Ferai Tınç

Bir yürüyüşün hikayesi

12 Mart 2006
SALONA girdiğimde film başlamıştı. Sevinçli bir yürüyüşün filmi. Yürüyüş sevinçliydi ama beyaz perdeden içime akan hikayelerin yükü çok ağırdı. Bu yürüyüş, Amargi Kadın Bilimsel, Kültürel Araştırma ve Dayanışma Kooperatifi’nin girişimi ve çok sayıda kadın örgütünün desteği ile gerçekleşmişti. Onun filmini izledik.

Dört yıl önce, Türkiye’nin dört bir yanından yola çıkan kadınlar Konya’da buluşarak yaşadıklarını, sorunlarını, rüyalarını, korkularını ve beklentilerini paylaşmışlardı. Kimi gönderdiği mektupla, kimi elbisesinin eteğinden kesip bohçaya attığı bir parça kumaşla Konya buluşmasına katılmıştı.

Bu mektuplar bir kitapta toplandı. Kitabın adı "Özgür Değilim".

Mektupların bazılarını sizine paylaşmadan önce, bu çalışmayı düzenleyenlerden Pınar Selek’in söylediklerini aktarmak istiyorum.

"Yürüyüş önce yerellerden başladı. Adana’da, Ankara’da, Antakya’da, Antep’te, Batman’da, Bilecik’te, Bursa’da, Diyarbakır’da, Ereğli’de, Gölcük’te ve daha birçok yerde kadınlar ev ev, mahalle mahalle dolaşarak binlerce kadını bu buluşmadan haberdar ettiler ve binlerce mektup toplandı. Her mektup ayrı bir gizi aydınlatıyordu."

Kadınlar Çerkez olsunlar ya da Yezidi, Kürt ve de Arap bir şey değişmiyordu, yaşananlar aynı olunca duygular da buluşuyordu.

İzlediğimiz filmden çıkardığımız sonuç da buydu, Türkiye’de barışı, kaynaşmayı mayalamak için ilk gidilecek yer orasıydı. Kadınlar.

Zaten bunu da ilk fark eden kadınlar olmadı mı?

***

KADINLARIN
ortak noktalarından biri de "isimsiz"likleriydi. Sevgili Duygu Asena’nın dediği gibi. Kadının adı yok çoğu mektupta.

"Özgürlük bir yıldız kadar uzak, bir nefes kadar yakın. Nefes kadar yakın olması sadece her an hissetmemiz açısındandır" diyordu Mersin’den bir kadın mektubunda.

"Türk kadını olmak her şeyden daha zor. Belli başlı bir problem." İsimsiz.

"Kürt kadınları olarak çok acılar çektik. Bizi en çok kadınlar anlar" deniyordu bir diğer isimsiz mektupta.

Ereğli’den bir isimsiz daha: "Sizlerle buluşmak istedim. Kocam, ’Tavuklara kim bakacak?’ dedi."

"Başörtülü kadınların toplumumuzdan dışlanmamasını istiyorum. Kadınların eğitimsizliğine çözüm bulunmasını istiyorum. Demokrasi olsun istiyorum."
İsimsiz.

"Alevi kültürünü taşıyorum. Buraya gelince buranın kurallarına uymak için başımızı örtmek zorunda kaldık. Alışamadık." Ereğli-Ulukışla.

"Ne sorunum var benim herif, söylesene!" Pozantı’dan bir isimsiz.

"Kentler körleştiriyor. Ruhumuzu, duygularımızı öldürüyor. Geçenlerde köye gittim. 17 yılın acısını özlemini çıkartmak istedim. Duygularımızı, sevdamızı aşkımızı köyde bıraktık. Sorun çok. Bir yerlerden başlamak lázım. İnsanlarımız işlemeli kakmalı sandık gibi. İçi cevherle, değerli şeylerle dolu ama sandığın kilidi var. O kilit bir açılsa..." Fatoş Hanım.

Ve son bir isimsiz mektubu. Tek satırlık.

"Devletten hiçbir beklentim yok."

