Fatih Altaylı

Kulüp Başkanlığı mı, mafya babalığı mı?

23 Haziran 2003
<B>CUMA </B>günü Vatan Gazetesi'nin spor sayfasını okuyorum. Bence en iyi spor sayfalarından biri... 22. sayfasında Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'la ilgili bir haber var.

Habere göre Aziz Yıldırım, yönetimden bir arkadaşının evindeki partiye katılmış.

Ve orada yine herkese çatıyor.

Şubatta başkanlığı bırakacakmış ve kendisiyle uğraşanlardan hesap soracakmış! Ne demekse...

Aziz Yıldırım devam etmiş:

‘‘Elimde 32 kişilik uzun bir liste var. Hepsini evlerinden aldıracağım...’’

Vay, vay, vay....

‘‘Evlerinden aldıracağım.’’

Ben bu lafı ilk kez duymuyorum.

Geçen yıl Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş arasında dostluk tesis etmek ve ortak çıkarları konuşmak üzere Galatasaray yönetimini önce Fenerbahçe'nin Kalamış'taki tesislerine oradan da Beşiktaş'ın Fulya'daki binasında ‘‘Vogue Restoran’’a götürmüştüm.

Üçüncü toplantı ise üç kulübün yöneticilerinin katılımıyla Galatasaray Adası'nda yapılmıştı.

O yemekte Galatasaray yönetiminden Özer Saraçoğlu ve Abdurrahim Albayrak, Fenerbahçe Başkanı'nın kardeşi Ali Yıldırım'la aynı masaya oturmuşlardı. Yemekten sonra Özer bana geldi.

‘‘Abi işimiz zor. Biz bunlarla baş edemeyiz’’ dedi. Morali bozuktu.

Yemekte Ali Yıldırım Galatasaray tribünlerinin Aziz Yıldırım'a küfretmesinden yakınmıştı. Bu normaldi. Ancak sonra anlattıkları biraz garipleşiyordu.

Ali Yıldırım'ın anlattığına göre, Aziz Yıldırım kendisine küfreden Galatasaraylı amigoları akşam evlerinden aldırmış, ofisine götürtmüş ve bir güzel dövmüş veya dövdürmüştü. Ali Yıldırım da bunları bizim yöneticilere anlatıyordu.

Belki uyduruyordu, belki doğruydu ama bunları anlatan Ali Yıldırım'dı.

Açıkçası ben Ali Yıldırım'ın bunları uydurduğunu düşünüyordum. Kendince hava atıyor, güç gösterisi yapıyor, Galatasaraylı yöneticileri gücüyle sindirmeye çalışıyordu. Fakat Vatan'ın spor sayfasını okuyunca birden afalladım.

Aziz Yıldırım ile Ali Yıldırım aynı dili konuşuyorlardı. ‘‘Evlerinden aldırmak.’’

Bir spor yöneticisinin ağzından çıkan lafa bakın. Peki bir sonrası ne acaba. Kafalarına sıktırmak mı?

O yazı sizce kimi anlatıyor?


BAZI okurlar ve kimi dostlarım birkaç gündür internette ve faks yoluyla elden ele dolaşan bir ‘‘yazıyı’’ bana iletiyor ve ‘‘Bu rezalet ne?’’ diye soruyorlar.

Yazı dedikleri bir rezalet.

İnanılmaz ölçüde terbiyesiz, düşük üsluplu, pespaye bir rezalet.

Akit Gazetesi yazarı ‘‘dini bütün’’, kendini ‘‘ahlaklı bir Müslüman’’ olarak tanımlayan biri tarafından yaklaşık 4 yıl önce kaleme alınmış bir pislik.

Hıncal Uluç ‘‘Bunu aynen köşende yayınla da bunların kim olduğunu herkes görsün’’ dedi.

Haklıydı ama yazı o kadar düşük ki, okuruma haksızlık edemedim.

Ana avrat sülale bir yazı.

Ve bu rezil yazı 4 yıl önce şimdiki Vakit'in adı Akit'ken yazıldı.

‘‘Tüm Müslümanlar Hasan Karakaya'yı tanısın’’ diye herhalde.

Yazı üzerine ben de dava açtım.

Mahkemede hakim yazıyı okurken utandı. O kadar rezilceydi.

Sonunda mahkeme Karakaya'yı mahkum etti. Bir de tazminat ödemesine karar verdi. Ancak o gün bugündür ben bu tazminatı alamadım. Sonunda avukatım icra yoluyla bunların üzerine gitti ve geçen hafta bunların sahip oldukları mallar haciz yoluyla satıldı. Bu yazı 4 yıl sonra galiba bu nedenle ortalıkta. Beni hiç üzmüyor.

Sadece yazarının ‘‘tıynetini’’ gösteriyor o kadar.

Bıktım ünlülerle yatmaktan başka işi olmayanlardan


YILLARCA ‘‘düzeysiz magazin’’le mücadele ettim. Ne demek istediğimi anlamayanlar eleştirdiler.

Magazine karşı olduğumu düşündüler.

Oysa magazine büyük sempatim olduğunu ama bunun ‘‘saygın’’ olabilmesi için düzeysiz olanın def edilmesi gerektiğini kavrayamadılar.

Kanal D'de iki kez 'yetkili' görevlere getirildim. İkisinde de ‘‘düzey sorunlu’’ magazin programlarının kaldırılması için çaba gösterdim. Yerlerine ‘‘adam gibi’’ magazin programları yapılması için uğraştım.

Yoz bir grubun yaşam tarzının, magazin adı altında pompalanmasının Türkiye'de siyaseti etkileyeceğini, radikal partilerin işine yaracağını, sistem düşmanlığını körükleyeceğini söyledim.

Hatta bu tarzı 'habercilik' haline getirenlerle uğraştım.

Bu tarzın en düzeysiz adamlarının hedefi oldum. Yıllarca bunları yazdım, bunları söyledim. İlginçtir, ben bunları yazarken bu meslekten kimse kulak asmadı.

Ta ki, konu artık Milli Güvenlik Kurulu'nun gündemine gelinceye kadar.

İş öyle bir noktaya geldi ki, MİT Müsteşarı medya yöneticilerini toplayıp, magazin ve düzeysiz habercilerle ilgili olarak ‘‘devletin şikáyetlerini’’ bildirmek zorunda kaldı.

