Ferai Tınç

AB yolunda rehavet hükümete hakaret

31 Mart 2006
CİDDE AFRİKA’nın en yoksul ve sorunlu ülkelerinden Sudan’dan önceki akşam Cidde’ye uçtuk. Arap Birliği Zirvesi’ne katılmak üzere çıkılan yolculuğun bir gün daha uzatıldığını yola çıkmadan yarım saat önce Esenboğa Havaalanı’nda öğrenmiştik.

Programa son anda eklenen ve bizlerin bütün programlarını altüst eden Cidde ziyaretinin nedeni, İslam Konferansı Örgütü idi. Başbakan’ın danışmanları, İKÖ’ye ilk kez bir Türk’ün, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun genel sekreter olduğunu ve Başbakan’ın kendisini uzun zamandan beri ziyaret etmek istediğini söylediler.

Ekmeleddin İhsanoğlu, İslam Konferansı Örgütü’nün kurumsal reformlar yapmayı planladığı bir dönemde göreve geldi ve bu konuda etkili çalışmalar yapıyor.

Önce Arap Birliği Zirvesi, ardından İslam Konferansı Örgütü’nü ziyaret ile AKP, Türkiye için kendi açısından "yeni" olan bir profil çizmek istiyor.

Bu profili Başbakan Erdoğan, dün İKÖ merkezinde yaptığı basın toplantısında İslam dünyasının basın mensuplarına şu sözlerle açıkladı:

"Bir tarafta AB ile katılım müzakerelerine başlamış bir Türkiye, aynı zamanda ilk kez İslam Konferansı genel sekreterliğini üstlenen bir Türkiye."

Ancak Başbakan’ın daha sonraki açıklamalarını dikkatle izlediğimde, örneğin "Avrupa Birliği Türkiye’nin İslamiyet’i terk etmesi için baskılar yapıyor bu konuda ne düşünüyorsunuz?" sorusuna "AB ile katılım müzakereleri başlıyor ama ne kadar süreceği bizi etkilemiyor" diyor.

Avrupa Birliği ile ilişkilerin sanki sadece teknik bir ilişki sürecine girilmiş gibi kenara itildiği bir dönemde hükümet, yeni bir aidiyet alanı mı genişletiyor?

Başbakan uçağına davet ettiği gazetecilerin bu konudaki sorularına sert yanıt veriyor.

"Avrupa Birliği yolunda hükümetin rehavete kapıldığını söylemek hükümete hakarettir" diyor.

Ya reformlar diyecek oluyoruz. Öyle ya Sayıştay reformu var, Heybeliada, vakıflarla ilgili reformlar Meclis’te bekliyor. Brüksel’in beklediği adımlar var.

Başbakan, "Yerel televizyonlarda dil meselesiyle ilgili düzenlemeler yaygınlaştı" demekle yetiniyor, belki de sadece onu söylemek istiyor çünkü diğer konular henüz kendi önemliler listesine girmiş değil.

* * *

TÜRKİYE’
nin Arap ve İslam ülkeleri ile ilişkilerinin gelişmesine kimsenin itirazı olamaz. AKP hükümetinin bu konudaki ısrarı da olumlu. Ama Türkiye’nin ilk kez AKP hükümeti sayesinde komşu ülkeler, Arap ve İslam dünyası ile kucaklaştığı iddiası doğru değil.

Buna kendilerini öyle inandırıyorlar ki Başbakan, "Arap ülkeleriyle ilişkilerimiz tarihin hiçbir döneminde olmadığı biçimde gelişiyor" diyor, "Göreve geldiğimizde çevresiyle ilişkileri kopuk bir Türkiye vardı."

Türkiye’de her şeyin kendisiyle başladığını sanmayan tek bir yönetici tanıdığımı söylersem yalan olur.

AKP hükümetinin, partinin dini referansı nedeniyle Türk-Arap ilişkilerinde özel bir rol oynadığı mesajına ihtiyaç duyduğu fark ediliyor. Nedeni yaklaşan seçim ortamı.

Tabanına verdiği sözleri tutamamış olsa da, Türkiye’yi Arap ve İslam dünyasına yaklaştıran hükümet olduğunu göstermek istiyor. Bunun için Arap ve Körfez sermayesini Türkiye’ye çekmeyi önemsiyor. "Neden Dubai Towers’a karşı çıkıyorsunuz da, Hilton’a, Sheraton’a karşı çıkmıyorsunuz?" diyor, medyayı suçluyor.

* * *

ERDOĞAN
, Dubai Towers’a itirazı İslami sermayeye karşı tavır, yani siyasi bir neden olarak görüyor. Çevre, fizibilite, usul ve yasalara uyum nedeniyle itiraz edildiğini görmek istemiyor.

