Fatih Altaylı

Erdoğan beni yanılttıysa ben ne yapayım

5 Nisan 2004
<B>BAZI </B>çevreler benim geçmişte <B>Recep Tayyip Erdoğan’</B>a karşı olduğumu ama şimdi onun yaptıklarının pek çoğunu alkışladığımı söylüyorlar. Doğru.

Ben geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’a karşıydım.

O zaman din referanslı bir partiyi temsil ediyor, Türkiye’nin laik bir ülke olarak kalmasına karşı bir söylem tutturuyordu.

Ben de doğal olarak buna karşı çıkıyordum. Daha sonra parti kurduğu zaman da, ‘Yeterli tecrübesi yok. Türkiye’yi yönetemez’ diye düşünüyordum.

Bunları da açık açık yazdım.

Ancak Tayyip Erdoğan düşünce olarak değiştiğini söyledi ve bunu şu andaki uygulamalarıyla gösteriyor. Umuyor ve diliyorum ki, bu tavrı samimi ve kalıcı olsun.

Türkiye’yi yönetemeyeceği yolundaki düşüncemde ise yanıldım.

Bu yanılgıdan dolayı da seviniyorum. İyi ki yanılmışım.

Daha önce siyaset yorumcuları hiç yanılmadılar mı?

Tansu Çiller’i ‘Müthiş kadın’ olarak yazmadılar mı?

Sonra pişman olmadılar mı? Yanıldıklarını görünce onun gitmesi için ellerinden geleni yapmadılar mı? Ne yapacaklardı peki. Başta tuttular diye, bütün yanlışlarına rağmen tutmaya devam mı edeceklerdi? Doğrusunu yaptılar. Bugün ben de doğrusunu yapıyorum. Başta ‘Olmaz’ dedim diye olduğu zaman da kendi inadım için ‘Olmadı’ mı demeliyim..

Eskiden aylık olarak alıştığımız enflasyon oranları şimdi yıllık oldu diye yas mı tutmalıyım..

İhracat hiç olmadık rakamlara ulaştı diye karalar mı bağlamalıyım.

Türkiye’nin elini kolunu bağlayan sorunlar çüzülüyor diye üzülmeli miyim?

Geçmişte yanıldığımı kabul etmemek uğruna hükümetin başarısız olmasına mı çabalamalıyım..

Kusura bakmasınlar. Ben böyle biri değilim. Pek az yanılırım ama yanıldığım zaman da kabul ederim. Üstelik böyle yanılgıya can kurban.

Özneye göre yazınca yazar olunmaz

SABAH
kahvaltıda yanımda oturan dostum, ‘Okudun mu? Bir yazar sana yanıt vermiş. Kıbrıs konusunda senin yazdıklarını yazmış ve senin yanıldığını söylemiş. Hem de oldukça sert bir biçimde’ dedi.

‘Önemli değil’ dedim.

‘Nasıl önemli olmaz. Önemli bir yazar olarak kabul edilir’ dedi.

‘Ben ciddiye almıyorum’ dedim.

‘Nasıl almazsın. Herkes alır’ dedi. Ben de ona neden ciddiye almadığımı anlattım.

Benim bir yazarı ciddiye almam için o yazarın öznelere değil, eylemlere göre yazı yazması gerektiğini düşünürüm.

Aynı hareketi yapan Ahmet’se haklı, Mehmet’se haksız diyenleri ciddiye almam.. Kıbrıs’ta benim yazdıklarımı külliyen eleştiren yazar öznelere göre yazar. Örnek mi istiyorsunuz.

Çok yakından bir örnek vereyim.

Yerel seçimler öncesi Murat Karayalçın’ın SHP’si DEHAP ile seçim işbirliğine girdi.

Doğu ve Günaydoğu’da bu partinin oylarından faydalanmak, büyük kentlerde de bu partinin az olan oy oranını kendi oylarına katarak ciddi bir oran yakalamak istedi.

DEHAP’a karşı tavrını yakından bildiğimiz bu yazar bu işbirliği ile ilgili tek kelime yazmadı. Bu işbirliğini hiç eleştirmedi. Oysa aynı işbirliğini yapan AKP veya bir başka parti olsaydı, aynı yazar, ‘Bölücülerle işbirliği yapmaktan kaçınmadılar. Bunlar hem dinci hem bölücü’ diye yazmaz mıydı? Kesin yazardı. Üstelik çok daha sert bir üslupla yazardı.

