Fatih Altaylı

BDDK gözünü dört açsın

1 Temmuz 2003
<B>BANKACILIK </B>piyasasında ilginç bir durum var. Bir banka, bankada mevduatı olup da parasını çekmek isteyenlere yaklaşık bir haftadır ödeme yapmıyor. Bu konuda okurlardan şikáyetler gelmeye başladı.

Bir okurum geçen hafta bir ev satın alıyor. Evin parasını da söz konusu bankadaki hesabından ödeyecek. Para yüklüce olduğu için okurum üç gün önceden (23 Haziran) bankaya haber veriyor. Şube müdürü (ismi bende saklı), parayı nakit olarak vermektense, evi satan kişinin hesabına EFT yapmanın daha uygun olacağını söylüyor.

Okurum 26 Haziran günü bankanın Sefaköy Şubesi'ne gidiyor. Fakat şube müdürü bu kez EFT de yapmayacaklarını söylüyor. Hatta daha da ileri gidip, parayı veremeyeceklerini, başka bir bankaya EFT yapamayacaklarını, başka bir şahıs adına kendi bankalarının başka bir şubesine de havale yapamayacaklarını, bloke çek düzenleyemeyeceklerini bildiriyor.

Şube müdürü, ‘‘Burası patron bankası. Patron ödeme yapılmasın derse, kimseye para ödemeyiz’’ diye de ekliyor.

Okurum en sonunda çareyi aynı bankada evi satın aldığı kişi adına bir hesap açtırıp, parayı aynı şubedeki bu hesaba aktarmakta buluyor.

Bu arada bankadan parasını çekmeye gelen başka kişilere de aynı sözler söyleniyor.

Aynı banka ile ilgili olarak bana da çok sayıda benzer şikáyet geldi.

Bunun arkasında mutlaka bir gerekçe olmalı...

BDDK, bu bankanın hareketlerini yakından izlemeli diye düşünüyorum.

Biz mi batırmak istiyoruz?


BEN Sabah Gazetesi'nin sahibi Dinç Bilgin'in devlete olan yaklaşık 500 milyon dolarlık borcu ödensin deyince, Sabah Gazetesi'nin ‘‘kifayetsiz kiralıkları’’ bana saldırıyorlar..

Umursamadığımı daha önce söylemiştim.

Çünkü ne benim, ne de benim çalıştığım grubun Sabah veya ATV'yi batırmak gibi bir niyeti yok.

Tam aksine, en zor günlerinde destekleyen hep biz olduk.

Sapla samanı birbirine karıştırmadan.

Bunu ispatlayacak bir örnek vereyim de, bu iddiayı öne süren ‘‘zavallılar’’ın ne kadar zavallı olduğunu siz anlayın.

Biliyorsunuz ATV'de yayınlanan ve reyting rekorlarını altüst eden bir dizi var: Asmalı Konak.

Bu dizinin her bir bölümü 25-30 reyting, yüzde 70 civarında da izlenme payı alıyor.

Dizinin her bir bölümü yaklaşık 600-700 bin dolar reklam geliri elde ediyor.

Önündeki arkasındaki programları da ihya ettiği için kanala müthiş bir katkı sağlıyor.

Bugüne dek 54 bölüm yayınlanan dizinin ATV'ye sağladığı gelir en az 20-25 milyon dolar.

Sizce bu diziyi kim çekiyor:

ANS Productions...

Peki ANS Productions'ın sahibi kim?

Doğan Grubu.

Yani bu zavallılara göre ATV ve Sabah'ı batırmak isteyen grup.

Doğan Grubu batırmak istediği ATV'ye yılda 20-25 milyon dolar sağlayacak bir dizi yapıyor.

Geçen yıl reytingleri yerlerde sürünen ATV bu diziyle müthiş bir çıkış yakalıyor. Kár ediyor, para kazanıyor.

Ama bunu sağlayan diziyi ATV'ye yapan şirketin bağlı olduğu grup ATV'yi batırmak istiyor.

Komik bile değilsiniz beyler, sadece zavallısınız.

Çünkü ‘‘büyük’’ olmak nasıl bir duygu, doğruyu savunmak nedir bilmiyorsunuz.

BDDK ATV'den payını niye almıyor?


ATV ile ilgili yazınca aklıma geldi, BDDK Başkanı Sayın Engin Akçakoca, RTÜK'te ATV'nin sağladığı gelirle ilgili rakamlar var. Gelirler müthiş.

Allah gani gani versin de, ATV'nin kontrolü káğıt üzerinde BDDK'da. Bu gelirden BDDK kendi payınıza düşeni alabiliyor mu?

Benim hesabıma göre en az 30 milyon dolar almanız gerek. Aldınız mı? Yoksa bu parayı BDDK'dan yani devletten kaçırmalarına göz göre göre göz mü yumuyorsunuz?

Kanun size bu gelirden payınıza düşeni alabilmeniz için her türlü yetkiyi veriyor.

Siz bu yetkiyi kullanmayarak devletin soyulmasına göz mü yumuyorsunuz.

Size ATV'yi batırın demiyoruz.

Ama sizin izninizle ayakta kalan şirketin kárından payınıza düşeni alın diyoruz.

Tabii şahıs olarak değil, kurum olarak. Yanlış anlamayın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Hedef aldığım meselenin insanlardaki değil, yasalardaki ahlaksızlıklar olduğunu herkes anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

N.Ç. tutanakları televizyon ve gazete

30 Haziran 2003
<B>CUMA </B>günü Kanal D Ana Haber Bülteni'ni hazırlıyoruz. <B>N.Ç'</B>nin mahkeme tutanakları geldi. Okudum. Akla ziyan bir rezalet. Bir yandan utanç verici, bir yandan da bu rezillik ortaya çıkmalı diye düşünüyorum.

Arkadaşlar tutanakları alıp habere hazırladılar.

Haberlerin başlamasından yarım saat kadar önce haber hazırdı.

Oturup izledim.

