Ferai Tınç

Iraklı bakandan PKK açıklaması

20 Şubat 2006
IRAK politikasının en etkili gruplarından Şii Yüksek İslam Konseyi üyesi olan Hamit El Bayati, yeni hükümet henüz kurulamadığı için Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevini sürdürüyor. Son zamanlarda yolu Türkiye’ye sık düşen Bayati ile görüşme fırsatı bulunca kendisine yanıtını bir türlü alamadığımız soruyu yöneltiyorum. Bu sorunun önemi, konunun önümüzdeki dönemde Irak ile ilişkilerimiz etkileyebilecek olmasından kaynaklanıyor.

Türkiye uzun zamandan beri PKK’nın faaliyetlerinde Irak’ı üs olarak kullanmasından rahatsız.

Irak’ın güvenliğinden esas olarak sorumlu durumda olan Amerikan Yönetimi ile temaslardan somut bir ilerleme sağlanamadığı görülüyor.

Washington, sorunun çözüm adresi olarak Bağdat’ı gösteriyor.

Bu sorunun çok sık gündeme getirilmesine rağmen yanıtsız kaldığı sadece diplomatik kulislerin değil, kamuoyunun fark ettiği bir gerçek.

Ben de Iraklı Bakan Yardımcısı’nı görünce bu soruyu yöneltiyorum.

"Herhangi bir terör örgütünün Irak topraklarını kullanmasına asla izin vermeme kararındayız" diyor ve devam ediyor:

"Türk yetkililerle de görüştük. Irak topraklarından Türkiye’ye yönelik her hangi bir faaliyet olduğu takdirde bunu engelleyeceğiz. Ayrıca, hükümet olarak aldığımız bir karar var. Kuzey Irak’taki kampın etrafına devriye yerleştirilecek ve eylemlere izin verilmeyecek."

Pekiyi, kampların etrafına devriye yerleştirildi mi? Emin değil, daha doğrusu bilmiyor. Ama kararın alındığını yineliyor.

"Türkiye ile aramızda suçluların iadesi anlaşması var. Buna dayanarak interpolün aradığı isimleri iade etmekle yükümlüyüz" diyor El Beyati "Ama İnterpol’ün hakkında tutuklama kararı çıkardıklarını."

Ama Türkiye’nin henüz, bu koşullara uyan kişilerin adlarının bulunduğu liste ile kendilerine başvurmadığını söylüyor.

* * *

IRAK
, kendi güvenliğini sağlamaktan çok uzak. Rastladığım Iraklılar tüyler ürpertici hikayeler anlatıyorlar. Üniversite öğrencilerine, öğretim görevlilerine, doktor ve sağlıkçılara yönelik cinayetler durdurulamıyor. Hedef listesinin başında ise kadınlar var. Cinayetler, sınıflarda, iş yerlerinde, sokaklarda herkesin gözü önünde işleniyor. Irak’ın eğitimli nüfusuna yönelik bu cinayet ve imha eylemleri ile başa çıkamayan bir hükümet Türkiye’nin talebini nasıl karşılar?

Kürtler dışındaki Iraklılar, konunun aslında ABD’yi ilgilendirdiğini özel sohbetlerde dile getiriyorlar.

Pekiyi Kürtler ne diyor?

* * *

UZUN
yıllar Ankara’da Barzani’nin temsilciliği görevini yapmış olan şimdi de Erbil’de Kürdistan Demokratik Parti’nin Uluslararası İlişkiler Bürosu’nun başında bulunan Saffin Dizai’ye ulaşıp aynı soruyu ona da yöneltiyorum. Dizai, Irak’ın geleceğinde oynamak istedikleri role değinerek başlıyor sözlerine. Iraklı Kürtlerin, ülkenin bütünlüğü için çalıştıklarını söylüyor. Kendilerini Irak’ın birleştirici unsuru olarak gördüklerini, bu rolü de sorumlu bir biçimde oynamaya kararlı olduklarını vurguluyor. "Bugün Irak’ı bir arada tutan Kürtlerdir. Kendimizi Kürdistan ile sınırlamıyoruz. Ama bütün Irak’ta rol alıyoruz. Genelkurmay Başkanı Kürt, Askeri İstihbarat’ın başında bir Kürt var. İç güvenliğin başında da Kürt var. Yetişmiş kadrolarımızı Bağdat’a gönderdiğimiz için bizde boşluk doğdu."

"Türkiye’nn PKK konusundaki kaygılarını anlıyoruz. Ama bu soruna Türkiye’de çözüm bulunmalı. Biz Iraklı Kürtler olarak her türlü yapıcı katkıya hazırız."

