Hazreti Fatima’nın çocuklara göründüğü 13 Temmuz 1917 arasında ilk şifresel ilişki kuruldu.

13 bu maceranın başından sonuna dönüm noktalarının tarihi oldu.

13 Mayıs 1982’de Papa’ya karşı çılgın bir rahip Fatima’da yine suikast girişiminde bulundu.

II Jean Paul’ün, Katolik aleminin merakla beklediği üçüncü sırrın açıklanacağını ilan ettiği tarih 2000 yılının 13 Mayıs günüydü.

13 Haziran 2000’de İtalyan Cumhurbaşkanı Ciampi, Ağca’nın Türkiye’ye dönmesini sağlayan affı imzaladı.

13 Şubat 2005’te Fatima’nın göründüğü çocuklardan hayatta olanı yani Rahibe Lucia hayata veda etti.

Ve Ağca, İstanbul’da serbest kaldıktan sonra 13 Ocak gününden itibaren ortadan kayboldu.

* * *

PAPA
suikastı hakimlerinden Carlo Palermo, "Hedefteki Papa" adlı kitabında, çeşitli vesilelerle suikast ile Hazreti Fatima’nın sırları arasında bazı çevreler tarafından ilişki kurulduğunu söylüyor ve kendisi de bu iddiaları ciddiye alıyordu.

Geçen yıl ise Ferruccio Pinotti’nin "Poteri Forti" (Güçlü Çevreler) adlı kitabında suikastın arkasında Vatikan içindeki çatışmanın bulunduğu iddiası yer aldı. Polonyalı Wojytila’nın 1978’de Papa seçilmesinin, Vatikan’da tartışmalara yol açtığı belirtiliyor.

Tartışmanın nedeni, Opus Dei tarikatının güçlü destekçisi olan bir kişini Vatikan’ın başına gtirilmesi.

İddia, İtalyan istihbarat örgüt Sismi’nin "Vatikan, Papa’nın din siyasetine karşı" başlıklı raporunda da yer alıyor. Ağca davasına bakan savcıların elinde bu iddiayı taşıyan 55 gizli raporun bulunduğu da bilinen bir gerçek.

Suikast ile ilgili iddialar arasında Vatikan’ın adının geçmesi yeni bir şey değil. Oral Çelik de ortaya çıktıktan sonra, İtalyan basınına yaptığı açıklamalarda, "Sorumluları Doğu’da ya da Batı’da aramayın. İtalya’ya, Vatikan’daki Opus’u destekleyen dini bir lidere karşı olan çevrelere bakın" demişi.

* * *

AĞCA
, serbest kalmadan önce gönderdiği mesajlarda, ilk fırsatta Hazreti Fatima’yı ziyaret etmek istediğini söylemişti.

İşte bu nedenle, dünkü yazımda Ağca Portekiz’de ortaya çıkarsa şaşırmayacağımı söyledim.

Çünkü, Fatima’nın sırlarını bahşettiği Suor Lucia’nın cenazesi önümüzdeki 19 Şubat günü, Coimbra manastırından alınarak vasiyet ettiği gibi Portekiz’e Fatima’ya götürülecek ve oraya defnedilecek. Tabii halka açık büyük bir törenle.

Herkes Ağca’yı Çatlı’nın mezarı başında beklerken, Portekiz’de Rahibe Lucia’nın kabri başında ortaya çıkabilir.

Dan Brown olsa, şifrelerle dolu bu hikayeye mutlaka böyle bir bölüm eklerdi.
Yazının Devamını Oku