İfadeler, itiraflar, suçlamalar... Her bir kelime, bir çivi gibi beynime çakılmaya başladı. 30. saniyede dayanamadım. Bülent Çöltekin'e ‘‘Bu haberi kullanmayın’’ dedim.

Haberi kullanmadık ve şöyle bir duyuru yaptık: ‘‘Onlar yapmaya utanmadılar ama biz yayınlamaya utanıyoruz’’ diye bir spot yazarak bu haberi yayınlamayacağımızı duyurduk.

Hürriyet Gazetesi ise haberi yayınladı.

Şimdi bazı çevreler Kanal D Haber'i örnek gösterip Hürriyet'i eleştiriyorlar. Bazıları ise eleştiri dozunu kaçırıyor ve iğrençleşiyor.

Şunu açıkça söylemek isterim ki, Hürriyet'in yaptığı son derece doğru. Yapılış biçimi belki eleştirilebilir ama yapılan doğru. Bu rezalet bilinmeli, duyulmalı, konuşulmalı.

Bu ‘‘pislik’’ ortaya çıkmalı.

‘‘Peki o zaman Kanal D haber niye yayınlamadı?’’ diye soracaksınız. Yayınlamadık çünkü televizyon ile gazete farklı mecralar.

Biri 15 milyon insan tarafından izleniyor, diğeri 600 bin kişi tarafından okunuyor.

Etkileri de farklı.

Ben de tutanakları okuyunca ‘‘Haber yapın’’ dedim ama televizyon haberi olarak görünce yayınlatmadım.

Her mecranın kendi kuralları, kendi sınırları var.

Bu olayda Kanal D Haber'in yaptığı da doğru, Hürriyet'in de.

Tek eleştirilebilecek nokta belki sunum. Ama zarfa değil, mazrufa bakmak lazım.

Yazarken iyi


İSLAMCI basın, Abdurrahman Dilipak'ın evine eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın várisleri tarafından başlatılan haciz işlemini eleştiriyor...

Hangi hakla çok merak ediyorum.

Abdurrahman Dilipak, köşesinden herkese verip veriştiriyor. Ancak bunun yasal sorumluluğundan nedense kaçıyor. Kaçmaya çalışıyor. Bu zat daha önce de bana hakaretler içeren hitaplarla dolu yazılar yazdı.

Ben de her seferinde bunu mahkemeye verdim.

Ve tazminatlar kazandım.

Fakat her nedense Abdurrahman Dilipak bu tazminatları bir türlü ödemedi.

Avukatlarım parayı tahsil edebilmek için Dilipak'ın yazılarının yayınlandığı gazeteye gittiler.

Ancak nedense Dilipak'ı hiçbir zaman bulamadılar.

Maaşına haciz koymak istediler. Gazeteden ‘‘Burada çalışmıyor’’ yanıtı aldılar.

Yazılarının nasıl olup da yayınlandığını sorunca ‘‘Bize fakslıyor. Karşılığında bir bedel ödemiyoruz’’ dediler.

Yazılarında aslan kesilen Dilipak, iş yazdıklarının bedelini ödemeye gelince buhar olup uçuyordu. Hal böyle olunca Erkaya Ailesi ‘‘haciz’’ uygulatmış. Şimdi buna kızıyorlar.

Eeee, tatlı tatlı yazmanın, acı acı cezası oluyor bazen.

Reklam eleştirmenleri


SON dönemde moda olan gazetecilik türlerinden biri ‘‘reklam yazarlığı’’.

Televizyon ve gazetelerde yayınlanan reklamları izleyip bunlar üzerine ahkám kesiyor, iyi veya kötü diyor, kendilerince not veriyorlar.

Bunların biri öğretim üyesi, biri eski gazeteci, biri ise hálá gazeteci.

Bunların danışmanlık yaptıkları firmalarla olan ilişkileri, bunların profesyonel olarak hizmet verdikleri kuruluşları ön plana çıkaran yazılarıyla ilgili bir eleştiri yapmayacağım. Çünkü bunları çok yaptım. Takan olmadı. Mesleğin yara almasını takan yoksa bana ne.

Ancak ‘‘tamamen tarafsız ve ahlaklı’’ olduklarını varsaysak bile reklam eleştirisi konusunda da zaman zaman ölçüyü kaçırıyorlar.

Çünkü bir reklamı ortaya çıkaran tek unsur ajans değil.

Müşteri ajansa geliyor ve ne istediğini anlatıyor.

Ajans bu anlatılandan bir çıkarımda bulunuyor ve buna uygun bir fikir üretiyor.

Bu fikir müşteri tarafından kabul edilirse, bu sefer prodüksiyona geçiliyor. Bir grafik tasarımcı gazetede yayınlanacak reklamı ortaya çıkarıyor, bir yönetmen televizyonda yayınlanacak filmi çekiyor. Oldukça karmaşık bir süreç sonunda çok fazla kişinin ortak emeğiyle ortaya çıkan bir çalışma.

Bu çalışmayı eleştirebilmek için müşterinin ne istediğinden, ajansın ne yaptığına kadar çok fazla detayı bilmek gerekiyor. Üstüne üstlük bir de reklamın etkisini ve markaya katkısı ölçebilmek lazım.

Bunların hiçbiri yapılmadan müthiş kolektif bir süreç üstünkörü eleştiriliyor. Ayrıca çok inandırıcı olmuyor. Çünkü, bu yazılar daha çok sektöre hitap ediyor. Sektör ise yazıların satır aralarını da okuyor.

Bu da bu arkadaşların şanssızlığı.