***

BUGÜN
size bir yürüyüşün hikayesini anlattım. Kadınların mektuplarından minik bir seçki yaptım. Gökten üç elma düşürdüm. Biri birlikte yürüyüşün sihrini bilen kadınların başına, diğeri bu yürüyüşe omuz veren erkeklere, üçüncü ve çürük olan elma ise bundan daha önemli işler olduğunu düşünenlerin başına....
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs raporu ve gerçekçi öneriler

10 Mart 2006
İLK bakışta yüzlerce rapordan biri denebilir ama Uluslararası Kriz Grubu’nun 8 Mart’ta yayınladığı Kıbrıs raporu diğerlerine benzemiyor. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 3 Ekim’den sonra yapılan ilk resmi toplantıda, Kıbrıs yüzünden ortam gerginleşirken, Uluslararası Kriz Grubu’nun yayınladığı Kıbrıs raporu yeni bir açılım ortaya koyuyor.

Raporun özelliği Kıbrıs Rumlarını ve Papadopulos’u "suçlaması" ile sınırlı değil. Çok daha önemli.

Çözümün, ilgili tarafların katkısı ve eş zamanlı atacakları adımlarla mümkün olacağının altını çiziyor. Ama hepsinin.

* * *

VİYANA’
da, Türkiye’den ek protokolü derhal uygulaması istendi. Kıbrıs Rum yönetimi ile doğrudan ticaretin başlaması, limanların ve havaalanlarının açılması ısrarı yinelendi. Bunlar olmadan müzakerelerin ilerleyemeyeceği söyleniyor. Sinir bozucu bir durum.

Kıbrıs konusunda Türkiye’nin adım atabilmesi için, Avrupa’nın Kıbrıs’ta çiğnediği eşitlik ilkesinin ve güvenin yeniden sağlanması şart.

Brüksel’in Kıbrıs Rumlarının taktiklerinin peşinden sürüklendiği (ya da bile isteye gittiği) bugünkü durumda Avrupa’nın telkinlerinin etkili olması mümkün değil. Türkiye’de hiçbir hükümet, kamoyunda adil bir sürece girildiği inancı oluşmadan Kıbrıs konusunda adım atmaz. Çünkü atamaz.

İşte bu nedenle Kriz Grubu’nun raporu ve oradaki yaklaşım önemli.

* * *

ÖNCE
bu grubun etkinliğini ölçebilmek için kimlerden oluştuğuna yakından bakmakta yarar var. Başında Avrupa Birliği eski Dış ilişkiler komitesi başkanı Lord Chris Patten ve Avustralya’nın eski Dışişleri Bakanı Gareth Evans bulunuyor. Patten aynı zamanda İngiltere’nin Hong Kong’daki son valisi, Gareth Evans ile arkadaşlığı o günlere dayanıyor.

Bağımsız bir sivil toplum örgütü niteliğindeki Kriz Grubu’nun kaynakları arasında Türkiye Dışişleri Bakanlığı da dahil Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Dışişleri bakanlıkları da var.

Yani bu rapor, siyasi kulisleri etkileyebileceği gibi onlardan da etkilenerek kaleme alınmış. Raporun püf noktası bu açıdan önemli. Çözümü bir denklem olarak gören yaklaşımla kaleme alınan raporda Kıbrıs Rumları’ndan, Türklerine, Türkiye ve Yunanistan’dan Avrupa ve ABD ile Birleşmiş Milletler’e kadar ilgili tüm taraflardan, Kıbrıs’ta çözüm için eşzamanlı çaba göstermeleri isteniyor.

* * *

TÜRKİYE
, Avrupa Birliği’ne, verdiği sözleri tutmaya çağırılırken, Brüksel de 2004’te Kıbrıs Türklerine verdiği vaatleri yerine getirmeye Kıbrıs Türklerinin AB’ye entegrasyonu için doğrudan ticaret ve yardımın yolunu bulmaya davet ediliyor. Komisyon’un Kuzey Kıbrıs’ta bir ofis açarak AB’nin Türkiye ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmasına "Kuzey Kıbrıs"ı dahil etmesi isteniyor. Bu örneklerden sadece bir tanesi.

Önerilerin tümü, çözümün karşılıklı açılımlarla mümkün olduğu kavrayışını yansıtıyor.

Raporun gerçekçiliği de burada. Avrupa Birliği, Kıbrıs’ta eşitliği zedeleyen her adımın çözümün önünü tıkadığını görmeli ve Türkiye’nin, müzakere hevesini kaybetmesi halinde işin içinden hiç çıkamayacağını anlamalı.

