Ferai Tınç

Şimdiye kadar dinsizler mi siyaset yaptı

17 Nisan 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, muhalefet üslubundan hiç vaz geçmedi. Sanki iktidarda değil de muhalefet sıralarından seslenen ana muhalefet lideri gibi konuşuyor. "Siz dindar insanları dinden uzak tutmak için konuşuyorsanız. Bu millet sizi affetmez" diyor.

Bu millet kimi affetmeyecek? Başbakanın muhalefeti cumhurbaşkanına yönelik gibi duruyor ama değil. Devlete, düzene muhalefet ediyor Başbakan.

Devlet eleştirilemez değil. Türkiye’nin devlet politikaları, kurumları da eleştirilebilir, kurumlara kutsallık atfetmek demokrasinin dinamiklerine aykırı.

Devlete muhalif bir devlet başkanı anımsıyorum ben. Şili Devlet Başkanı Salvador Allende. Ama o sonucuna katlanmaya razı olarak iktidara gelir gelmez "değişim" sürecini başlatmıştı.

AKP lideri ise üç yıldır muhalif. Bu muhalefeti siyasi taktik olarak kullandığı için de bir türlü tam iktidar olamıyor. Meclis çoğunluğu, hayatta karşılığını bulamıyor.

Bu iktidarsızlık onu hırçınlaştırıyor. Eleştirilere fena kızıyor Başbakan.

Şu sözlere bakın.

"Bu ülkede dindarlar da siyaset yapma hakkına sahip."

Bugüne kadar dinsizler mi siyaset yaptı bu ülkede?

Bu soruya da yanıtı var başbakanın.

* * *

"YAŞAMADIĞINIZ halde, yaşıyormuş gibi yaşayanların yanına gittiğinizde, o kılıfa, o hareketin içine girmek istismardır ve bunu da Türkiye’de kimlerin yaptığı gayet iyi bellidir."

Yani bugüne kadar Türkiye’de siyaset yapanlar halkı kandırmışlardır. Dinsiz oldukları halde dindar gibi gözükmüşlerdir.

Siyasi liderlik ağzından hele de başbakan seviyesinde ifadesini bulan bu yaklaşım Demokrat Parti’nin Vatan Cephesi listelerini anımsatıyor. Bizden olanlar ve olmayanlar anlayışı toplumu bölen, "bölücü" bir yaklaşımdır.

Başbakanın yukarıdaki cümlede kullandığı dini "yaşamak" deyişini daha önce de duydum. Sudan ziyaretinde Büyükelçilik bahçesinde kendisini karşılamaya gelen öğrencilere yaptığı konuşmayı anımsadıkça ne kastettiğini daha iyi anlıyorum.

Hepsi türbanlı olan ve Sudan’da halka "Müslümanlığı öğrettiklerini" öğrendiğim kız öğrencilere ve uzattığım elimi sıkmayarak havada bırakan erkek öğrenci gibilerine seslenen başbakan "burada istediğiniz hayatı yaşayabiliyorsunuz" diyordu.

Dindar gibi değil, dinci gibi yaşamak söz konusu olan. Dindar insanları dinci olmadıkları için dinsizlikle suçlayan bir zihniyetle "demokratik uzlaşma noktası" bulmak zor. İşte bu yüzden bu yaklaşım, çatışmaya yol açan bölücü bir söylem olarak iktidarı hep muhalefette bırakıyor. Ve her zaman da bırakacak.

* * *

BAŞBAKAN
, Müslüman kimliğe dayanarak kurulan dayanışma ağı temelinde iş yapanların örgütü MÜSİAD’a seslenirken yanıt veriyor Cumhurbaşkanı’nın "irtica tehlikesi" uyarısına.

Benim cemaat dayanışmalarına bir diyeceğim yok. Ama bir iktidarın, cemaatlar, inançlar arasında tercihler yaparak çıkar grupları oluşturması ne demokrasinin ne de ekonominin kurallarına uyar. Kadrolaşmaların, ihalelerde "bizimkiler" kayırıcılığının temelinde bu ahbap çavuş cemaatleri yok mudur? İster dinci olsun ister dinsiz hiç fark etmez.

İşte bu yüzden Cumhurbaşkanı Sezer’in eleştirileri sadece ona ya da devletin ordu gibi kurumlarına ait değil.

Bu, "dini yaşayanlar ve dinsizler" ayrımı hepimizi rahatsız ediyor. Gündemi bulandırıyor, enerjimizi harcıyor.
Yazının Devamını Oku

Şiddete çare yok mu?

