Rasmussen'le yapılan görüşmede Danimarka Başkanı,
Tayyip Erdoğan'a iki örnek vermiş. Bunlardan biri, Türkiye'deki gelir adaletsizliği.
Diğeri ise öğrencileri döven polislerin suçsuz bulunması.
Rasumussen, Erdoğan'a,
‘‘Böyle bir olay Avrupa'da da olur. Bir polis şiddet gösterebilir. Ama o şiddet mazur gösterilmez. Türkiye'nin sorunu burada’’ deyince
Erdoğan hayli sıkıntılı anlar yaşamış.
Erdoğan'la birlikte Kopenhag'a gelen ekipte ise
‘‘Her şeyi yapsak, başka bir bahane bulacaklar. Asıl onlar Türkiye'ye hazır değil’’ görüşü hákim.
Erdoğan'ın asıl sıkıntısı Kıbrıs.
Erdoğan ve partisi, Kıbrıs'ta kilidi açacak adımlar atmaya kararlı görünüyorlardı.
Şimdi ise bürokrasiden yakınıyorlar.
AKP'nin önemli isimleri giderek daha statükocu olmaktan şikáyet etmeye başlıyorlar.
Statükocu tavrın, hükümetin dış dünyadaki
‘‘ışıltısını’’ kaybettireceğini düşünüyorlar.
AKP giderek statükocu olmasını
‘‘dış politikanın devamlılığına’’ bağlıyor.
Ancak görünün o ki, bundan pek de memnun değiller.
Fakat bürokrasi,
‘‘iyi veya kötü’’ AKP'ye de halkayı taktı.
Çekip, istediği yöne götürüyor.
Asıl tarih 2008'di
CHIRAC, tecrübesi ve ağırlığı ile Kopenhag Zirvesi'nde ışıldıyor.
Türkiye konusunda telkinde bulunan
Bush'a attığı fırça müthiş.
‘‘Siz Meksika'yı ABD'ye alır mısınız?’’ sorusu hayli sert bir yanıt.
Chirac, Erdoğan ile daha önce yaptığı görüşmede de
‘‘dostça’’ ama
‘‘yumuşak olmayan’’ bir söylem kullanmış.
Türkiye için Almanya ile Fransa'nın kafasından geçen tarihin 2008 olduğunu söyleyen
Chirac, ‘‘Ama olumlu adımlar attığınız için bunu öne çektik’’ diyor.
O
‘‘ön’’ün ne olduğu sonra ortaya çıktı.
2005...
Yani Almanya ve Fransa, Türkiye'ye üç yıllık bir kıyak yapmışlar.
Chirac'ın dediği bu.
Biz mi kendi kendimize fazla havaya girmiştik, yoksa Avrupa mı
‘‘adilik’’ yapıyor.
Bilemiyorum...
Avrupalılık her yerimize sindi mi?
AVRUPA Birliği'nin Türkiye ile ilgili kararı büyük bir ihtimalle bugün açıklanacak. Biz
‘‘2003, en geç 2004’’ diyoruz. Avrupa'nın
‘‘büyükleri’’ Fransa ve Almanya
‘‘2005’’ diyorlar. Ben şahsen yeni geleceklerin
‘‘keyfine bırakılmayacak’’ bir 2005'in
‘‘kötü’’ bir tarih olmadığını düşünüyorum. 43 yıldır bekliyoruz, 2 yıl daha bekleriz. Ama dün de yazdığım gibi 2005 kararı kesin olmalı ve yeni gelecek
‘‘çıtır Avrupalıların’’ keyfine bırakılmamalı. Çünkü
‘‘o gün’’ geldiğinde Avrupa daha çoklu olacak ve çokluğun olduğu yerde başka neyin olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bunları yazarken bir yandan da düşünüyorum, biz Avrupalı mıyız diye. İstanbul'un göbeğinde Avrupalıyız, kesin.
Ya kentin 15 kilometre dışına çıkınca, Altınşehir'de, Habipler'de, Sultanbeyli'de, bırakın onu Hürriyet Gazetesi'nin arka sokağında ne kadar Avrupalıyız.
İzmir kesin Avrupalı. Hatta 200 bin yıl geriye gidersek Avrupalıdan daha Avrupalı ve Avrupa kültürünün kaynaklandığı yerin göbeği. Peki ya Buca da Avrupalı mı?
Hakkári'ye, Çukurca'ya, Yozgat'a, Ardahan'a gitmiyorum bile. Buralarda ne kadar Avrupalıyız?..
Polislerimiz bodruma indirdikleri genci döverken Avrupalı mı?
Ya o polislerin suçsuz olduğunu söyleyen müfettiş nereli?
Avrupa'nın hangi ülkesinde günde 20 bin kişi aşevleri önünde kuyrukta?
Avrupa'da anket yapan adam
‘‘Son olarak hangi kitabı okudunuz?’’ sorusuna yanıt arıyor, bizdeki ise
‘‘Hiç kitap okudunuz mu?’’ sorusuna.
Kentlerimizin yarısından fazlasında sinema yok.
Parlamentoda yasa çıkarmakla bir yerli olunuyorsa, yarın Marslı bile olabiliriz belki.
Avrupa'nın bizden öğreneceği çok şey var. Doğru. Ama biz Avrupa'dan öğrenebileceğimiz her şeyi öğrendik mi acaba? 2005 iyidir. Belki biraz daha öğreniriz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Şartları değiştirmeye çalışırken, mevcut şartlarda yaşamayı da sürdürebildiğimiz zaman.