Bu eşitlik sağlanırsa, değil ek protokolün Meclis’te onaylanması, liman ve havalanlarının açılması bile sorun yaratmayabilir. Çünkü izah edilebilir.
Yazının Devamını Oku

Küçük ilahlardan büyük sorumsuzlara

6 Mart 2006
"HİÇBİR şeyin sorumlu tutulamayacağı bir dönemde, hala kolektif çıkardan söz etmek mümkün mü? Seçkinlerin iktidardan uzaklaşmaları, bu küçük ilahların gün batımı, kendine özgü yeni bir devrimdir." Türkiye’de "Yeni Ortaçağ" adlı kitabıyla tanınan Fransız araştırmacı yazar Alain Minc, son eseri "Küçük İlahların Gün Batımı"nda, günümüzde sınıfların ve temsilcilerinin zayıfladığını, "küçük ilahlar" dediği bu "sorumlu" temsilcilerin yerini "kutsal üçlü" diye tarif ettiği "kamuoyu, hakim ve medyanın" oluşturduğu "şahsiyet"lerin aldığını söylüyor. Ün ve popülizm yeni demokrasinin vazgeçilmez unsurları.

Alain Minc, "Yeni yüzyılda sınıfların ve yapıların değil, insanların tarihi yazdıklarını fark ediyoruz... Seçkinler kayboluyor, şahsiyetler yeniden ortaya çıkıyor" diyor.

İngiltere Başbakanı Blair’in Irak savaşıyla ilgili açıklamalarını duyunca Minc’in geçen yıl sonunda Grasset yayınevinden çıkan bu kitabına yeniden göz attım.

* * *

"O
karar alınmalı ve (o kararla) yaşanmalıydı. Zaten bir hüküm vardı, ve sonunda bu bir hüküm, şey eğer bu şeylere inanıyorsanız hükmün başkaları tarafından verildiğinin farkına vardığınızı düşünüyorum. Yani ve eğer inanıyorsanız Allah tarafından verildiğini ve sonunda uyulması gerektiğini düşünüyorum."

ITV1’de yaptığı açıklamalarda İngiltere Başbakanı Tony Blair, lafı döndürüp dolaştırsa da Irak’a asker gönderme kararının "takdir-i ilahi" olduğunu söylüyor.

Tıpkı, savaş kararı için "Tanrı’nın sesine uydum" diyen ABD Başkanı Bush gibi, o da bir anda bütün siyasi sorumluluktan sıyrılıyor.

Kararın alınmasında esas sorumluluk siyasetçiye, halkın temsilcisine ait değil. Allah’ın takdiri. Ona uyma sorumluluğu Blair’in vicdanına kalmış

Savaşın siyasi sorumluluğu ortadan kalkınca, siyasetçinin parlamentoya karşı sorumluluğu da ortadan kalkıyor.

İngiliz gençleri savaşa gidiyor, kararın altındaki imzanın sahibi, vicdan rahatlığı içinde, .

"Beni tarih ve Tanrı yargılayacak" diyor.

O artık herhangi bir sınıfın temsilcisi değil. İşçi lafı parti tabelasında kalıyor.

Blair’in açıklamaları tabii ki yanıtsız kalmadı. Muhalefet eleştirdi. Hatta onu, Tanrı’nın çağrısına uyup kutsal toprakları ele geçirmek için savaşa çıktıklarını söyleyen Haçlı komutanlarına benzetenler oldu.

Irak’a giden askerlerin aileleri de Blair’e ateş püskürüyorlar. "Seni Allah ve tarihten önce biz yargılayacağız" diyorlar.

Desinler, Blair kendinden daha fazla söz ettiriyor. Sonuç? İnsanlar, onun ağzından dökülenleri daha dikkatli dinliyor. "Ünlü bir şahsiyet olarak İngiltere Başbakanı" daha fazla haber oluyor.

Ama gelin görün ki, bu kadar tantana bu yeni düzende etkili bir siyasi tartışmaya dönemeyecek. Çünkü, skandalların sıradanlaştığı bir dünyada tepkiler, seçim sandıklarında ifadesini bulacak kadar ısrarlı ve örgütlü olamıyor.

* * *

CUMHURİYETÇİ
seçkinlere karşı, Bill Gates gibi, Soros gibi, Buffet gibi, Bush gibi, Ahmedinecad gibi "meşhur"ların toplumları yönlendirdiği bir dünya. Yönlendiren ama sorumluluk taşımayanların düzeni. Hiyerarşinin yerini spontane öne geçişlerin aldığı, kontrol edilmesi zor, yönetilmekten çok kendini yönetmeye yatkınlaşan toplumlar.

Küçük ilahların gün batımından sonraki düzen bu. Ne vaadediyor?