Kendisine bağlı bir yatırım ajansı kuracağını söylüyor Başbakan. Bu ajans, kendisine baş vuran her yatırımcıya bir sorumlu verecek ve "mesela bizim Ahmet o işi sonuna kadar takip edecek" ve sonuçlandıracak diyor. Şeffaflık meselesi ne olacak? Bilmiyorum. Medya susarsa, zengin Körfez sermayesi Türkiye’ye akacak. O, buna inanıyor. İşleri pratik yoldan bağlamanın yollarını arıyor.
Yazının Devamını Oku

Araplar Irak için sahneye iniyor

27 Mart 2006
SUDAN’da yarın başlayacak olan 18. Arap Birliği Zirvesi Irak savaşını, locadan izleyen Arap dünyasını ilk kez sahneye indiren kararlara sahne olacak. Geçen yıl 15 Temmuz’da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın girişimiyle start alan "Medeniyetler İttifakı Projesi"nin eşbaşkanı olan Tayyip Erdoğan Zirve’de Arap liderlere seslenecek.

Bir önceki toplantıda, ittifak projesinin Hıristiyan dünyasının temsilcisi olarak yine Annan tarafından seçilen İspanya Başbakanı Zapatero konuşma yapmıştı.

Başbakan Erdoğan, Arap Birliği Zirvesi’nin açılış oturumunda konuşacak. Diğerleri, bir önceki zirvenin başkanı olarak Cezayir Devlet Başkanı Buteflika, Sudan Devlet Başkanı Omar el Beşir, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve Avrupa Birliği temsilcisi.

Bu zirvenin en dikkat çekici yanı, Irak’taki yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi için çağrıda bulunulacak olması. Bunda ne var demeyin çünkü Arap Birliği ilk kez böyle bir çağrıda bulunacak.

* * *

BU
açılım, Arap ülkelerinin ellerini taşın altına koymaya hazırlandıkları anlamına geliyor.

Irak’taki bütün gruplar bugüne kadar Arapların seyirci kalmasını eleştirdiler.

Toplantıdan önce geçen hafta, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari Hartum’daki dışişleri bakanları toplantısında bu durumu "Bazı Arap liderler, Irak’ta demokrasinin yerleşmesini istemedikleri için başarılı olmamızı istemiyorlar" sözleriyle dile getirdi.

Kürt asıllı Dışişleri Bakanı’nın, "Paris Kulübü, Irak’ın borçlarını silerken Araplar değil yardım etmek borçları silmek için bile hiçbir girişimde bulunmadılar" dediği haberleri sızdı.

Eleştiriler sonuçsuz kalmadı. Zirvenin, hafta sonunda tamamlanan karar tasarısında Arap Birliği’nin en kısa zamanda Bağdat’ta bir temsilcilik açması ve Irak’a maddi yardım fonu oluşturması öngörülüyor.

Güvenlik gerekçesiyle kapatılmış olan Arap ülkelerinin büyükelçiliklerinin de açılacağı haberleri geliyor.

* * *

IRAK
’ın yeniden yapılanmasında sorumluluğu paylaşmak, Washington’un uzun zamandan beri Araplara telkin ettiği bir şey. ABD, Arap ülkelerinin de sürece dahil olmasını istiyor.

Tabii bu arada Arapları harekete geçiren önemli bir gelişmeyi de gözden kaçırmayalım. Amerikan Yönetimi’nin Tahran ile Irak’ın güvenliği ile ilgili görüşme kararı, Araplarda "dışlanma, kenara itilme" tedirginliği yarattı.

Arap Birliği üyesi ülkelerin Irak’ın yeniden yapılanmasına yardımcı olma kararı bu ülkenin şiddet ve kaos yüzünden her geçen gün daha fazla tehlikeye giren toprak bütünlüğünün korunmasına destek olacak.

Türkiye’nin de iki yıldan beri Arap ülkelerini Irak’a muhalefet localarından bakmayı bırakıp, aktif sorumluluk almaya teşvikinin bir nedeni de bu.

* * *

ZİRVENİN
en pürüzlü konularından biri de Filistin’in temsili oldu. Washington’un arka plandaki girişimleri sonucu zirveye Hamas katılmıyor. Filistin, devlet başkanı ve FKÖ’lü bir bakan tarafından temsil ediliyor. Listeler belirlendiğinde Hamas’ın henüz resmen göreve başlamadığı gerekçe gösterildi ama Hamas, dün bu kararı kınamakta gecikmedi.

Arap Birliği, yeni dönemde bölgede etkili bir güç haline gelmek için yapısal reformlara da hazırlanıyor. Barış ve Güvenlik Konseyi ilk somut adım.