NOT: Bence reklamcılar da reklamlarında basın eleştirisi yapsınlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Prisma ile ilgili haber yapmakiçin Prismacı gazeteciler görevlendirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

N.Ç. tutanakları televizyon ve gazete

30 Haziran 2003
CUMA günü Kanal D Ana Haber Bülteni'ni hazırlıyoruz. N.Ç'nin mahkeme tutanakları geldi. Okudum. Akla ziyan bir rezalet. Bir yandan utanç verici, bir yandan da bu rezillik ortaya çıkmalı diye düşünüyorum. Arkadaşlar tutanakları alıp habere hazırladılar. Haberlerin başlamasından yarım saat kadar önce haber hazırdı. Oturup izledim. İfadeler, itiraflar, suçlamalar... Her bir kelime, bir çivi gibi beynime çakılmaya başladı. 30. saniyede dayanamadım. Bülent Çöltekin'e ‘‘Bu haberi kullanmayın’’ dedim. Haberi kullanmadık ve şöyle bir duyuru yaptık: ‘‘Onlar yapmaya utanmadılar ama biz yayınlamaya utanıyoruz’’ diye bir spot yazarak bu haberi yayınlamayacağımızı duyurduk. Hürriyet Gazetesi ise haberi yayınladı. Şimdi bazı çevreler Kanal D Haber'i örnek gösterip Hürriyet'i eleştiriyorlar. Bazıları ise eleştiri dozunu kaçırıyor ve iğrençleşiyor.Şunu açıkça söylemek isterim ki, Hürriyet'in yaptığı son derece doğru. Yapılış biçimi belki eleştirilebilir ama yapılan doğru. Bu rezalet bilinmeli, duyulmalı, konuşulmalı. Bu ‘‘pislik’’ ortaya çıkmalı. ‘‘Peki o zaman Kanal D haber niye yayınlamadı?’’ diye soracaksınız. Yayınlamadık çünkü televizyon ile gazete farklı mecralar.Biri 15 milyon insan tarafından izleniyor, diğeri 600 bin kişi tarafından okunuyor. Etkileri de farklı. Ben de tutanakları okuyunca ‘‘Haber yapın’’ dedim ama televizyon haberi olarak görünce yayınlatmadım. Her mecranın kendi kuralları, kendi sınırları var. Bu olayda Kanal D Haber'in yaptığı da doğru, Hürriyet'in de.Tek eleştirilebilecek nokta belki sunum. Ama zarfa değil, mazrufa bakmak lazım.Yazarken iyiİSLAMCI basın, Abdurrahman Dilipak'ın evine eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın várisleri tarafından başlatılan haciz işlemini eleştiriyor... Hangi hakla çok merak ediyorum. Abdurrahman Dilipak, köşesinden herkese verip veriştiriyor. Ancak bunun yasal sorumluluğundan nedense kaçıyor. Kaçmaya çalışıyor. Bu zat daha önce de bana hakaretler içeren hitaplarla dolu yazılar yazdı. Ben de her seferinde bunu mahkemeye verdim. Ve tazminatlar kazandım.Fakat her nedense Abdurrahman Dilipak bu tazminatları bir türlü ödemedi. Avukatlarım parayı tahsil edebilmek için Dilipak'ın yazılarının yayınlandığı gazeteye gittiler. Ancak nedense Dilipak'ı hiçbir zaman bulamadılar. Maaşına haciz koymak istediler. Gazeteden ‘‘Burada çalışmıyor’’ yanıtı aldılar. Yazılarının nasıl olup da yayınlandığını sorunca ‘‘Bize fakslıyor. Karşılığında bir bedel ödemiyoruz’’ dediler. Yazılarında aslan kesilen Dilipak, iş yazdıklarının bedelini ödemeye gelince buhar olup uçuyordu. Hal böyle olunca Erkaya Ailesi ‘‘haciz’’ uygulatmış. Şimdi buna kızıyorlar. Eeee, tatlı tatlı yazmanın, acı acı cezası oluyor bazen. Reklam eleştirmenleri SON dönemde moda olan gazetecilik türlerinden biri ‘‘reklam yazarlığı’’. Televizyon ve gazetelerde yayınlanan reklamları izleyip bunlar üzerine ahkám kesiyor, iyi veya kötü diyor, kendilerince not veriyorlar.Bunların biri öğretim üyesi, biri eski gazeteci, biri ise hálá gazeteci. Bunların danışmanlık yaptıkları firmalarla olan ilişkileri, bunların profesyonel olarak hizmet verdikleri kuruluşları ön plana çıkaran yazılarıyla ilgili bir eleştiri yapmayacağım. Çünkü bunları çok yaptım. Takan olmadı. Mesleğin yara almasını takan yoksa bana ne. Ancak ‘‘tamamen tarafsız ve ahlaklı’’ olduklarını varsaysak bile reklam eleştirisi konusunda da zaman zaman ölçüyü kaçırıyorlar.Çünkü bir reklamı ortaya çıkaran tek unsur ajans değil. Müşteri ajansa geliyor ve ne istediğini anlatıyor. Ajans bu anlatılandan bir çıkarımda bulunuyor ve buna uygun bir fikir üretiyor. Bu fikir müşteri tarafından kabul edilirse, bu sefer prodüksiyona geçiliyor. Bir grafik tasarımcı gazetede yayınlanacak reklamı ortaya çıkarıyor, bir yönetmen televizyonda yayınlanacak filmi çekiyor. Oldukça karmaşık bir süreç sonunda çok fazla kişinin ortak emeğiyle ortaya çıkan bir çalışma. Bu çalışmayı eleştirebilmek için müşterinin ne istediğinden, ajansın ne yaptığına kadar çok fazla detayı bilmek gerekiyor. Üstüne üstlük bir de reklamın etkisini ve markaya katkısı ölçebilmek lazım. Bunların hiçbiri yapılmadan müthiş kolektif bir süreç üstünkörü eleştiriliyor. Ayrıca çok inandırıcı olmuyor. Çünkü, bu yazılar daha çok sektöre hitap ediyor. Sektör ise yazıların satır aralarını da okuyor. Bu da bu arkadaşların şanssızlığı. NOT: Bence reklamcılar da reklamlarında basın eleştirisi yapsınlar. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Prisma ile ilgili haber yapmakiçin Prismacı gazeteciler görevlendirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Küçük kızlara tecavüz örf ve ádetlerimize uygun mu?