Alain Minc, iyimserliğe ya da kötümserliğe sapmadan yanıt veriyor, daha iyi bir demokratik düzen mi? Hayır. Ama ona göre, "Geleneksel seçkinlerin olmadığı, yani bizim olmadığımız bu toplum çekiciliğinden fazla bir şey kaybetmeyecek."
Yazının Devamını Oku

Kurtuluşun faturası

5 Mart 2006
EĞER o örnekleri vermeseydi, bu yazıyı yazmayacaktım. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in Truman müzesinde yaptığı konuşmayı, Irak’taki gelişmeler nedeniyle Amerikan kamuoyunu sakinleştirmeyi amaçlayan diğer konuşmalardan biri gibi değerlendirip, üzerinde durmayacaktım. Ama o Amerika’nın teröre karşı savaşını komünizme karşı mücadelesine benzetti. Türkiye ve Yunanistan’da komünist ayaklanmaları engelleyerek Soğuk Savaşı nasıl kazandıklarını anlattı.

Bam telime bastı.

Irak’ta hükümet kurma çalışmalarının çıkmaza girdiği geçen Perşembe günkü konuşmasında Rumsfeld, ‘ABD komünizme karşı mücadeleyi şans eseri kazanmadı’ dedi. Bunun 40 yıllık bir süreç olduğunu söyledi.

‘İlk başta Yunanistan ve Türkiye’deki komünist ayaklanmayı bastırmak için Amerikan yardımını öngören ve 1947 Mart’ında açıklanan Truman doktrinine karşı da büyük bir muhalefet ve direniş vardı. Ama Başkan Truman ve diğer başkanlar o ülkelerin demokratik müttefikler haline gelmelerinin gerekliliğini anlamışlardı.’

Yunanistan ve Türkiye’yi Sovyetler Birliği’nin etkilerinden kurtarmak ve ‘demokratik müttefikler’ haline getirmek için 40 yıllık Amerikan müdahalesinin ne demek olduğunu, perşembe günü o salonda Rumsfeld’i dinleyen 200 davetli pek bilmez.

Ama biz iyi biliriz.

Gladio’lar, terör provokasyonları, darbeler. Bunlar, İtalya, Yunanistan, Türkiye’nin soğuk savaşta ödediği ağır faturalardı.

Ve biz, bu faturanın altından hálá kalkamadık Bay Rumsfeld.

***

BUGÜN
Türk siyaset sahnesinde alternatifsizliğin en koyu dönemini yaşıyorsak eğer, bu ülkenin gençliğini 1951’de TKP tevkifatı, 1971 ve 1980’de darbelerle gözünü kırpmadan tırpanlayan o ‘demokratik müttefikler yaratma’ anlayışının hiç mi etkisi yok?

Genel Yayın Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök geçen hafta Maocu’ların şimdi ne yaptıklarını sordu ve büyük bir kısmının gazeteci olduğunu yazdı.

Döneminin başarılı, dünya ve çevresiyle en fazla ilgili, siyaset yapmaya istekli solcu yüksek öğrenim gençleri arasından Türkiye’ye neden bir başbakan çıkmadı acaba? Siyasete damgasını vuran bir politikacı? Üst düzey bürokrat, diplomatımız neden olmadı?

Gençliğinin solcuları gazeteci ya da en fazla öğretim üyesi olabilen ama sağcıları devleti yöneten bir ülkede demokrasi ne kadar sağlıklı gelişebilirdi ki?

***

DONALD Rumsfeld
, gençliğinde Truman bursuyla koleji bitiren bir insan olarak pek farkında değildir ama, Amerika’nın Türk siyaset sahnesine müdahalesi, bugün iddia ettiklerinin aksine Türkiye’nin demokratikleşmesini engelledi.

TİP’in Meclis’e girmesi yeni bir fikir özgürlüğü ortamını yaratacaktı, izin verilmedi.

İtalya’da komünist partinin yükselişinin önü terörle, Yunanistan’da darbeyle kesildiği gibi Türkiye İşçi Partisi, sol gelenek referansı bile oluşturmaya vakit bulamadan didiklendi.

Biz hálá bugün, fikir özgürlüğünü tartışıyorsak, daha doğrusu Kürt meselesini, Ermeni sorununu kavgasız gürültüsüz, popülizmin tuzağına düşmeden tartışamıyorsak, nedenlerini hiçbir yeni düşünceyi, aykırı görüşü tartışamadığımız geçen elli yılda aramamız gerekmez mi?