16 Nisan 2006
BİR insana çarptıktan sonra onu yerde bırakıp kaçan sürücü ile zehirli varilleri toprağa gömen iş adamı arasında ne benzerlik var? Kulaklarına küpe takan, yaptığı resimde çıplaklığı çalışan, üniversite kampüslerinde bahar bayramlarını kutlayan öğrencilere döner bıçakları ile saldıranlar ile gırlağını yırtarcasına bağıran politikacının kavgacı üslubunun nedenleri hangi noktada buluşur?

Namuslarını temizlemek için kızlarını öldürdükten sonra zafer işaretiyle poz verenler, karısının bacaklarına ateş ettikten sonra hızını alamayıp yüzünü jiletle doğrayanlar ile köpekleri, kedileri göz kırpmadan öldürenleri bu sonuçlara iten nedir?

Son bir hafta içinde medyaya yansıyan olaylardan seçtiğim örnekler bunlar.

Hepsini birleştiren bir nokta var. Farklı gibi görünse de hepsinin altında yatan şey aynı. ŞİDDET.

Aslında hepimiz farkındayız, sorunlarımızı şiddetsiz çözemez hale geldik. Çare bulamıyoruz. Öfkemizi yönetemiyor ve şiddete teslim oluyoruz. Bir kere teslim olduktan sonra da bütün sorumluluklarımızı yitiriyoruz.

Bu durumu kabul mü edeceğiz? Hiçbir şey yapmadan, öyle uzaktan, fazla şaşırmadan?

Rüyadaymışçasına, uyanınca her şeyin düzeleceği aldatmacasıyla idare mi edeceğiz?

Çare yok mu?

***

BOĞAZİÇİ
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Fatoş Erkman, son zamanlarda şiddete karşı çözüm aranan tartışmalarda ailenin işaret edildiğini söylüyor. "Şiddete çözüm aileden başlamaz. Okuldan başlar" diyor.

Geçen hafta bir grup gazeteciyle bir araya gelen Prof. Erkman ve bu konuda çalışan bazı öğretim üyeleri, Boğaziçi Üniversitesi’nde "Barış Eğitimi Merkezi" açmak için çalışmaya başladıklarını açıkladılar.

Profesör Fatoş Erkman, şiddetin ortaya çıkmasını, daha doğrusu şiddetin oluşmasını engelleyen stratejiler geliştirilebileceğini anlattı bize.

"Başka hiçbir seçim hakkımız yok. Barış eğitimi okullara girmek durumunda. Biz oluşturmayı istediğimiz Barış Eğitim Merkezi’nde eğiticileri eğitmeyi amaçlıyoruz öncellikle. Sınıf öğretmenleri, çocuklara şiddete baş vurmadan çözüm yöntemlerini öğretmeliler. Ayrıca, ailelere de en kolay ulaşacak olan kurum okuldur" diyor.

Bu merkezde şiddet dışı çözüm yöntemleri öğretilecek. Ayrıca barış eğitiminin Milli Eğitim’in programına alınması amacıyla müfredat geliştirilecek. Büyükler ve küçüklere yönelik sivil toplum projelerini oluşturarak "toplumun şiddete karşı bağışıklık sistemini güçlendirmek" de merkezin amaçları arasında.

Türk-Yunan barışı için çalışan kadın barış girişimi Winpeace’in de eğitimcilerin katkısıyla geliştirdiği bir barış eğitimi programı var. İki ülkede pilot okullarda uygulanan ve geçen yıl Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıtımı yapılan program, bu yıl 5 Mayıs’ta Atina’da Yunan eğitim bakanlığının da katılımıyla kamuoyuna tanıtılacak. Önyargılara karşı farkındalık yaratmak ve şiddet dışı yöntemlerle sorunların çözümü öğretiliyor bu programda.

Boğaziçi Üniversitesi’nin Barış Eğitimi Merkezi girişimine, Winpeace de destek veriyor.

***

İNSAN
ve bütün canlıların haklarına saygılı, çevre ve yaşam bilincine sahip, kültürler arası farklılıklara anlayışlı, şiddetsiz bir toplumu hayal etmek boş bir iş mi? Artırırız cezaları olur biter mi?

Ceza ile toplumu esir almak üzere olan şiddetin önüne geçemeyiz. Şiddet toplumunu yarattığımız gibi şiddetsiz toplumu da geliştirecek olan bizleriz.

Şiddetin çaresi eğitimde. Ve bu sadece bir sivil toplum sorunu değil. Bir devlet meselesi, bir siyaset sorumluluğu.
Yazının Devamını Oku

Polonyalı bakandan, Ermeni sorunu girişimi

14 Nisan 2006
ÜLKESİNİN tanınmış tarihçileri arasında yer alan Polonya Dışişleri Bakanı Stefan Meller, Ermeni sorununa çözüm için devreye girme hazırlığında. Resmi bir ziyaret için önceki gün Türkiye’ye gelen Polonya Dışişleri Bakanı, İstanbul’da yaptığımız uzun söyleşide Türkiye ve Ermenistan’dan iki tarihçiyle birlikte Ermeni soykırım iddialarını tartışmak istediğini söyledi.