Ama Arap Birliği’nin etkinliğinin esas testi Irak olacak.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ’ekonomik milliyetçilik’e çözüm bulamadı

26 Mart 2006
AVRUPALI patronların patronu, işverenler örgütü UNICE’nin başkanı Ernest-Antoine Seilliere Fransızca değil de İngilizce konuştuğu için Chirac’a salonu terkettiren ulusalcı tepki, buzdağının görülen ucu. Sorunun aslı, bunca çabaya rağmen Avrupa’nın hálá gerçek bir birlik oluşturamamasında yatıyor.

Avrupa Birliği, son yıllarda giderek belirginleşen bir biçimde ilginç bir toplantı üslubu geliştiriyor.

Sorunların üzerine gidip ortak politikaları güçlendirmek yerine, sonuç bildirisinde "yine çok başarılı olduk" diyebilmek neredeyse esas amaç haline geldi.

Avrupa, anayasa girişiminin başarısızlığını ciddi biçimde tartışmaktan kaçındığı gibi, üye ülkeler arasında bile koruma duvarları yükselten ulusalcılığın üzerine de ciddi biçimde gitmiyor.

Devlet başkanları seviyesindeki "Bahar Zirvesi" de farklı olmadı.

*

BAHAR
Zirvesi, 2000’de benimsedikleri Lizbon stratejisi ile 2010 yılına kadar ekonomik olarak bir dünya gücü olma hedefini koyan Avrupa Birliği açısından önemliydi. Bu yıl, Avrupa’yı etkileyen enerji krizi, enerji politikalarında ortaklık ihtiyacını gündeme getirdi. Enerji, ilk kez Lizbon stratejisine dahil edildi.

Tam bir ortak politika değil ama bu yolda ortak kararlar alabileceğini kabul etti Avrupa. Dışa yönelik ortak enerji politikası, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gibi noktalarda uzlaşıldı. Ama nükleer enerji politikaları ulusal hükümetlere bırakıldı.

Enerji konusundaki gelişme olumlu deniyor ama işin özüne yine dokunulamadı.

Ortak Pazar’da yükselen ulusalcı rüzgárlar gündeme bile gelmedi.

Fransa’nın, Belçika ile ortak olduğu Suez enerji şirketinin İtalyan ENEL’e satılmasını engellemesi, Madrid’in İspanyol ENDESA’yı satın almak isteyen Alman E.ON enerji şirketine "hayır" demesi tartışılmadı.

Zirveden çıkan belgeleri incelediğimde, Komisyon Başkanı Barroso’nun, "Pazarlarımızı birbirimize kapatırken dünyaya nasıl açılacağız?" sorusuna pek bir yanıt gelmediğini görüyorum.

*

AVRUPA
Birliği’ne hazırlanırken içeride olan bitenleri izlemek, Avrupa’nın Türkiye konusundaki tutumunu anlamak ve tahmin etmek açısından çok önemli. Avrupa’nın reformları ve Lizbon stratejisini hayata geçirmekteki başarısı ve başarısızlığı genişleme sürecini, dolayısıyla bizi de yakından ilgilendiriyor.

Altı yıl önce koyduğu hedefleri bir türlü gerçekleştiremeyen bir Avrupa’nın genişleme projesini daha ileri götürmesi, o yükü kaldırması gerçekten mümkün değil.

Genişleme kıstasları arasına "AB’nin özümseme kapasitesi" kriterlerinin girmesi bir tesadüf değil.

Yeni iş alanları yaratmak, rekabeti artırmak, sosyal hakları koruyarak sosyal devlete son vermek, pazarı liberalleştirmek, kadın iş gücünü 2010’a kadar yüzde 61’e yükseltmek, çevreye saygılı ekonominin alt yapısını yerleştirmek gibi hedefleri öngören bu stratejinin başarısı Avrupa’nın geleceğini belirleyecek.

Ama bakın Fransa’ya. İş olanağı yaratmak ve rekabeti artırmayı hedefleyen yeni yasaya öğrencilerin verdiği tepki hükümeti sarsıyor. Seçimleri kaybetmek bahasına Avrupa hedefine sadık kalan siyasetçilerin sayısı her geçen gün azalıyor. Avrupa’da ulusalcılığın, içe kapanmanın yükselmesi de bunu gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

ETA, ulusalcı terör örgütlerinin çıkmazı

24 Mart 2006
İSPANYA Başbakanı Zapatero, geçen yıl mayıs ayında ETA ile masaya oturabileceğini açıkladığında ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı. Bu açıklamayı yaparken bir koşulun altını çiziyordu Zapatero, "şiddetten vazgeçmeleri koşuluyla" diyordu.

Zaten bu koşul, İspanyol Parlamentosunun diyalogu kabul eden kararında da açık bir biçimde yer aldı.

Bu gelişmeden tam bir yıl sonra ETA, ateşkes ilan ettiğini açıkladı. Daha önceki ateşkeslerden farkı bu kez "kalıcı" sözcüğünün açıklamaya eklenmesiydi.

