Fatih Altaylı

İmar Bankası’nda kayıt aranır mı?

11 Temmuz 2003
<B>BDDK ‘‘Uzanlar bize İmar Bankası'nın muhasebe kayıtlarını vermediği için mudilere ödeme yapamıyoruz’’ </B>diyor. Uzanlar ise ‘‘Hayır biz kayıtları verdik’’ diye ilanlar yayınlıyor. Açıkçası ben bu kez Uzanlar'ın doğru söylediğine inanıyorum. Kayıtları verdiler.

Çünkü Uzanlar'ın kayıt dediği bu. Böylelikle bankadaki pek çok işlemin kayıtdışı tutulduğu da anlaşılıyor ve bir kez daha geçmişte yazdıklarımın doğruluğu ortaya çıkıyor. Bundan yaklaşık 2 yıl kadar önce yazılarımla BDDK'yı uyarmıştım. O dönemde yazdıklarım iki noktayı içeriyordu. İlki İmar Bankası'nın sermaye yeterlilik rasyosunun eksi binler düzeyinde olduğuydu, ki bu şimdi kanıtlandı. Diğeri ise İmar Bankası'nda kayıtların güvenilir olmadığıydı. İmar bankası'nın eski ‘‘üst düzey yöneticilerinden’’ gelen bilgileri bu köşede aktarmıştım. O dönem bana ulaşan iddialara göre, İmar Bankası yatırılan mevduatın bir bölümünü kayıtlara geçirmiyordu. Başta döviz hesapları olmak üzere, büyük hesaplarda kayıtlar doğru düzgün tutulmuyor, banka cüzdanı hazırlanıyor ancak bunlar kayıt altına alınmıyordu. Bankada iki tür kayıt vardı. Biri resmi mercilere verilen kayıtlar, diğeri Uzan Ailesi'ne verilen kayıtlar. Bunun nedeni bankanın Merkez Bankası'na karşı olan yükümlülüklerinden kaçmaktı. Ben bu durumu 2 yıl önce yazıp, BDDK'nın bu durumu ‘‘incelemesini’’ istemiştim.

Çünkü iddia vahimdi.

Anlaşılan BDDK bu yönde bir inceleme yapmadı. Ve iş yıllar sonra bankaya el konulunca ortaya çıktı. Bu nedenle İmar Bankası'nın ‘‘yasal’’ kayıtları daha yıllarca ortaya çıkmayabilir.

Parasıyla sübyancılık olur mu?

İKİNCİ N.Ç. olayı Sivas'ta patladı. Bir kız çocuğuna 11 yaşından 16 yaşına kadar babası ve hatta dedesi yaşında adamlar tecavüz etmişler.

Bu kişiler yargılama sonunda serbest bırakılmışlar.

Hürriyet Gazetesi bu kez de ifadeleri yayınlar mı bilmiyorum.

Ancak sizin içinizi bulandıran ifadeler, sizin tanımadığınız birinin dramı.

Aynen N.Ç.'de olduğu gibi.

N.Ç. olayı ile ilgili olaraksa bana hálá mektuplar geliyor.

Olayın sanıklarından.

Kız kötü yola düşmüş de, bunu parayla ona yaptırmışlar da, işin siyasi boyutu varmış da, birileri kızı pazarlamış da.

Daha bir sürü palavra.

Bütün bunlar doğru bile olsa, yapılan rezaletin boyutu değişiyor mu?

50 yaşında, çoluk çocuk sahibi kart adamların 11-12 yaşında bir kız çocuğuyla ilişkiye girmesini ‘‘kabul edilebilir’’ hale getiriyor mu?

50 yaşında adama soruyorlar: ‘‘11 yaşındaki bu kızla yattın mı?’’

Cevaplıyor: ‘‘Yattım ama parasıyla’’.

Kendilerini mazur göstermeye çalışırken, çifte ahlaksızlığa imza attıklarının farkında bile değiller.

11 yaşındaki kızı pazarlayan ‘‘ahlaksızdan’’ şikáyetçi olması gerekenler şikáyetçi değil ‘‘müşteri’’ oluyorlar, sonra da bu rezaleti mazur göstermek için ‘‘satıcı-alıcı’’ ilişkisini öne sürüyorlar.

Ve benzer olaylar peş peşe patlamaya başlıyor.

Avrupa'da ‘‘en ayıp’’ suç olan bu durum, Belçika'da hükümet deviriyor, Türkiye'de ise bu rezalete tepki gösterenler suçlu ilan ediliyor.

İçimden beddua etmek geliyor ama etmeyeceğim.

İnşallah sizin çocuklarınızın başına böyle bir şey gelmez.

Darısı kifayetsiz sövgücülerin başına

TETİKÇİ olduğumu itiraf ettim. Sağ olsun okurlardan yüzlerce mail, faks ve telefon geldi. İşini doğru yapmanın nasıl büyük bir keyif olduğunu bir kez daha anladım.

Varlık sebebi bana sövmek ve beni karalamak için hikaye üretmek olanlara da umarım böyle tepkiler gelir.

Bir tanesini yayınlıyorum.

Nazar etmeyin ne olur.

Adam gibi yazın sizin de olur:

‘‘Moskova'dan Mektup

Fatih Bey,

Benim, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak tek temennim sizin gibi tetikçilerin (bu anlamda tetikçi) bu ülkede çoğalmasıdır. Her türlü pisliğin, alçaklığın bulaşmadığı yer kalmayan bu ülkede hırsıza hırsız, arsıza arsız, üçkağıtçıya üçkağıtçı diyebilecek cesareti gösterecek tetikçilere ihtiyacımız bulunmaktadır. Lütfen susmayın. Devamlı bu ahlaksızların karşısında olduğunuz için sizi sindirmek istiyorlar. Bugünkü yazınızda söylediğiniz gibi o insanlar bu işleri yapmadı da siz mi onlara kara çaldınız. Eğer bu insanlar bu işleri yapıyorlarsa sonucuna da katlanmaları gerekmektedir. Gerçi ne kadar katlandıkları da ortada. İnsanın içinden, bu ahlaksızların yaptığı işler sonucunda aldığı komik cezaları görünce suç işleyesi geliyor. Fatih Bey, sizi devamlı takip ediyorum. Konulara yaklaşımınız çok gerçekçi. Sabit fikirli değilsiniz. Her zaman objektif bakabilen bir gazetecisiniz. Yazılarınızda ben bunları anlıyorum. Siz aynı çizginizden sapmadan aynı dogrultuda ilerlemenize devam edin. Bu ülkenin sindirilmiş gerçek sahipleri sizi çok iyi anlıyor. Ve inanın bir gün bu alçaklara karşı seslerini yükselteceklerdir. Size onurlu mücadelenizde başarılar dilerim. Ve lütfen kendinize çok dikkat edin. Bu ülkenin gerçek sahibi gariban halkının size ve sizin gibi ahlaklı, namuslu tetikçilere ihtiyacı vardır. Kendinize iyi bakın. Tanrı sizi karşınızdaki TETİKÇİLERDEN korusun.

11/07/2003 Moskova

Saygılarımla,

K.A.’’

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

‘Ahlak’ı şans eseri yan yana gelmiş 5 harften ibaret zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Evet, ben bir tetikçiyim

10 Temmuz 2003
<B>HINCAL Uluç </B>dünkü yazısında bana sitem ederken diyor ki: <B>‘‘Sana Doğan Grubu'nun tetikçisi diye yazsam, abi bari sen deme diye fırlamaz mısın?’’<br><br></B>Fırlamam abi... Çünkü ben gerçekten ‘‘tetikçiyim’’.

Bu ülkenin namuslu, onurlu, satın alınamayan, satmayan, gelene ağam gidene paşam demeyen, yanındayken köpek olduğu insanlara arkadan sövmeyen, hırsızlık yapmayan, hortumculuk yapmayan milyonlarca insanı adına ‘‘tetikçilik’’ yapıyorum. Biliyorum, ‘‘satılmış’’ bazı gazeteci müsveddeleri bana tetikçi diyorlar.

Umurum bile olmuyor.

Gülüyorum, geçiyorum.

Eğer bir gün birisi bana ‘‘Doğan Grubu'nun iş takipçisi’’ deseydi çok üzülürdüm. Ama ben sadece doğruları yazıyorum. Namussuza namussuz demek tetikçilikse, namuslu adamların sesinin namussuzlar kadar çok çıkmasını sağlamaksa suçum evet ben suçluyum.

Ama tetikçi lafına gerçekten gülüyorum.

Çünkü bu ülkenin insanı kimin ne olduğunu çok çok iyi biliyor. Senin Dinç Bilgin'in banka boşaltmadı da ben mi boşalttı dedim. Devletin yüz milyonlarca dolarını cebe indirdiği için mi Kartal Cezaevi'nde yattı, yoksa kapı yanlışlıkla kapalı kaldığı için mi?

Uzan Ailesi Türkiye'nin ve dünyanın hukuka, hakka en saygılı ailesiydi de ben tetikçi olduğum için mi aksini yazdım. Bu namlunun ucunda can veren veya vurulan Kamuran Çörtük, Murat Demirel, Nail Keçili, Cavit Çağlar ve daha onlarcası ‘‘namus abidesi’’diler de ben onlara ateş ettiğim için mi ‘‘mundar’’ oldular.

Evet Hıncal Abi, senin yanında birisi benim için ‘‘tetikçi’’ derse gururla ‘‘Evet o bir tetikçidir’’ diye onayla. Çünkü ben ateş edilecek yeri bulur ve ederim. Tam da göbeğinden vururum.

Ne kadar doğru yaptığım ya o gün anlaşılır, ya yıllar sonra. Ama ben tetikçiyim.

Namuslu hiç kimseye ateş etmeyen, namussuzların peşine düşen.

Sadece kendi vicdanından ve yasalardan başka bir şey dinlemeyen bir tetikçi.

Korkun benden.

NOT: Bazı mesleştaşlarım kendilerine tetikçi denecek diye doğruları yazmaktan korkuyor. Tetikçi sıfatının yarattığı korku bazılarına kalkan oluyor. Benim ise umurumda değil.

Zekásına güvenmiştim


SEVGİLİ Hıncal Uluç, sana değer verdiğim için zaman zaman sana yazıyorum. ‘‘Hıncal Abi programı izlemeden yazmış’’ dememin nedeni de senin zekána güvenmem.

Benim tanıdığım Uluç, o programı izlemiş olsaydı Kenan Işık'ın yanlış yönlendirdiğini yazmayacak kadar zekiydi.

Herhalde ‘‘iyi izlemedin’’.

Yarışmaya gelince. Ben hálá diyorum ki, 1877'de başkan olan biri, nasıl olur da 1876 yılında başkan olarak bir laf söyler?

Ama en iyisi senin dediğin. O delikanlıyı kaldığı yerden, yeniden yarıştırmak gerek.

En doğrusu bu.

Türkiye'nin lobicisi soykırım destekçisi ile


EĞER beklenmedik bir gelişme olmazsa Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı bugün Amerikan Kogresi'ne iniyor. Kabul edilmesi büyük olasılık. Clinton'ın son döneminde de aynı yasa Kongre kıyısından dönmüştü.

O günleri hatırlayanlar bilecektir. Bugün artık aramızda olmayan bir Yahudi işadamımız Şimon Perez'i devreye sokmuş, Perez de Yahudi lobisi aracılığıyla Clinton'a baskı yaparak yasanın gündemden çıkarılmasını sağlamıştı.

Şimdi ise yasa tasarısının arkasında ‘‘Türk düşmanı tek Yahudi’’ olarak nitelenen Demokrat Parti'nin başkan adaylarından Joe Liebermann var.

Türkiye açısından işin skandal tarafı da burada başlıyor.

Joe Liebermann başkan adaylığı sırasında Ermeni ve Rumlardan destek alabilmek için yasayı destekliyor. Çünkü ona göre Yahudi oyları cepte keklik.