Bunun sonucunda bazı gelişmeler olmadı değil ama hálá magazin içip, magazin yiyoruz..

Şöhretli insanların hayatı her yerde haberdir ama anlamsız haberlerle bazı ‘‘kevaşelerin’’ önce şöhret yapılıp, sonra bunların haberlerinin magazin haberi diye verilmesinden bıktım.

İpsiz sapsız, baba parası yiyen oğlanları, sadece ve sadece mankenlerle yatıyorlar diye tanımaktan, pahalı fahişeleri zaman zaman ünlü bir erkeğin yatağından da geçtikleri için haber diye okumaktan sıkıldım.

Tek özelliği ‘‘ünlü’’ biri ile ‘‘yatmak’’ olanlardan gına geldi.

Bu nedenle Hürriyet Gazetesi'nden bir ricam var. Benim başından beri karşı çıktığım şu ‘‘pazar dergileri’’ çılgınlığından ilk Hürriyet vazgeçsin.

Hürriyet gibi, Sabah gibi, Milliyet gibi, Vatan gibi gazetelerin ‘‘hafta içi ağırlığına’’ yakışmayan bu dergiler artık çıkmasın.

Kimse yapmıyorsa, basının 'ağabeyi' Hürriyet yolu açsın.

Çünkü ben bıktım. Galiba okur da bıktı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Başkalarına edilen küfürlerden gizlice zevk almadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Boşu boşuna sil baştan

21 Haziran 2003
<B>İKTİDARIN </B>meslek liseleri ile ilgili olarak gündeme getirdiği düzenleme arı kovanına çomak sokmaktan öte bir şey değil. Biliyorsunuz birkaç yıl önce ÖSS'de bir düzenleme yapıldı ve Meslek Liseleri'nin üniversiteye girişte önlerine bazı engeller koyuldu.

İmam Hatip Lisesi mezunlarının kendi branşları dışında yüksek öğrenime devam etmelerini engellemek için yapılan değişiklikten, diğer meslek liseleri de nasiplerini aldılar.

Bu değişikliğin yapıldığı dönemde ben de bununla ilgili pek çok yazı yazdım.

Yapılan işlem hatalıydı.

Çünkü pek çok öğrenci mağdur oluyordu.

Meslek Lisesi'ne girerken üniversite hayali kuran gençlerin önü ‘‘aniden’’ kesilmişti.

Ben bu değişikliğin yapılmasını ama yürürlüğe 3 yıl sonra girmesini önerdim.

Böylelikle meslek lisesini tercih edecek olan gençler üniversiteye girerken neyle karşılaşacaklarını bilecek ve tercihlerini ona göre yapacaklardı.

O dönem YÖK Nuh dedi peygamber demedi.

Belli ki, yüksek yerden emir almışlardı ve öğrencilerin hakları ve hukukları umurlarında değildi.

Aradan yıllar geçti ve bu mağduriyet ortadan kalktı. Şimdi bu okullara giren gençler ne yaptıklarını, neyi tercih ettiklerini biliyorlar.

Yeniden başa dönmek anlamsız.

Milli Eğitim Bakanı Çelik, ‘‘Hem okumak hem de dinini öğrenmenin neresi kötü’’ diye soruyor..

Yooo, bir kötülüğü yok.

Normal liselerde de din dersi var.

Bu dersi seçmeli ders yapar ve seçenlere daha fazla din öğretirsiniz olur biter.

Enerji Bakanlığı tepeden tırnağa soruşturulmalı


ENERJİ Bakanlığı sadece bakanıyla, ya da birkaç üst düzey bürokratıyla değil, tepeden tırnağa gözden geçirilmeli.

Çünkü Türkiye'nin son 10 yılına damga vuran yolsuzluk ve yolsuzluk dedikodularının büyük bölümü bu bakanlık kaynaklı.

Çünkü bu bakanlığın yaptığı sözleşmelerdeki ‘‘küsurat’’ oynamaları bile sonuçta yüz milyonlarca dolarlık farklar yaratıyor.

Sonunda zarara uğrayan devlet, kazıklanan ise dolaylı da olsa vatandaş oluyor.

Sabah ve Vatan gazeteleri bir süreden beri ‘‘doğal gaz santrallarındaki’’ vurgunu yazıyorlar.

Rakamlar doğruysa durum dehşet verici.

Şu an için elimde rakamlar yok ama iddialar korkunç.

Sabah'ın bu iddiaları dile getirirken gerçek rakamlardan yola çıktığını düşünüyorum.

Çünkü Sabah'ın ortaklarından birinin enerji yatırımları var. Bir termik santral işletiyor ve elindeki rakamlar mutlaka sağlıklıdır. (Bunu eleştiri maksatlı söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın.)

Dediğim gibi küsuratlar yüz milyonlarca dolarlık farklar yaratıyor.

Aynen ÇEAŞ ve Kepez'de olduğu gibi.

Cem Uzan'ın konuşmalarından anlıyorum ki, devletten tazminat isteme hazırlığındalar.

Devletin imtiyazlarına haklı olarak el koyduğunu onlar da biliyorlar.

Şimdi niyetleri hiç değilse bir miktar parayı geri alabilmek. Bunun için de yaptıkları yatırımları öne sürüp devletten para isteyecekler.

Ancak ‘‘zırnık’’ istemeye hakları yok.

Çünkü yıllardan beri devlete yapmaları gereken ödemeleri öylesine güzel oyunlarla ödememişler ki, bir hesap çıksa sonunda devlete borçlu olurlar.

Bu oyunlar yapılırken, devletin ilgili kurumlarının fark etmemesi imkánsız.

Belli ki, bu iş içerden birileriyle beraber kotarılmış.

Bunları da önümüzdeki günlerde yazacağım.

Türkiye'nin en iyi ‘‘Uzanoloğu’’ olarak.

Kapkaç


EMNİYET Genel Müdürlügü sözcüsü Feyzullah Arslan, düzenlediği basın toplantısında kapkacın ‘‘sosyal ve ekonomik bir mesele’’ olduğunu vurguluyor.

Elbette öyle.

Terör de sosyo ekonomik bir meseleydi. Suçların büyük bölümünün nedeni aynı. Yani Arslan'ın söyledikleri anlamsız. En azından kendi görev tanımı açısından anlamsız.