28 Haziran 2003
<B>RTÜK </B>radyo ve televizyonlara ceza verirken, <B>‘‘Türk aile yapısını, örf, ádet ve gelenekleri’’</B> çok ön planda tutar. Cezalar da hep bunlara aykırılıktan verilir.

Bir filmde bir kadının memesinin ucunun görünmesi, biraz ateşli bir öpüşme hep bunlara girer.

Biz de böylelikle Türk örf ve ádetinin ne olduğunu anlarız.

Ama bazen de ‘‘anlayamayız’’.

Önceki gün Kanal D Haber, kendi tabiriyle babası, dedesi yaşındaki 28 kişinin aylarca tecavüzüne uğrayan zavallı kızın Adalet Bakanı'na yazdığı mektubu yayınladı. Aynı mektup dün de Hürriyet'in manşetindeydi.

Bugün Hürriyet, Mardin'deki tecavüz davasının tutanaklarını veriyor.

Okuyamadım. İçim kaldırmadı.

Tecavüz edenler ise çoluk çocuk sahibi, kamu görevlisi, işi gücü olan, toplum içinde ‘‘saygın’’ kabul edilmiş yaratıklar (adamlar diyemiyorum kusuruma bakmayın).

Yani RTÜK'ün bizim televizyonlarda gösterdiğimiz meme ucundan, öpüşme sahnesinden rahatsız olduğunu düşündüğü kişiler.

Memenin ucundan rahatsız olan Türk örf ve ádeti nasıl oluyorsa, 13 yaşında bir kıza tecavüzden rahatsız olmuyor ki, kimsede ses yok.

Her fırsatta ortalığı ayağa kaldıran kadın yazarlardan da ses yok.

Adalet Bakanı'ndan da ses yok.

Kimseden ses yok.

Anlaşılan meme ucu Türk örf ve ádetine aykırı ama 28 tane herifin, 13 yaşında bir kıza tecavüz etmesi ve bunun cezasız kalması Türk örf ve ádetlerine uygun.

Sevsinler böyle örf ve ádeti.

2. Egebank faciasını yaşamayalım


UZUN zaman önce bir banka ile ilgili olarak Hazine murakıplarınca hazırlanmış bir rapordan bazı bölümler yayınlamıştım.

Bankanın Bankalar Kanunu'nun neredeyse bütün hükümlerini ihlal ettiği, kredilerinin neredeyse tamamını kendi grup şirketlerine kullandırdığı, yükümlülüklerinin büyük bölümünü yerine getirmediği raporla belgelenmişti.

Ancak rapor ilginç bir şekilde sona eriyordu:

Bankaya el koymaya gerek yoktu. Çünkü banka müthiş bir likiditeye ve nakit girişine sahipti.

Grup şirketlerinin bankada değerlendirdiği paralar, bankaya el konulmasını gereksiz hale getiriyordu.

IMF'nin ‘‘Bu bankaya da el koyun’’ talimatına rağmen bankaya el konulmamasının temel gerekçesi buydu.

Ancak o günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı.

Raporda belirtilen durum bugün artık söz konusu değil.

Egebank'ın batışı dün gibi hafızalarda. 100 markı, 50 doları bile vatandaşın cebinden hortumlarken, bankanın batık olduğunu belirten kapı gibi murakıp raporları ‘‘sümen’’ altında bekliyordu..

Umarız bu kez de benzer bir durumla birkaç ay sonra karşılaşmayız.

Gereği ne ise bir an önce yapılır.

YÖK'teki değişiklik olumlu ama...


YÖK Yasası'nda önemli değişiklikler gündemde. Bana sorarsanız, son derece ‘‘doğru’’ değişiklikler.

Yanlış olan ise zaman.

Zamanın yanlışlığının nedeni ise iktidarda AKP'nin olması.

Daha önce de defalarca yazdık. AKP ciddi bir ‘‘samimiyet’’ sorunu yaşıyor. Yaptığı doğru işlerin altında bile çapanoğlu arıyoruz. Onlar da bizim bu aramalarımızı haklı çıkarmak için ellerinden geleni yapmıyor değiller. Sanki kendi icraatlarını sabote etmek istermiş gibi davranıyorlar.

YÖK Yasası'nda da bu olacak.

Mesela yapılan işlerden biri çok önemli. Üniversite rektörlerinin seçiminde YÖK devre dışı kalıyor. Bence olumlu. Çünkü bu sistemle, YÖK yönetimi üniversitelerde kendi altyapısını oluşturuyor. Üniversite bağımsızlığı derken, tam aksine YÖK'e bağımlı bir sistem oluşuyor. Üniversiteye YÖK siyaseti giriyor.

Hakeza YÖK başkanının görev süresinin 4 yılla sınırlanması.

Son derece doğru. Sistem öyle bir kuruluyor ki, kendi bırakmadıkça YÖK başkanını değiştirmek mümkün değil. Bu değişiklikler başından olması gereken değişiklikler. Ama bunları yapan AKP olunca herkes şüpheyle yaklaşıyor. Bir yandan AKP'nin farklı siyasi görüşlerinden dolayı Kemal Gürüz'den intikam almak için bu değişikliği yaptığı, diğer yandan da AKP'nin kendine yakın kadroları üniversitelere doldurarak üniversitelerde ‘‘gerici’’ kadrolaşmaya yöneleceğini konuşulmaya başlanıyor. Sonuçta her şeyi zaman gösterecek. Dileyelim ki, Türkiye'nin aleyhine çalışmasın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ahlaksızlığı saklamanın en büyük ahlaksızlık olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Sporun durumu magazinden kötü

27 Haziran 2003
<B>GEÇEN </B>gün tek meziyeti ünlülerle yatmak olan kişilerin, magazin haberi olarak önümüze atılmasından duyduğum rahatsızlığı dile getirmiştim. Yeni Şafak'ta Şemsi Yücel, ‘‘Magazin ile ilgili söyledikleri doğru ama ya spor basını’’ diye sormuş.