Peki Joe Liebermann'ı geçen dönem başkan yardımcılığı, gelecek dönem de başkan adaylığı yarışında destekleyen kim?

Ünlü lobi kuruluşu Livingstone Group.

Livingstone Group'un ortakları kim?

Stephen Solarz ve Robert Livingstone.

Peki bunlar kim?

Amerika'daki en büyük Türk dostları.

Stephen Solarz o kadar bilinen bir Türk dostu ki, onun şirketi yılda 1 milyon 800 bin dolar karşılığında Türkiye'nin lobisini yapıyor.

Yani işin özeti Türkiye'nin lobisini yapan şirket, Türkiye aleyhtarı Ermeni Soykırım Yasası'nın en büyük destekçisi Joe Liebermann'ın kampanyalarını yürütüyor.

Bir yerde bir terslik var ama nerede?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Devletlerin zirvelerine oturan veya oturtulan kişiler, zoru gördüğünde saklanmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Ermeni tasarısı bu kez ciddi

9 Temmuz 2003
<B>AYLARDAN </B>beri bu köşede ve Kanal D Haber'de <B>‘‘uyarmaya’’ </B>çalışıyoruz. <br> İlginçtir kimsenin umuru olmadı.

Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı ‘‘bağıra bağıra’’ Amerika'da hem Senota'ya, hem de Temsilciler Meclisi'ne geliyor.

İşler bundan önce de bir kez bu kadar ‘‘ciddileşmişti’’. Ancak o zaman Beyaz Saray'da bir dost, Clinton vardı ve onun arzusuyla tasarı Temsilciler Meclisi gündeminden çekilmişti.

Bu kez sadece Temsilciler Meclisi değil, Senato'nun da gündeminde Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı var ve ortalıkta bunu geri çektirecek bir ‘‘dost’’ yok.

Tam aksine, Senato'daki gidişat son derece tehlikeli.

Daha önce de değindiğimiz gibi soykırım yasası ABD 2004 Bütçe Yasası'nın ucuna eklenmiş bir madde olarak geliyor.

Tasarıyı hazırlayanlardan biri Cumhuriyetçi, biri Demokrat.

Yani her iki parti de yasayı destekliyor.

Daha da önemlisi iki partinin ağır topları yasaya destek veriyor.

Başkan Adayı Al Gore'un yardımcısı olarak geçen seçime giren ve önümüzdeki seçimin ABD başkan aday adaylarından Joe Liebermann yasanın arkasındaki en önemli isim.

Rum lobisinin tamamı yasaya arka çıkıyor.

Kennedy Ailesi'nden Edward Kennedy ve eski başkan adaylarından Bob Dole'un eşi Elizabeth Dole da yasanın destekçisi. Tasarı bugün veya yarın Kongre'de olacak.

Son anda bir ‘‘gariplik’’ olmazsa geçecek gibi de duruyor.

İşin vahimi Amerikan Senatosu bizim Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi çalışmıyor.

Yani bu karar bir kez alınırsa, bir daha dönüş yok.

Kongre'nin ilişkiler düzeldiğinde geri dönüp, ‘‘Yahu Türkler soykırım yapmamıştı. Biz yanılmışız, kandırılmışız’’ deme şansı yok.

Bilmem anlatabildim mi?

Bölgede ilginç gelişmeler oluyor

HABERLERE bakılırsa, Türkiye'nin kronik baş ağrısı PKK son günlerde eylem alanı olarak İran'a yöneldi.

İran kim?

Yıllarca PKK'yı barındıran, hastanelerini açan, yorgun militanlara dağlarını barınak olarak veren ve bu yüzden Türkiye ile defalarca ‘‘gerilim yaşayan’’ İran.

PKK şimdi düne kadar hamisi olan ülkede çatışıyor.

İran ordu birlikleri dağlarda PKK ile vuruşuyor.

PKK İran ordusuna saldırılar düzenliyor.

Bu son derece ilginç bir gelişmedir.

ABD İran ile ilgili olarak Irak savaşı öncesi aldığı tavrı değiştirip, bombaladığı Halkın Mücahitleri kapmlarını yeniden kurdururken, PKK da ani bir dönüşle İran'ı vuruyor.

Tam da aynı günlerde ABD Kuzey Irak'taki Türk varlığını geri çektirmek için harekete geçiyor.

Bölgesel güç olduğunu iddia eden Türkiye ise sadece izliyor.

Güneydoğumuz'da sorunlu günler yakın gibi duruyor.

Ben mi dedim off shore'a yatırın diye?

ELİMDE yine bir sürü faks, bir sürü mektup, birçok telefon.

‘‘Yandık abi, bizim sorunumuzu dile getir.’’

Sorun dedikleri ne?

İmar Bankası'nda, daha doğrusu İmar off shore'da paraları varmış.

‘‘Yandık ne yapacağız’’ diye soruyorlar.

Bu ülkede son 5 yılda batan bankanın haddi hesabı yok.

Off shore'da parasını kaybedenin haddi hesabı yok.

Televizyonlar günlerce kendilerini yakan off shore'zedelerin haberini verdi.

Siz hálá paranızı off shore hesabına yatırdıysanız ben ne yapayım? Devlet ne yapsın?

Bir puan fazla faiz alacağım diye off shore'a yatırın.

Batınca bin çare arayın.

Ben ‘‘Off shore'a para yatırmayın’’ derken niye beni aramıyorsunuz?

Ben bazı gruplar hakkında uyarılarda bulunurken beni dinlemiyorsunuz.

Sonra para batınca ‘‘Yandık’’.

Yanmadınız hanımlar beyler.

Kendinizi yaktınız.

Bunca olaydan ders almayanlar için üzülecek halim yok.

Kusura bakmayın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bazı hákimler önlerindeki belgeleri okumadan karar vermediği zaman.
Yazının Devamını Oku

AB'ye girmezsek Türkiye bölünür

8 Temmuz 2003
<B>AMERİKAN </B>terbiyesizliğinin ortaya koyduğu somut bir gerçek var. Türkiye'nin Avrupa Birliği'nden başka çaresi yok.