Ama bu işbirliğini yapan arkadaşı, dostu Karayalçın olunca ‘gık’ demedi. Çıtını çıkarmadı.

Hal buyken, ben bu yazılanları nasıl ciddiye alırım.. Aklımda şu soru işareti olmaz mı?

‘Eğer Kıbrıs’ta bugün gelinen noktaya Türkiye’yi taşıyan Karayalçın veya bu yazarın sevdiği birileri olsaydı acaba alkış tutur mıydı’ diye sormaz mıyım?

Barış harekátı mıydı, fetih harekátı mı?

KIBRIS’ta hálá çözümsüzlüğü savunanlara bakınca şaşırıyorum. Çünkü 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarak soydaşlarını kurtarmak için yaptığı harekátı yanlış anlamışlar. Türkiye’nin bu harekátı Kıbrıs’a barış getirmek için değil, Kıbrıs’ı fethetmek için yaptığını zannediyorlar.

O zaman 30 yıldır niye bizi ‘Çözüm arıyoruz’ diye oyaladınız. 1974 yılının eylül ayında ‘Kıbrıs’ın bir bölümünü aldık. Türkiye’ye bağladık’ deseydiniz ve iş bitseydi. Türkiye’nin çıkarları bunu gerektiriyorduysa, bunu bize açık açık söyleseydiniz. Yıllardır boşu boşuna çözüm arayışları olmasaydı. Kıbrıs’ı daha o zaman 68. vilayet yapsaydık ve rahatlasaydık. Çünkü bugün bazı yazarlara bakınca bu havayı seziyorum.

Kıbrıs’ta çözümü bizim bir ilimizi vermek gibi görüyorlar. O bakış açısıyla da sonuna kadar haklılar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Halkı kandıran kamu görevlileri aslında kendilerini kandırdıklarını anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

İsmet Paşa da vatanı satmış mıydı?

3 Nisan 2004
<B>KIBRIS’</B>ta çözüme doğru gidilmesini, vatanı satmakla eş tutanlar var. Burada bir anlaşma olmasını eleştirenler, bunun arkasında kötü niyet arayanlar var.

Oysa ben, Türkiye’nin önünü tıkayan sorunların en akılcı, en kárlı veya en az zarar verecek biçimde çözülmesinden yanayım.

Zannediyorum ki, bu ülkenin kurucuları da benim gibi düşünüyorlardı.

Böyle hareket ettiler. Bu ülkenin kuruluşunun uluslararası kabulü anlamına gelen Lozan Antlaşması’nı kim, kimin zamanında imzaladı hatırlıyor musunuz?

Bence hatırlayın. Bu anlaşmayla Türkiye, içinde pek çok soydaşının yaşadığı Ege Adaları’ndan vazgeçtiğini beyan etmedi mi?

On binlerce soydaşının bulunduğu Batı Trakya’dan vazgeçmedi mi?

Bunu yapanlar Türkiye’ye ihanet mi ediyorlardı, yoksa Türkiye’nin önünü açmaya mı çalışıyorlardı?

Bu ülkeyi yoktan var eden Atatürk mü yanlış yapıyordu, yoksa onun hükümetini temsilen orada bulunan Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü mü vatan topraklarını satıyordu?

Elbette hayır.

Doğru olduğuna inandıkları bir şeyi yapıyorlardı.

Acaba Atatürk ve İsmet İnönü bugün yaşasalar ve Türkiye’yi yönetiyor olsalardı, Türkiye’nin Kıbrıs sorunu 30 yıldır sürer miydi?

Anlaşmak, uzlaşmak vatanı satmak değildir. Hele hele Annan Planı’nın son hali hiç değildir.

Tam aksine, müthiş bir kazanımdır.

Bunu, ‘Ama ya yarın AB bunu birincil hukuk yapmazsa’ safsatalarıyla ihanet gibi göstermek iyice abestir. Çünkü Türkiye çok net bir şekilde Annan Planı’nın işlerliği için AB’nin bunu müktesebata dahil etmesi şartını ortaya koymuştur.

Kimi dostlarım, başta Kıbrıs meselesi olmak üzere bazı konulardaki tavrımdan dolayı beni hükümeti desteklemekle eleştiriyorlar.

Ben de onlara ‘alternatif fomüllerini’ ve Türkiye’nin almakta olduğu yoldan memnun olup olmadıklarını soruyorum.

Kem küm edip, ‘Evet ama hükümetin gizli bir ajandası varsa o zaman ne yapacağız’ diyorlar. AKP’nin korkulduğu gibi ‘gizli bir ajandası’ varsa bunu engellemek de bizim görevimiz.