Bunu da daha önce yazdım.

Tekrarlamakta fayda var.

Spor basını müthiş bir düzeysizlik içinde. Düzeysizlik öyle egemen ki, zaman zaman başka mesleklerdeki düzeysizleri bile alıp ‘‘spor yazarı veya yorumcusu’’ yapıyorlar.

Yalanın dolanın bini bir para.

Yüz haberin doksanı yalan.

Kulüp başkanları veya yöneticileri ile ‘‘akçeli’’ ilişkilere girmiş bir sürü muhabir, hatta spor müdürü...

Zaman zaman bu rezaletler ortaya çıkıyor ama anında üstü örtülüyor.

Spor Yazarları Derneği diye bir kuruluş var ki, Allahlık.

İhbar niteliğinde yazı yazıyorsun, örtbas niteliğinde yanıt veriyorlar. Hatta çoğunlukla onu bile yapmıyorlar.

Şu kadarını söyleyeyim; magazin basınında bile seviye tartışması, spor muhabirleri magazin programı yapmaya soyununca başladı.

Haklısın Şemsi Yücel... Haklısın...

Bu hakikaten ‘manyaklık’

GERÇEK hayat ile televizyondaki ‘‘hayal’’ birbirine karışınca içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

‘‘Meltem'e bu yakıştı mı?..’’ ‘‘Çocuklar asıl şimdi duymasın...’’

Diziye anıt dikersen, sonunda olacağı bu işte.

Yahu o Meltem dediğiniz kız Pınar Altuğ.

İkisini birbirine niye karıştırıyorsunuz.

Meltem iyi bir anne, müthiş bir ev hanımı olabilir.

Ama Pınar Altuğ bir manken.

Hasbelkader oyunculuk yapan ve dizisi tutan bir manken o kadar.

Diğer mankenler nasıl evlenip boşanabiliyor, hatta zaman zaman ‘‘evlilik dışı ilişkiler’’ yaşayabiliyorsa, Pınar Altuğ da yaşayabilir.

Rol başka, hayat başka.

Hanım hanımcık rollere çıkan, sempatik Meg Ryan, ‘‘Gladyatör’’ Russel Crowe için kocasını terk edince kimse ‘‘Aaa, hanım hanımcık Meg'e yakışmadı’’ demiyor.

Ama bizde Pınar'la Meltem birbirine karışıyor. Karışınca da bu oluyor.

Ama tabii oyuncular da bunu hak ediyor.

Rol icabı anneliğe verilen ‘‘Yılın Annesi’’ ödülünü kabul edersen, olacağı bu.

Arınç ve yeni adamları

BÜLENT Arınç sivridir, farklıdır ama ‘‘namuslu’’ adamdır.

En azından şimdiye dek aksini görmedik.

Ancak son icraatından biri, ‘‘namuslu’’ bir adama yakışmayacak türden.

Meclis Genel Kurul Salonu'nun yenilenmesi sırasında ortaya çıkan büyük yolsuzluğu hatırlıyorsunuz.

O yolsuzluğun ortaya çıktığı dönemde, yolsuzluğa bulaşan pek çok kişi görevlerinden alınmış, en azından kızağa çekilmişti.

Sadece bir isim, Ahmet Korkmaz isimli zatı muhterem Danıştay'ın ‘‘1 yıl ila 3 yıl hapis istemiyle yargılanması gerekir; çünkü Meclis inşaatında görevini kötüye kullanmış olabilir’’ tespitine rağmen görevden alınmamış, tam aksine daha sorumlu görevlere getirilmişti.

Ben de keyfiyeti 11 Haziran 1999 günü bu köşede dile getirmiştim. Bunun üzerine Korkmaz görevden alınmıştı.

Bu Ahmet Korkmaz geçtiğimiz günlerde Bülent Arınç tarafından tekrar TBMM'de müdür yardımcılığı görevine getirildi.

Aklansa, hiçbir diyeceğim olamaz. Ama aklanmadı. Sadece hakkında açılan ceza davaları, Af Yasası nedeniyle düştü. Fakat Maliye Bakanlığı'nın açtığı tazminat davası hálá sürüyor.

6 bin kişinin çalıştığı Meclis'te başka adam mı yok?

Diyeceksiniz ki, ‘‘bilmeden olmuştur’’.

Diyelim ki, bu ‘‘bilmeden’’ oldu.

Ya anlatacaklarım...

Ali Osman Koca adlı bir vatandaşımız Meclis Genel Sekreter Yardımcısı yapıldı.

İyi de, hakkında Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin ‘‘görevi kötüye kullanma’’dan verdiği 1 yıllık hapis cezası ne olacak? Mahkemenin cezayı ertelemiş olması Koca'‘‘temizler mi’’, yoksa Koca görevi mi kirletir?..

Yetmedi mi?

Meclis'te ‘‘Gereksiz kadro, işe yaramaz eleman fazlalığı var’’ diyen Arınç, Milli Saraylar Satınalma Komisyonu Başkanlığı'na İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden Hamza Akdağ'ı getirdi. Yok muydu bu görevi yapacak içeriden biri?

Hadi o göreve uygun biri yoktu.

Peki teknik müdürlükte mühendis olarak göreve başlatılan Zuhal Katırcıoğlu'nun eski Refah Partisi Niğde Milletvekili Salih Katırcıoğlu'nun eşi olması şart mıydı?

Ya Sayın Arınç!.. Sivri çıkışlarınızı hoş görelim de, ya bunlar?..

Ne farkınız var sizden öncekilerden, sivriliğinizden başka?..

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Fikir, bilgi veya mal üretmeden zengin olunamayacağını milletçe kavradığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Ben gerçekleri yazayım siz bana sövün

26 Haziran 2003
<B>BAZEN </B>okurlar arıyor, faks çekiyor ve <B>‘‘Fatih Bey, bilmem ne gazetesinden bilmem kim sizin hakkınızda yazı yazmış’’ </B>diye uyarıyorlar. O yazıları yazanlar üzülmesinler ama ne yazık ki, bu arayanların sayısı pek de fazla olmuyor.