Hem de bazı kesimlerin Avrupa Birliği'ne itiraz gerekçelerinin tam tersi nedenlerle.

Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten bir grup ‘‘zirzop’’un tavrına bakarsak, ABD bölge haritasını yeniden çizmeye hazırlanıyor.

Bunun uzun vadeli sonuçları ne olur bilemem.

Bunu ABD'deki bu ‘‘veletlerin’’ de bildiğini zannetmiyorum.

Ama onlar uzaktan bir ‘‘oyun’’ oynuyorlar.

Bölgedeki huzuru bozma ve kendi askerlerinin canı pahasına ‘‘deneme’’ yapıyorlar.

Türkiye de bu denemenin yapıldığı yerlerden biri..

Çok açık ve net görünüyor ki, Türkiye'nin ‘‘hassasiyetleri’’ artık ABD'nin ‘‘hassasiyetleri’’ değil.

Daha da kötüsü, Türkiye'nin hassasiyetleri artık ABD'nin ‘‘umurunda’’ değil.

Bunlar arasında Türkiye'nin toprak bütünlüğü de var.

Türkiye'nin toprak bütünlüğünü koruyabilmesinin yegáne yolu, büyük bir hızla Avrupa Birliği'ne girmek. Bu toprakları Amerikan çıkarlarına karşı koruyabilmek için, bunları Avrupa toprağı yapmak zorundayız.

Zannedildiğinin tam aksine...

ABD’nin eline geçen şifreler değiştiriliyor


DÜN değindiğimiz konu giderek derinleşiyor. NATO müttefiki, dostumuz ABD'nin Kuzey Irak'ta Türk irtibat bürosuna yaptığı baskında sadece askerlerimizi değil, çok önemli begeleri de ele geçirdiğini dün yazmıştım.

Bu begelerin Türkiye'nin bölgede yıllardır yürüttüğü faaliyetin ciddi bir ‘‘bilançosunu’’ içerdiğini biliyoruz.

Türkiye'ye yollanan raporlar, ajanlar, satın alınmış yerel unsurlar, işbirliği yapılan bölgesel güçler...

Hepsi ABD'nin elinde.

Ancak durum bu kadarla da sınırlı değil.

ABD askerleri tarafından ‘‘soyulan’’ irtibat büromuzda ‘‘RT 607’’ olarak adlandırılan bir de haberleşme sistemi vardı.

Bu sistem büro ile Türkiye arasında havadan yapılan haberleşmeyi ‘‘kodlamakta’’ ve bu kodu ‘‘çözmekte’’ kullanılıyordu.

Haberleşme, yollayıcı tarafından elektronik olarak şifreleniyor, iyonosferden yansıtılarak ‘‘adrese’’ yollanıyor ve bu şifre yine elektronik olarak ‘‘adresteki’’ alıcı tarafından çözülüyordu.

Kriptolu bu sistem Belçika'daki bir firma tarafından Türkiye, daha doğrusu için ‘‘Özel Kuvvetler’’ için özel olarak yapılmıştı ve başka bir orduya aynı sistem verilmiyordu.

Bu işi gerçekleştiren cihaz olan RT 607 haberleşme sistemi artık Amerika'nın elinde.

Sistem ABD'nin elinde olsa da, bir işine yarayacak gibi değil.

Çünkü tek başına bir anlam ifade etmiyor.

Ancak buna rağmen olası bir ‘‘sakıncayı’’ ortadan kaldırmak isteyen Türk Genelkurmayı şimdi bütün haberleşme şifrelerini değiştiriyor.

‘‘Dost ve müttefik’’ Amerikan askerlerinin ‘‘dostça tavrı’’, Türkiye'ye epey pahalıya patlıyor.

Keşke gerçek reklamlardaki gibi olsa


HERKESİN kafasındaki soru ‘‘Türk askeri neden karşı koymadı’’.

Özel Kuvvetler'de üst düzey görev yapmış bir komutanla konuşuyorum.

‘‘Türk askerlerini rehin alan Amerikalı askerler tam anlamıyla çapulcu. Bizim çocuklar isteselerdi o çapta 100 Amerikalıya karşı, o binayı savunurdu. Bizimkiler parmaklarını bile kıpırdatmamışlar’’ diyor.

Bunun anlamı şu:

‘‘Genelkurmay, Türk askeri ile Amerikan askerinin karşı karşıya gelebileceğini öngörmüştü.’’

Bölgedeki birliklere büyük bir ihtimalle, ‘‘ABD askerleri ile çatışmaya girmeyin’’ emri verilmişti. Türk Genelkurmayı iki ülke askerleri arasında meydana gelebilecek bir çatışmanın, hele hele kan dökülmesi ve can kaybı halinde iki ülke ve iki ordu arasında kolay kolay onarılmayacak bir yara açacağını düşünmüş olmalı ki, Türk askerine Amerikan askeri ile ‘‘çatışmama’’ emri veriliyor.

Ancak Amerikan Ordusu'nun Türkiye'ye karşı ‘‘vukuat listesi’’ de bir hayli kabarıyor.

1991'de bir kaymakamımızın Amerikalı bir subay tarafından tokatlanması, muavenet olayı, Jandarma Genel Komutanımızın uçağının tacizi... Reklamlara bakarsanız ‘‘Türkler de çok oluyor ama’’. Fakat galiba hayat reklamlardaki gibi değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Onurun bir güç değil, bir karakter meselesi olduğunu hatırladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak'tan hemen çekilmemiz gerek

7 Temmuz 2003
<B>NE </B>siyasetçisi görebiliyor geleceği, ne de ona danışmanlık yapan anlı şanlı, unvanlı <B>‘‘büyük adamlar’’</B>. Kuzey Irak'ta Türk askeri ile Amerikan askerinin karşı karşıya gelme olasılığına gülenleri bir kez daha ‘‘tebessümle’’ anıyorum.