Biz ABD’nin soğuk savaş faturasını ağır ödedik. Bu fatura, Türkiye için sadece NATO üyeliği, güneydoğu kanadının askeri bekçiliği ile sınırlı değil. Üç nesillik bir fatura.

Şimdi terörizme karşı mücadele adı altında yeni faturalar ödenecek.

Ve elli yıl sonra bir Iraklı gazeteci geriye baktığında neler yazacak acaba?
Yazının Devamını Oku

Caferi’ye Ankara desteği de yetmedi

3 Mart 2006
ANKARA’ya yaptığı ziyaret, Irak’ın başbakan adayı İbrahim Caferi’ye beklediği desteği sağlamadı. Dünkü gelişmelere bakacak olursak, Caferi’nin bazı bakanları da yanına alarak Türkiye’de yaptığı görüşmeler pek işe yaramadı.

Caferi, dün ulusal birlik hükümetinin kurulması için liderlerle yapacağı toplantıyı, kendisine karşı muhalefetin direnişe dönüşmesi yüzünden iptal etti.

Sünni, laik ve Kürt partiler Caferi’nin adaylığından vazgeçilmesi için blok oluşturdular. Şiilerin cephesinde bile çatlaklar belirmeye başladı.

Gösterdikleri aday kıl payı başbakanlığı kaçıran Yüksek Konsey (SCİRİ) içinden de aykırı sesler yükseliyor. Şii dini lider Sistani’nin, "birlik" çağrısını yinelemesi boşuna değil.

Caferi Ankara’dan, Irak’ta ulusal birlik hükümeti kurma desteği aldı ama bugün o noktadan çok uzak. Üstelik, bunun önemli nedenlerinden birinin de bu ziyaret olduğu yorumları yapılıyor.

Evet bu da tartışmalı bir ziyaret oldu. Henüz hükümet kurulmadan Caferi’yi başbakan gibi kabul etmek doğru muydu?

Türkiye, Irak’ta bütün gruplar ile arasına eşit mesafe koyamıyor mu?

Caferi’nin ziyareti, Ankara’yı Irak’ın iç işlerine istemeden alet mi etti?

Bu soruların yanıtlarını dün Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi Oğuz Çelikkol’dan dinledim.

* * *

TÜRKİYE
’yi ziyaret isteği İbrahim Caferi’den gelmiş. Bu talep de kabul edilmiş. Sadece Caferi değil, Irak’taki tüm partilerin liderlerinin son dönemde Türkiye ile iyi ilişki içinde olmayı önemsediklerini biliyoruz. Ankara’nın, Irak’ta istikrarın sağlanması için gerçekleştirdiği girişimler uzun zamandan beri olumlu karşılanıyor. Hatta, Samarra’da Şiilerin kutsal mekanlarına yönelik saldırılardan sonra Büyükelçi Oğuz Çelikkol’un Irak’a giderek bütün siyasi partilerin liderleri ve geçici hükümet yetkilileri ile görüşmesinden sonra Devlet Başkanı Talabani, bir açıklama yaptı ve memnuniyetlerini dile getirdi.

Büyükelçi Çelikkol, Caferi ile birlikte Ekonomi, Enerji ve ulaştırma bakanlarının da geldiğini anımsatarak, görüşmelerde bugün Irak’ın en fazla ihtiyaç duyduğu elektrik satışı konusunun gündeme geldiğini anlattı. Irak, günde 275-300 megavatlık miktarı 1200 megavata çıkartmak istiyormuş. Tabii, ekonomik ve siyasi başka konular da var. Gazetelerde yer aldı bular. Irak halkı gerçekten de büyük bir yoksunluk içinde. İhtiyaçları karşılamak için hükümetin kurulmasını beklemek gerekmez. Caferi, yeni bir hükümet kurulana kadar başbakanlık görevini sürdürüyor. Ankara’nın onun ziyaret talebine olumlu yanıt vermesi yanlış değil.

Pekiyi bu ziyaret, Türkiye’nin herkese eşit mesafe ilkesine karşı mı?

"Irak’a gittiğim zaman bütün parti liderleri ile görüştüm. Sünnilerle, Şiilerle, Türkmenlerle görüştüğümüz gibi Kürtlerle de görüşüyoruz" diyen Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi Oğuz Çelikkol, Türkiye’ye gelmek isteyenlere de olumlu yanıt verildiğini söylüyor.