El Bayati’
nin sözünü ettiği arananlar listesinin ellerine geçmediğini Dizai de tekrarlıyor.

Temennileri ve iyi niyet beyanlarını bir kenara bırakırsak geriye ne kaldığına bakınca, not defterimde gördüğüm cümlecik şu: "PKK sorununu çözmek sizin meseleniz."

Yani dağdakileri geri getirip, topluma entegre edecek yöntemler üzerinde düşünmek.

* * *

IRAK
bilinmezlerle dolu bir dönemde yoluna devam ediyor. Hükümet nasıl kurulacak? Anayasa değişikliği olacak mı? Bu pazarlıklar nasıl sonuçlanacak? Böyle kırılgan bir süreçte Irak ile ilişkileri PKK’ya endeksleme olasılığı bizi bekleyen tuzaklardan biri. Bölgemiz büyük bir belirsizlik, silahlanma ve istikrarsızlık tehlikesi ile karşı karşıya. Açıları daraltma değil, tam tersi genişleterek bakma zamanı şimdi.
Yazının Devamını Oku

Örgüt dayanışması

19 Şubat 2006
ANKARA’dan ayrılırken Hamas lideri ne demişti? <br><br>Kendisine çok değerli tavsiyelerde bulunulduğunu söylemişti değil mi? Zaten onunla görüşen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de AB Dönem Başkanı Avusturya Dışişleri Bakanı ile İsrailli meslektaşına aynı şeyi söylemişti.

Şiddeti bırakması, İsrail’i tanıması ve geçmiş anlaşmalara uyacağını açıklaması tavsiye edilmişti Hamas heyetine.

Hamas lideri Meşal de "Bu önemli tavsiyeleri dikkate alacağız" demişti değil mi?

Madem öyleydi, dün Hamas’ın yaptığı açıklamayı kim izah edecek?

Yeni hükümetin İsrail ile görüşmelere devam etmeye çağıran devlet başkanı Abbas kürsüden iner inmez Hamas sözcüsünün "İsrail ile görüşmeyeceğiz" demesini, silahlı direniş hakkından söz etmesini nasıl yorumlayacağız? .

Bu tuhaf durumun iki açıklaması var. Ya onlara İsrail ile görüşmemeleri, silahı bırakmamaları tavsiye edildi. Böyle bir şeye ihtimal vermiyorum.

O zaman geriye bir tek şey kalıyor. Hamas söylenenleri kulak arkası etti.

Türkiye’yi ciddiye almadı.

Bunun altından, garsonun hesabı masaya getirmekte olduğunu görünce "size doyum olmaz bana müsaade" diyen adam pişkinliğiyle kalkılmaz. Siyasi risk alan bedelini de ödemeye hazır olmalıdır.

***

HAMAS
, El Fetih yönetiminin yetersizliği ve seçim listelerinin kötü düzenlemesi sonucu 132 sandalyeli meclisin 74 sandalyesini kazanarak çoğunluğu elde etti. Başarısında dış politika hedeflerinden çok, halkın acil talepleri, yani yolsuzluklara son vermek, iş bulmak, adalet ve eşitlik vaatleri vardı.

Bu ayrıntıları hesaba katmadan, terör örgütleri listesindeki bir isme, "Seçimleri kazandı. Meşruiyetine kavuştu" gerekçesiyle, etrafa bakıp durumu değerlendirmeden alelacele kapınızı açarsanız kendinizi böyle köşeye sıkıştırırsınız.

Havaalanlarınızın VIP salonlarından kabul ettiğiniz bu misafiri ağırlarken, ABD’yi ziyaret eden Diyarbakır Belediye Başkanınızın orada düşünce kuruluşları ile yapacağı konuşmayı engellemeye kalkışınızı izah edemezsiniz.

Hamas heyeti, Türkiye’ye gelmeseydi İran’a gidecekmiş, bunu engellemek için davet yapılmış.

İnanan inansın ama ben ikna olamam. Evet nükleer kriz, köşeye sıkışan İran Cumhurbaşkanı’nı sadece Şiilerin değil, Müslümanların liderliği rolünü üstlenmeye doğru itiyor. Ama bölgedeki gelişmeleri çok yakından izleyen uzmanlar bu iddiaya dudak kıvırıyorlar.

***

İRAN
, Hamas’a maddi yardım yapabilir, kurulacak olan hükümete ekonomik ambargolar uygulanırsa onu destekler. Ama Hamas’ı esas olarak yakından izleyen bir başka grup var. Sünni Müslüman Kardeşler Örgütü.