"Tarihçi olarak hayalim, Ermeni ve Türk tarihçilerle oturup, bir yandan rakı ve şarap içerek bu konuları tartışmak. Kavga için değil anlaşmak için tartışmak. Bizim, Polonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlarla kat ettiğimiz acı ve zor yolun deneyimlerinin yararlı olacağına inanıyorum. Ayrıca, biz Polonyalı tarihçilerin, Alman ve Ukraynalı tarihçilerle bir arada kendi zor konularımızı konuştuğumuz toplantıların deneyimi var. Her toplantıda önce kan konuşuluyordu, sonra acılar ağır basıyordu, ama konuştukça gerçeklere ulaşıyorduk" diyor Polonyalı Bakan.

Meller, öneriyi haziran ayında ziyaret edeceği Erivan’a da götüreceğini söylüyor.

Polonya Dışişleri Bakanı’nın açıklaması sadece bir tesadüf mü? Sanmıyorum.

O zaman Polonya’nın, Ermeni sorunuyla ne ilgisi var diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Bunun çeşitli nedenleri var.

* * *

POLONYA
Parlamentosu geçen yıl Ermeni soykırım iddialarıyla ilgili bir karar tasarısı kabul etti. Dışişleri Bakanı, "Bu karar ile geçen yüzyılda binlerce insanın çektiği acının anılması amaçlandı. Ama bu parlamentonun kararıydı, hükümetimizin resmi tutumu değil" dese de 24 Nisan’da Türk Büyükelçiliği önünde gösteri de dahil çeşitli soykırım anma hazırlıkları yapıldığı haberleri geliyor.

Bu olaylar, sorunsuz ilerleyen iki ülke ilişkilerinde istenmeyen gerginliklere yol açıyor bu birinci neden.

Polonyalı bakan ise nedenini şöyle açıklıyor:

"İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Polonya’da kimse Almanca konuşmak istemezdi" diyor Meller, "Ben o yılları anımsıyorum. Alman azınlığa Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Polonya hükümeti şiddet uyguluyordu ve hepimiz bunu doğal karşılıyorduk. Almanlardan nefret ediyorduk. Ama bugün artık o dönemle ilgili hataları anlatan kitaplar yazıyoruz. Halklar kendilerini özgür hissettiklerinde geçmişleriyle yüzleşebiliyorlar. Avrupa Birliği’nin temelinde, bütün günahlarını açıklayan, dolaplarındaki cesetlerden bahseden ve ’unutmayalım’ diyen siyasetçilerin cesareti var. Savaşsız yarınları inşa etmenin en önemli unsuru nefretsiz hafızadır."

Polonya, bu konuda deneyimli bir ülke olarak etkili olabileceğini düşünüyor.

* * *

POLONYALI
bakanın Türkiye ziyareti, ülkesinde Auschwitz kampıyla ilgili tartışmaya denk geldi. Yabancı basında Auschwitz’in "Polonya kampı" olarak anılmasının önüne geçemeyen ve ülkelerinin adının soykırım ile birlikte anılmasından rahatsız olan Polonya Dışişleri Bakanlığı, kampların adını "Eski Nazi Alman Konsatrasyon Kampı Auschwitz" olarak değiştirmek için UNESCO’ya başvurdu. Sonuç haziran ayında alınacak. Ancak bu girişim, Dünya Musevi Kongresi’nin,"Tarihi yeniden yazmak istiyorlar. Sorumluluklarından kaçmak istiyorlar. Auschwitz, Polonyalıların gözleri önünde faaliyet göstermişti" gerekçesiyle tepkisini çekti. Alman Berliner Zeitung Gazetesi de girişime, "Auschwitz sadece Nazilerin değil bütün soykırım girişimlerinin sembolüdür" diyerek karşı çıktı.

Polonya Dışişleri Bakanı’nın, görüşmemizin büyük bir bölümünü bu konuya ayırmasının bir nedeni belki de bu canlı tartışmanın etkisiydi.

Tabii bakan, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini desteklediklerini, Kıbrıs’ın soruna taraf ülkeler arasında bir mesele olduğunu ve BM şemsiyesi altında çözülmesi gerektiğini de söyledi. Bir Avrupa Birliği üyesi ülkenin Dışişleri Bakanı olarak, "Türkiye üzerine düşenleri yapmalıdır, Ermeni meselesinin çözümü de bunlardan biridir" de dedi.
Yazının Devamını Oku

Bizim açımızdan İtalya seçimleri

10 Nisan 2006
SON aylarda Avrupa siyasi sahnesinin en renkli seçim kampanyasını yaşayan İtalya, bu akşam seçim sonuçlarını öğrenecek. Berlusconi ile mi yola devam edilecek yoksa, sol ittifak ve Profesör Prodi ile yeni bir döneme mi yelken açılacak?