Yani, Ankara, Irak’ta tüm gruplara karşı eşit mesafe içinde. Çünkü Türkiye için önemli olan Irak’ın istikrara kavuşması, ulusal birlik hükümetinin bir an önce kurulması ve şiddetin sona erdirilerek hayatın normale dönmesi .

* * *

CAFERİ
’den sonra, Mukteda el Sadr’ın da Türkiye’ye gelmek istediği söyleniyor. Bu ziyaret de Irak’ta bazıları tarafından hoş karşılanmayabilir. Ama Iraklı liderlerin kendi iç siyasi hesapları için Türkiye’nin desteğini almak istemeleri ne kadar doğalsa, bizim kapımızın açık olması da o kadar doğal. Bu Türkiye’ye verilen önemi gösterir.

Irak’ın iç işlerine alet edilmemek için, herkese karşı eşit mesafe dediğimiz o ince çizgiyi gerçekten çok iyi korumak gerekiyor. Yoksa hiç istenmeyen gelişmelere yol açılabilir. Bu ziyaretin, Kürtler tarafından Caferi’ye karşı kullanılması gibi.
Yazının Devamını Oku

ABD’nin Dubai Port krizi

27 Şubat 2006
CNN International’da izlediğim sahnede, Amerikan Senatosu’nun ağır topları, bu kararın ülke güvenliği açısından ne kadar riskli olduğunu en ağırbaşlı, ciddi, emin, inanmış ifadelerle anlatıyorlardı. Bizim Dubai kulelerinin Amerikan versiyonu gibi bir durum. Yabancı sermayenin kırmızı çizgilerinin giderek ortaya çıktığı bir dünya.

Çağrışım yaptığı için dikkatle izledim. Neo liberalizme karşı ulusalcı direnç mi yoksa seçimler öncesi Demokratlara istedikleri gibi kullanabilecekleri bir fırsat mı? Henüz belli değil. Büyük bir ihtimalle ikisi birden.

Olay devam ediyor.

* * *

ABD
’nin aralarında New York, Baltimore ve New Orleans’ın da bulunduğu altı limanının yönetimini yürüten bir İngiliz şirketini, Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait Dubai Ports World’ün satın alması büyük tartışmalara yol açtı.

Oysa, Birleşik Arap Emirlikleri ABD’nin Körfez’deki en yakın müttefiklerinden. On yıldan beri Amerikan gemileri limanlarında barınıyor, Pentagon geçen hafta Dubai’deki üste bulunan 1500 Amerikalı askerin buradan Afganistan ve Irak’ta keşif uçuşları dahil, çeşitli görevlerde yer aldıklarını açıkladı. 2000 yılında ABD’ye ısmarlanan 80 F-16’nın Amerikan hangarlarında inşası devam ediyor.

Ama şimdi, Birleşik Arap Emirlikleri devletine ait bir şirket Amerikan limanlarını yönetmeye talip oldu diye Kongre -birçok Cumhuriyetçi bile- güvenlik endişesi ile bu anlaşmaya karşı çıkıyor.

Afganistan’da Taliban Yönetimi’ni ilk tanıyan ülkenin Birleşik Arap Emirlikleri olduğu anımsatılıyor, El Kaide’nin parasının bu ülke bankaları üzerinden dolaşmış olduğu iddiaları ısıtılıp gündeme getiriliyor.

* * *

KONGRE
’den gelen tepki karşısında şirket, şimdilik faaliyete geçmeyeceğini ve yeni bir güvenlik soruşturmasının sonuçlarını bekleyeceğini açıkladı.

Mesele açık aslında, Amerikan Kongresi limanlarını bir İngiliz şirketine emanet ettiği rahatlıkla bir Arap şirketine emanet edemiyor.

Bu olayın nedenleri arasında Bush Yönetimi’nin terör söylemleri, Arap ve Müslüman karşıtlığının etkilerini sayabiliriz. Ama geçen yıl da Amerikan petrol şirketi Unocal’ın Çin’e satılması engellenmişti. Enerji gibi stratejik bir sektöre Çin sermayesinin girmesi istenmemişti.

Terör nedeniyle değil tabii, Çin ile rekabet ikliminin yol açtığı bir karardı bu.

Neo liberal bir pazarda bile yabancı sermayeye kırmızı çizgi çekiliyor.