Dönemin başbakanı Gül'e bu olasılığı sorduğum zaman bir yanında ‘‘profesör’’, diğer yanında ‘‘büyükelçi’’ unvanlı iki danışmanının güldüğünü defalarca yazdım.

Tarih beni hep haklı çıkardı.

Hele bu kez yüzde yüz.. Eğer Türk askeri ile Amerikan askeri vuruşmadıysa, bunda Türk askerinin, Türk dış politikası altında ezilmişliğinin payı var, başka bir şey değil.

Türkiye, Türk askeri, ‘‘arka bahçesi’’ olarak gördüğü yerde dayak yiyor.

Bunda kişiliksiz politikanın rolü büyük.

Önce kırmızı çizgiler ‘‘pembe’’ oldu. Sonra Türkiye ‘‘pembeleşti’’.

Kuzey Irak'taki olay görünenden vahim.

Çünkü sadece askerlerimizi ‘‘kaptırmadık’’.

Amerikan askerleri tarafından basılan büroda, Türkiye açısından son derece önemli belge ve bilgiler vardı.

Türkiye'nin bölgede yürüttüğü istihbarat çalışmalarının sonuçları, Türkiye'nin bölgede kullandığı ‘‘ajanların’’ listesi, Kuzey Irak'ta yapılan çalışmaların belgeleri hepsi bir anda hem Barzani'ye bağlı Kürtlerin, hem de Amerikalıların eline geçti.

Askerlerimizi geri alacağız ama bu çok önemli belgeler artık ABD'nin ve Kürtlerin elinde.

Türkiye'nin artık yapabileceği tek bir hareket kaldı.

Kuzey Irak'tan hızla çıkmak.

Çünkü varlığımız artık hiçbir şey ifade etmiyor. Boşu boşuna ulusal onurumuzu zedeletiyoruz.

Güneyimizdeki Amerikan topraklarından artık çekilmeliyiz.

Çünkü Türk askerine karşı ‘‘küstahça’’ davranan Albay hakkında ‘‘gereğini yapmadığımız’’ an zaten orayı kaybettik.

Ya gazetecisindir ya da danışman


REKLAM eleştirmenlerini eleştirmeme Ali Atıf Bir yanıt verdi. Ali Saydam'dan ise şimdilik ses seda yok. Varsa da ben görmedim.

Ali Atıf Bir diyor ki: ‘‘Bu iş dünyanın her yerine yapılır’’.

Doğrudur. Reklam eleştirmenliği yapılır.

Ama bu bir günlük, popüler gazetede değil genelde sektör dergilerinde, ya da ekonomi gazetelerinde yapılır.

Bu çok önemli değil diyebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız.

Ama dünyanın hiçbir yerinde reklam eleştirmenliği yapanlar, reklam verenlere veya reklam şirketlerine ‘‘danışmanlık’’ hizmeti vermezler.

Bazı reklam şirketleriyle ‘‘doğrudan’’ parasal alışveriş içinde bulunmazlar.

Ya da bizzatihi reklam veya halkla ilişkiler hizmeti vermezler.

Bizde ise durum bu değil.

Hem Ali Atıf Bir, hem de Ali Saydam ‘‘sadece yazar’’ değiller.

Hatta yazarlık onların ‘‘işi’’ bile değil Bir yan uğraşları.

Ama asıl işleriyle ‘‘doğrudan bağlantılı’’ bir yan uğraş.

Şimdi ben bir bankanın ‘‘basın müşaviri’’ olsam, benim bu banka veya başka bankalar hakkında yazdıklarımın bir ‘‘kıymeti harbiyesi’’ olur mu?

Ya da bir otomobil firmasının danışmanı olsam, benim o firma veya başka otomobil firmaları hakkında yazdıklarım inandırıcı sayılır mı?

Gerek Ali Saydam, gerekse Ali Atıf Bir ile ilgili durum bu.

Hatta beteri. Çünkü her ikisi de onlarca firmaya hizmet veriyorlar. Hal böyle olunca yazdıklarının ‘‘değeri’’ sıfır oluyor.

Bu arada benim mesleğim de sıfırlanıyor.

Aylar önce yazdığım gibi ‘‘Danışman Gazeteciye Hayır’’.

Bıraksınlar diğer yaptıkları bütün işleri.

Bu meslekten aldıkları parayla geçinsinler.

O zaman hoşgeldiler, sefa geldiler.

Ama bu haliyle!

Haber var, haber televizyonu yok!


CUMARTESİ akşamı Ankara'da bir benzin istasyonunun havaya uçtuğu haberi geldi.

Büyük kanallarda o sırada film ve eğlence programları olduğu için onlar haberi araya giremediler.

Zaten gerek de yoktu, çünkü Türkiye'de ‘‘mebzul miktarda’’ haber televizyonu vardı. Onlar bu haberi gerektiği gibi verirdi, meraklılar da açıp izlerdi.

Ben de bir ‘‘meraklı’’ olarak hemen haber kanallarını açtım.

NTV'te bir sinema programı vardı galiba. CNN Türk'e geçtim. Bir grup adam toplanmış ‘‘geyik’’ yapıyorlardı.

Bir o, bir diğere zaplayarak dakikalar geçirdim. İstiflerini bile bozmadılar.

Epey sonra bir ara verip haberi duyurdular, sonra tekrar geyiğe döndüler.

Bu mu haber televizyonculuğu?

Aynı şey Amerika'da olsa ‘‘hakiki CNN’’ ‘‘breaking news’’ diye girer, olay yerinden anında canlı yayına başlardı.

Abuk sabuk olaylarda, ortada fol yok yumurta yokken ‘‘canlı yayın’’ yapan, olay olmayan olay yerine bağlanan haber televizyonlarımız, kırk yılda bir olacak ve müthiş görüntülerin olduğu patlama yerine bağlanmayı, oradan yayın yapmayı nedense bir türlü akıl edemediler.

Haber televizyonculuğu adına üzüldüm.