Müslüman Kardeşler, biliyorsunuz Musevilerin Kudüs’e yerleşmesine izin vermeyen Sultan Abdülhamid’e büyük bir saygı ve sevgi duyar ama Cumhuriyet’i, sırf İsrail devletinin kurulması için Osmanlı’nın parçalanmasına neden olan bir kadronun işi olarak yorumlarlar.

Ankara’ya gelen Hamas lideri Meşal’in Osmanlı sevgisinin nedeni de budur.

Filistin, Müslüman Kardeşler için çok değerli bir test olacak. İran, parayı verebilir ama Hamas’a sözünü geçiremez.

HAMAS’ın Ankara ziyaretini bu çerçevede bir daha gözden geçirin.

Bu bir arabuluculuk girişimi miydi? Yoksa örgütsel dayanışma mı?

Üstelik inisiyatif almanın tek yolu da bu değildi. Hamas’a zaman tanınmasını için girişimde bulunmak, Filistin halkının yoksulluğunu artıracak ekonomik ambargoyu engellemek için girişimde bulunmak yakışırdı. Türkiye’ye. Türkiye’nin muhatabı Avrupa, ABD ve İsrail olmalıydı Hamas değil.
Yazının Devamını Oku

HAMAS’a arabuluculuk Saddam’ınkine benzemesin

17 Şubat 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan geçen hafta El Cezire televizyonuna verdiği demeçte, "Hamas hükümeti kurmadı. Ama bir parti olarak AKP ile görüşmek istese kabul ederim, çünkü seçim kazanan yasal bir parti" demişti ama bu ziyaretin bu kadar aceleye geleceği beklenmiyordu. Dışişleri Bakanlığı yetkilileri önceki güne kadar yaptıkları açıklamalarda Hamas’ın böyle bir başvuruda bulunduğunu söylüyor ama konunun incelendiğini, zaman gerektiğini söylüyorlardı.

Nitekim dün yapılan açıklamalarda da, kararın "siyasi" olduğu söylendi.

Yani Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal’in de aralarında bulunduğu üst düzey bir heyet AKP hükümetinin kararıyla Türkiye’ye geldi. Türkiye, Hamas’ı kabul eden ilk Arap olmayan ülke.

Yalnızlaştırma tehditlerinin arttığı, yardımları kesme çağrılarının yapıldığı bugünlerde Hamas açısından çok önemli bir lobi ziyareti bu.

Ya Türkiye açısından?

* * *

EĞER
bu ziyaret bölge barışına gerçekten bir katkıda bulunacaksa, tabii ki bizim de yararımıza olacaktır.

Eğer bu ziyarette Türkiye, Hamas’ı şiddete başvurmaktan vazgeçirebilecekse, İsrail’i tanımasını sağlayacaksa, Ortadoğu barış sürecinde bugüne kadar yapılan anlaşmaları tanımasını mümkün kılacaksa bu Ankara’nın başarısı olacaktır.

Çünkü bunlar, İsrail, ABD ve Avrupa Birliği’nin Hamas ile ilişki kurulabilmesi için üzerinde görüş birliğine vardığı üç koşul.

Gerçi İsrail gazeteleri, Dışişleri Bakan Abdullah Gül’ün, pazartesi günü İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ile telefonda görüştüğünü ve Türkiye’nin bu koşulların arkasında durduğuna dair güvence verdiğini yazdılar.

Ama böyle kritik dönemlerde arabuluculuk rolü zor bir iştir.

İç siyaset kaygılarını öne çıkartır ve seçmeninize şirin görünmek için dengelerde ayarı kaçırırsanız ülkenizin itibarını zedelersiniz.

* * *

AKP
Hükümeti, kendi dönemlerinde Türkiye’nin dış politikada itibarının arttığını, özellikle de Ortadoğu’da ve İslam alemi ile Batı arasında her iki tarafın da güvendiği bir kanal haline geldiğini savunuyor.

AKP’nin dış politikasını oluşturanlardan bir yetkili, "Bizim şeffaf davrandığımız ve her iki tarafa da aynı şeyleri söylediğimizi herkes biliyor" sözleriyle açıklıyor bu durumu.

Bu ziyarette de aynı şeffaflığın gösterildiğini umalım. Hamas’ı müzakere masasına getirmek için uğraşan müttefiklerimizin kaldırabileceği, Hamas’ın da koşullara uyacağı işareti alındıktan sonra gerçekleşen bir ziyaret olsun.

Bu noktada değilsek, Filistin halkı üzerindeki baskıların kaldırılması, barış sürecine geri dönülmesinde çabalarında Türkiye’nin etkisi kalmaz.