Ekonominin gerçekleri ile siyasetin gerçekleri örtüşmedikçe küreselleşmenin havada kaldığının kendi halinde bir örneği daha bu olay.
Yazının Devamını Oku

Ahmedinecad benim adıma konuşamaz

26 Şubat 2006
ATİNA’da hava kararmaya yüz tutmuştu ki, aradığım adresi buldum. Kentin kuzeyine doğru bir site. Bahçenin içindeki villalardan birinin önünde Fotini beni bekliyordu. İçeriye girdiğimde kadınlar, internetten indirdikleri karikatürlerin büyütülmüş kopyalarını dikkatle izliyorlardı. Tepkiliydiler.

Geçen hafta Atina’da Hazreti Muhammed karikatürlerinin yol açtığı krizin tartışıldığı iki değişik toplantıya katıldım.

Yukarıda sözünü ettiğim ilki, PASOK’un kadın örgütü KEDE’nin toplantısıydı. Yunanlı Sosyalist kadınlar, sessiz kalmama kararı almışlardı.

Hayatı boyunca kadın hakları ve barış için mücadele eden Margarita Papandreu, düşünce özgürlüğü gerekçesini ortaya atanlara karşı, "Belki de yasalara ve haklara dogmatik bağlılığımızı yeniden gözden geçirmeliyiz" diyordu "Çünkü hepsinin üzerinde başka bir davranış yasası vardır. Duyarlılık ve saygı."

***

BİR
başka yasadan daha söz etti Margarita Papandreu.

O da kadınların yasasıydı. "Bizim yasamız, çatışmaları şiddete baş vurmadan çözüm arama yasasıdır" dedi.

Şiddeti kabul edemeyiz ve etmeyeceğiz ama vazgeçemeyeceğimiz düşünce ve ifade özgürlüğünün "şiddet" içerebileceğini de gözden uzak tutmamalıyız. "Kullandığımız sözcükler, yazdığımız yazılar, çizdiğimiz resimler eğer karşımızdakinin en derin ve değerli inançlarını aşağılıyorsa, bu da şiddet değil midir?" diye soruyorlardı Yunanlı kadınlar.

"Her şeyden önce anlamamız gereken bir şey var. Hepimiz, her iki tarafın radikal dincileri, aşırı sağcıları ve tırmanan Amerikan militarizminin provokasyonuna geldik."

Bu noktada uzlaştıktan sonra Yunanlı sosyalist kadınlar, "Özgürlüklere inanan, karşılıklı saygı, yapıcı ve eleştirel tartışmanın öneminin bilincinde olanlar seslerini yükseltmelidir" diyerek önümüzdeki günlerde bu sesin, dünyada kendisini duyurması gerektiğinin altını çizdiler.

***

YİNE
Atina’da aynı konuda katıldığım bir başka toplantıda ise bu kez Doğu’dan çok değişik sesleri dinleme fırsatı buldum. Bu toplantıda söz alan Müslüman ülke temsilcilerinin çoğunun üzerinde durduğu önemli bir nokta vardı. "Danimarka’da yayınlanan karikatürler Hazreti Muhammed’i kötü gösteriyorlar. Ama ya Bin Ladin ve Zarkavi? Onlar İslamiyet’i kötü gösteriyorlar."

Müslüman bir Avrupalı parlamenterin "(İran Cumhurbaşkanı) Ahmedinecad benim adıma konuşamaz" sözlerine ise salondaki bütün Müslümanlar katıldılar.

Sempozyumlarla, toplantılarla, yayınlarla, ve en önemlisi "barış eğitimi"nin yaygınlaştırılmasıyla aklın sesinin daha yükselmesine, provokasyon atmosferinin dağıtılmasına şiddetle ihtiyaç var.

***

Musevi, Hıristiyan, Müslüman. Aklın yolunda ilerleyen herkes fanatizmin her türlüsüne karşı çıkanların seslerini duyulur, iradelerini görülür hale getirmek zorunda olduklarını söylüyor. Siyasi liderlerin dört beş satırlık açıklamaları, her din ve düşünceden gericilerin rehin almaya çalıştığı özgürlük alanlarının korunması için yeterli değil.

Bu krizi susarak geçiştiremeyeceğiz. Sustukça adımıza radikaller konuşacak.
Yazının Devamını Oku

Irak dönülmez yolculuğunda

24 Şubat 2006
ATILAN her bomba, çöken her kubbe benden de bir şeyler alıp gidiyor sanki. Samarra’nın altın kubbesini, Hazret-i Muhammed’in akrabalarının türbelerini görmedim, ama Bağdat’ta Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin türbesini ziyaret ettikten sonra Irak’taki her yıkımı içim sızlayarak izledim. Hepimizin belleği var bu topraklarda.