Seçim sonuçları bizim açımızdan ne ifade edecek?

Son zamanlarda, Berlusconi’nin Türkiye açısından daha iyi bir seçim olacağı değerlendirmelerine rastladım.

İtalya, hem Avrupa Birliği sürecinde önemli müttefikimiz, hem de soğuk savaş döneminde Batı kulübünün Akdeniz güvenliğini koruyan iki önemli ortağı.

İki ülke ilişkilerini sadece şövalyeye, yani Berlusconi’ye bağlamak doğru olmaz.

Evet, Abdullah Öcalan Roma’ya sığındığında Başbakan D’Alema, siyasi kavrayışısızlığı yüzünden fevkalade beceriksiz davranarak ilişkileri perişan etti. Bayrak yakmalar, boykotlara kadar vardı iş.

Berlusconi’nin, Türkiye’de sevilmesinin geçmişi o döneme dayanıyor. Çünkü, hem muhalefet olarak hükümeti sert biçimde eleştirmek rahatlığına sahipti, hem de iş adamı pragmatizmi sayesinde Ankara ile ilişkilerinin geliştirmek için D’Alema hükümetinin karşısında Türk-İtalyan ilişkilerini yüksek sesle savunan o kalmıştı.

* * *

DÖRT
yıl önce, Kopenhag Zirvesi’nde Türkiye’ye tarih verilmesi için her şeyi yapacağını söyleyerek sabah toplantılara giren Berlusconi, akşama kadar fikrini defalarca değiştirmiş olmasına ve zigzaglarına rağmen, yeni iktidara gelen AKP hükümeti ile sıcak ilişkiler kurmayı ve sürdürmeyi başardı.

Bu dönemde Prodi Avrupa Birliği Komisyonu’nun başındaydı ve Türkiye konusunda fazla cesaretlendirici olmayan açıklamaları da oluyordu.

Prodi, sol ittifakın lideri olarak bugünkü seçimlerden başbakan olarak çıkabilir.

Türkiye’de bazı çevreler, Prodi’nin başbakanlığında Türkiye’nin Avrupa sürecinin desteklenmeyeceği endişesine kapılıyorlar.

Doğru değil. Birincisi, Romano Prodi Türkiye’nin yabancısı değil. Özal Hükümeti’ne ekonomik danışmanlık yapma teklifi alacak kadar Türkiye’yi tanıyor ve burada biliniyor.

Belki de Prodi’ye şüpheli yaklaşımın temelinde, merkez sol partilerin kurduğu ittifakın lideri olarak seçimlere giriyor olması var.

Ama Demokratik, laik değerlerin ve Avrupa Birliği’nin savunucusu olan bu partilerin liderlerinin hepsinin Avrupa vizyonunda Türkiye var.

Margherita’nın Lideri Francesco Rutelli, Demokratik Sol’un lideri Piero Fassino, Radikal Parti Lideri Emma Bonino, ittifakın önde gelen partilerinin liderleri, Türkiye’siz bir Avrupa olamayacağını defalarca dile getirmiş olan politikacılar.

Prodi’nin iktidarı, İtalya-Türkiye ilişkilerinin çok daha fazla gelişmesine yol açabilir.

İtalya’nın bölgesel bir güç haline gelebilmesi için Akdeniz’e yönelmesi gerektiğini ve özellikle Doğu Akdeniz’de en güçlü müttefikin Türkiye olduğunu görecek bir kadro var Prodi’nin yanında.

* * *

SEÇİMLERİN
sonuçları henüz belli değil. Ama Berlusconi deneyimine bakınca ve iktidar süresinin sonuna yaklaşırken büyüme hedefini tutturamamış, ekonomik adımlarını atamamış bir İtalya ile karşılaştığımızda, iş adamlarının, iyi siyasetçi olacağı inancının yanlışlığı da ortaya çıkıyor.

Berlusconi, büyük medya patronu, iddialı iş adamı olabilir fakat paranın gücü onu iyi bir siyasetçi yapmaya yetmedi. Siyasi meşruiyet kazanamadı.

Ama hakkını yemeyelim. Berlusconi’nin, İtalyan merkez solundaki dağınıklığın giderilmesine katkısı büyük. Sol partiler, Berlusconi olmasaydı, belki de hiçbir zaman bir araya gelemeyeceklerdi.