Ama ya böyle bir ajanda yoksa.

Hükümeti engelleyeceğim diye Türkiye’yi engellemek yazık değil mi?

Bedava hizmet battı mı?

BİR grup at yarışı bayiinden isyan dolu fakslar geldi. At yarışları ilgi alanıma girmediği için farkında değildim.

Yıllardır TRT’den ‘bedava’ yayınlanan at yarışları, artık Digitürk’ten yayınlanacakmış.

Bayiler isyanda.

‘Digitürk almaya mecbur muyuz? Vatandaş Digitürk almaya mecbur mu? Bunu kahvehanelerde izleyenler vardı. Bir kahvehaneye Digitürk taktırmak kaç para biliyor musunuz?’ diyenler de var, ‘Digitürk bu iş için TJK’ya avanta dağıttı’ diyecek kadar ileri giden de.

Türkiye’nin saygın kulüplerinden TJK’nın avanta ile işi olacağını zannetmiyorum ama arada hatır gönül işleri olmuş olabilir.

Bence burada konuya el koyması gereken yer, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı. Yıllardır halka bedava ulaştırılan bir hizmeti paralı hale getirmenin hesabını sorsa sorsa Tarım Bakanı sorar.

Önemli maça ince bir atama

FEDERASYON’
un niyeti iyice belli oldu. Galatasaray-Beşiktaş maçını Fenerbahçe’nin ‘akredite’ hakemi Ali Aydın yönetecek.

Ali Aydın’ın Fenerbahçe maçlarını nasıl yönettiğini hepimiz biliyoruz.

Başka maçlarda çok kolay çıkan kartları Fenerbahçelilere pek çıkmaz. Usta bir hakem olarak maçı çok güzel yönlendirir.

Hatta gerektiğinde ‘kural hatası’ yaparak Fenerbahçe’nin kayıp puanlarını telafi eder.

Bu nedenle de bilinen başka gerekçelerle Ali Aydın’dan Galatasaray pek hazzetmez.

Şimdi o Ali Aydın şampiyonluğu çok etkileyecek bir maçta görevlendirildi.

Galatasaray-Beşiktaş maçında.

Büyük olasılıkla Ali Bey’in bu maçtaki görevi, Galatasaraylı taraftarlarla barışmak ve Beşiktaş’ın önünü kesmek olacak.

Bu ‘ince’ plan için MHK’yı kutluyorum.

Keşke bu inceliği hakemleri yetiştirirken gösterseler.

Şaka bir yana, Türkiye’de futbol bitiyor. Ligin heyecanı ortadan kalkıyor. Çünkü futbolseverler biliyor ki, futbolun en etkin unsuru artık hakemler.

Bülent Yavuz’un MHK’sı Türk futbolunu katletti.

Hayırlı olsun...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Akılcı çözümlerin aptalca çözümsüzlüklerden daha yararlı olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan, Nobel Barış Ödülü’nü hak etti

2 Nisan 2004
<B>KIBRIS </B>sorununun neden çözülemediği şimdi net bir biçimde ortaya çıktı. Birileri ortaya çıkıp ‘çözümü zorlayınca’, Denktaş ve Rumlar 30 yıl sonra aynı noktada birleştiler.

Aslına bakarsanız, Kıbrıs’ta 30 yıldır ciddi bir tuluat vardı.

Denktaş da, Rumlar da çözüm falan istemiyorlardı.

Çünkü Rumlar, uluslararası kamuoyunun desteğine sahiptiler ve devlet olarak onlar tanınıyor, istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Yunanistan silahla gerçekleştiremediği Enosis’i gerçekleştirmiş ve adanın ‘tanınan’ devletini kendine bağlamıştı. Zaten başbakanları bile bunu itiraf ediyordu.

Denktaş ise adanın kendine ait bölümünde tartışmasız liderdi. Yanına Türkiye’nin de gücünü almış, istediğini yapıyordu. Türkiye’den her yıl gelen yüz milyonlarca dolarla canları cennetteydi. Denktaş’ın batık dünürünün borçları bile bu paralarla ödeniyordu. Üstüne üstlük KKTC, Türkiye’nin kara paralarının aktığı yer haline gelmişti. Off-shore rezaletleri Kıbrıs üzerinden yürütülüyordu.