Evet eğer bu noktada değilsek, Türkiye olarak değil ama AKP, yani bir siyasi parti olarak Hamas ile görüşme formülü de Irak savaşı öncesi gidip Saddam ile anlaşmalar yapmaya benzer. Kimseye faydası olmaz, hele Ortadoğu barışına hiç olmaz.
Yazının Devamını Oku

Entegrasyon mu tahammül mü

13 Şubat 2006
ARTIK Flemming Rose adını bilmeyen yok gibi. Aldığı bir kararla 150 bin tirajlı gazetesinin adını milyonlara ulaştırmış bir editör. Reklamın iyisi kötüsü olmaz zihniyetini, "konuştursun" da nasıl olursa olsun yaklaşımını savunanların yapmaya çalıştıklarının en iyisini yapan adam.

Dünyayı ayağa kaldırdı. Bu anlayış da tartışılacak ama bugün benim üzerinde durmak istediğim konu başka.

Flemming Rose, BBC ve Newsweek dahil çeşitli yayın organlarına verdiği demeçlerde Hazreti Muhammed karikatürlerini neden bastığını anlatırken bir şeyi ölçmek istediğini söylüyor. Onu da şu sözlerle dile getiriyor. "Bu kültürler çatışmasıdır" diyor ve ekliyor: "Bunun özünde ev sahibi toplumların yabancıları entegre ederken kendi standartlarından ne kadar taviz vermeye istekli olduğu tartışması var. Diğer taraftan göçmen de geldiği topluma entegre olmak için (kendisine ait olandan f.t.) ne kadar vazgeçebilecek?"

İşte Avrupa’da entegrasyondan anlaşılan en kaba tarifiyle bu. Birbirine katlanmak.

Entegrasyonu, tahammül etmek diye açıklarsanız hiç bir zaman ulaşılamayacak bir hedef koymuş olursunuz.

Tahammül etmek, karşılıklı fedakarlıkla olur.

Vazgeçmeyi öne çıkartan bu yaklaşım, azınlığın çoğunluğa uymasını dayatmaktan başka bir şey değildir. Buna karşılık azınlık da kendi dayatmacılığını haklı görüp gösterecek her türlü gerekçeyi bulur.

Geçen yüzyılda Avrupa’ya iş gücü olarak gelen ve bugün nüfusları 20 milyona ulaştığı söylenen Müslümanlar böyle bir entegrasyon anlayışıyla karşılaştıkları için yaşadıkları hatta vatandaşı oldukları toplumların merkezine doğru bir türlü ilerleyemediler.

Avrupa’da yaşayan Türkler arasında çokça duyduğum bir şey bu. "Uyum dedikleri zaman onlar hep bizim kendilerine uymamızı istiyorlar."

* * *

MEDENİYETLER
çatışması riskine karşı yapılması gereken şey, entegrasyon kavramının yeniden gözden geçirilmesi olmalı. Entegrasyon, birbirine tahammül etmek değil kaynaşma, yeni bir oluşuma yol açan köklü bir değişim olarak algılanmadıkça bugün tartışılan bütün sorunlar daha da derinleşerek devam eder.

Hollanda, Almanya örneklerine bakınca da gördüğümüz, sonunda birbirinden habersiz paralel toplumlara yol açan bu entegrasyon anlayışı değil mi?

Sen biraz fedakarlık et, ben de bir şeylerden vazgeçeyim, birbirimize dokunmadan yaşayıp gidelim.

Olmuyor. Bu anlayış sonunda Almanya’da bugün gördüğümüz gibi, insanların doğdukları yerlerde ana dillerini konuşmalarına yasak getirmeye kadar gidiyor.

Tepkiler, bütün gerici hareketlerin, ırkçı, aşırı milliyetçi ve irtica odaklarının malzemesi oluyor.

Bakın, İngiltere’de Sunday Times Gazetesi’nin yaptığı bir kamuoyu yoklamasına yanıt verenlerin yüzde 67’si "önümüzdeki dönemde toplumda Müslümanlarla gerilim yaşanacağı beklentisinde olduğunu" söylüyor. Yoklamaya katılanların sadece 17’si Müslümanlarla barışçı bir gelecek bekliyorlar.

9-10 Şubat tarihlerinde 1,617 yetişkinin internet üzerinden yanıtladığı yoklamaya katılanların yüzde 81’i ise "dinci ve ırkçı nefreti tahrik eden yabancıların, sonuçları ne olursa olsun ülkelerine geri gönderilmelerini" istiyor.