Feyzullah Bey, bazı rakamlar da vererek bu suçun giderek azalmakta olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Oysa bu suçta azalma falan yak. Tam aksine kapkaç olaylarında büyük bir artış var. İstanbul'da kapkaca maruz kalmayan kadın neredeyse kalmadı.

İkinci, üçüncü tura dönenler var.

İstatistiki azalmanın tek nedeni artık kimse karakola gidip şikáyetçi olmuyor.

‘‘Nasıl olsa yakalanmıyor. Yakalansa da bir şey olmuyor’’ diyen kapkaç mağdureleri, bir de karakola gidip çantadan sonra zamanlarını da kaptırmak istemiyorlar.

Bu da Emniyet'in istatistiklerini ‘‘güzelleştiriyor’’ o kadar.

Geçen gün İstanbul Laleli'den arayan bir okurumun anlattıklarını Sevgili Feyzullah Arslan'a nakletmek isterim. Laleli'de iki kapkaççı bir turistin çantasını kapıp kaçarlar. Esnaf kovalamaya başlar. Ve bölgede görev yapmakta olan bir trafik polisi de bunları yakalar.İki kapkaççı bir ekip otosuna bindirilir ve götürülür.

Götürülen kapkaççılar iki saat geçmeden yine Laleli'de aynı sokakta işbaşındadır. Kapkaçın sosyo ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir suç olduğu doğrudur. Ama polisin bu suça bakışında sorunlar olduğunu Feyzullah Arslan da kabul etmek zorundadır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Kurumları yok etmek için değil yüceltmek için yönetimlerine talip olduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Boşu boşuna sil baştan

21 Haziran 2003
İKTİDARIN meslek liseleri ile ilgili olarak gündeme getirdiği düzenleme arı kovanına çomak sokmaktan öte bir şey değil. Biliyorsunuz birkaç yıl önce ÖSS'de bir düzenleme yapıldı ve Meslek Liseleri'nin üniversiteye girişte önlerine bazı engeller koyuldu. İmam Hatip Lisesi mezunlarının kendi branşları dışında yüksek öğrenime devam etmelerini engellemek için yapılan değişiklikten, diğer meslek liseleri de nasiplerini aldılar. Bu değişikliğin yapıldığı dönemde ben de bununla ilgili pek çok yazı yazdım. Yapılan işlem hatalıydı. Çünkü pek çok öğrenci mağdur oluyordu. Meslek Lisesi'ne girerken üniversite hayali kuran gençlerin önü ‘‘aniden’’ kesilmişti. Ben bu değişikliğin yapılmasını ama yürürlüğe 3 yıl sonra girmesini önerdim. Böylelikle meslek lisesini tercih edecek olan gençler üniversiteye girerken neyle karşılaşacaklarını bilecek ve tercihlerini ona göre yapacaklardı. O dönem YÖK Nuh dedi peygamber demedi. Belli ki, yüksek yerden emir almışlardı ve öğrencilerin hakları ve hukukları umurlarında değildi. Aradan yıllar geçti ve bu mağduriyet ortadan kalktı. Şimdi bu okullara giren gençler ne yaptıklarını, neyi tercih ettiklerini biliyorlar. Yeniden başa dönmek anlamsız. Milli Eğitim Bakanı Çelik, ‘‘Hem okumak hem de dinini öğrenmenin neresi kötü’’ diye soruyor.. Yooo, bir kötülüğü yok. Normal liselerde de din dersi var. Bu dersi seçmeli ders yapar ve seçenlere daha fazla din öğretirsiniz olur biter. Enerji Bakanlığı tepeden tırnağa soruşturulmalıENERJİ Bakanlığı sadece bakanıyla, ya da birkaç üst düzey bürokratıyla değil, tepeden tırnağa gözden geçirilmeli. Çünkü Türkiye'nin son 10 yılına damga vuran yolsuzluk ve yolsuzluk dedikodularının büyük bölümü bu bakanlık kaynaklı. Çünkü bu bakanlığın yaptığı sözleşmelerdeki ‘‘küsurat’’ oynamaları bile sonuçta yüz milyonlarca dolarlık farklar yaratıyor. Sonunda zarara uğrayan devlet, kazıklanan ise dolaylı da olsa vatandaş oluyor.Sabah ve Vatan gazeteleri bir süreden beri ‘‘doğal gaz santrallarındaki’’ vurgunu yazıyorlar. Rakamlar doğruysa durum dehşet verici. Şu an için elimde rakamlar yok ama iddialar korkunç. Sabah'ın bu iddiaları dile getirirken gerçek rakamlardan yola çıktığını düşünüyorum. Çünkü Sabah'ın ortaklarından birinin enerji yatırımları var. Bir termik santral işletiyor ve elindeki rakamlar mutlaka sağlıklıdır. (Bunu eleştiri maksatlı söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın.)Dediğim gibi küsuratlar yüz milyonlarca dolarlık farklar yaratıyor. Aynen ÇEAŞ ve Kepez'de olduğu gibi. Cem Uzan'ın konuşmalarından anlıyorum ki, devletten tazminat isteme hazırlığındalar. Devletin imtiyazlarına haklı olarak el koyduğunu onlar da biliyorlar. Şimdi niyetleri hiç değilse bir miktar parayı geri alabilmek. Bunun için de yaptıkları yatırımları öne sürüp devletten para isteyecekler.Ancak ‘‘zırnık’’ istemeye hakları yok. Çünkü yıllardan beri devlete yapmaları gereken ödemeleri öylesine güzel oyunlarla ödememişler ki, bir hesap çıksa sonunda devlete borçlu olurlar. Bu oyunlar yapılırken, devletin ilgili kurumlarının fark etmemesi imkánsız. Belli ki, bu iş içerden birileriyle beraber kotarılmış. Bunları da önümüzdeki günlerde yazacağım. Türkiye'nin en iyi ‘‘Uzanoloğu’’ olarak. KapkaçEMNİYET Genel Müdürlügü sözcüsü Feyzullah Arslan, düzenlediği basın toplantısında kapkacın ‘‘sosyal ve ekonomik bir mesele’’ olduğunu vurguluyor. Elbette öyle. Terör de sosyo ekonomik bir meseleydi. Suçların büyük bölümünün nedeni aynı. Yani Arslan'ın söyledikleri anlamsız. En azından kendi görev tanımı açısından anlamsız. Feyzullah Bey, bazı rakamlar da vererek bu suçun giderek azalmakta olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.Oysa bu suçta azalma falan yak. Tam aksine kapkaç olaylarında büyük bir artış var. İstanbul'da kapkaca maruz kalmayan kadın neredeyse kalmadı. İkinci, üçüncü tura dönenler var.İstatistiki azalmanın tek nedeni artık kimse karakola gidip şikáyetçi olmuyor. ‘‘Nasıl olsa yakalanmıyor. Yakalansa da bir şey olmuyor’’ diyen kapkaç mağdureleri, bir de karakola gidip çantadan sonra zamanlarını da kaptırmak istemiyorlar. Bu da Emniyet'in istatistiklerini ‘‘güzelleştiriyor’’ o kadar. Geçen gün İstanbul Laleli'den arayan bir okurumun anlattıklarını Sevgili Feyzullah Arslan'a nakletmek isterim. Laleli'de iki kapkaççı bir turistin çantasını kapıp kaçarlar. Esnaf kovalamaya başlar. Ve bölgede görev yapmakta olan bir trafik polisi de bunları yakalar.İki kapkaççı bir ekip otosuna bindirilir ve götürülür.Götürülen kapkaççılar iki saat geçmeden yine Laleli'de aynı sokakta işbaşındadır. Kapkaçın sosyo ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir suç olduğu doğrudur. Ama polisin bu suça bakışında sorunlar olduğunu Feyzullah Arslan da kabul etmek zorundadır. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Kurumları yok etmek için değil yüceltmek için yönetimlerine talip olduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Kazım’dır ne yazsa lazımdır!