İtalyan seçimlerini bizim açımızdan değerlendirirken işin bu tarafını da ihmal etmeyelim. Belki ilham verir.
Yazının Devamını Oku

Resim heykel müzesinde

9 Nisan 2006
ONCA şaheser arasında, Hoca Ali Rıza’nın Rumeli Kavağı’ndaki kahvesinden söz etmekteki maksadım, artık onların yerinde yellerin estiğini söylemek için. Denize uzanan tahta iskeleler üzerindeki salaş ve doğa ile uyumlu sade kahvelerin yerine neleri koyduk?

Neden daha güzelini yapamadık da çirkinleştirdik İstanbul’u?

İstanbul Resim Heykel Müzesi’ni gezerken gördüğüm terk edilmiş güzellikler arasında, gözümün takıldığı o küçük tablonun önünde tam bir "harabiyet" ortasında buldum kendimi.

Yıllar boyu kapalı kapılarının önünden geçerken içimin sızladığı Resim Heykel Müzesi, yeniden açıldıktan sonra ilk kez gittim.

Bu müze İstanbul’da en sevdiğim limanlardan biriydi. Saatler geçirdiğim salonların üzerine yıllar içinde kapılar kapandı, Hanry Moore dahil dünyaca ünlü yabancı Türk heykeltıraşların eserlerinin sergilendiği bahçeleri yok oldu.

Kendinden öncekilerin estetiğe ve sanata verdiği değeri "boşveren" önemsemeyen bir toplumun yaşadığı kentlerin estetiğini de boşvermesi doğaldı tabii.

***

RESİM
ve Heykel Müzesi, bir süredir açık ve sessiz sedasız günde 200 kişiyi ağırlıyor.

Müzeyi, Resim Heykel Müzesi’nin müdürü Prof. Ferit Özşen ile birlikte gezdim.

184 yıllık binanın, hiçbir zaman görmediğim birçok bölümü ziyarete açılmış. Dolmabahçe Sarayı’nın mimarları Balyan ailesinin imzasını taşıyan bu güzel bina öylesine köhne, yoksul ve hırpalanmış ki. Utandım.

Rus İmparatorluğu’nun Leningrad’daki yazlık sarayını anımsadım. Yerlerde aynı parkeler. Ceviz kapılar, süslemeler. Ama onlar, Sovyet döneminde de pırıl pırıl korunarak bugüne itinayla taşınmıştı. Bizimkiler berbat durumda.

Profesör Ferit Özşen müjdeli bir haber verdi. Şubat ayında binayı gezen Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, acil onarıma ihtiyaç olduğunu görmüş ve gerekli paranın sağlanması için harekete geçmiş.

Prof. Özşen, Şener’in iki gün önce kendisini arayarak müjdeyi verdiğini söylüyor.

On yıl boyunca müzenin onarımı için her yıl, üç trilyon liraya yakın olanak sağlanacakmış. Sevindim.

***

BİNANIN
kendisi sanat eseri ama depoları da Türk resim ve heykel sanatının kalbi. Sekiz bine yakın eser bulunan müzede, bir tablosu için özel müzelerin yarıştıkları Osman Hamdi’nin on eserini bir arada görebiliyorsunuz.

Halife Abdülmecid Efendi’nin imzasını taşıyan tablolar, Cumhuriyet öncesi ve hemen sonrası kadın ressamlar, heykelin put sayıldığı günlerin Müslüman heykeltıraşlarının eserleri eprimiş, eskimiş, loş ve bakımsız salonlarda sergileniyor. Çok değerli bir arşivi var müzenin. Uluslararası düzeyde sergilere olanak verecek bir zenginlik bu. Yeter ki, kendimizi nasıl tanıtacağımızı düşünürken sanat ve kültürün ilk sırayı aldığını kavrayabilelim.

340 eserin sergilendiği müze aslında yeterli değil. Binanın kendisi, Boğaz’ın görüntüsü resimlerin önüne geçiyor. Profesör Ferit Özşen’in bir projesi var. "Bu binada, Cumhuriyet öncesi eserler sergilenmeli. Cumhuriyet resmi için kent merkezinde büyük bir bina tahsis edilmeli" diyor.

Müzeye uygun inşa edilmiş büyük bir binayı hak ediyor Türkiye Cumhuriyeti’nin resim ve heykel sanatı.