Yabancıları geri göndermenin, sorunlara bir çözüm olabileceği düşüncesi bir süre sonra aşırı milliyetçi ve ayrımcı hareketlerin daha fazla sayıda insana ulaşabileceğini gösteren tehlikeli bir gidişatın işareti değil mi?

Entegrasyon, farklı kökenden insanların birbirlerine tahammülleri değil, yeni bir ortak çıkar ve vizyon etrafında kaynaşmaları demektir. Bunu toplumsal yeniden inşa, dönüşüm projesi olarak algılamayı yaygınlaştırmak temennilerle olacak iş değil.
Yazının Devamını Oku

Krizin rantı

12 Şubat 2006
"İSLAM devriminin idealleri milyonlarca insanın kalplerine ulaşıyor." "Bugün ülkelerinde başörtüsünü yasaklayan, Hazreti Muhammed’e hakaret eden, yaratıcı İran gençliğinin potansiyelini ortaya koymasını engellemek için ülkemizi baskı altına alan düşmanlar, İslami hareketin yükselen momentumunu durdurabileceklerini düşünüyorlar."

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad dün İslam Devrimi’nin yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmada söylüyor bunları.

İnançlarına yönelik saldırılara karşı çıkan insanların tepkileri ile başlayan karikatür krizi, nükleer çalışmaları nedeniyle yalnızlaşmakta olan İran yönetiminin yardımına yetişti.

İran yönetimi, İslam dünyasının tepkisini arkasına alarak, konunun BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme geleceği günlere hazırlanıyor.

***

KARİKATÜRLERLE
ilgili "özür" döneminin de geride kaldığı anlaşılıyor. Ortalığı yatıştırmak için girişimde bulunan, şiddet ve nefretin İslamiyetin mesajına uymadığını söyleyen din adamları ve Müslüman ülke politikacılarının sesleri duyulmuyor.

Oysa Ahmedinecad’ın değil, Müslümanlardan ve Müslümanların yaşadığı ülkelerden gelen sağ duyulu bu seslerin öne çıkması gerekiyor.

Yoksa, hiç istemediğimiz bir zıtlaşmanın ortasında bulacağız kendimizi.

Aşırı milliyetçi-dinci ittifakların birbirleriyle çekişmelerinden demokrasinin değerleri zarar görecek.

Bu havadan tabii ki Avrupalı, Amerikalı fanatikler de besleniyor.

Sığ kafaları hurafelerle yıkamak öyle kolay ki. Müslümanlar arasında, karikatürlerin sahtelerini yaymak gibi çeşitli söylentileri pompalayarak kitleleri harekete geçirmeye çalışan çevreler olduğu kadar, Batı’da da yabancı düşmanlığından nemalanan çevreler aynı yola başvuruyor.

Daha etkili bir şeyler yapmak gerekiyor. Müslüman dünyasının sadece tepki değil öneriler de ortaya atabilecek bir platforma ihtiyacı var.

Ama ne yazık ki, bu plaftorm, siyasi çekişmeler demokratik olmayan yönetimlerin iç hesapları yüzünden bir türlü oluşmuyor.

***

BU
ortamda Türkiye, etkili olmak için çaba gösterdi. İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın mektupları yayınlandı gazetelerde. Türkiye, dinler arası uzlaşmaya örnek olmak için harekete geçti. Buraya kadar herşey çok iyi ama ya dünkü manzara?

Danıştay’ın türban kararından sonra AKP Hükümeti hep bir ağızdan tepki verdi. Dengeli ve dikkatli açıklamalar yapan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bu kez kendisini tutamadı, kararı "tehlikeli" olarak niteledi.

Bu karara karşı olabilirsiniz, ama yorumunuzda daha dikkatli olmanız gerekmez mi?

Türkiye, içeride başka dışarıda başka konuşan ağızlarla, içinden geçtiğimiz bu kritik dönemde nasıl etkili bir rol oynayacak? Nasıl inanılır olacak?
Yazının Devamını Oku

Unutulan gündem

10 Şubat 2006
GÜNDEM sıcak. Bu sıcak gündemin peşinde savrulurken, kime neyi soracağımızı unuttuğumuz bir anda İktisadi Kalkınma Vakfı düzenlediği toplantı ile sormamız gerekenleri hatırlattı. Hükümetin, Avrupa Birliği konusunda kamuoyunda liderlik üstlenmeyi siyasi açıdan pek doğru bulmadığı anlaşılan bu günlerde, esas gündemi işaret eden birileri var neyse ki.

Yoksa, bir gün bir bakacağız bizi en yakından ilgilendiren herhangi bir konuda ihtiyaçlarımızı dile getiremeden Brüksel’de bağlayıcı adımlar atılmış.