20 Haziran 2003
<B>‘100 </B>yıldır ‘yükselen değerlerin' savunucusu olan Beşiktaşlı bugün utanıyor... Neden mi Beşiktaşlı utanıyor Sayın Başkan <B>Serdar Bilgili</B>?<br> Lucescu'nun Galatasaray'dan intikam duygularını tatmin için Beşiktaş'ın tüm değerlerini sokağa atmasına izin verdin... Feyyaz Uçar'ı asistan koç yaptın... Sergen Yalçın'ı geri aldın, kaptan bile yaptın...

Menajer Sinan Engin'e büyük yetki verdin, elinden aldın... Sayın Bilgili!.. Beşiktaş tarihinde hiçbir başkan senin gibi Beşiktaş'ı utandırmadı. Bu ayıp size ait Sayın Serdar Bilgili. Size ait, size...’’

Bu satırların kime ait biliyor musunuz?

Çok ünlü Beşiktaşlı bir spor yazarına. Değerli ‘‘dostum’’ Kazım Kanat’a.

Bir yazısında devletin Galatasaray'a el koymasını isteyecek kadar şaşıran ve başının soğuktan veya güneşten korunması konusunda şapkasının kifayetsiz kaldığı anlaşılan ‘‘şirinlik muskası’’ meslektaşımıza.

Sezon başında Beşiktaş için bunları yazan Kanat'ın, takımının şampiyon olmasından sonra neler yazdığını da biliyoruz. Yani demem o ki: ‘‘Boşverin. Ciddiye almayın.’’

Ne Galatasaraylılar, ne Beşiktaşlılar...

İt ite, it de kuyruğuna

NE beyhude bir uğraş içinde olduğumuzu düşünüyorum zaman zaman. Yıllardır her gün ‘‘Nasıl adam oluruz?’’ diye yazıyorum, her gün onlarca ‘‘neden adam olmayacağımızı’’ gösteren olayla karşılaşıyorum.

Bu ülkede yaşamaktan, böyle adamlar tarafından yönetilmekten utanır hale gelmekten başka bir gelişme olmuyor. Bir komisyon kuruldu ve Türkiye'de son yıllarda meydana gelmiş büyük ‘‘yolsuzluk iddiaları’’ konuşuluyor. Verilen yanıtlar ‘‘rezalet’’in boyutunu ortaya koyuyor.

Bir bakan diyor ki: ‘‘Vallahi olmuştur. Devlet yönetiminde acemiydim.’’

Bir başkası bazı çıkar gruplarına yüzlerce milyon dolar ‘‘avanta’’ sağlayan bir düzenleme için, ‘‘Ben bakanım, önüme getirirler imzalarım’’ diyor.

‘‘Kardeşim bakansın, bari bir baksaydın’’ diyen çıkmıyor.

Bakan topu sözleşmeyi önüne getiren genel müdüre atıyor.

Komisyon genel müdürü çağırıyor.

Genel müdür bakandan daha pişkin.

‘‘Hiç hesaplamamıştım. Öyle mi olmuş? Vah vah vah! Keşke olmasaymış. Benim suçum yok. Daire başkanına sormak lazım’’ diyor. Emin olun yarın da daire başkanı gelecek ve o da benzer bir yüzsüzlük sergileyecek. Sonunda iş odacıya, çaycıya kadar inecek. Bu ciddi bir rezalet ve ciddi bir gayri ciddiliktir.

Bir dönemin pisliklerinin ‘‘it ite it de kuyruğuna’’ yöntemiyle ‘‘sahipsizleştirilmesidir’’.

Çukurova ve Kepez'de yıllardır hukuk tanımayan, Türkiye'de ‘‘Avukat değil hakim tutarım’’ zihniyetini geliştiren ve hukuka paçayı kıstırınca hatırlamaya çalışanların üzerine görülmedik bir başarı ve kararlılıkla giden hükümetin diğer yolsuzluk ve ahlaksızlıklar konusunda da ciddiyetini göstermesi gerekiyor. Türkiye bir başbakanını, bir bakanını yolsuzluktan dolayı hapse göndermedikçe bu rezaletler sürecektir.

Sadece kuyruğu değil, itten de; itin itinden de hesap sormak zamanı gelmiştir. AB'ye uyumun bir gereği de budur.

ÇEAŞ ve Kepez'in küçük ortakları

TÜRKİYE'nin en şanssız yatırımcıları Çukurova ve Kepez'in ortakları.