İspanya’nın Bask bölgesinin bağımsızlığı için mücadele eden, hatta Fransa’nın güneyindeki iki bölgenin de içinde yer alması istenen BASK devletinin kurulması için 40 yıldan beri terörle hedefe ulaşmaya çalışan ETA’nın kararı Avrupa’nın "ulusalcı" terör örgütleri tarihinde önemli bir dönüm noktası.

ETA’nın sözüne güvenilir mi? İspanya bugün bu konuda ortak bir noktada buluşabilmiş değil. Sosyalist Başbakan Zapatero, bunun çok önemli bir karar olduğunu söyleyerek açıklamaya iyimser yaklaşırken temkini de elden bırakmıyor.

Bir yıl önce sözünü ettiği masaya oturma kararını hemen hayata geçirmek için sabırsızlanmıyor. Önümüzdeki sürecin ağır ve zor bir süreç olduğunu herkese kabul ettirmek istiyor.

Neden? Evet bugün herkesin sorduğu soru bu. Bu adımın altında ne yatıyor? Neden ETA, silahları bıraktığını söylemese de iki gün üst üste yayınladığı bildirilerde sorunların siyasi çözümüne ve halkın iradesinin dikkate alınacağına yer veriyor?

* * *

ETA
’nın kararının ardında birçok neden var. BASK bölgesi, 1979 referandumu ile geniş bir özerkliğe kavuştu. Polisi var, eğitim ve sağlık hizmetleri bölge yönetimi tarafından veriliyor. Kendi parlamentosu, bayrağı ve cumhurbaşkanı var. Vergilerin önemli bir kısmı özerk yönetim tarafından toplanıyor.

Ayrıca en önemli gelişme, Avrupa Birliği’nin insan hakları ve demokrasi ilkelerinin her geçen gün daha derinleşerek yaygınlaşmasıyla sağlandı. Bir zamanlar ulusal sembolleri nedeniyle ağır baskılar gören bölge halkı artık insan hakları hukukunun güvencesi altında.

ETA son günlere kadar terör eylemlerini sürdürse de kitle örgütünü her geçen gün kaybetti. Bask bölgesi halkı teröre karşı gösteriler düzenledi. ETA’nın legal siyasi partisi olan Batasuna, ETA terörünü kınamadığı için merkezi yönetim tarafından kapatıldığında kıyamet kopmadı.

ETA’nın gücünü yitirmesinin bir ikinci nedeni de son iki yıldan beri, Fransa’nın İspanyol polisi ile işbirliğine girerek örgütün lider kadrosuna ağır darbeler indirilmesidir.

Bu işbirliği sayesinde 2004 ve 2005’de örgütün lider kadrosundan iki önemli isim tutuklandı. Çok sayıda militan yakalandı ve silah ele geçirildi.

ETA örneğinden de görüldüğü gibi kitle desteğini kaybetse bile terörizme karşı mücadelede uluslararası işbirliği şart.

* * *

İRA
ve ETA gibi 20’inci yüzyılın ulusal taleplerle şiddete yönelen terör örgütlerinin kendilerini siyasi platforma çekme kararlarının bir nedeni de El Kaide. Doğrudan sivil halkı hedef alan radikal İslamcı terör.

ETA, iki yıl önce Madrid’de tren istasyonuna karşı girişilen saldırılardan sonra halkın verdiği mesajı çok iyi algıladı. Bu mesaj, hangi amaçla olursa olsun terörün halkı hedef aldığını ve hiç bir gerekçe ile savunulamayacağını ortaya koydu.

Zaten, ulusalcı terör örgütleri siyasi değişim kanalları bulunamadığı takdirde bir süre sonra ya mafyalaşacaklar, ya büyük güçlerin maşası olarak iş görecekler ya da radikal İslamcı terör örgütleriyle işbirliği yapmak zorunda kalacaklar. ETA da silah bırakırsa Avrupa’nın İRA’dan sonra ikinci terör örgütü de tarihe karışacak demektir.
Yazının Devamını Oku

Çanakkale bizim derinliğimiz

20 Mart 2006
DUBLİN’de birkaç yıl önce, gazeteleri okurken Çanakkale savaşının ne kadar güncel bir biçimde hálá tartışıldığını görünce şaşırmıştım. Çanakkale’de Türklere esir düşen askerlerin karşılaştığı muamele konusunda iki ayrı görüş arasında geçen tartışma öyle ayrıntılar üzerinde ilerliyordu ki kendimle hesaplaşmak zorunda kaldım.

Objektif kriterlere dayalı bir yanıt vermeyi bir kenara bırakın, Çanakkale savaşıyla ilgili beylik sloganlar ve zafer öyküleri dışında hiç bir şey bilmediğimi kendime itiraf ettim.