Bu durumdan zararlı çıkan tek ülke Türkiye’ydi. Kıbrıs’ta uzlaşmaz görünen taraf Türkiye oluyor ve müttefiklerinden bile eleştiri alıyor, her yıl yüz milyonlarca doları Kıbrıs’a aktarıyor ve Kıbrıs sorunu Türkiye’nin karşısına engel olarak çıkıyordu. Tüm bunlara rağmen bir kısım Kıbrıslılardan yediği küfür de yanına kár kalıyordu.

Bu oyunu kararlı bir Başbakan bozdu.

Türkiye’de sesi pek gür çıkmayan bir kitlenin de onayladığı bir biçimde meseleye el attı.

Önce Davos’ta, ardından New York’ta çok önemli adımlar atarak çözümü zorladı.

Öncelikle uzlaşmaz tarafın Türkiye olduğu tezini çürüttü. 30 yıldır tersini düşünen herkesi, Türkiye’nin uzlaşma arayan taraf olduğuna çok kısa sürede inandırdı.

ABD Başkanı üzerinden Annan’ı etkileyerek planın Türkiye’nin tezlerine çok daha yakın hale gelmesini sağladı.

Ve dünyanın en kronik sorunu bir anda çözülme aşamasına geldi.

Sorun çözülemese bile bundan sonra bu işin sorumlusu Türkiye olmayacak.

Bu bile büyük bir adımdır.

Kıbrıs meselesinde şu an gelinen nokta, benim yıllardır düşündüğüm ve yazdığım noktadır.

Yıllarca küçümsediğimiz ‘Kasımpaşalı’, Dışişleri’ne güvenerek, kendi sıcak tavrını kullanarak ve hepsinden önemlisi ‘cesaret ederek’ bence büyük bir iş başardı.

Bence bu yılın Nobel Barış Ödülü, Tayyip Erdoğan’ın hakkıdır.

NOT: Bu yazıyı okurken lütfen siyasi tavrınızı, anti AKP düşüncelerinizi bir kenara bırakın. Değerlendirmenizi ona göre yapın, küfredecekseniz ona göre edin.

SSK batar ama ölülere maaşı ısrarla öder

SSK batıyor ve kuruşa muhtaç değil mi? Bu bürokrasiyle daha da batar. Antalya«da öğretmenlik yapan Ömer Özkaya, 10 ay önce kalp ameliyatı sırasında yaşamını yitiren 65 yaşındaki babası Hüseyin Özkaya«nın 350 milyon tutarındaki SSK maaşının kesilmesi için başvurmadık kapı bırakmadı. Özkaya«nın müracaatına rağmen, ölen babasının maaşı düzenli olarak banka hesabına yatırılmaya devam ediyor.

Evli ve 4 çocuk babası Hüseyin Özkaya, 1987 yılında SSK Denizli Şubesi«nden 2101014096 numara, 12«nci derece, 700 gösterge ile emekli olur ve oğlu Ömer Özkaya«nın yaşadığı Antalya«ya göç eder. 13 Haziran 2003 günü kalp ameliyatı sırasında yaşamını yitirir.

Oğlu Ömer Özkaya, Denizli Nüfus Müdürlüğü«nden babasının öldüğüne dair aldığı belgeyle mahkemeden veraset ilamı çıkartır ve Denizli SSK Bölge Müdürlüğü«ne giderek, babasının öldüğünü ve maaşının artık yatırılmamasını talep eder.

Ancak maaş, babasının banka hesabına düzenli olarak yatırılmaya devam eder.

Bu kez SSK«nın Antalya Bölge Müdürlüğü«ne dilekçe yazan Özkaya, ikinci şoku dilekçenin reddedilmesiyle yaşar.

Dilekçe reddedilir ve ölen adamın maaşı yatmaya devam eder.

Oğul Özkaya, babası adına yatan ve şimdiden 2 milyar 750 milyon lirayı bulan paradan ötürü korku içinde.

‘Ya bu parayı benden faiziyle geri isterlerse ne yaparım’ diyor ve paraya dokunmuyor bile.

Kaliteli dizel artık bulunuyor

GEÇTİĞİMİZ aylarda bir yazı yazarak Avrupa’da giderek yaygınlaşan yüksek güçlü dizel motorlu araçların Türkiye’ye ithal edilemediğini, çünkü bunların Türkiye’deki kalitesiz dizelden ötürü sorun yaşadıklarını yazmıştım.

Bu sorun şimdi bir nebze de olsun giderilmiş görünüyor.

TOTAL şirketi, bu tip yüksek performanslı dizel araçlarda ve ‘commonrail’ dizel motorlarda rahatça kullanılabilecek, Euro 3 normlarına uygun dizel yakıtını bir süreden beri satıyor.