Geyik muhabbetinin haber olmadığını öğrenmeleri galiba biraz zaman alacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İnsanlar birbirlerinin hayatını zorlaştırmayı değil, kolaylaştırmayı ilke edindikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

İçişleri Bakanlığı yalan söyler mi?

4 Temmuz 2003
<B>BENİM </B>bildiğim bir devletin bakanlığı, ona bağlı birimler ve o birimlerin sorumluları yalan söylemez. Ama galiba Türkiye'de söylenir oldu. 4x4 araçların hız limitleri ile ilgili yazılarımdan sonra İçişleri Bakanlığı'ndan pek çok üst düzey yetkili, bakan talimatıyla arayıp konuyla ilgilendikleri bildirdiler. Ardından da bana bu konunun çözüldüğü ve 4x4 araçların da bundan böyle otomobillerle aynı hız limitlerine sahip olduğu aktarıldı. Ben de ‘‘devletin resmi görevlilerinin beyanlarına’’ güvenip bunu yazdım.

Ancak hálá bana yurdun dört yanından ceza makbuzları geliyor.

Son olarak iki gün önce emekli bir savcı, 80 kilometre hızla giderken 4x4 aracıyla radara yakalanmış ve ceza ödemiş.

Diyor ki, ‘‘Memur bana bakanlıktan gelen listeyi gösterdi. Size söylenen ile uygulama çok farklı. Devletin ciddiyetten ne kadar uzak hale geldiğini gördüm’’.

Sevgili Abdülkadir Aksu, devlet gerçekten ciddiyetten bu kadar uzaklaştı mı?

Son hamle...

UZAN Ailesi ve temsilcileri, İmar Bankası yönetiminden istifa ettiler.

Yerlerine BDDK'nın atadığı isimler geldi.

Bunun anlamı ne?

Açıkçası bunu bilmek zor.

İlk akla gelen, bankanın birkaç haftadır içinde bulunduğu ‘‘ödeme sıkıntısı’’nın bankayı batıracak noktaya gelmesinin engellenmesi.

Eğer bankanın yönetimi BDDK'ya geçmese, mudilerine paralarını ödeyemeyen, güven erozyonu içindeki banka, Bankalar Kanunu'nun yıllardır uygulanmayan 16. maddesine göre tasfiyeye bile gidebilirdi.

Uzanlar bankanın yönetimini ‘‘devlete’’ bırakarak, sarsılan güvenin BDDK tarafından tesis edilmesini sağlamak istemiş olabilirler.

Burada top bir kez daha BDDK'nın niyetinde.

Çünkü bu bankanın ciddi bir likidite ihtiyacı olacak.

Bu likiditenin yasa gereği ‘‘ortaklar’’, yani ‘‘Uzan Ailesi’’ tarafından sağlanması lazım.

Bu sağlanacak mı?

Bu bankanın fonlarından en fazla yararlananlar Uzan Grubu şirketleriydi.

Bu şirketler bankaya karşı olan yükümlülüklerini yerine getirecekler mi?

Bu iki soru önemli. Çünkü bunlar yapılmazsa, banka devletin elinde kalır.

Uzanlar'ın bankaya olan borçlarını ödemeleri ise aynen daha önce devlete itelenen bankalardaki gibi olur.

Ya da bu likidite kamu kaynakları tarafından, yani bizim cebimizden sağlanır, yani bizim paramızla İmar Bankası kurtarılır.

Her ikisi de çok ciddi rezalettir.

Top yine BDDK'da.. İşin kokusu birkaç günde çıkar.

Tabii bu arada İmar Bankası ile İmar Off Shore LTD arasındaki ilişki de unutulmadan...

Yok mu bu memlekette bir savcı?

AKTÜEL Dergisi, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın benim de köşemde konu olan ‘‘Evlerinden aldıracağım’’ sözlerini haber yapmış.

Üstelik de ‘‘evlerinden aldırılacak’’ 32 kişilik listeyle beraber.

Yani iş ciddi. Ortada bir liste bile var.

Aktüel bu konudaki görüşümü sorunca ben, ‘‘Ev adresimi vereyim de yanlış birini aldırmasınlar’’ dedim.

Aziz Yıldırım ise bir açıklama yapmış.

‘‘Ben böyle bir şey söylemedim’’ diyor. Oysa yönetici arkadaşlarından bile bu lafın edildiğini ama şaka olduğunu söyleyenler var.

Peki soruyorum, Galatasaray Adası'nda verilen yemekte masada Özer Saraçoğlu, Abdurrahim Albayrak ve bazı Beşiktaşlı yöneticiler de varken, Ali Yıldırım aynı şeyleri söylemedi mi?

Galatasaraylı taraftar, eski manken Yusuf Azuz'un tribünde Aziz Yıldırım'a küfrettiği gerekçesiyle bir gece eşkıya kılıklı adamlar tarafından alınıp dövüldüğü yalan mı?

Türkiye'de bir savcı, bu rezalete bakacak mı?

Yoksa o 32 kişi her gece kapılarının çalınmasını ya da kırılmasını mı bekleyecek.

Burası hukuk devleti mi, yoksa Aziz Yıldırım Cumhuriyeti mi?

Aziz Yıldırım bu soruları sorduğum için beni dava etmiş.

Etsin etsin...

Dava konusu yazıyı da lütfen Aziz Yıldırım'ın, eşini öldüren babasının salıverilmesini sağlayan bilirkişiye inceletsinler...

Olur mu?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ülkeleri yönetenler ilk hamleyi yapmadan ikinci ve üçüncü hamleyi planlamış oldukları zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu tavrı nasıl yorumlayacağız?

3 Temmuz 2003
<B>FÜTURSUZLUK </B>gördüm ama bu kadarını görmedim. Gören varsa beri gelsin. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan orman arazileri ile ilgili yasal düzenlemenin kendisi için yapıldığı yolundaki eleştirilere ‘‘Evet benim de böyle bir arazim var’’ yanıtını veriyor.

Bakan Bey'in de 50 bin metrekarecik, minik bir arazisi bu durumdaymış..

Unakıtan'ın kabinede ne yaptığını bilen bakanlardan biri olduğunu düşünürdüm, söylerdim hep.