Bu savaşın geçtiği toprakları, kıyıları, koyları, tepeleri, tabyaların yerlerini bile doğru dürüst bilmiyordum. Gerçekten de topraklara bilmeden basıp geçmiştim ve geçmeye devam ediyordum.

Sonra biraz araştırdım. Bu kez de İngiltere başta olmak üzere Avrupa’da bu konudaki kaynakçanın çeşitliliği ve zenginliği beni şaşırttı.

Bizde ise Çanakkale savaşıyla ilgili eser o kadar azdı ki. Muharebelerin bilimsel araştırmaya dayalı bir savaş tarihinin bile yazılmadığını öğrendim.

Ama son yıllarda bilinçli bir ilginin geliştiğini sevinçle izliyorum.

* * *

SİPERİN Ardı Vatan
, Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan’ın imzalarını taşıyan kitap, Çanakkale savaşıyla ilgili ilk ciddi değerlendirme. Üzerinde titizlikle çalışılmış ayrıntıları toplayan kitap bundan sonra yapılacaklara alt yapı hazırlıyor, kapı açıyor bana göre.

Okurken birçok not aldım. Örneğin, 8,5 ay süren savaş boyunca sağlık hizmetleri o kadar fedakarca verilmiş ki o zor koşullarda salgın hastalık olmamış orduda. Bunu bilmek ne kadar önemli. Savaşta hastalananların yarısından fazlası 5. Ordu menzili emrindeki 9 bin 950 yataklı 14 hastanede ve sadece 61 doktor tarafından tedavi edilmişler.

Örnek olacak böyle bir hizmet ruhu yatıyor cumhuriyetin temelinde.

Aynı dönemle ilgili Fransız belgelerinden de o sırada itilaf devletlerinin elinde olan Bozcaada’da tam teşekküllü bir akıl hastanesinin kurulduğunu ve Fransız askerlerinin psikolojik tedavilerinin orada yapıldığını okumuştum. Ölümü göze alarak çıkılan bir yolculukta insan sağlığına verilen önem de başlı başına bir inceleme konusu.

Çanakkale, tarihte barış kültürünün ilk kez filizlendiği savaş. Barışın bir kültür olarak kabul edildiği, bu konudaki çalışmaların yaygınlaştığı ve barış kültürü eğitiminin ders olarak okullara girmeye başladığı günümüzde Çanakkale’nin bu açıdan da incelenmesi ve evrensel boyutunun bu açıdan da ortaya çıkartılması gerekir.

Bu çalışmalar sadece bu coğrafyanın değil, Türkiye’nin kimliğinin derinliğini de ortaya koyacak. Yeter ki Çanakkale’yi hatırlamak için önümüzdeki yılı beklemeyelim.

Erdoğan’ı bir CHP’li kurtardı

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, bir avukatın uyarısı ile son anda bir hukuk skandaldan kurtuldu. Başbakan Erdoğan’ın, 17 Mart’ta Çanakkale’de yapacağı açılışlardan biri de Çan Termik Santrali idi. Oysa santralin ÇED raporu Bursa 1. İdare Mahkemesi tarafından 13 Eylül 2005 tarihinde, bu haliyle çevreye zarar vereceği gerekçesiyle "iptal" edilmişti. Çanakkale Barosu eski başkanlarından Av. Hilmi Baydar, AKP ve CHP milletvekilleri ile Başbakanlığa durumu faks ile bildirdi ve kararı hatırlatarak Başbakan Erdoğan’ın santrali açması halinde mahkeme kararını ihlal edeceğini ve suçlu duruma düşeceğini söyledi. Avukat Baydar’ın uyarısı ciddiye alındı ve Başbakan son anda Çan’a gitmekten vaz geçti. Haberi ilk duyuran Çanakkale Olay Gazetesi’ne göre, AKP şimdi programı düzenleyen bürokratın kim olduğunu bulmaya çalışıyor. DHA Çanakkale temsilcisi Erdem Sürek’den de işin bir başka boyutunu, Başbakanı suçlu duruma düşmekten kurtaran avukatın CHP’li olduğunu öğrendim. Uyarı yapılmasa Başbakan açılışı gerçekleştirecekti, bu da CHP’ye muhalefet kozu olacaktı. Siyaseti böyle algılayanlar çok ama diyorum ya, Çanakkale’de bir çok şey gibi siyaset anlayışı da farklı. Burada ortak çıkar etrafında uzlaşma kültürü ağır basıyor.
Yazının Devamını Oku

Düşmanın geçemediği dostun ulaşamadığı Çanakkale

19 Mart 2006
BU yolun adı eskiden Londra asfaltı idi. İstanbul’dan çıkıp Londra’ya uzanan karayolumuz olduğu için bu ad verilmiş. Sonra adı değişti, ama hálá bizim Avrupa’ya uzanan yolumuz o. Çanakkale’ye giderken ben de bu yolu kullanıyorum. İki yıl önce, AKP’nin duble yollar projesi kapsamında genişletme çalışmaları, kazılar başladı. Sevindik. Çanakkale-İstanbul arası mesafenin kısalacağını ummuştuk.