Ben de okurlarıma diyorum ki: ‘‘Boş verin. Takmayın. Ben takmıyorum. Zaten kendileri de kimsenin onları takmadığını bildikleri için bana sövüyorlar.’’

Gerçekten umursamıyorum.

Hatta seviniyorum. Sayemde Türk basınında iş bulması mümkün olmayan bazı ‘‘yeteneksiz’’ meslektaşlarım iş buluyorlar. İsdihdamı artırıyorum.

Onlar bana söverken ben onların yıllar sonra gelecekleri noktalara doğru yazıyorum.

Yıllardır olduğu gibi.

Hatırlayın, yıllarca Uzan Grubu'nun yaptıklarını yazdım. Tek başıma.

O zaman ‘‘Altalyı'yı karalama korosu’’ yine işbaşındaydı.

Benim yazdıklarıma ‘‘medya savaşı’’ dediler, bana olmadık hakaretler savurdular.

Şimdi bakıyorum, bütün gazeteler benim o gün yazdıklarımı arşivlerden çıkarıp ‘‘manşet haber’’ diye veriyorlar.

Dün Vakit Gazetesi bile benim yaklaşık 2 yıl önce kaleme aldığım Cem Uzan'ın askerliğini kendini Suudi Arabistan'da işçi gibi gösterip bedelli yapmasını manşete taşımış.

Ben yazarken medya savaşıydı. Şimdi ‘‘hak savaşı’’.

Tercüman ise benim neredeyse üç yıl önce yazdığım bir haberi dün manşet yapmış.

Murakıp raporlarına rağmen dönemin iktidarının Murat Demirel'in bankasına müdahale etmediğini, bankanın batık olduğu bilindiği halde müthiş reklamlarla vatandaşın parasını topladığını yazmıştım.

Bununla ilgili murakıp raporlarının sümenaltı edildiğini ve hatta intihara teşebbüs eden Hikmet Uluğbay'ın intihar girişiminin arkasında bu raporların gizlenmesinin olabileceğini iddia etmiştim.

Benim neredeyse üç yıl önce yazdığım bu olay dün Tercüman'ın manşetindeydi.

Ben bugün yine böylesine önemli gerçekleri yazıyorum. Hırsızların işbirlikçileri ve tetikçileri bana sövüyorlar.

Ağızlarına sağlık.

Üç yıl sonra benim bugün yazdıklarımı ‘‘rezalet’’ diye manşete taşırlar nasıl olsa.

Hız sınırı değişti, polislerin haberi yok


ARAZİ aracı olarak değerlendirilen, 4 tekerlekten çekişli araçlarla ilgili hız sınırlamasını eleştiren yazılar yazdım.

Konuyla ilgilenen İçişleri Bakanlığı, ilgili diğer iki bakanlık Bayındırlık ve Ulaştırma ile birlikte bu yanlışı düzeltti.

En azından bana ‘‘düzeltildiğine ilişkin’’ bilgi verdiler.

Arazi araçları da aynen otomobillerin tabi olduğu hız sınırına tabi olacaklardı.

Fakat galiba bu düzeltme, polis teşkilatına duyurulmadı. Çünkü hálá pek çok okurum 70 kilometrelik hız sınırını aştıkları için kesilen cezaların makbuzlarını bana yolluyorlar.

Ben de bu yazıyı yazdıktan sonra aynı makbuzları İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'ya yollayacağım.

Kamyonla motosiklet bir olur mu?


HAZIR trafikteki aksaklıklara ve saçmalıklara değinmişken, bir ‘‘saçmalığı’’ daha gündeme getirmekte fayda var.

O saçmalık da, Boğaz köprülerinin ve otoyolların tarifesi ile ilgili.

Boğaz koprülerinden otomobiller 2 milyon liraya geçiyor. Küçük kamyon ve kamyonetler de aynı fiyat.

2 akslı olmak kaydıyla küçük otobüs, büyük otobüs ve kamyonlar da bu tarifeye göre köprülerden 2 milyon liraya geçiyorlar.

Saçma değil mi? Saçma. Ama asıl büyük saçmalık şimdi geliyor.

Motosikletler de aynı fiyata, yani 2 milyon liraya geçiyorlar. Bir yanda 10 tonluk kamyon ya da otobüs, diğer yanda 150 kiloluk motosiklet.

İkisi de aynı fiyat.

Oysa Karayolları Genel Müdürü'nün verdiği bilgiye göre bir kamyonun yola verdiği zarar 3000 otomobilinkine eşit. Herhalde en az 30 bin motosikletinkine eşittir.

Ama tarife aynı.

Hayli acayip bir durum.

Oysa bana sorarsanız motosikletlerden para bile almamak lazım.

Bakalım Karayolları ne diyecek?

Avrupa Avrupa duy sesimizi


DÜN posta kutuma Fenerbahçe'nin önümüzdeki sezon Avrupa'da oynayacağı maçların programı geldi.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım bizi evlerimizden aldırıp herhalde bu maçlara götürecektir..

Programı aşağıda veriyorum:

1- Beşiktaş-Fenerbahçe (İnönü Stadı)

2- Galatasaray-Fenerbahçe (Olimpiyat Stadı) (Ali Sami Yen de olabilir.)

3- İstanbulspor-Fenerbahçe (Güngören Belediye Stadı)

Fenerbahçelilere gelecek sezon Avrupa'da oynayacakları maçlarda başarılar dileriz.

NOT: Ali Yıldırım'ın, ağabeyi Aziz Yıldırım'ın Galatasaraylı amigoları evlerinden aldırıp dövdürdükleri yolundaki sözlerine Ultraslan Derneği'nin eski yöneticilerinden yanıt geldi. Aziz Yıldırım İstanbulspor-Fenerbahçe maçında kendisine küfredenlerden sadece Yusuf Azuz'u ‘‘evinden aldırıp’’ dövdürmüş.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Devleti ve milleti soyarak zengin olanlar, şan, şeref edebiyatı yaparak kurtulmaya çalışmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

Cem Uzan yüzde kaç zam yapıyor?