Prof. Ferit Özşen, dar bir kadro ile müzeyi canlandırmaya çalışıyor. Çevreyi düzenlemek için de girişimlerde bulunuyor. Çünkü çevre gerçekten bakımsız. Başbakan’ın İstanbul’a geldiği zaman çalışması için yapılan konutun hemen arkasına rastlayan müzenin girişi mezbelelik. İnşaat bitmiş, molozlar arka bahçeye yığılmış. Saray duvarındaki kapıdan içeriye adım attığında insan, Türk sanatının kalbine bir yolculuğa çıkar gibi değil de gecekondu mahallesine girer gibi oluyor. Bu yolun üzerindeki asırlık çınar ağaçlarının yanıbaşına, Başbakanlık konutunun yekpare mermer bahçesinin kenarına uzun bir palmiye ağacı dikilmiş. Plastikten.

Müze bahçesine giriş yolu da bir resim. Hoca Ali Rıza’nın çizdiği asude kahvelere yakışan çevre estetiğini neden gelişteremediğimizin resmi.
Yazının Devamını Oku

Gereksiz engeller

7 Nisan 2006
BRÜKSEL’den gelen haberler üye ülkelerde Türkiye’nin isteksiz olduğu izleniminin ağır bastığı yönünde. AB Komisyonu genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, ortalığı hareketlendirmek için her iki tarafı da teşvik etmeye çalışıyor. Avrupa’ya "Türkiye’nin karşısına gereksiz engeller çıkartmayın" diye seslenirken Türkiye’ye de "sorunları büyütmeyin" mesajı geliyor.

Gereksiz engeller neler?

***

TARAMA işleminin bittiği Eğitim ve Araştırma faslında "gereksiz engeller" çıkartılıyor örneğin. Fransa, bazı üye ülkelerin desteğini alarak bu faslın insan hakları kriterleri ile ilişkilendirilmesini istedi. Ankara buna karşı olduğunu açıkladı. Dönem Başkanı Avusturya, Fransa’yı ikna etmeye çalışıyor. Formüller geliştiriliyor.

"Bu maddeyi insan hakları kriterine bağlamak gereksiz" diyenler daha ileriki fasıllarda, Türkiye’nin kaçınmak istediği konuların zaten gündeme geleceğini söylüyorlar.

***

SORUNLARI
büyütmek de, müzakere sürecinin herhangi bir noktasında zaten atılması gerekecek olan adımlara önceden karşı çıkarak çözümü zorlaştırmama telkini anlamına geliyor.

Yine bu eğitim faslı ile ilgili sorunu bizim açımızdan ele alalım. Ankara’nın, eğitim maddesinde insan hakları kriterlerine karşı çıkmasının nedeni belli. Ana dilde eğitim konusunun açılması istenmiyor.

Pekiyi bundan kaçış var mı? Yok. İki nedenle yok.

Avrupa Birliği müzakereleri çerçevesinde yok.

Çünkü eğitim faslı olmasa bile, konu insan hakları kriterleri ile doğrudan ilişkili başka fasılların müzakeresinde zaten gündeme gelecek.

İkinci neden ise, iç dinamiklerin seyri açısından bu konunun gündeme gelmesinden kaçış olamaz.

Ana dilde eğitim hakkını bir devlet, vatandaşlarından esirgeyebilir mi? Tek sorun olabilir, o da maddi sorun. Eğitici eğitimi ve diğer giderlerin temini gibi.

Tabii bu konular gündeme geldiğinde, Avrupa’daki durumu ve oradaki örnekler de konuşulacak.

***

REFORM
sürecindeki hevessizlik, uzun zamandan beri dikkat çekiyordu. Ama yılın ikinci yarısına yaklaşırken Brüksel’den uyarılar gelmeye başladı. Bir Avrupalı yetkili, "Türkiye reform sürecinde isteksizleşti" izleniminin Avrupa ülkelerine yayıldığını söylerken Gümrük Birliği’nden örnek verdi. Gümrük Birliği’nde ciddi sorunlar var. Kıbrıs meselesi değil. Sorunlardan biri alkollü içkiler örneğin. İlaç sektöründe de patent hakları ile ilgili sorunlarda hiçbir ilerleme sağlanamadığı söyleniyor. "Yapılmış bir anlaşmada taahütlerinizi yerine getirmezseniz, yeni anlaşmalar için cesaret vermez bu tavrınız" deniyor.

***

İLK
bakışta Avrupa ile tek sorunun Kıbrıs’mış gibi duruyor. Ama tek sorun bu değil. Türkiye müzakere havasına giremedi. Tarih alındıktan sonra teknik bir sürecin başladığı izlenimi hakim.

Reformlar bile, "paket paket meclise gelip geçecek" gibi bir anlayışla gündeme getiriliyor.

