KOPENHAG'dan çıkan sonuç, Türk basınının kafasını bir miktar karıştırmış anlaşılan.
Herkes ‘‘kendince’’ bir ‘‘gerekçe’’ ile gerçekleri saptırma peşinde.
Kuyruğu BDDK vasıtasıyla ‘‘iktidara’’ bağlı olan ve ‘‘tam da bu hafta’’ hacizlerle boğuşmaya başlayan Sabah'ın yazı işlerinde eski hastalık nüksetmiş.
İktidarın hoşuna gidecek tarzda manşet atmışlar.
Kopenhag'da sanki müthiş bir sonuç kazanılmış gibi.
‘‘AB uzmanı’’ havası basan dış politikada deneyimli bazı dostlarımız ise ‘‘çuvalladıkları belli olmasın’’ diye bir çıkış yolu aramaya çalışmışlar.
Oysa bu işi bilen herkes biliyor ki, Kopenhag'dan çıkan sonuç Türkiye için tek kelimeyle ‘‘hüsran’’.
2 yıl sonra bugün olduğumuz noktada olacağız.
İyimser bakarsak ‘‘boşu boşuna 2 yıl kaybediyoruz’’.
Ama bir de kötümser bakmak mümkün.
Nasıl mı?
Şöyle bir üç yıl önceye giderek.
1999 Helsinki'sine, yani Türkiye'nin üyelik yolunun açıldığı toplantıya.
O zirvede Türkiye'nin önü açılırken, çok önemli bir ‘‘dipnot’’ düşülmüştü.
‘‘2004'e kadar Ege sorununu taraflar kendi aralarında çözecekler. Aksi halde konu Lahey Adalet Divanı'na götürülecek.’’ 1999'da Helsinki'de düşülen bu dipnot bile 2004'te önümüze konulacak fiks mönünün çok da iştah kabartıcı olmayacağının göstergesi.
Bu nedenle kimse 2002 Kopenhag Zirvesi'nin sonuçlarını Türkiye açısından ‘‘başarı’’ olarak göstermeye çalışmasın.
Ama yine kimse bu işin suçunu bugünkü hükümete de yıkmasın.
Köyleri uygarlaştırma projesinden vazgeçtiğimiz, sivil toplumun önünü açacak projeleri ortadan kaldırdığımız, uygarlaştıramadığımız kırsal kökenliyi, eğitmeden milletin efendisi yapmaya karar verdiğimiz gün, yani 50 yıl öncesinden başlıyor hatalar.
O yüzden diyorum ki, kimse sonucu neden zannetmesin.
Rekabetten değil çapkınlıktan
HÜRRİYET Gazetesi'nde Tamer ‘‘Haluk’’ Karadağlı ile ilgili haberler beni rahatsız edince Selim Akçin'le konuştum.
Hürriyet'in magazin müdürü...
Rahatsız olmuştum, çünkü Karadağlı'nın başrolünü oynadığı dizi müthiş tutmuştu.
Yayınlandığı gün maç gibi reyting alıyor, tekrarı gün birincisi oluyor, oyuncuları haftada iki gün ATV Ana Haber'i çıkıp, reyting kazandırıyorlardı.
Ve bu haber bana bu başarıyı ‘‘karalamak için mi yapılıyor’’ sorusunu sordurmuştu.
Bu rahatsızlığımı önce ‘‘Ne zaman adam oluruz’’ köşemdeki bir minik cümleyle duyurdum.
Sonra da Selim Akçin'le konuştum.
Selim bu haberi yakalar yakalamaz Ertuğrul Özkök'e sunmuş.
Özkök'ün ilk tepkisi benimkine benziyor.
‘‘Selim bu haber yanlış anlaşılır. Emin misin?’’ diye sormuş.
Selim emin olduğunu, haberin çok sağlam olduğunu ve arkasında hiçbir art niyet bulunmadığını söyleyince haber kullanılmış.
Selim bunları anlatınca şunu sordum:
‘‘Selim, Tamer Karadağlı Kanal D'de çalışsaydı da bu haberi yapar mıydın?’’
‘‘Yapardım abi. Mehmet Ali Erbil Kanal D'de çalışıyor ve onun hakkında da ne haberler yaptık’’ dedi.
Açıkçası içim rahatladı..
Tamer Karadağlı sadece kendi ‘‘çapkınlığının’’ kurbanıydı.
‘‘Çirkin’’ bir rekabetin değil.
SSK'lılar ilaçsızlıktan ölsün mü?
SSK'nın ilaç bedellerini firmalara ödememesi hastaları çok zor durumda bırakıyor.
Bana bile her gün bu konu ile ilgili onlarca faks geliyor.
Bunların pek çoğu ‘‘tedavisi zor’’ hastalıkların ilaçları.
Ufak tefek ilaçları hastalar kendi imkánlarıyla alabilseler bile başta kanser ilaçları olmak üzere ‘‘pahalı’’ ilaçları SSK'lı hastaların temin etmesi neredeyse imkánsız.
Eczaneler ise üretici veya ithalatçı firmaların paralarını alamamaları nedeniyle bu ilaçları hastalara veremiyorlar.
Ortada çok ciddi bir sosyal sorun var.
Bakan Murat Başesgioğlu'nun bu duruma el koyması gerekiyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Toplumsal bilincin olmadığı yerde toplumsal lincin olduğunu fark ettiğimiz zaman.