25 Haziran 2003
<B>ŞİRKETLERİYLE </B>bağlantısını kestiğini açıklayan, ancak şirketlerinin başı <B>‘‘devletle ve yasayla’’ </B>derde girince siyasetle ticareti karıştıran <B>Cem Uzan'</B>a hálá inanan var mı acaba? Vardır mutlaka.

Her kör satıcının bir kör alıcısı olduğu gibi.

Gerçi Cem Uzan maşallah her şeyi görüyor ama onun ‘‘kim ve ne’’ olduğunu hálá görmeyenler var mutlaka.

Genç Parti'nin Genel Başkanı hükümet politikalarını yerden yere vurmaya devam ediyor.

Kendisinin ne yapacağı belli değil.

Elinde bir ‘‘manifesto’’ var ama o manifesto dedikleri biraz kültürlü bir lise talebesinin kaleme alacağı derinlikte bir metin.

İki kahve, üç entel bar gez, konuşulanları alt alta yaz olsun sana ‘‘manifesto’’.

Cem Uzan şimdilerde hükümetin ‘‘sıfır zam’’ önerisini eleştiriyor.

Doğrudur, bu öneri eleştirilebilir.

En azından enflasyon oranında bir iyileştirme beklemek çalışanın hakkıdır. Ama insanın bunu eleştirmek için kendisinin daha insaflı olması gerekir.

Bakın hükümetin 0 zam önerisini eleştiren Cem Uzan kendi yanında çalışanlara ne yapıyor.

Bir káğıt imzalatarak çalışanların maaşlarında yüzde 25 indirim yapıyor. Káğıdı imzalayıp indirimi kabul etmeyeni de anında kapının önüne koyuyor.

Star çalışanları da beni arayıp durumu haber veriyorlar.

Kendi çalışanlarına yüzde 25 maaş indirimi veren Cem Uzan, sonra kalkıyor hükümetin yüzde 0 önerisini eleştiriyor.

Bazı aklı evveller de hálá bu adama inanıyor. Neymiş, Amerika'yı kazıklamışmış.

Be hey zavallılar.

Amerika'yı kazıklayan size ne yapmaz hiç düşündünüz mü?

PETKİM bedava verilir mi?


PETKİM ihalesinde en yüksek teklif Uzan Grubu tarafından verildi.

Şimdi Türkiye'nin bu petrokimya tekelinin Uzan Grubu'na verilip verilmemesi gündemde.

Grubun adını bir tarafa koyarsak, Petkim'e verilen teklifin şirketin gerçek değerinin çok altında olduğunu herkes kabul ediyor.

Uzanlar'ın Star Gazetesi'nin yazarları bile şirkete en az 3 milyar dolar fiyat biçiyorlar.

Oysa verilen para 650 milyon dolar.

Petkim'in bu paraya verilmesi, şirketin ‘‘bedavaya’’ satılması demek.

Neden mi?

Petkim yöneticilerinden aldığımız bilgilerle anlatalım.

Petkim'in şu anda nakit olarak 250 milyon dolar parası var.

Bu paranın 150 milyon doları bankada vadeli olarak yatıyor.

100 milyon doları da şirketin kasasında.

Şirketin şu anda 3 aylık ürün stoku ve 7 aylık hammadde stoku var. Petkim'in sadece son üç yılda yaptığı yatırım 300 milyon dolara yakın.

Sadece Aliağa tesisleri 13 milyon metrekarelik bir alana kurulmuş. Ağaçlandırılmış, çamlar içinde müthiş bir arazi. Buranın emlakçı vasıtasıyla satılması halinde sadece arazi değeri en az 200 milyon dolar.

Bunun üzerine Yarımca'daki dev tesisin arazi değerini de koyun.

Basit bir hesapla 1 milyar doların üzerinde bir rakam.

Petkim'i bu fiyata vermek biraz ‘‘haksızlık’’ olur.

Değil Uzan'a, babama verseniz karşı çıkarım.

Hele hele şirkette 250 milyon dolar nakit varken.

Diyecekler ki: ‘‘Fiyatı serbest piyasada belirledik.’’

Biz biliriz Türkiye'deki serbest piyasaları.

Sabıkalı müteahhit çöktürür


ANKARA'da önceki gün Yenimahalle'de yapılmakta olan bir köprülü kavşak inşaatı çöktü.

Altında 2 kişi kaldı. Biri öldü.

Kaza denilecek ve unutulacak.

Ama bu kaza değil. Bu bir cinayet.

Bile bile lades. Bile bile infaz.

Çünkü Ankara Yenimahalle'de Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan bu kavşağın inşaatını üstlenen firma tam anlamıyla ‘‘sabıkalı’’.

Çöken kavşağın inşaatını üstlenen Hona İnşaat'ın geçen yıllarda da ciddi vukuatları var..

Şirketin Afyon'da yapmakta olduğu 96 konutluk Yeşilçay Yapı Kooperatifi inşaatı 2002 Şubatı'nda meydana gelen depremde çöktü.

Yetmedi.

Aynı şirketin yaptığı bir başka inşaat, İstanbul Topkapı'da yapımı süren çok katlı otopark da 2002 Ağustos ayında yıkıldı.

Hem de aynen Ankara'daki köprülü kavşak gibi.

Kalıpların dökülen betonu taşıyamaması sonucu otopark inşaatının iki katı yerle bir oldu.

Hona İnşaat diye bir şirket.

Yıllar önce değil, çok yakın zamanda meydana gelmiş iki facia ve buna rağmen bu firmaya verilen ihale.

Bu kavşak çökmeseydi şaşardım.