Türkiye’de üretimi yapılmadığı için ithal edilerek satışa sunulan bu dizel yakıt hem motorlara, hem de çevreye saygılı.

Total’e teşekkür ediyorum.

Bu arada bir teşekkür de Opet’e... Çünkü yüksek performanslı araçların ihtiyaç duyduğu 98 oktanlı kurşunsuz benzini de Opet getirdi ve satıyor.

Tabii her iki şirketin de avantajı bayi sayılarının az olması.

Çünkü bayi ağı yaygın şirketlerde bu yakıtlar için ayrı bir depo oluşturmak büyük maliyet.

Ancak yine de aynı hizmeti en azından büyük kentler ve önemli şehirlerarası yollarda Petrol Ofisi, Shell, BP ve Türkpetrol’den de bekliyoruz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Adam olma ihtimali bulunanların oranı, adam olma ihtimali bulunmayanların oranından fazla olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

AB engeli aşılırsa Annan Planı Yunanistan’ı karıştırır

1 Nisan 2004
<B>BÜRGENSTOCK’</B>ta Kanal D Haber adına zirveyi izleyen <B>Özay Şendir </B>Annan Planı’nın 4. versiyonunun Türk tarafı arasında memnuniyetle karşılandığını söyleyince hiç şaşırmadım. Çünkü masaya koyulan planı Annan’ın hazırladığına inanmak güç. BM Genel Sekreteri ciddi bir dönüş yapmış görünüyor.

‘Türk tarafı plandan memnun ancak bunu belli etmemeye çalışıyorlar. Fazla memnuniyetin ellerini zayıflatacağını düşünüyorlar’ diyor Özay.

Ben de, birkaç bin kilometre uzakta olmama rağmen aynı kanaatteyim. Hatta Denktaş’ın şaşkın olduğunu gözlemliyorum.

Annan Planı Denktaş’ın beklentilerini bile karşılayacak nitelikte.

Bunun Denktaş da farkında. Bu yüzden suskun. ‘Referans’ aldığı çevrelerin tepkilerini bekliyor. Ona göre tavır alacak.

Kıbrıs konusunda Başbakan Erdoğan’ın aldığı inisiyatifin olumlu bir sona doğru gittiğini herkes görüyor.

Bunu Rumların tepkilerinden bile anlamak mümkün.

‘Suskun’ Cumhurbaşkanı Sezer de her aşamada bilgilendiriliyor.

Bu arada ilginçtir, her iki tarafın heyetlerinde askerler de yer alıyor.

Bizden bir oramiral Genelkurmay adına görüşmeleri izlerken, Yunanlılar bir korgeneral ve bir albayla Kıbrıs müzakerelerini gözlemliyorlar. Her iki tarafın askerleri konuyla yakından ilgili.

Yunanlılara göre Annan Planı’nın bu son haliyle kabulü Yunanistan’da darbeye bile neden olabilir. Öylesine sıkıntıdalar.

1974’ten bu yana ilk kez Kıbrıs meselesinde Türkiye avantajlı durumda. Bunun da herkes farkında. Bu noktada Rumların tek sığınacağı yer AB. Ve görüldüğü kadarıyla AB de Rumların çözümsüzlük isteğine teşne.

Türkiye’nin bu aşamada tek talebi kalıyor, o da bu anlaşmanın AB müktesebatına girmesi ve birincil hukuk olması. Rum tarafı şimdi bunu engellemeye çalışıyor. AB de Rumların oyununa uyarak Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü kışkırtıyor. Annan Planı’nın AB’nin amacına ve ruhuna aykırı olduğunu şimdiden söylemeye başladılar..

Buna rağmen Bürgenstock’ta Türk tarafı mutlu ve kárlı. Bu işten zararlı çıkan tek Türk ise Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sevgili Namık Tan. Çünkü Türk tarafının yaptığı basın bilgilendirme toplantıları için bir oda kiralanmamıştı.

İlk günler bu odanın kirasını gazeteciler ödedi. Basın mensupları duruma itiraz edince, bu işle ilgili bir ödenek olmadığı için bu odanın parası Namık Tan’ın cebinden çıktı.

Havalimanında güvenlik sorunu

BİZ İstanbul Atatürk Havalimanı’na İç Hatlar girişinde çektiğimiz ‘eziyetten’ şikayetçiyiz, havalimanı güvenlik elemanları ise çalışma koşullarından. 2 yıl önce güvenlik personelinin görev süreleri vardiya azaltılmak suretiyle uzatılmış.