Bunların başına gelen yıllardır pişmiş tavuğun başına gelmedi.

Bu şirketler bir dönem borsada çok popülerdi. O dönem Türkiye'de sermaye piyasalarının da yeni yeni oluşmaya başladığı günler olduğu için ciddi bir başıbozukluk vardı.

Bu iki şirketin ‘‘sahte’’ hisse senetleri piyasadaydı. Binlerce yatırımcı bu sahte senetlerden mağdur oldular. Ardından ‘‘Uzan dönemi’’ geldi. Uzanlar'ın ‘‘hukuk tanımaz’’ uygulamaları nedeniyle SPK ile başı sık sık derde girdi. Her seferinde bu iki şirketin İMKB'deki işlemleri durduruldu, tahtaları kapandı.

Küçük yatırımcılar müthiş mağdur oldular. Uzan Ailesi'nin şirketin kárını yok etmeye yönelik hamleleriyle para kaybedenler de yine aynı yatırımcılardı.

Ve bu iki şirketin küçük ortaklarına son darbe hükümetten geldi. Şirketlerin imtiyazlarının alınmasıyla birlikte olan yine küçük yatırımcıya oldu. Hükümet bu günahsız küçük yatırımcının hakkını korumak zorunda. Kimin küçük kimin büyük yatırımcı olduğu iyice anlaşılıp ortaya çıkarıldıktan sonra bu yatırımcıların mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik önlemler alınması şart.

Söylendiğinin aksine Uzanlar'a yönelik hareket hem yabancı yatırımcının hem de özelleştirmenin önünü kesmez, tam aksine açar.

Fakat küçük yatırımcının mağdur olması sermaye piyasalarına olan güveni ciddi biçimde sarsar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hukuku paspas yapanlar gün olup da hukuka ihtiyaç duyacaklarını, başkalarının hukukuna saygı göstermedikleri günlerde hatırladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

MGK salonunda halat çekme mi oynanıyor?

19 Haziran 2003
<B>7.</B> Uyum Paketi'nin 6.'sından daha sorunlu olacağını söyleyenler var. 7. pakette egemenliğin bir bölümünün devri gibi çok sıkıntı verici konuların yanı sıra, MGK'nın varlığının da tartışılacak olması paket daha piyasaya çıkmadan tartışmaları başlattı. Geçen cumartesi günü Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül ile bu konuyu konuştuk. 7. Uyum Paketi'nin ‘‘içeriği’’ konusunda çok da aceleci olunmaması gerektiğini söyledim. Çünkü Başbakan Erdoğan'ın TÜSİAD ziyareti sırasında Cem Boyner, 7. paketle ilgili olarak konuşurken paketi kendi kafasından büyütmüştü. Oysa bu denli geniş bir içerik 7. pakette yer almak zorunda değildi. Verheugen bile talepler konusunda Cem Boyner kadar ileri gitmiyordu.

Dışişleri Bakanı Gül'e bunu hatırlattım. ‘‘Heyecanlı’’ Boyner'in 7. pakete uygun gördüğü içeriğin bir bölümü tam üyelik sürecinin başlaması ile birlikte gündeme gelecek ve bu süreçte halledilebilecek meselelerdi. Gül, durumun farkında oldukları söyledi. Özellikle egemenlik devri ile ilgili konular 7. pakette yer almayacak. 7. paketin kritik maddesi MGK. Avrupa Birliği MGK'nın sivilleşmesini istiyor. Çünkü ‘‘orada öyle’’. Bu nedenle de MGK içinde asker sayısının düşürülmesi 7. paketle gündeme gelecek. Ben askerin buna karşı çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü sonuçta orada ‘‘kavga’’ edilmiyor. Zaman zaman anayasalar uçuyor ama onları uçuranlar da askerler değil, yine siviller. Asker ve siviller arasında ‘‘halat çekme yarışı’’ da yapılmıyor, MGK Toplantı Salonu'nda minyatür kale futbol da oynanmıyor.

Ya da kalabalık olan grup diğeri grubu köşeye kıstırıp dayak da at. Bu nedenle askerlerin içerde kaç kişiyle temsil edildiklerini önemseyeceklerini zannetmiyorum. Önemli olan karşılıklı görüşlerin dile getirilmesi, ülkenin sorunlarının tartışılması.. Bir diğer sorun ise MGK Genel Sekreterliği.. Bu makamın askerlerden alınıp sivillere verilmesi planlanıyor.

Bence bu yapılırken, MGK Genel Sekreteri'nin yetkileri ve görev alanları da gözden geçirilmeli.

Şimdilerde Edip Başer'in adı bu görev için geçiyor. Eski asker yeni sivil olarak. Çok çok doğru bir isim.

Sonrasında buraya devlet adamı nitelikli siviller veya sivil bakış açısına yakın başka askerler de oturabilir.

Yeter ki görev sınırları iyi çizilsin.

Türkiye onkolojide en başarılı ülkelerden biri


ASMALI Konak dizisinin son bölümü Bahar'ın kanser hastalığına yakalanmasıyla noktalanınca Teke Tek'te dizinin öykü yazarı Meral Okay'a sordum:

‘‘Bu hastalığın bu kadar ölümcül gösterilmesi ve tedavinin Amerika'da yapılması gerektiğinin söylenmesi doğru oldu mu?’’ diye.

Çünkü tepkiler anında gelmeye başlamıştı. Hastalar ‘‘Bu kadar mı kötü bir hastalık’’ diyor, yurtdışında tedavi imkánı olmayanlar ‘‘Eyvah burada bu iş olmaz mı?’’ diye soruyorlardı.

O akşam ben kısaca bu işin öyle olmadığını anlattım.

Ama galiba tekrarlamakta fayda var.

Bugün kanser 10 yıl önceki kanser değil, 20 yıl önceki kanser hiç değil.

Bazı türlerde yüzde 80, hatta 90'a varan oranlarda başarılı tedaviler uygulanıyor.

Nereden mi biliyorum, hayatta en sevdiğim, en yakınım olan insanlardan biri bu hastalığa yakalandı da oradan.

Bu durumu öğrendiğimde, ‘‘ölüm riski’’ aklımın ucundan bile geçmedi.

Tam aksine hep ‘‘kurtulma olasılığı’’ üzerine düşündüm. Ve herkese de böyle düşünmeyi öğrettim.