Yedi konuda tarama bitmiş, bu hafta sonu beş konuda ilk bölümlerin taramasının bittiğini öğreniyoruz. İlk fasılda müzakerenin mart ayında başlama olasılığı var.

Avrupa Birliği ile müzakere süreci, "uzmanlara bırakılması gereken tamamen teknik bir süreç" mi? Hiç de değil. Toplumsal katılımın ve koordinasyonun en üst seviyede tutulması gereken bir şeffaflık dönemi.

Müzakerelerin olmazsa olmazı da "Düzenleyici etki analizleri."

* * *

DÜZENLEYİCİ
Etki Analizleri’nin ne olduğunu İKV’nin toplantısında ve yayınladığı kitap sayesinde derinlemesine öğrenme fırsatı buldum.

Bu analizlerin yapılmasının amacı AB müktesebatı kabul edilirken, her kesimin yaşayacağı değişimin etkilerinin ölçülmesi.

Örneğin tarım ve çevre müktesebatı belki kaliteyi artıracak ve yeni olanaklar yaratacak ama AB standartlarının altında olan büyük-küçük birçok kuruluşa maliyeti olacak bu değişimin. Bazıları altından kalkabilecek bazıları kalkamayacak.

"Müzakerelerin sırrı, ulusal çıkarlar ile ülke içindeki tüm aktörler arasında AB müktesebatının uygulanması noktasında koordinasyonu sağlayabilmekti. İş dünyası ve sosyal aktörlerin kendilerini ilgilendiren alanlarda hazırladıkları etki analizleri, müzakerecilik görevimde bana çok yardımcı oldu"
diyen Başmüzakereci Vasile Puşkaş’ın ülkesi Romanya’dan çevre konusunda bir örnek vereyim.

Çevrenin korunmasına ilişkin AB düzenlemelerinin Romanya mevzuatına aktarılması sırasında yeni teknoloji yatırımlarının gerektiği ortaya çıktı. Analizlerde bunun maliyetinin çok yüksek olduğu ortaya çıktı. Birçok yerel işletme ve KOBİ bu teknolojileri alacak güçte değillerdi. Bazılarının kapanması gerekiyordu. Romanya, bu analizlere dayanarak AB Komisyonu’ndan, uygulama için geçiş süreleri istedi.

Kısaca düzenleyici etki analizleri, Hükümetin Komisyon karşısındaki pozisyonunu da belirliyor. Müktesebatın uygulanabilirlik sınırlarını çiziyor. Öncelikleri, mali yardım ihtiyaçlarını ortaya çıkartıyor.

* * *

İKV’nin
düzenlediği toplantıya toplantıya katılan Robert Scharrenborg ise Avrupa Komisyonu’nun Sanayi ve İşletme Genel Müdürlüğü’nde etki analizlerinin geliştirilmesi ve uygulamasıyla ilgili birkaç kişiden biriydi. Scharrenborg özel sektör ve sivil toplum örgütlerinin de kendileriyle ilgili etki analizleri yaptırmaları gerektiğini vurguladı. "Avrupa Birliği, birilerinin alıp diğerlerinin verdiği bir alan değildir. Amaç ortak çıkar ve yararın sağlanması. Analizler bu noktayı ortaya çıkaran önemli bir araç" dedi Scharrenborg.

BU işlemlere ne zaman başlamak gerekiyor? Uzmanlar tarama süreci ile birlikte diyorlar. Hükümet, maalesef AB ile ilişkileri "teknik bir süreç" çerçevesi içinde yorumladığından kamuoyunu harekete geçirecek bir politika izlemiyor. Oysa, yerel yönetimler, iş dünyası, sivil toplum müktesebatın kendileriyle ilgili konularındaki etki analizlerini yapmaya çağrılmalı, teşvik edilmeli.

Müzakere tarihinin alınmasından sonraki en önemli ilk adım bu.
Yazının Devamını Oku

"Yazacak daha çok şey var"

6 Şubat 2006
HAÇLI Seferleri’ne "Batı" gözünden baktığımı kendisini tanıyana kadar hiç fark etmemiştim. Daha doğrusu Haçlı Seferleri’nin "bizim" tarihimiz olduğunu ilk o bana söyledi. Bugün toprağa vereceğimiz Profesör Doktor Işın Demirkent, "Haçlı seferleri bizim milli tarihimiz değildir ama milli tarihimizin, Anadolu tarihimizin bir parçasıdır" demişti bir gün. "Haçlı seferleri sırasında ülkemizde yaşananları bilmezsek, araştırmazsak Anadolu tarihini nasıl yazarız?"