Önceki gün Doğan Yayın Holding’in "Anadolu’daki Avrupa" konulu toplantılarının 15’incisinin düzenlendiği Çanakkale’ye gitmek üzere yola çıktığımda hayal kırıklığına uğradım.

Toplantı çok iyi geçti, konuşmalar ufuk açıcı, katılım ve ilgi çok yüksekti. Toplantıdan çıkardığım sonuçları başka bir yazıda ele alacağım.

Bugün gidiş ve dönüşten söz edeceğim.

Çünkü Avrupa’ya en yakın kentimiz olan Çanakkale, ulaşılması en güç kentidir Türkiye’nin. Karayolu dışında başka seçeneğiniz yoktur.

TEM’in Kınalı çıkışından Malkara’ya kadar yani 200 küsur kilometrelik karayolu bırakın duble olmayı, güvenli tek yol olmaktan bile çıktı.

İnşaat yer yer yarım kaldı. Bittiği sanılan yerlerde ise can güvenliği tamamen sürücünün yeteneğine bırakılmış.

Müthiş çukurlar, çift yönün nerede bitip nerede başladığı anlaşılmayan düzenlemeler, daha doğrusu düzensizlikler, iki yol arasında bir metreyi aşkın ve üzerinde hiçbir işaretin bulunmadığı yükseklik farklılıkları.

Avrupa’ya açılan yol kendi kaderine terkedilmiş halde.

* * *

AVRUPA
ile kara ticaretini taşıyan bu yol, önümüzdeki ay Paskalya nedeniyle İstanbul’a gelecek olan Yunan turist akınını karşılayan yol da aynı zamanda.

Ulaştırma Bakanı Yıldırım, Başbakan Erdoğan dahil geçen yıl bir çok kişiye Çanakkale’nin sadece geçilemez değil, ama artık ulaşılamayan bir kent haline geldiğini söyleyip yardım istemiştim. Aldığım yanıt bu duble yol ile sorunun çözüleceği idi.

Bandırma-Çanakkale arası da aynı durumda. Gönen-Çanakkale yolu yarım kaldı.

Kimdir bu işin sahibi, denetleyeni, Cuma günü Çanakkale için yıllardan beri alışan iki meslektaş dostum Uğur Dündar ve Olay Gazetesi sahibi Aynur Narler ile konuyu açtığımız Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Gönen- Çanakkale arasındaki yolun durumunu yanımızda telefonla soruşturdu.

Maalesef yanıt olumsuzdu. Tahsisat yokmuş. Tahsisat yok, Çanakkale’ye yol yine yok.

* * *

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan
, 17 Mart’ta Çanakkale’yi uluslararası deniz taşımacılığına bağlayan ilk limanı, Kepez’in açılışında "Çanakkale’nin geleceğinin parlak olduğunu" söyledi. Ben de buna yürekten inanıyorum.

Ondan önce uygarlığa ilham kaynağı olan Troya savaşlarının geçtiği coğrafya da burası.

Çanakkale Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı İlhami Tezcan, DYH’nin toplantısında yaptığı konuşmada, ulaşım sorununun bir an önce çözümlenmesini istedi. Çanakkale’nin geleceğinin parlak olması için bu şart.

Sadece kara yolu değil. Çanakkale’de kentin içinde küçük bir havaalanı var. Ama uçuş yapılmıyor. Çanakkale’ye özel uçağınız yoksa hava yolu ile gidemezsiniz. Konuştuğum iş adamları mutlaka yeni bir havaalanı projesinin yapılmasını ve kentin zengin çevresiyle birlikte hava ulaşımına açılmasını istiyorlar.

Ayrıca deniz taşımacılığının modernleştirilmesi de şart. İş adamları Ayvalık, Assos, Çanakkale, Bozcaada, Gökçeada ve Eceabat, Gelibolu ile İstanbul ve İzmir’i de kapsayan bir projeyi geliştirmeye çalışıyorlar. Kuzey Ege’deki Yunan adalarının da bu güzergáh içine alınmasını tasarlıyorlar. Böylece Kuzey Ege hem bir alış veriş hem de bir barış denizi haline gelecek.

Çanakkaleli iş adamlarının projeleri Kuzey Ege ile sınırlı değil. Ticaret Odası Başkanı İlhami Tezcan, İtalya’nın Brindisi limanından Çanakkale’ye feribot seferleri konusunda Trieste Ticaret Odası ile ilke anlaşmasına vardıklarını açıkladı. Çanakkaleli kendini dünyaya açmaya çalışıyor.