Gerçekten biliyormuş.

Kızmak mı lazım, sevinmek mi bilemedim.

Bu araziyi başkasının üzerine geçirip ‘‘yok’’ diyebilirdi.

Ya da bir süredir Yolsuzluk Komisyonu'na ifade veren eski siyasetçiler gibi ‘‘Görmedim, Allah Allah, öyle mi olmuş. Yapma ya.. Yazık, Tüh tüh. Kim yapmış’’ türünden takılabilirdi.

Öyle yapmadı.

‘‘Evet benim de var’’ dedi. ‘‘Delikanlıca’’.

Fakat ben bunu nasıl yorumlayacağımı bilemedim.

Namuslu bir davranış mı, yoksa ar damarı çatlaması mı?

Şaka değil, gerçekten bilemedim.

Demek ki suç bende


PAZARTESİ günü Teke Tek'te Fatih Terim'i konuk ettim.

Spor sayfalarının gündemini belirleyen bir program olmuş. Ertesi gün gazetelerde programdan alıntılar görünce hoşuma gitti. İyi, günceli yakalayan, al gülüm ver gülüm olmayan bir iş yapmışım.

Gazeteler ertesi gün de bu programda konuşulanları ‘‘satır satır’’ yazmayı sürdürdüler.

Ben de bu arada hayli üzüldüm.

Nedenini anlatayım..

İstisnasız bütün gazeteler alıntı yaptı.

Hürriyet, Milliyet ve Vatan gazeteleri konuşulanları haber yaparken, bu konuşmaların Teke Tek programında yapıldığını vurguladılar.

Vatan Spor büyük harflerle vurguladı, diğerleri küçük.

Star ‘‘haliyle’’ benim adımı anmadı ama umurumda değil.

Akşam Gazetesi ‘‘Bir televizyon programı’’ dedi. Sabah da benzer bir ifadeyle ‘‘Televizyonda konuşan’’ demeyi tercih etti.

Hiçbirine üzülmedim de, Sabah'taki duruma üzüldüm. Çünkü Sabah'ın spor servisinin başında gazeteciliğe benim yanımda başlamış ve bugün başarılarıyla övündüğüm bir genç kardeşim, Sevgili Altan Tanrıkulu var.

Onun benim ve Teke Tek ekibinin emeğine saygı göstermesini beklerdim.

Sadece iki kelimeyle, bir televizyon yerine, ‘‘Teke Tek programında’’ diyerek.

Göstermedi.

Demek ki, öğretememişiz.

Yazıklar olsun bana.

Hişt, BDDK uyuyor musun?


BDDK'dan ne ses var ne de bir nefes.

Bir banka günlerdir mudilerinin paralarını ödemiyor.

Bankada açılan hesapları ‘‘bir nevi’’ gasp ediyor.

Vatandaşlar BDDK'ya şikayette bulunuyorlar.

Dava açma yoluna gitmek üzere hazırlananlar var.

Bankaları denetlemekle ve düzenlemekle yükümlü kurum gıkını çıkarmıyor.. Bu kadar sessizlik, bu kadar fütursuzluk da fazla artık.

Bu BDDK'nın tek işi bana dava açıp, mahkemeden tokat gibi yanıtlar almaktan mı ibaret.

Öyleyse halkın parasını gasp eden bankaya kim bakacak?

Bir aralar olduğu gibi, ben mi?

Sana demedim niye alındın?


BİR satır yazdım. Bir sayfa yanıt aldım.

Oysa yazım ona değildi.

Söz ettiğim kişi Ayşe Arman.

Prisma seminerlerine katılan Ayşe Arman'a Prismacılarla röportaj yaptırılmasını eleştiren imalı ‘‘Ne zaman adam oluruz’’u Ayşe Hanım üzerine alınmış.

Ben ona değil, bu röportajı ona yaptırana seslenmiştim.

Yoksa bana ne Ayşe Arman'ın Prismacı olmasından.

Ona göre biz ahkám kesiyormuşuz.

Bize neymiş.

Doğru, Prismacı olması beni hiç ilgilendirmez.

Prisma'yı öven bir köşe yazısı yazsa o da beni ilgilendirmez.

Ama bu gazetenin okurlarını ‘‘saf’’ zannetmesi beni ilgilendirir.

Bülent


MİLLİ maçlarda Bülent Korkmaz'ı izliyor musunuz?

3 yıl önce Galatasaray'ın satmak istediği, futbolu noktalaması istenen Bülent Korkmaz'ı.

Tek başına savunma.

İki maçta kaleden iki gol çıkardı ki, birinde galibiyeti, birinde beraberliği kurtardı.

Müthiş bir hırs. Her yerde Bülent.

Ve Bülent 30'lu yaşların ortasında.

Hırsına, gücüne, direncine bakarsanız 20 gibi.

Sahada dünyanın en hırslı, saha dışında dünyanın en beyefendi adamı.

Müthiş bir futbolcu, müthiş bir aile babası.

Sahada giydiği çorap, pantolunun altına giydiği iç çamaşırı olmayacak adamların eleştirilerine rağmen, dimdik.

Heykeli dikilecek adam. Hem milli takımda, hem Galatasaray'da.

Bilmem ne demek istediğim anlaşılıyor mu?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Hürriyet Gazetesi mensuplarının bundan böyle hediye kabul etmemesi yolundaki ilke kararı bazı hanım kızlarımızı çok üzmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

E mail bilgisi mi, tarih bilgisi mi?

2 Temmuz 2003
<B>ALİ Şen,</B> <B>‘‘Doğru yanıt gramafondu’’ </B>diyor. Hıncal Uluç ise önce ‘‘Kenan Işık yarışmacıyı yanlış yönlendirdi. Yarışmacı telefon diyecekti, Kenan şaşırttı’’ diye yazıyor, ardından da ‘‘Soru yanlış. Başkan Hayes o sözü 1876 yılında söyledi’’ diye iddia ediyor.