Işın
Hanım, Haçlı seferlerinin en önemli nedenlerinden birinin Türklerin Anadolu’ya adım atmaları olduğunu söylüyordu.

Birinci Haçlı Seferi ordularının 1097’de Türklerle ilk teması ve çatışmasının 900. yılında yayınladığı "Haçlı Seferleri" kitabında Haçlılarla Türk beyleri, Araplar ve diğer bölge arasındaki ilişkileri bir Türk tarihçinin gözüyle izliyoruz.

Bu açıyı devreye sokunca, bugün yaşananları anlamak ve çatışma noktaları yerine uzlaşma yönlerini ortaya çıkartan formüller üretmek daha kolaylaşacaktır mutlaka.

* * *

SADECE
Haçlı seferleri değil Bizans tarihinin de bizim için "yabancı" bir tarih olarak algılanmasını eleştirir, "Halbuki Bizans devletinin varisi biziz" derdi Işın Hanım.

Yıllar önce surları incelemek için İstanbul’a gelen İtalyan bir Bizans tarihçisini tanıdığımda, bize de ait olan bir şeye neden bu kadar ilgisiz kaldığımız sorusu takılmıştı kafama. Bu sorunun yanıtını ararken "Türk devleti buna sıcak bakmıyor" yorumlarıyla da karşılaştım. Yani Bizans çalışmaları devlet tarafından teşvik edilmiyordu. Işın Hanım’a bu iddiayı sorduğumda, "Yok öyle bir şey" demişti. Türkiye’nin değerli Bizans tarihçilerinden söz etmişti. Işın Hanım sayesinde gıyaplarında onları da tanıdım. Yine de Batı’ya göre sayıları o kadar azdı ki.

Belki de bu yüzden biz, Bizans’ı bilmeyiz ve Batı bakış açıları karşısında susup kalır, onların bize yakıştırdığı kimliği taşır, uzlaşma noktalarını görüp gösterecek yerde, onların bakış açıları üzerinden çatışmalar yaşarız.

Bizans’ın, Balkanlar’dan gelen Sırp tehditlerine karşı ya da yaşadığı iç kavgalarda daima Türklerden yardım istediği, akademik çevreler dışında bilinir mi?

Ya da Bizans İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı orduları kumandanı olan Joannes Aksukhos’un Selçuklu bir Türk olduğu hiç hikaye edildi mi? Kısa süreli de olsa bir Türk’ün torununun (Aksukhos’un torunu Ioannes Komnenos) İmparatorluk tahtına oturduğunu çocuklarımıza öğrettik mi?

Şu İstanbul’un surları önünden sabah akşam geçerken, hangimiz taşların üzerinde bize kendimizi anlatan figürleri fark etti? Oradaki yazıların anlamını açıklayan tabelaların konulmasını belediyelerden isteyen oldu mu hiç?

* * *

İSTANBUL
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Ortaçağ Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanlığı’ndan emekli olduktan sonra sağlık durumu el vermese de, gözleri çok iyi görmese de çalışmaya, temposunu artırarak devam ediyordu Işın Hanım. Bizans tarihçilerini, Türk bakış açısını yansıtan ayrıntılı dipnotlar ekleyerek Türkçe’ye çevirmeyi ve bu bilgilerin yaygınlaşmasını sağlamayı "misyonu" olarak görüyordu. Mikhail Psellos, Ioannes Kinnamos ve Niketas Khoniates’ten, benim bile sıradan bir okuyucu olarak rahatlıkla anlayacağım bir dille çevirdiği kitaplara yenilerini eklemek için son günlerine kadar çalışıyordu.

"Gerek Haçlı Seferleri, gerek Bizans’a ilişkin Batı’da kütüphaneler dolduracak eserler yazılmıştır. Fakat hálá pek çok boşluk mevcut. O bakımdan bizim de yazacak daha çok şeyimiz var" demişti bir süre önce. Hayatı, iyi şeyler yapmak için bir fırsat olarak algılayan neslin üyelerinden birini daha yitirmenin verdiği üzüntümü paylaşırken, bu sözlerinin de diğer çalışmaları gibi bize ilham vermesini diliyorum.
Yazının Devamını Oku

En kritik konu

5 Şubat 2006
"Bizim için 2006’nın en kritik konusu Irak." <br><br>Bu yorum Dışişleri’nin üst düzey yetkililerine ait. Irak, ciddi bir dönemeçte.