Ve bu durum kalıcı hale getirilmiş.

Böylelikle personel yılda 1000 saate varan fazla mesai yapmak zorunda kalmış.

Bir güvenlik görevlisi şöyle diyor:

‘13 saat olan gece nöbetinin son saatleri artık bir kabus oluyor. Üstelik bu üç saat yolcunun en yoğun olduğu saatler. X ray cihazlarına uykulu gözlerle bakıyoruz. Yorgunluktan kaynaklanan sinir bozukluğu ile yolcularla tartışmalar yaşıyoruz. Allah korusun ama burası Ortadoğu’nun Batı ile bağlantı noktası. 50-60 kişilik kadrosuzluk nedeniyle bu kadar yolcunun can güvenliği, bu kadar uçak ve Türkiye’nin en önemli havaalanı gözden çıkarılabilir mi?’

Güvenlik görevlisi okurum bana bir öneride bulunuyor ve ‘Bugünlerde uçakla seyahat etmeyin’ diyor.

Ama bu çözüm değil elbet. Biz en iyisi bu şikayeti DHMİ yetkililerine şimdiden duyuralım da, sonra ‘Haberimiz yoktu’ olmasın.

Bir de tersinden bakalım

DÜN Sabah’ın manşetinde bir kaymakam vardı. Siyasi baskılara boyun eğmeyip istifa eden ‘kahraman kaymakam’.

Ben de bürokratların siyasi baskıya boyun eğmemelerinden yanayım ama baskının ne olduğunu öğrenince olaya bir de ters tarafından bakma gereği duydum. Müstafi kaymakamın siyasi baskı dediği şey, bir çocuğa yeşil kart verilmesi talebi.

Partinin il başkanı ‘Bu çocuk gariban. Kart verin de tedavisini yaptıralım’ diyor, kaymakam, ‘Evrakları eksik. Evraklarını tamamlamadan olmaz’ diyor. Bu arada çocuğun gerçekten gariban olduğu da anlaşılıyor..

Bu yüzden il başkanı ve kaymakam tartışıyorlar. Sonunda kaymakam istifa ediyor. Şimdi gelin tersinden bakalım. İl Başkanı kaymakamdan ‘gariban’ çocuğa yeşil kart vermesini talep eder. Çocuk gariban olduğu halde bunu belgeleyemediği için yeşil kart alamaz ve tedavisi yapılmadığı için hayatını kaybeder. Bu kez bizim gazeteler ne yazardı. Ben söyleyeyim: ‘Katil kaymakam’.

‘Gariban çocuğa belgeleri eksik diye yeşil kart vermeyen kaymakam bir yavrunun ölümüne neden oldu.’
Ve biz de bu başlığa hak vermez miydik? Ben bürokratların siyasi baskıya boyun eğmesine değil ama inisiyatif kullanmasına taraftarım. Çocuk garibansa, belge melge aramazsın. Yeşil Kart’a imkan sağlayan yasanın ruhuna uygun davranırsın olur biter.

Gerisi hikaye.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

En iyi ideolojinin insanları en mutlu eden ideoloji olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan, Annan Planı’nın son halini tahmin ediyordu

31 Mart 2004
<B>BAŞBAKAN’</B>la bundan yaklaşık iki-üç hafta önce Kıbrıs konusunda konuştuk. Konuştuklarımızın ‘off the record’ olmasını istemişti ve ben de buna uydum. Ancak bugün artık bunları yazmanın zamanı..

Başbakan Erdoğan’la Kıbrıs konusunda sohbet ediyoruz.

Kıbrıs’ta tarafların yaptığı görüşmelerde santim yol alınmamış. Başbakan’a bunu soruyorum:

‘Hálá umutlu musunuz? Denktaş işi çıkmaza sokmaya çalışacak gibi duruyor. Görüşmecilikten çekileceğini söylemiş?’ (O günlerde Denktaş görüşmecilikten henüz çekilmemişti.)

‘Gerçekten söylemiş mi?’ diye soruyor.

‘Kesinlikle. Bazı güvensizlikleri var. Başta Annan’a güvenmiyor’ diyorum.

‘Haksız diyemem. Ama en azından bana güvenmesi lazım. Benim Kıbrıs Türklerinin aleyhine bir şey yapmayacağımı bilmesi lazım. Bu yola boşu boşuna çıkmadığımı bilmesi lazım’ diyor.