Samarra’daki Askariya türbesine yönelik saldırıların sonuçlarını, şu karikatür krizi çılgınlığında "Müslümanlar kendi dinlerine saygı göstermiyorlar ki" gerekçesine mazeret olur diye değil, Irak’ın geleceği açısından büyük bir endişeyle izliyorum.

"El Kaide, Bağdat’ın batısına yerleşiyor. Kısa bir süre içinde üs kurduklarını resmen açıklayacak duruma gelecekler. İşte o zaman Bağdat, bölgede terörün çekim merkezi olacak ve hepimizin ülkelerinde istikrar daha büyük bir tehdit altına girecek."

Geçen hafta sonu Atina’da katıldığım bir toplantıda Ürdünlü bir araştırmacı, bu sözlerle herkesi uyarıyordu.

Samarra’da Askariya türbesinde henüz bombalar patlamamış, Şiiler ve Sünniler birbirlerinin camilerini yakıp yıkmaya girişmemişti.

Gelişmelerin bu kadar hızlı ilerleyebileceğini düşünmemiştim.

* * *

IRAK
hızla parçalanmaya gidiyor. Bunun sonuçlarına ne büyük devletler, ne de bölge hazır.

El Kaide ve Amerikan işgaline karşı çıkan yerel güçler arasında farklılıklar azalıyor. Gelen haberlere göre, El Kaide Irak’ta kitle temelini sağlamlaştırıyor.

Çatışmaların Bağdat ve civarında sertleşmesinin nedeni Bağdat’a hakim olma mücadelesi. Bağdat ve çevresinde Şiiler, Kürtler ve Sünniler bir arada yaşıyorlar.

Bağdat’a hakim olan, üniter Irak’a da hakim olabilecek.

* * *

HÜKÜMET
kurma çalışmaları zaten ağır aksak giderken Samarra’daki olaylardan sonra tırmanan şiddet ve gerilim bu süreci tıkadı. Sünniler görüşmeleri terk etti. Bugünkü ortam, masaya geri dönmek için Şiilerden bekledikleri özürü mümkün kılmıyor.

İran yanlısı İslam Devrimi Yüksek Konseyi Şii hareketin önderi El Hakim, Samarra’daki bombalardan sonra ABD’yi suçladı.

Çünkü Amerikan Büyükelçisi Zalmay Halilzad, hükümet pazarlıkları sırasında güvenlik örgütlerinin Şiilerin hakimiyetinden çıkmaması halinde ABD’nin desteğini çekeceğini açıklamıştı.

Şiiler güvenliği Sünnilere bırakmak istemiyorlar. Irak’ın güvenliğini Sünnilere bırakmak, sadece Bağdat’tan vazgeçmek anlamına gelmeyecek, İran’ın kontrolünü de zayıflatacak.

Washington ise Sünnilere verdiği sözü tutmak için uğraşıyor. Ulusal birlik hükümetinin başka yolu yok. Ama işler hesaplandığı gibi gelişmiyor.

Irak’ın iç savaşa sürüklenmesi bölgeyi barut fıçısı haline getirecek.

Silahlanmayı tırmandıracak, çatışmaları derinleştirecek ve radikal İslamcı akımlara uygun ortam yaratacak olan bu gelişmeyi durdurmanın bir yolu var mı? Şimdilik pek görünmüyor.

Korkutarak susturmak

HAMAS lideri Halid Meşal’ın Türkiye’ye bu dönemde hükümet tarafından apar topar davet edilmesini ben de eleştirdim. Aslında Meşal da Türkiye’den ayrılır ayrılmaz yaptığı bütün açıklamalarla bu davetin yersiz ve etkisiz olduğunu ortaya koydu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bu ziyaret ile ilgili karanlıkta kalan noktaları aydınlatacağı, eleştirilere tatmin edici yanıtlar vereceği yerde basının yabancı servisler ve diplomatlar tarafından manipüle edildiğini söyledi. Baskıcı yönetimler, eleştirilerin ve farklı yorumların iftira ve karalama ile susturulabileceğine inanırlar. Bu, basın özgürlüğüne yönelik en ciddi tehditlerden biridir. Böyle bir açıklamanın Dışişleri Bakanı Gül’den gelmiş olması karşısındaki şaşkınlığımı belirtiyor ve bu anlayışı kınıyorum.
Yazının Devamını Oku