Siyasi çalışması yapılmadan, halk Avrupa Birliği konusunda bilgilendirilmeden, ihtiyaçlar belirlenmeden, yani halka rağmen reform yapmak da mümkün tabii ama o biraz göle maya çalmaya benzemez mi?
Yazının Devamını Oku

PKK çatışmayla besleniyor

3 Nisan 2006
PKK, gerek Kuzey Irak’ta,gerek Türkiye’de siyasi sürece dahil olamayacağını hissettikçe eski kirli savaş günlerinin koşullarını yeniden yaratmaya çalışıyor. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşmesi PKK’ya hiçbir şey kazandırmaz.

PKK’nın liderlik kadrosu Türkiye’de Kürtlerin geleceğe umut ve güvenle bakacakları bir ortamı sağlayacak koşulların oluşmaya başladığını gark ediyorlar.

PKK ve Apo için ölmenin bir Kürdün öncelikli görevi olduğu inancı kayboluyor. Dağa çıkartacak insan bulmak gittikçe zorlaşıyor.

İstanbul’da Kürt sorununun sansürsüz tartışıldığı ilk büyük toplantıdan sonra, özel televizyonlarda Kürtçe yayınların serbest bırakılması kararının hemen ardından yapılan bu ayaklanma provası, PKK’nın "Kürt meselesinde tek muhatap benim" iddiasından kaynaklanıyor.

Bütün terör örgütleri gibi PKK da çatışma ortamından besleniyor. Kitle temeli buluyor ve militan sağlıyor.

O yüzden de, kepenk indirmeyenlere yönlendiriliyor şiddet. PKK’nın sözünden çıkanın sonu fena olur mesajı vurgulanıyor. Terör örgütünün palazlanma taktiklerinden biri bu. Yıllarca bölgede aydınları ve sorunun demokratik çerçevede çözümü için mücadele edenleri hedef alan bir örgüt, bugün aynı senaryoyu yine sahneye koyuyor.

Ama bu taktikler tutmayacak.

Türkiye’ye demokrasi zihniyeti yerleşiyor. İşte bundan korkan bir avuç savaşağası, demokrasinin tıkanmasını, onu beceremezlerse Türkiye’de, Kürt-Türk ayrımını derinleştirerek halkın birbirine düşmesini istiyor.

Çünkü çatışma olmazsa PKK kepenk kapatmak zorunda olacağını çok iyi biliyor.

* * *

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan
ve bölge valilerinin açıklamalarında, terörle mücaelenin demokratik hukuk devleti çerçevesinde sürdürüleceği vurgusunu görmek sevindirici.

OHAL’e geri dönüş olmayacağını Başbakanın ağzından da duyduk geçen hafta Cidde dönüşü.

Siyasi liderliğin vereceği mesajlar çok önemli.

Hükümetin açıklamaları kadar bölge belediye başkanlarının açıklamaları da sorumluluk taşımalı.

Ne yazık ki bazı belediye başkanlarının açıklamaları görev sorumluluklarıyla bağdaşmıyor. PKK’yı savunmak, halkı onun güçlenmesi uğruna çatışmaya, ateşe sürmenin vebali çok büyük. Ölümlere yol açan olayları yönetememenin tek sorumlusu devlet mi? Yerel yönetimlerin hiç mi sorumluluğu yok?

Halka yönelik baskıların artmasına neden olanların ağır bir sorumluluk taşıdıklarını bugün belki gündeme getiren az ama yarın, emin olsunlar ki, çok daha fazla sayıda seçmen karşılarına dikilecek.

Ayrıca, olaylarda çocukları kullanılmaları tesadüf değil. O bölgelerde böyle bir sorun var. Ailelerinin adlarını bile bilmedikleri, kaybolduklarında, onlara sahip çıkacak takatleri olmadığı için peşlerine düşemedikleri çocuklar var.

Ana babaları çocuklarına sahip çıkmaya çağırmak yeterli değil. Çocuklarını koruyamayan bir devlet, neyini koruyabilir ki?

* * *

PKK
’nın, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve sorunlara çözüm arayışının önünü tıkamasına izin verilmemeli.

Sadece AKP hükümeti değil, CHP’nin de Kürt meselesi ve güneydoğunun kalkınması için hızla politika ve proje geliştirmeleri gerekiyor.

Artık içi boş laf değil, uygulama zamanı. Brüksel’den gelen zorlamaları ya da krizleri beklemeyi bırakıp, halkın taleplerini cesaretle yerine getirmek teröre verilecek en iyi yanıt, en etkili mücadele yöntemi.
Yazının Devamını Oku

Suudi kadın gazeteci

2 Nisan 2006
İSLAM Konferansı Örgütü’nün Cidde’deki basın merkezi tahminimin üzerinde kalabalık. Çeşitli Arap ülkelerinden gazeteciler Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı soru yağmuruna tutuyorlar. Sudan’da Arap Birliği Zirvesi, ertesi günü Darfur’da bölgesel hükümet ve kampları ziyaret, ardından Cidde. Cuma günü yoğun programın son durağındayız.