Gençlik günlerini hatırlatıyor. ‘Ya taksim ya ölüm diye mitinglere katıldım. Denktaş’ı ve davasını en çok destekleyenler arasındaydım. Tabii o zaman kendi çapımızda.. Bugün Denktaş’ın destekçisi gibi durup palavra sıkanlar o zaman Türk ordusunu işgalci diye Batı’ya gammazlıyorlardı. Rauf Bey şimdi onlara güveniyor da bize nasıl inanmıyor’ diyerek sitem ediyor.

‘Peki siz neye güveniyorsunuz da bu kadar rahatsınız?’ diye soruyorum.

‘Bakın Kıbrıs meselesinde hiçbir uzlaşma olmazsa iş Sayın Annan’a kalacak’ deyince ben lafı kesip ‘Denktaş da en çok ona güvenmiyor’ diyorum.

‘Güvensin. Ben güveniyorum. Bir şey biliyorum ki, güveniyorum. Sayın Annan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri. Birleşmiş Milletler de dünya dengelerine göre hareket eden bir kuruluş. Daha ne diyeyim. Annan’a güvenelim. Güvenimiz boşa çıkmaz. Ayrıca de ki, boşa çıktı. Referandum var’ diyor..

O an Başbakan’ın dilinin altındaki baklayı anlıyorum.

ABD Başkanı Bush’un Annan’ı etkileyeceğini ve Türkiye’nin aleyhine bir durumun ortaya çıkmayacağını söylemek istiyor.

Açıkçası o an için Başbakan’ın bu inancını fazla iyimser buluyorum.

Bu fikrimi değiştiren ise BM Genel Sekreteri’nin önceki akşam ortaya koyduğu metin oluyor.

Annan Planı’nın son versiyonu, Türk Dışişleri’nin ve Türk hükümetinin müthiş bir başarısıdır.

Planın bu son haliyle, Kıbrıslı Türkler, Londra ve Zürih anlaşmalarıyla bile elde edemedikleri pek çok hakka sahip oluyorlar..

Türk tarafı bu plana da bazı itirazlar getirmiş ama Rumlar neredeyse tamamına itiraz ediyorlar..

Ben Türk tarafının itirazlarının ‘laf olsun’ diye kayda geçirildiği kanaatindeyim.

Annan Planı bu haliyle hemen imzalanmalıdır.

Şam’daki kayısı bile bundan iyi olmayabilir.

Sabah ve ATV çalışanları ortağım olacak

SABAH ve ATV’ye talip olmamı TMSF ‘şimdilik’ ciddiye almadı ama anladığım kadarıyla Sabah ve ATV yöneticileri ciddiye almışlar.

Ne de olsa ‘uyanık’ adamlar.

Yaptıkları işin ‘sakatlığını’ ve benim önerimin ne kadar ‘mantıklı’ olduğunu görüyorlar.

Ekonomi Servisi Şefi ve Yayın Yönetmeni ayrı ayrı benim talebime yanıt yazdılar hafta sonunda. Tabii yazdıkları yanıtların ciddiye alınır tarafı olmadığı için ben onlara yanıt verecek değilim.

Ben TMSF’ye teklifimi yineliyorum.

Bu arada Sabah ve ATV çalışanlarına da bir mesajım olacak.

TMSF Sabah ve ATV’yi yılda 20 milyon dolar kirayla, yani şimdikinin iki misli bana kiralarsa ben de Sabah ve ATV’de çalışan arkadaşlarımı şirkete ortak edeceğim. Gazete ve televizyonları yayınlayan şirketin yüzde 20’si çalışanlara verilecek.

Türk basınında ilk kez çalışanlar şirkete ortak olacaklar ve yıl sonunda edilen kardan paylarını alacaklar.

İşten ayrılmaları halinde de hisselerinin karşılığı o günkü değerden kendilerine ödenecek..

Gazetecilerin ortak olduğu ve basın dışında hiçbir işle uğraşmayan bir gazete ve televizyon..

Kulağınıza hoş gelmiyor mu?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Başarısızlığı başarı diye yutturmaya çalışanlara karnımızın tok olduğunu gösterdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Modern televizyon haberciliği ve sürprizler

30 Mart 2004
<B>SEÇİMLERDEN </B>önce, Kanal D Haber Merkezi'nin seçimleri hangi kaynaklardan izleyeceğini tartışıyorduk. Ekranlarda saatler süren yüzde birkaçlık oranlara kilitlenmenin ‘‘çağdaş yayıncılık’’la ilgisi olmadığını düşünüyordum hep.