Çanakkale, Türkiye’nin vitrini. Bunun önemini kavramadıkça Çanakkale’nin ulaşılmazlığından kimse rahatsızlık duymayacak.
Yazının Devamını Oku

Niye Bozcaada değil

17 Mart 2006
AVRUPA Birliği hedefinde beliren her gölgelenme yalpalamalara yol açıyor. Pusulası bozulmuş gemi gibi esas yollar ile "tali"ler arasındaki seçimler zorlaşıyor. Türkiye’nin öncelikleri ile ayrıntılar birbirine giriyor. Avrupa Birliği’nin siyasi kurumları, geçen yıl sonunda alınan müzakere kararından sonra kış uykusundan uyanmaya başladı.

Bizim için de vizyon tazeleme zamanı gelmedi mi?

Avrupa Parlamentosu’nun genişleme raporuna bir göz atalım. Gerçi Avrupa Parlamentosu’ndan ne gelirse gelsin "bağlayıcı değil" diyerek onu küçümseme eğilimimiz var ama AB hukukuna göre hepsi birer AB belgesi, siyaseten de Komisyon’un yaklaşımını etkiliyor.

Genişleme raporu, Komisyonu’n ortaya attığı bir kavramın altını çiziyor. "Avrupa Birliği’nin özümseme kapasitesi."

Avrupa Komisyonu, bu yıl sonuna kadar "özümseme kapasitesi" kavramının içini doldurmaya çağrıldı. Hangi kriterler, müzakerelerin sonuna gelindiğinde, örneğin Türkiye’nin özümsenebilip özümsenemeyeceğini belirleyecek.

Adaylara tam üyelik yolunu göstermeden onları AB yapılanmasına bir biçimde "demirlemek" anlamına geliyor. Yani imtiyazlı ortaklığı üyeliğin yanı sıra yeni bir statü olarak adım adım ilerliyor.

* * *

RAPORUN
Türkiye bölümünde Kıbrıs Rum Yönetimi ile doğrudan ticaretin başlaması bunun için ek protokolün hayata geçirilmesi çağrısı var.

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin adanın temsilcisi olarak tanınması için "Bütün AB üyesi ülkelerin tanınması katılım sürecinin gerekli unsurudur" gibi ifadeler de girmiş rapora.

Raporda benim dikkatimi çeken iki ayrıntı var. Birincisi NATO çerçevesinde sürmekte olan bir minik krize olan atıf.

Türkiye’den, "NATO’da Berlin Plus anlaşmasını engellememesi" isteniyor.

Bunun açılımı şöyle: "Avrupa Birliği’nin ABD ile NATO çerçevesi içinde ikili işbirliği sürecinin başlayabilmesi senin elinde. Kıbrıs’ın NATO üyeliğini veto etme kararını kaldır."

Avrupa aslında ABD ile transatlantik ilişkiyi NATO dışına çekmek istiyor. Bunun NATO çerçevesinde olmasını isteyen Washington. Dolayısı ile anlaşmanın engellenmemesi Washington’un isteği ama Kıbrıs Rumları ve Yunanistan’ın da girişimiyle Avrupa’ya da benimsetildiği görülüyor.

İkinci ayrıntı da şu: Patrikhanenin ekümenik haklarının tanınması çağrısı yapılırken "İstanbul, İmros ve Tenedos Rumlarının hakları"ndan da söz ediliyor. Neden Türkiye’nin Ege’deki iki adasının beş bin yıllık isimleri yerine bugünkü Gökçeada ve Bozcaada olan isimleri geçmiyor?

Haklar konusunda olduğu gibi maddi hatalar konusunda da duyarlıyım da. Bunun üzerinde durmamdaki maksat, yarı Bozcaadalı olarak hataya dikkat çekmek. Düzeltilmesi için uğraşmak, hatayı göstermek bize düşüyor.

* * *

AVRUPA
genişleme raporu siyasi pozisyon belgesi ama resmi süreçte de her şey tıkırında gitmiyor.

Müzakereler daha başlamadan teknik temelde sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı.

Eğitim ve Kültür faslında tarama bitti ama müzakere açılması için Avrupa Konseyi, müzakerenin "siyasi kriterler"i de içermesini istedi. Almanya ve Fransa’nın girişimleri sayesinde ortaya çıkan yeni durumla ilgili AB Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp ise şöyle diyor:

"Siyasi kriterler adalet, güvenlik, iç işleri ve temel haklarla ilgili fasıllar dışındaki fasıllarda yoktu. Biz eğitim ve kültür faslında Komisyon’a sorduk. Bize siyasi kriterlerin bu fasılda olmadığını söylediler. Biz de ona göre pozisyon hazırlıyoruz."

Avrupa Birliği’nin eğitim ve kültür ile ilgili müktesebatı sınırlı. Kısa sürede müzakere tamamlanıp bu fasıl kapanabilir. Ama siyasi kriterler dendiğinde işin içine başka unsurlar giriyor. "Türkçe dışındaki diller" gibi.