Akıcı bir İngilizce konuşan Suudi Arabistanlı kadın gazeteci, söze "Bir sorum bir de yorumum olacak" diye başlıyor.

Ben önce, onun ve diğer gazetecilerin sorularını ve yanıtları aktarmak istiyorum. Suudi kadın gazetecinin yorumunu sona bırakıyorum.

"Hamas İsrail’i tanımamaya devam ederse, sizin tutumunuzda İsrail’e ya da Hamas’a karşı bir değişiklik olacak mı?"

Başbakan’ın yanıtı dikkat çekici. Ankara’da Hamas liderine "İsrail’i tanıması" telkininin yapıldığı açıklanmış olmasına rağmen Başbakan, açıkça "Hamas İsrail’i tanımalıdır" demiyor.

"Her iki taraf da birbirini tanımalıdır" diyor.

Erdoğan, sorunun masada çözüleceği üzerinde duruyor, bombaların çözüm olmadığını tekrarlıyor ama Hamas’ı FKÖ ile bir tutuyor. İsrail ile Hamas’a eşit mesafede duruyor.

Hamas’ın Arap Birliği Zirvesi’ne çeşitli bahaneler uydurularak çağrılmamış olması dikkate alındığında Türkiye Başbakanı’nın tutumu Arap’tan daha Arap.

*

BİR
başka gazeteci soruyor. "Komşu ülkelerinize gösterdiğiniz dayanışmayı İran’a da gösterecek misiniz?" Başbakanımızın yanıtı: "Eğer İran nükleer enerjiyi insani amaçlı kullanacaksa bir şey demiyoruz. Ama nükleer silah geliştirilmesini tasvip etmiyoruz. Fakat bölgemizde ve dünyada kimsenin nükleer silah sahibi olmasını tasvip etmiyoruz. Ortadoğu’da hiçbir ülkenin kitle imha silahı bulundurmasını hoş görmüyoruz. Siz nükleer silah sahibiyseniz İran’ın ona sahip olmasına karşı çıkmanızın anlamı kalmaz. Şu anda nükleer silahın İran’da bulunmasını istemeyen çevrelerde de bu silahın olmaması lazım."

Başbakanın İsrail’i kastettiğini herkes anlıyor.

Ben de bütün ülkelerin silahsızlanması gerektiğini düşünüyorum ama benim düşüncelerim, düne kadar İsrail’in silahları konusunda yüksek sesle herhangi bir tavır almamış olan Türkiye’nin resmi duruşuna uymuyor.

Bu çok doğal. Ama bu pozisyonu savunan başbakan olunca durum biraz farklılaşıyor. Türkiye’nin resmi politikası mı değişti sorusu takılıyor insanın aklına. Birkaç gün önce Dışişleri Bakanımızdan da İsrail’in nükleer silah sahibi olmasına karşı açıklama gelmesi bu duruşu pekiştiriyor. Birçok Arap ülkesi bile İran olayında böyle bir denklem ortaya atmaktan geri duruyor.

*

AKP son zamanlarda rotasını, Müslüman ve Arap ülkelere ve bunların en Batı karşıtı kanadına doğru ayarlıyormuş izlenimi veriyor.

Bunun en önemli nedeni Kıbrıs. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusunda bu yıl sonunda Türkiye’ye yeni tavizler için baskı yapacağı sır değil. Limanların açılması konusu ilerleme raporunda yer alacak. Hükümet ise artık bir santim bile adım atmak istemiyor. Başbakan Erdoğan bunu her fırsatta yineliyor.

AKP için, Avrupa ile müzakerelere başlama kararının çıkmış olması yeterli. Üyelik için hiçbir siyasi riski göze almak istemiyor hükümet.

Arap dünyası ile ilişkileri geliştirmek, bunun için söylem değiştirmek ve Müslüman kardeşliğini ön plana çıkartmak hükümetin "B" planı arayışını yansıtıyor.

Körfez ve Arap sermayesinin bu kadar kararlı biçimde peşine düşülmesinin nedeni de bu.

Avrupa hedefinin bulanmasının ekonomide yol açacağı sonuçları telafi etmek.

*

SUUDİ
kadın gazetecinin yorumuna gelince; "Sizin ülkenizde kadınların sahip olduğu haklar, siyasette ve hayatın her alanında yer alıyor olmaları bizim için çok önemli. Türkiye’ye saygımı sunmak istiyorum."

Türkiye’nin bölgesindeki etkinliğinin Arap popülizmiyle değil ancak A planı ile devam edebileceği bundan daha çarpıcı biçimde nasıl anlatılabilir ki?
Yazının Devamını Oku