Seçimlerden sonra henüz bir ilerleme sağlanmadı. Cumhurbaşkanı Talabani’nin yeni başbakanı seçmek için daha iki haftası var. Yeni başbakan da bir ay içinde hükümetini oluşturmakla yükümlü.

İdeal olanı mart sonunda Irak’ta yeni hükümetin göreve başlaması. Ama ülkenin, federatif yapı, petrol kaynaklarının paylaşımı, güvenlik kuvvetlerinin yönetimi gibi can alıcı konularında ulusal uzlaşma sağlamak hiç de kolay değil.

Pazarlıklar sırasında Şii-Kürt ittifakı Sünnilere karşı etkili sonuç alabilir. Sünniler de sokaktaki güçlerini devreye sokarak istikrarsızlığı tırmandırabilirler.

Böyle bir zıtlaşmanın varacağı yer, daha fazla çatışma, daha fazla karmaşa ve bölünme demektir.

Dışişleri yetkilileri ile konuşurken, Türkiye’nin bu duruma karşı nasıl hazırlandığı sorusu gündeme geliyor.

Ankara, bir süreden beri Irak halkı arasında tercih yapan yaklaşımdan uzaklaşmış durumda. Kürtler, Türkmenler, Araplar arasında insan haklarına dayalı ilişkiler var oldukça herkese eşit mesafede. Sünnilerin, seçimlere katılmasında da Ankara etkili oldu.

Irak Kürtleri ile ilgili ilişkilerin de, bölgede Türkiye’den başka çekim merkezi olmadığı gerçeğine uygun biçimde yola girdiği anlaşılıyor. Yani, çatışma değil uzlaşma boyutunun ağır basacağı bir ilişkiye hazırlanılıyor.

Türkiye’nin Irak Koordinatörü Büyükelçi Oğuz Çelikkol, kısa süre önce ABD’de Beyaz Saray, Pentagon, ve ABD Dışişleri ile etraflı görüşmelerde bulundu. "ABD ile ilk kez bu kadar yapıcı bir diyalog içindeyiz" diyor Çelikkol.

Washington, Irak’ın yeniden oluşumunda Türkiye’nin öncü rol üstlenmesini istiyor. Ankara’nın önerilerinin altı daha dikkatli çiziliyor.

VADİ’DE NE İŞLERİ VARDI

DIŞİŞLERİ
yetkilileri bir noktaya dikkat çekiyorlar. Irak konusu önümüzdeki dönemde Türkiye’nin iç politika gündemini kolaylıkla ele geçirebilir. Çünkü sırada Kerkük ve federatif yapının tartışılması gibi konular var. Ve gelecek yılın seçim yılı olacağı dikkate alındığında bunlar kolaylıkla iç politika konusu haline gelebilir. Bu durum ise Türkiye’nin hareket alanını daraltabilir.

Buraya kadar anlatılanları anlamak kolay da Kurtlar Vadisi Irak’ın galasında karşılaştığımız manzarayı bu durumla bağdaştırmak zor.

Böyle hassas bir döneme girerken Kurtlar Vadisi gibi, para kazanmak için popülizme abanan, özünde mafyaya övgü düzmekten, Amerikan karşıtlığına, Kürt düşmanlığına uzanan ve Susurluk tipi mafya-devlet ilişkilerini aklayan bir filmin galasında gördüğümüz o sahne neydi?

Başbakanın eşi, Meclis Başkanı, hükümetin bakanı hep bir ağızdan filme övgüler düzerken, sadece Türkiye’nin değil hükümetlerinin de hareket alanını daralttıklarının farkında mıydılar acaba?

KARİKATÜR

İRAN’ın
Güvenlik Konseyi’ne sevk edilmesi, bölgede radikalizmi tırmandıracak yeni bir adım. Bugünlerde Hazreti Muhammed karikatürlerine karşı çıkanlardan bazılarının bayrak yakmak ve diplomatlara ölüm tehditleri yağdırmalarını kabul etmek mümkün değil. Ama bazı Avrupa ülkeleri gazetelerinin de Müslümanlara, dini değerler üzerinden fikir özgürlüğünü "öğretme" ye kalkışmalarında manevi zorbalık eğilimini fark etmemek mümkün değil.

Evet, Danimarka Başbakanı’nın da dediği gibi, basın özgürlüğünün sınırları hükümetlerin müdahalesine imkan tanımaz. Ama ırkçılığı, kadın erkek ayrımcılığını, yabancı düşmanlığını, halklar ve dinler arasında düşmanlığı, insan haklarının ihlalini ve savaşı körükleyen her yazı, her resim, her yayın basın özgürlüğüne indirilen ağır bir darbe değil midir?
Yazının Devamını Oku