Öncelikle kansere ‘‘nezle’’ muamelesi yaptık.

Tedavi için yurtdışına göndermemizi önerenler oldu.

Bunu da yapmadık. Çünkü İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nün Müdürü sevgili dostum Profesör Doktor Erkan Topuz bu hastalıkla hiç ilgim olmadığı bir dönemde bana şunları anlatmıştı:

‘‘Bu hastalıkta fakirler daha çok iyileşir. Zenginler daha çok ölür. Çünkü fakirler Türkiye'de iyiyi ararlar ve bunlar devlet kurumlarıdır. Oysa zenginler yurtdışına giderler ve genellikle doğru adresi bulamazlar. Kanserde en doğru adres bilimsel kuruluşlardır’’ demişti.

Biz de öyle yaptık.

Çünkü sonuçta ister Amerika'ya gidin, ister başka bir yere bunun ilaçları aynı.

Üstelik, bilimsel araştırmalar da yapan hastaneler çok yeni, çok modern ilaçları dünya ile aynı anda kullanmaya başlıyorlar.

Ve hepsinden önemlisi Türkiye artık kanser tedavisinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.

Yurtdışına götürmekle Türkiye'de tedavi ettirmek arasında hasta açısından bir fark yok.

Tek fark hasta yakınının vicdanı ile ilgili.

Kötü bir son olasılığına karşı hasta yakınları ‘‘Her şeyi yaptım’’ demek ve vicdanlarını rahatlatmak için yurtdışında tedaviye gidiyorlar.

Oysa Türkiye'de de bu tedavi en iyi şekilde yapılıyor. Hatta daha iyi bile yapılıyor.

Biz öyle yaptık. Bahar'la aynı hastalığı taşıyan ‘‘en yakınım’’ kurtuldu.

Siz senaryolara bakmayın ve takmayın.

Unutmayın, Love Story 30 yıl önce çevrilmişti. Kanserle mücadelede o günden bugüne çok yol alındı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Senaryoların hayal; hayatın gerçek olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Yat operasyonunu bir de benden dinleyin

18 Haziran 2003
<B>BDDK </B>Tahsilat Dairesi'nin başındayken, benim ısrarlı takiplerim sonucunda <B>‘‘kişiliği’’ </B>ortaya çıkan ve görevinden alınan <B>Hasan Tengiz'</B>in <B>Erol Aksoy'</B>un yatlarına el koymasının <B>‘‘nefes kesen’’ </B>öyküsü yayınlandı geçenlerde. Çok büyük bir operasyonla yatlar Marsilya'dan Türkiye'ye getirilmiş.

Gelin bu ‘‘başarı öyküsünü’’ bir de benden dinleyin.

Erol Aksoy, bankasının sağlam olduğu ve Show TV'yi Karamehmet Grubu'na sattığı günlerde Fransa'daki bir tersanede kendine 4 milyon dolar değerinde bir yat ısmarlar.

Öyle dev bir motor yat değil, küçük ancak çok değerli müthiş bir yelkenli tekne. Paranın 2 milyon dolarını öder.

Ancak tekne bitmeden Erol Aksoy'un bankacılığı biter.

Tekne de bütün haklarıyla BDDK'ya geçer.

Teknenin tamamlanması için tersaneye 2 milyon dolar daha ödenmesi gereklidir.

Tersane tekneyi kendi imkánlarıyla bitirmeyi ve tekneyi satmayı önerir.

Böylece teknenin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne getireceği bir ekstra yük olmayacaktır.

Ancak C.S. adında bir Türk işadamı Tahsilat Daire Başkanı Hasan Tengiz'in kanına girer.

‘‘Bu tekneyi BDDK'nın parasıyla bitirelim. En az 5-6 milyon dolara satarız’’ der.

Hasan Tengiz de buna inanır ve BDDK, Erol Aksoy'un teknesini bitirtmek için 2 milyon dolar daha öder.

Tahsilat Daire Başkanı, tekne broker'lığına soyunmuştur artık ve tahsilat değil, tediye yapmaktadır.

BDDK'nın verdiği parayla tekne tamamlanır ve Hasan Tengiz'e teslim edilir.

Viva isimli yat dünyanın en pahalı marinası Monaco'ya çekilir ve müşteri beklemeye başlar.

Fakat beklenen müşteri bir türlü çıkmaz.

Tahsilat Daire Başkanı Tengiz'in girişimciliği BDDK'ya fazladan bir 2 milyon dolara patlar.

Bu arada Tengiz'in işadamı C.S. ile birlikte zaman zaman Monaco'ya gidip teknede kaldığı söyleniyor ama benim bu konuda bir bilgim yok.

BDDK bu durumu kuruma ödettirilen uçak bileti faturalarından öğrenebilir.

Neyse uzatmayayım, yat uzun süre Monaco'da müşteri bekler. Fakat bulamaz.

Sonunda daha ucuz bir yere bağlanmak için buralara getirilir.

Tahsilatçının büyük başarısı bu. C.S. isimli işadamı ise bu satıştan komisyon alma niyetindeydi.

Ne aldı bilmiyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Körlerin nankörlerden daha iyi görebildiğini anladığımız zaman.

Asmalımania

ASMALI Konak dizisinin ‘‘toplumsal bir olay’’ haline geldiğinin farkındaydım ama durumun bu kadar ‘‘vahim’’ olabileceğini doğrusu düşünmemiştim.

Ancak durum gerçekten tam bir çılgınlık haline gelmiş. Asmalı Konak ekibini Teke Tek'e konuk etmek için gittiğimiz Ürgüp'te akşam yemeği için Asmalı Konak'ın ilk bölümlerinde kullanılan konağa gidiyoruz.

Konak 250 yıllık bir Rum evi. Yaklaşık 70 yıldır aynı ailenin elinde özenle korunmuş.

Son 10 yıldır da ‘‘Old Greek House’’ yani ‘‘Eski Rum Evi’’ adıyla restoran olarak işletiliyor...

Asmalı Konak'la birlikte meşhur olduktan sonra bu eski Rum evinde ne huzur kalmış ne rahat. Kapının önünde sürekli bir grup ‘‘Asmalı Konak fanatiği’’.