Anlamışsınızdır, bahsedilen mesele ‘‘Kim 500 Milyar Lira İster’’ adlı yarışma programı.

Yarışmada soru aynen şöyleydi:

‘‘ABD Başkanı Rutherford B. Hayes 1877 yılında, bu çok şaşırtıcı bir buluş ama kim niye kullansın ki’’ sözünü ne için söylemiştir?

Gramafon Televizyon Düdüklü tencere Telefon''

Yarışmacı uzun süren bir tereddüdün ardından gramafon demiş ve 250 milyar liraya ulaşmak yerine 16 milyar lira alarak yarışmadan elenmişti.

Uluç ve Şen iki farklı iddia ile ortaya çıktılar.

Yarışmanın tarzını bir kenara bırakıp, önce Uluç'a biraz bilgi vereyim.

Hıncal Uluç'u bu yazıları yazmaya iten tepkiler yarışmanın ertesi günü bana da gelmeye başladı. Bir mail trafiği ile Uluç'un ortaya attığı iddia bana da ulaştı. Hatta bazı arkadaşlarım da arayıp beni ‘‘gerçeği ortaya çıkarmaya’’ çağırdılar..

Ben bana gelen mail'leri kaynak olarak alıp bir yazı yazacak türde bir yazar olmadığım için başladım araştırmaya.

Önce yapımcı Fatih Aksoy'u arayıp yarışmanın bir kopyasını istedim.

Kenan Işık'ın yarışmacıyı yanlış yönlendirdiği tamamen palavraydı ve büyük ihtimalle Sevgili Hıncal Abi programı izlememişti bile.

Çünkü Fırat Zengin en başından beri gramafon diyordu. İddianın aksine Işık, yarışmacıyı telefon şıkkına yönlendiriyordu. Uzun bir düşünme süresinden sonra Kenan Işık'ın dikkat çektiği telefon şıkkına yönlenen yarışmacı Zengin sunucu Kenan Işık'a ‘‘Sizin de dediğiniz gibi telefon şıkkı da doğru olabilir’’ diyor, ardından Işık'ın ‘‘Ne oldu da gramafondan vazgeçtiniz’’ demesiyle yarışmacı ‘‘Vazgaçmedim’’ diyerek tekrar gramafona yöneliyordu.

Yani ortada bir yönlendirme yoktu. Işık her zaman davrandığı gibi davranıyor ama meblağ büyük olunca tartışma başlıyordu.

Gelelim sorunun yanlış olduğu iddiasına.

Bazı iddialar araştırma ister.

Mail'e bakarak iddia ortaya atılmaz.

Beyaz Saray kaynakları 19. Başkan Rutherford B. Hayes'in başkanlık koltuğuna oturduğu tarih olarak 1877 yılının şubat ayını veriyorlar.

1876 yılının sonunda yapılan seçimler aynen Bush'un seçildiği seçimler gibi tartışmalı bir biçimde sonuçlanmış. En sonunda kurulan bir komisyon yeni bir sayım yaparak Hayes'in başkanlığını onaylamış ve Hayes 1877 yılının şubat ayında başkanlık koltuğuna oturmuş.

Yani Hayes 1876 yılında başkan değil ki, başkan olarak böyle bir beyanatta bulunsun. Bu ansiklopedik bilgi.

Ama yeterli değil.

ABD'de başkanlar üzerine araştırmalar yapan pek çok kuruluş var. Neredeyse her başkanı araştıran bir kuruluş var desek yeri.

Başkan Rutherford ile ilgili en derin araştırmaları yapan ise Ohio Historical Society'e (Ohio Tarih Kurumu) bağlı ‘‘Hayes Presidential Center’’.

Bu kurumun en önemli araştırmacısı ise Mervin Hall.

Hall Başkan Rutherford'un döneminde Beyaz Saray'a bir telefon hattı çekildiğini doğruluyor..

Hall bu hattın 1877 yılında kurulduğunu ve Başkan Hayes'in ilk konuşmayı Philadelphia ile yaptığını ancak karşı tarafı zorlukla duyduğunu ve telefonda iki kez ‘‘Please speak more slowly’’ yani ‘‘Lütfen daha yavaş konuşun’’ dediğini belirtiyor.

Bunlar tarihi gerçekler. E mail'le gelen bilgiler değil.

Ey BDDK, banka paramı vermezse ne yapayım?

BANKALARIN güvenilir olması, bir ülkenin ekonomisinin güvenilir olmasının en önemli göstergelerinden birisidir.

Türkiye bu konuda çok büyük bir krizden geçti.

Pek çok banka battı. Sistem büyük yara aldı. Bu yaraların sarılması ve bu felaketlerle bir daha karşılaşılmaması için BDDK diye bir kurum oluşturuldu.

Ancak bu kurumun işlevini yerine getirdiğini söylemek güç.

Bir bankanın güvenilir olması için en önemli unsur, müşterilerinin paralarını ödeyebilme gücüne sahip olması.

Ancak dün de değindiğim gibi bu konuda kuşkular doğmaya başladı.

Dün bana ulaşan bazı şikáyetleri yazmış ve BDDK'yı göreve çağırmıştım. BDDK'dan ses yok ama mağdurlardan ses çok.

Elimde söz konusu bankanın bir müşterisinin BDDK'ya yazdığı bir dilekçe var.

Bankadan parasını bir türlü alamayan ve genel müdürlük talimatıyla parasını alması engellenen müşterinin bununla ilgili ihtarnamesi, noter tespiti, banka hesap cüzdanının fotokopisi ve bu durumu şikáyet etmek için BDDK'ya yazdığı yazı elimde.

Peki BDDK ne yapıyor?

İnsanların veya sonunda tüm ülkenin mağdur olmaması için hangi tedbiri alıyor? Bu bankanın içinin boşaltılmasını, paraların hep olduğu gibi yurtdışına kaçırılmasını mı bekliyor?

Ey BDDK, ne oluyor?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye'nin geleceğini emanet ettiğimiz kurumların başına adam gibi adamlar koyabildiğimiz zaman
Yazının Devamını Oku