SEÇİMLERDEN yaklaşık 2 ay önceydi. Abdullah Gül, Teke Tek programına konuk olmuştu. Çıkışta makyajlarımız silinirken kendisinden bir ricam oldu:
‘‘Abdullah Bey, gelişmeler öyle gösteriyor ki, aralık ayında Kopenhag'da Türkiye adına siz olacaksınız. Giderken uçağınıza bizi de alacağınıza şimdiden söz verin.’’
Şaşırdı.
‘‘Nasıl olacak?’’
‘‘Tayyip Bey'e büyük ihtimalle seçime girme imkánı tanınmayacak ve başbakan siz olacaksınız. Yok eğer Tayyip Bey seçime girerse Dışişleri Bakanı siz olacaksınız. Her halükárda Kopenhag'a gideceksiniz.’’
Müthiş bir kahkaha attı.
‘‘İnşallah, inşallah’’ dedi.
‘‘İnşallahı bırakın, söz mü?’’ dedim.
‘‘Söz söz. Hele bir olsun. Söz’’ dedi.
Geçen pazartesi Başbakanlık'ta kendisine bu ‘‘söz’’ü hatırlattım.
Henüz programı belli olmamıştı. Şaşırdım. Belli ki, sıkıntı yaratan bir belirsizlik vardı. Sıkıntının nedeni birkaç gün sonra anlaşıldı.
Tayyip Erdoğan bir ‘‘sefere’’ daha çıkıyordu.
AKP Genel Başkanı 9 Aralık'ta Kopenhag'a gidiyor, oradan ABD'ye geçip Bush'la görüşüyor ve 12 Aralık'ta Kopenhag'a geri dönüyordu. Erdoğan'ın bu gezisinde ‘‘iki kez’’ Kopenhag'a uğraması ‘‘resmi zirve’’yi sıkıntıya sokmuştu. Cumhurbaşkanı ve Başbakan ‘‘belirsizlik’’ içindeydi. Kopenhag'da ‘‘devlet ve hükümet başkanları’’ toplanıyordu. Erdoğan ne biriydi, ne de diğeri. Ama Gül'ün ‘‘sicil amiri’’ydi.
Başbakan gidince Cumhurbaşkanı gitmezdi. Erdoğan gidince ne olacaktı; kim veya kimler gitmeyecekti; Erdoğan'ın ‘‘resmi sıfatı’’ neydi? Gül'ün gezilerini organize edenlerle hafta sonunda konuştuğumuzda hálá programı belirsizdi.
Erdoğan'ın ‘‘şov çalmaya yönelik’’ gezisi bir rahatsızlık değilse de, bir belirsizlik yaratmıştı.
Ve anlaşılan bu belirsizlik ‘‘Siirt seçimlerine’’ kadar sürecekti.
Ama bana sorarsanız, Erdoğan ayın 12'sinde Kopenhag'da olmamalıydı.
Devlet ciddiyeti bunu gerektirirdi.
Dostça rekabet de olabiliyormuş
GALATASARAY ile Beşiktaş örnek bir derbi oynadılar. Maçtan önce bir olay çıkmadı. Galatasaray tribünleri eski teknik direktörlerini alkışladılar, tribüne çağırıp sevgi gösterdiler, Terim ile Lucescu birbirlerine başarı dilediler. Sahada oyuncular birbirlerine ‘‘düşmanca’’ davranmadılar. Maçın tek ‘‘kötü’’ yanı hakemdi. Galatasaray sezonun en iyi topunu oynadı ama kaybetti.
Olur böyle şeyler. Beşiktaş'a kaybetmek dünyanın sonu değil.
Ama bizim ‘‘futbol medyası’’ gerçekten dünyanın sonu.
Müthiş taktik savaşını Lucescu kazanmış. Hangi taktik savaşı anlayamadım. Galatasaray 75 dakika tek kale oynadı. Olmayacak pozisyonlar harcandı. Hakem mutlak bir penaltıyı vermedi.
Beşiktaş iki kez gittiği Galatasaray kalesinde, solak İbrahim'in sağ ayağıyla ‘‘şanslı’’ bir gol buldu. Ve kazandı.
Taktik bunun neresinde. Galatasaray o sırada 3-0 önde olsa, ki olabilirdi, bu ‘‘cühela’’ takımı hálá ‘‘Lucescu'nun müthiş taktiğinden’’ söz edebilecek miydi?
Yooo...
Bu maçın bende bıraktığı tek duygu, ‘‘insanca’’ rekabetin olması için herkesin hazır olduğuydu.
Sonuç önemli değil.
Yıldırım: Ölmüş anneme sövdüler
FENERBAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım'ın Diyarbakırspor maçında 2'nci golden sonra tribünden çıkmasını eleştirmiştim dün.
Özhan Canaydın'a ‘‘Bunlarla mı centilmencilik oynayacaksınız’’ diye sormuştum.
Aziz Başkan aradı.
‘‘Fatih Bey, gol yediğimiz için çıkmadım. Ölmüş anama küfredildiği için çıktım. Sahada futbol oynayan ve üstelik de o sırada yenilmekte olan bir takımın başkanı olmaktan başka ne suçum vardı! 10 gol yesek de çıkmazdım. Ama küfürlere dayanamadım’’ dedi. Başkan Yıldırım'la Lorant meselesini de konuştuk. Henüz bir karar alınmamıştı.
‘‘Akşam yönetimde konuşacağız. Henüz bir karar yok’’ dedi.
Ama gönderilmesinden yana değildi. ‘‘Biz Fenerbahçe'de kalıcı bir şey yapmak istiyoruz. İstikrar olsun istiyoruz. Kimse anasının karnından kariyerle çıkmıyor. Lorant da Fenerbahçe'de kariyer yapsın istiyoruz. Bence bunu başarabilir. Ama adamı rahat bırakmıyorlar. Hem kulüp içinden, hem dışından. Ama asıl kulüp içinden saldırılar korkunç. Adama sürekli olumsuzluklar aktarılıyor. En yakınındakiler bile adamın altını oyuyorlar’’ diye anlattı.
Çok dertliydi. Üzüldüm.
‘‘Boş ver başkan’’ dedim. ‘‘Hálá zirveye ortaksınız. Dert etmeyin. İki maç alınca her şey durulur.’’ O da böyle düşünüyordu. Ama bıkmıştı. Bıktırmışlardı...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İnsanların özel hayatlarını, onları yıpratmak amacıyla gündeme getirmediğimiz zaman.