‘‘Özcan Deniz bu kapıyı tutmuştu’’ diyerek kapı kolunu öpüp yalayanlardan, Özcan Deniz'in bir bölümde oturduğu sedirde oturduğu için evin sahibesi olan hanımefendiye saldıran çılgın Özcan hayranına kadar her türlü insanın tacizi altındalar.

Bir öğretmen Ankara'dan ‘‘Asmalı Konak Turu’’ için Mustafapaşa'ya getirdiği öğrencilerini konağa doldurmuş. Sanki Sivas Kongresi'ndeki Atatürk'ü anlatıyor:

‘‘Dizinin 6. bölümünde Seymen Ağa'nın Bahar'ın peşinden koşarak indiği merdiven işte burası.’’

Bu sırada öğrenciler merdiveni inceliyorlar.

Odalardan birinde 100 yılı aşkın bir süredir zamana meydan okuyan 1887 imzalı duvar resmi, zamana dayanmış ama Asmalı Konak çılgınlarına dayanamamış.

Gelen giden parmaklayınca resmin yarısı dökülmüş. Ev sahibi ‘‘Bu gördüğünüz bir şey değil’’ diyor. Bir ara evi gece gündüz jandarma koruyormuş. Çünkü eve gece yarısı tarlalardan saldırı düzenleyip girmeye çalışan gruplar olmuş.

Dizinin şimdiki bölümlerinin çekildiği halıcı dükkánını çevreleyen tepelerde yüzlerce kişi gece gündüz demeden çekimleri izliyor.

Özcan Deniz'in çekimlere gelirken kullandığı araç ‘‘hayran saldırıları’’na dayanamayıp harap olmuş. Türkiye'ye yönelik kültür turizminin ‘‘mihenk noktası’’ sayılabilecek Kapadokya'da şimdi egemen kültür Asmalı Konak.

Ve başta Ürgüp olmak üzere buranın dünya kültürünün bir parçası olarak tanınması için yıllardır uğraş verenler sokaklardaki Asmalı Konak hayranlarının yarattığı ‘‘kirlilikten’’ hoşnut değiller.

‘‘Bitse de Kapadokya eski huzurlu günlerine dönse’’ diyorlar.
Yazının Devamını Oku

Asmalı Kapadokya

17 Haziran 2003
<B>ASMALI </B>Konak'ın <B>‘‘öykü yazarı’’ Meral Okay </B>ve başrol oyuncusu <B>Özcan Deniz'</B>i Teke Tek'te konuk etmek için Kapadokya'dayım. Özellikle Ürgüp değil Kapadokya diyorum. Çünkü öykü Ürgüp'ten Avanos'a, Uçhisar'dan Yelve'ye kadar bölgenin tamamında geçiyor.

Kapadokya, Tanrı'nın Anadolu'ya bir armağanı.

Ama emin olun ki, Türklere, yani bizlere değil.

Kapadokya'da çok sayıda yerli turistle karşılaştım.

Ancak hemen hiçbiri, Tanrı'nın sevgili kulları olarak bu müthiş bölgede bulunduklarının farkında değiller.

Büyük bölümü Türkiye'nin farklı kentlerinden gelmişler.

Gelişlerinin tek bir amacı var: Asmalı Konak...

Gelip dizinin çekildiği mekánı geziyorlar.

En büyük hayalleri Nurgül Yeşilçay'ın gözlerini, Özcan Deniz'in kirpiklerini bir an görebilmek.

Hiç itirazım yok.

Şüphesiz, onlar da Tanrı'nın özene bezene yarattıklarından ama ya bir adım ötesi...

Asmalı Konak bir hayal.

Oysa Kapadokya gerçek.

Hayal peşinde yüzlerce kilometrelik yolları aşanların, Tanrısal gerçekle, doğanın en muhteşem yapıtlarından biriyle burun buruna gelmelerine rağmen bu şanslı ‘‘kör randevudan’’ kaçmalarına akıl erdiremiyorum.

Asmalı Konak peşinde Anadolu bozkırının en kurak noktasına gelen benim yurttaşlarım, burunlarının dibindeki Kapadokya'yı ıskalayıp geçiyorlar.

Öğrencileri ile birlikte gelen öğretmenler bile gezilerini ‘‘Konak'la sınırlıyorlar.

Oysa unutmasınlar, Meral Okay'da o keskin zeká, o hınzır gözlemcilik, o dáhi kalem oldukça daha çooook Asmalı Konaklar yaratır.

Oysa Tanrı bile sadece bir Kapadokya yaratmış.

Ama bizler için değil...

Değerini anlayanlar için.

ÇEAŞ ve Kepez, İmarbank'tan kurtulmalı


ÇEAŞ ve Kepez'e el konmasıyla birlikte Uzanlar'ın ‘‘düzeneğinde’’ çok ciddi bir dişli devreden çıkmış olacak. Ancak bu dişlinin çevirdiği mekanizmanın çok önemli ayaklarından biri de İmar Bankası.

Geçmiş dönemlerde hazırlanmış SPK raporları, Uzanlar'ın İmar Bankası'nı kullanarak ÇEAŞ ve Kepez Elektrik şirketlerinin kárlarını nasıl kendi ceplerine aktardığını gösteriyordu.

Bu iki kuruluş, ellerindeki büyük miktarda nakit parayı grubun bankalarına yatırıyor, parayı bu bankalarda düşük faizle tutarak halka açık şirketlerin kárını aileye ait bankaya aktarmış oluyorlardı.

ÇEAŞ ve Kepez'in nakit ihtiyaçları ise yine ya bu iki bankadan, ya da bu gruba ait Kıbrıs'ta mukim İmar off Shore LTD Bankası'ndan, ancak bu kez yüksek faizle karşılanıyordu.

Bu durum İmar Bankası hakkında Hazine murakıplarınca hazırlanan raporlara bile yansımıştı.

ÇEAŞ ve Kepez'de yeni yönetimler eğer bu soygun düzenini gerçekten bozmak istiyorlarsa, bu iki şirketin paralarını İmarbank'tan acilen kurtarmak zorundalar.

Ben eminim ki, bu paralar Uzanlar'a ait bankalarda çok uzun vadeli olarak yatırılmış, eğer öyle değilse bile son birkaç günde o şekle çevrilmiştir.