Ankara itirazını yaptı. Yanıtı bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Miloseviç ölümüyle de sorun

13 Mart 2006
Miloseviç Birleşmiş Milletler Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmadan önce vicdanlarda mahkûm edilmişti. Yugoslavya’da katliamların, saldırıların savaş kararlarının altında Miloseviç’in imzası olduğuna kanaat getirmek için mahkeme sonucunu bekleyen tarafsız bir tek insanın bile olduğunu düşünemiyorum.

Ama Miloseviç, yaşamıyla olduğu gibi ölümüyle de soruna yol açıyor.

Adalet mücadelesi devam etse bile, Miloseviç’in ölümü Nüremberg’den sonra Avrupa’da kurulan en önemli savaş suçu mahkemesini zaafa düşürdü.

Her ne kadar mahkemenin geçen yıla kadar başkanlığını yapan Theodore Meron, bu mahkemenin de, insanlığa karşı suçlarla ilgili yargılamalarda içtihat haline gelecek yenilikleri hayata geçirdiğini savunsa da, bu davanın sonuçlanması önemliydi.

Çünkü, 2002’de ABD’nin karşı çıktığı ama 100 ülkenin benimsediği bir kararla Lahey’de kurulan Uluslararası Ağır Ceza Mahkemesi (ICC), hayata ilk adımlarını daha güçlü atabilmek için Yugoslavya duruşmalarının sonuçlarını bekliyordu.

Ruanda, Sudan Darfur ve Kongo’daki katliamlarla ilgili bu yıl ilk davalarını açacak olan ICC için bu, örnek alınacak bir başlangıçtı.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin güçlenmesi ise önümüzdeki dönemde, sadece Afrika’da değil, belki de Irak’ta da katliam kararlarını verenlerin hakim karşısına çıkabilecekleri anlamına geldiği için kritik bir öneme sahip.

***

YAPILAN
hatalarla ilgili tartışmaların da muhakkak yararı olacaktır, örneğin duruşmanın, Miloseviç’in kendini savunma hakkını kullanmasıyla aşırı uzaması, Bosna, Hırvatistan ve Kosova’daki olayların hepsinin birden ele alınmasının hatalı olduğu eleştirileri gibi.

Ama bazı çevreler tarafından Miloseviç neredeyse bir kurban haline getirilmeye çalışılıyor.

Miloseviç’in avukatı Verges, dün caniler mahkemesi diyordu.

Hasta olduğu halde tedavi ve kontrol olanağının kendisine tanınmamasından tutun da, bir hafta önce hücresinde intihar eden Hırvatistan’daki katliamların sorumlusu Milan Babiç’in ölümünden sonra Miloseviç’in hücresinin gardiyanlar tarafından muntazam denetlenmediği eleştirilerine kadar birçok soru atılıyor ortaya.

Sırbistan’da ana muhalefetteki Radikal Parti ile Miloseviç’in Sosyalist Partisi’nin bu fırsatı kaçırmayacakları kesin.

Hele de Kosova’nın bağımsızlığının gündemde olduğu, Karadağ’ın Nisan’da Sırbistan’dan ayrılmak için referandum düzenleyeceği bir ortamda Miloseviç’in yeniden ulusal kahraman haline getirilme olasılığı çok yüksek.

Bu durum, şimdi Avrupa Mahkemesi için daha da önemli hale gelen Radovan Karadziç ile Ratko Mladiç’in Lahey’e teslimlerini de giderek zorlaştıracak.

Ama Avrupa Birliği, önceki gün Belgrad’a dört hafta süre verdi.

Bu süre içinde Karadziç teslim edilmediği takdirde Avrupa Birliği, Sırbistan ile diyaloğunu askıya alacak.

Bu tehdit ne kadar etkili olacak önümüzdeki günlerde göreceğiz.

***

AVRUPA
Birliği’nin geçen hafta Salzburg’da, Balkan ülkeleri ve Türkiye’nin de katıldığı toplantısında Balkanlara genişleme kararı yeniden dillendirildi ve müzakerelerin hedefinin tam üyelik olduğu açıklandı.

Avrupa’nın, bütün tartışmalara ve içe kapanma eğilimlerine rağmen genişlemeye devam edeceğini gösteren bu karar çok önemli.

Çünkü, Irak Savaşı’nın Ortadoğu’da yaptığı gibi, Miloseviç’in hücredeki ölümü de Balkanlar’da radikalizmi güçlendirecek.

Dağılmanın sonuçlarını on beş yıldır büyük acılarla yaşayan eski Yugoslavya coğrafyası, Avrupa’nın güvenliği için tehdit olmaya devam ediyor.

Yazının Devamını Oku