Dua edin açılmadan çöktü, ya bir de üzerinden otomobiller, altından yayalar geçerken çökseydi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Spor yazarı müsveddeleri, milli takım kaptanı Bülent'i örnek göstereceklerine, sövmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

DDK, BDDK'yı denetlesin

24 Haziran 2003
<B>CUMHURBAŞKANLIĞI </B>Devlet Denetleme Kurulu, bankacılık suçlarında <B>‘‘caydırıcı’’ </B>hapis cezaları verilmesini istemiş. Son derece haklı bir istek. Yıllar önce bu konuyu Ertuğrul Özkök ile tartışmıştık.

Ben Murat Demirel, Dinç Bilgin ve benzeri şürekanın hapisten çıkmaması için durmadan yazıyordum.

Ertuğrul Özkök ise bu kişilerin hapisten çıkmalarının gerektiğini, çünkü devlete olan borçlarını ancak bu şekilde ödeyebileceklerini savunuyordu.

Bu arada bu kişilerin yakınları sağdan soldan bana haber yolluyor, ‘‘Sağlıkları bozuldu. Ne olur artık yazmayın. Çıksınlar, borçları kuruşu kuruşuna ödeyeceğiz’’ diyorlardı.

Zaman zaman bu konuyu Özkök ile konuştuğumuzda ‘‘Abi bunlar haysiyetsiz insanlar. Bu parayı yememişlerdir. Bu kadar para yenmez. Bir deliğe sokmuşlardır. Bunları serbest bırakırsan bunlar parayı getirmez. Kendileri paranın yanına giderler’’ diyordum. Çünkü görüyordum. Dinç Bilgin'in oğlu, hálá lüks içinde yaşıyordu. Diğerleri de farklı durumda değildi. Belli ki para vardı.

Sonunda çıktılar.

Ben de haklı çıktım.

Kuruş ödemediler. Yapılan ‘‘devede kulak’’ tahsilat da zaten ekonomik şartlar nedeniyle batmış, birkaç onurlu bankacının yapmaya çalıştığı ödeme.

Asıl ‘‘hırsızlardan’’ gelen tek kuruş yok.

Tam aksine ‘‘ödememe’’ üzerine sistem bina ediyorlar.

BDDK'nın ödeme planı dediği ve bazılarını 15 yıla yaydığı saçmalıklar ise aslında ödememe planı.

Çalınan paranın 15 yılda elde edeceği faiz bile ödeme planında ödeneceği söylenen paradan yüksek.

Bu yüzden Devlet Denetleme Kurulu son derece haklı.

Bunların ‘‘kulaklarından tutulduğu’’ gibi Kartal'daki ‘‘evlerine’’ geri gönderilmeleri lazım.

Devlet Denetleme Kurulu'nun da BDDK'yı denetlemesi, yaptığı ve yapmadığı işlemlerin neler olduğunu ortaya çıkartması şart.

Göz göre göre devletin trilyonları kaçırılıyor, BDDK uyuyor...

Birinin bu uykuyu bölmesi gerek.

Nedir bu Petrus?


VAKIFBANK Genel Müdür Yardımcısı'nın bir otelde Petrus şarabı içip, 5.6 milyar lira fatura ödemesi iki gündür konuşuluyor. Genel Müdür Yardımcısı ise düzeltme yollayıp faturanın 5.6 milyar değil, topu topu 2.5 milyar lira olduğunu belirterek ‘‘cevap hakkını’’ kullanıyor.

Aslında Petrus marka şarabın Türkiye'de ‘‘gündem’’ olması ilk değil.

Daha önce de bu şarap sık sık ‘‘bahse konu’’ oldu.

Benim bildiğim eski bakanlardan ANAP'lı (Şimdilerde Cem Uzan'ın yanında) Güneş Taner bu şarabın tutkunlarındandı.

Petrus şarabı bu kadar haber oldu ama bir kişi de kalkıp ‘‘Nedir bu Petrus’’ diye yazmadı.

Ben de Petrus'un ne olduğunu bilmeyen Türkiye'nin yaklaşık yüzde 99.9'u için bir ‘‘Ne nedir?’’ yapmaya karar verdim.

İşte size Petrus:

Petrus, Fransız şaraplarının ‘‘Grand Vin’’ yani ‘‘Büyük Şarap’’ olarak nitelenen iyilerinden. Zaten küçük olan, Pomerol bölgesindeki bir üretim merkezinin adı.

Şarabın yapıldığı yer ‘‘Chateau Petrus’’.

Saint Emilion'un çok yakınında.

Killi, çakıllı, kumlu toprağıyla tanınıyor. Şarabın yapıldığı üzümler ortalama 70 yaşındaki asmalardan toplanıyor.

Ancak Petrus'un bu konuda çok kesin bir ilkesi var.

Üzümler ancak öğleden sonra toplanabiliyor. Bunun nedeni, üzümlerin üzerinde hiçbir ıslaklık kalmaması ve lezzeti etkileyecek bir durum oluşmaması.

Chateau Petrus'un bağlarında üretilen üzümlerin yüzde 95'i Merlot, yüzde 5'i ise Cabarnet Franc.

Toplanan üzümler ezildikten sonra, beton teknelerde fermante ediliyor.

Daha sonra her yıl yenilenen meşe fıçılara koyuluyor.

Meşe fıçılarda yaklaşık 22-28 ay bekletildikten sonra şişeleniyor.

Petrus bağlarından toplanan üzümle yılda ancak 4 bin kasa Petrus şarabı üretilebiliyor. Fiyatları ise çok değişken.

Üretim yılına göre müthiş farklılıklar gösterebiliyor.

Monaco'da bir şarap mağazasında 1994 üretimi Petrus'u bin dolara satarlarken, 1995 bir Petrus'a 5 bin dolar istediklerini gördüm. İsteyenin bir yüzü kara...

Alan Vakıfbank genel müdür yardımcısı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yazarların yazılarına yollanan ‘‘doğrulama’’, bazı kuş beyinliler tarafından ‘‘yalanlanma’’ olarak algılanmayınca.
Yazının Devamını Oku