ÇEAŞ ve Kepez, İmarbank'tan mutlaka kurtulmak zorundadır. Bu yapılırken de şirketlerdeki belgeler ile bankadan Hazine'ye verilen bilgiler mutlaka karşılaştırılmalıdır.

Bu karşılaştırma, çok önemli başka meselelere de ışık tutabilir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bakarkörlük ulusal hastalığımız olmaktan çıktığı zaman...
Yazının Devamını Oku

Güven arttırıcı operasyon

16 Haziran 2003
UZANLAR'a karşı yapılan operasyonun ‘‘yurtdışı’’ yankıları çok olumlu.Çünkü Uzanlar, dünya çapındaki şöhretleriyle Türkiye'ye gelecek yabancı sermayeyi ürküten en önemli unsurdu. Yabancı yatırımcılar Motorola'nın başına gelenlerden, Uzan Grubu'nun Türkiye'deki iş yapma biçiminden çok ürkmüşlerdi. ‘‘Bu ülkede yatırım yapmak enayilik. Çünkü hukuk yok’’ diyorlar, ‘‘Var’’ diyene örnek olarak Uzanlar'a karşı eli kolu bağlanan hukuku gösteriyorlardı. Amerika Başkanı Türkiye'den her istediğini aldığı bir dönemde dahi, Uzanlar'a karşı hukukun işletilmesi istemine yanıt alamamıştı. Şimdi yabancı yatırımcı Türkiye'de hukukun Uzanlar'a karşı ‘‘bile’’ işlediğini görüyor. Bunun olumlu sinyalleri Financial Times'ta görülmeye başladı bile.Türkiye'de ilk kez bu gruba yönelik olarak ‘‘haklı’’ bir hareket başladı.Türkiye'de hukuku Uzanlar'ın satın alabileceği bir şey olarak gören yabancılar şimdi dikkatle izliyorlar. Uzanlar'la ilgili bu karar Türkiye'ye akacak yabancı sermayenin önünü açacaktır. Bu operasyon Türkiye'ye güveni azaltmayacak, tam aksine artıracak.Hey gidi İlhan Selçuk hey...UZANLAR'a karşı harekete geçen devlet sonunda doğru olanı yaptı. Bunun en açık kanıtı yıllardır bunların zulmü altında inleyen Çukurovalı sanayicilerin birbiri ardına yaptığı açıklamalar. Bölgede herkes memnun. Basında da genel hava bu yönde. Herkes hukukun üstünlüğünün kanıtlandığını düşünüyor. Elindeki güce ve hukuki boşluklardan yararlanmak üzerine kurulmuş bir sisteme güvenerek başkalarının ve kamunun haklarını hiçe sayanlara karşı atılmış bir büyük adım bu yapılan. Namuslu tüm vatandaşların beklentisi bu işin Uzanlar'la sınırlı kalmaması. Doğru, bir numara Uzanlar'dı ama Türkiye'de kendini dokunulmaz zanneden kim varsa ve bu dokunulmazlığa güvenip hukuk dışılığa sapıyorsa aynı muamele ona da yapılmalı. Gazetele ve yazarlara şöyle bir bakınca Star dışında Uzanlar'ı savunan pek yok. Genel kanaat ‘‘Çoktan hak etmişlerdi’’. Bir tek Cumhuriyet Gazetesi'nin önemli yazarlarından İlhan Selçuk Uzanlar'a yapılanın ‘‘doğru olmadığını’’ savunuyor. Tabii bu son derece şaşkınlık verici bir durum. Çünkü Cumhuriyet Uzan Grubu ile yıllarca çok uğraştı. Uzanlar'la ilgili pek çok haber yaptı. Bu arada ilginç bir not, Cumhuriyet Gazetesi Uzanlar'a ait İmar Bankası'ndan bir dönem yüklü bir kredi almıştı. Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi bu krediden ötürü Uzanlar'la ‘‘kapıştı’’. Ve küçük bir şirket değişikliği operasyonu ile bu borçtan kurtuldu. Acaba İlhan Selçuk bu yazı ile ‘‘vicdani’’ bir borçtan da mı kurtuluyor?Medya etikçileri Uzanlar için ne düşünür acep?İKİYÜZLÜLÜĞÜN Türkiye kadar iyi pazarlandığı bir yer var mıdır acaba?Uzan Ailesi'nin ‘‘ticari işleri’’ nedeniyle devletle sorunları ortaya çıkıyor. Devlet ‘‘bence’’ haklı ve hukuki gerekçelerle bunların devletten aldığı ancak alırken yaptığı sözleşmenin hükümlerine uymayarak ‘‘kamu yararına aykırı’’ bir biçimde kullandığı malları bunlardan geri alıyor. Bunun üzerine Uzan Ailesi sahip oldukları ‘‘medya gücünü’’ kullanarak hükümete saldırıyor. Star Gazetesi'nin birinci sayfasında Başbakan'a ‘‘Kalleş’’ diye sövüyor. Aynı gün Bursa'da bir miting düzenleyerek neredeyse ‘‘sülale boyu’’ sövüyor. Bu ‘‘sövgüleri’’ de sahip olduğu televizyon kanallarından yayınlıyor. Ve Türkiye'de medya etiği üzerine ahkám kesenlerden tek bir ses çıkmıyor. Bir grup daha önce çeşitli kereler kişileri veya ticari rakiplerini sindirmek için kullandığı ‘‘medya gücünü’’ bu kez siyasi iktidarı sindirmek ve yıllardır ‘‘alıştığı’’ biçimde, hukuku kendine göre eğip bükerek iş yapmayı sürdürmek için kullanıyor. Ve dediğim gibi ne medya etikçisi yazarlardan, ne medya etikçisi internet sitelerinden tek bir kelime ses çıkmıyor. Anladığım kadarıyla Uzanlar söz konusu olunca bütün bu yapılanlar normal ve sıradan oluyor. Uzanlar'ın hukuka uymaması, sövmesi, elindeki medyayı kendi çıkarları için kullanması vakayı adiye olarak kabul ediliyor ve eleştirilmiyor. Ama sonuçta bu durum net bir ‘‘ikiyüzlülük’’ oluyor.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Olayları yorumlarken özneye değil, fiile göre davrandığımız zaman
Yazının Devamını Oku