Daha hızlı olmalı, seçim sonuçlarını izleyecilere çok daha çabuk aktarabilmeliydik.

Farklı bir yöntem izlemeye karar verdik.

A&G araştırma şirketi ile anlaştık. Seçimi kendi ekibimizle izleyecektik. Ancak bunu Türkiye çapında yapamazdık.

5 il belirledik. İstanbul, Ankara, İzmir ve benim kişisel olarak sürpriz sonuçlar beklediğim Antalya ve Gaziantep'te, 1200 kişilik bir ekiple o ilin seçimini örnekleyen sandıkları izlemeye aldık.

Sandıklardaki arkadaşlarımız, sayım başlar başlamaz sonuçları alıp bize aktardılar.

1200 sandığın sonucunu hızla alıp merkezde değerlendirdik.

Ve saat 19.38 itibarıyla, Gaziantep'te Celal Doğan'ın kaybettiğini, Antalya'da AKP adayı Menderes Türel'in kazandığını oy yüzdelerine varıncaya kadar tespit ettik.

Ve yayın yasağının kalkmasıyla birlikte saat 20.15 civarında bu iki sonucu yüzdeleriyle duyurduk. Birden telefonlarımız kilitlendi.

Çünkü o saatlerde sayılan yüzde beşlik oy oranlarında, bu illerde CHP adayları önde görünüyordu.

Ben bu sonuçları açıklarken, kendi arkadaşlarım bile ‘‘Yapmayalım’’ diyorlardı. Ben de onlara, ‘‘Beyler, yaptığımız işe inanıyorsak açıklamalıyız. İnanmıyorsak o zaman baştan yapmamamız gerekirdi’’ dedim.

Saat 21.15 itibarıyla 5 ilin sonuçlarını oranlarıyla açıklamıştık bile.

Bu illerde kesin sonuçlar sabaha karşı ortaya çıktığında Kanal D Haber Merkezi'nin A&G ile beraber yürüttüğü çalışmada ulaştığı sonuçlarda, sadece binde beşlik bir yanılgı olduğu görüldü.

Bu Türk televizyonlarında bir ilk.

Bununla övünmek de izninizle hakkımız olsun.

NOT: Cumartesi günkü yazımda adı geçen herkes seçimi kazandı. Demek ki, politika çok da bilinmeyen bir iş değil.

AKP anket, CHP Baykal kurbanı

AKP,
basının ‘‘umduğu’’ başarıyı elde edemedi.

Ancak zaten anketler AKP'yi huzursuz etmişti. Anket sonuçlarının seçmende kaymaya neden olacağını hissediyorlardı. Haklı da çıktılar. O anket sonuçları yayınlanmamış olsa, AKP en az 1-2 puan daha alabilirdi.

Tabii bir başka etken de, Başbakan Erdoğan'ın son günlerde yaptığı birkaç çıkışla, merkeze yaklaştığı için AKP'ye oy vermeyi düşünenleri ‘‘ürkütmüş’’ olması.

Seçim son yılların en düşük katılımlı seçimi oldu.

Bunda CHP'nin rolü çok büyük. Sol seçmen yok olmadı. Sadece oy verecek parti bulamadı.

CHP devekuşu gibi... Kuş desen kuş değil, deve desen deve değil. Sol desen sol değil, sağ desen sağ değil. Ben eminim ki, sandığa gitmeyen seçmenin büyük bölümü CHP'ye oy vermesi muhtemel kesimler, ama CHP kendine o kadar güvensiz ki, seçmeni sandığa bile gitmiyor.

İşte İstanbul.. Sefa Sirmen gibi adının çevresinde çeşitli söylentiler dolaşan, en har vurup harman savurmuş belediyenin yıpranmış başkanı, adam yokmuş gibi İstanbul'a aday yapıldı. Buna rağmen hiç de kötü olmayan bir oran yakalandı.

Demek ki, CHP İstanbul'a inansa, doğru düzgün bir aday gösterse, Deniz Baykal zahmet buyurup İstanbul'da bir miting yapsa, İstanbul'u bile alabilirdi.

Kentin en önemli 4 ilçesini alıp kenti alamamanın tek nedeni, Genel Başkan ve onun adayı.

Muhalefeti ve başarısızlığı peşinen kabullenmiş Baykal'la CHP'nin gideceği bir yer yok artık.

NOT: Celal Doğan'ın kaybetmesinin en büyük nedeni, kentteki sanayicilerin bu kez kendisine karşı tavır almasıydı. AKP'nin seçimi kazanmasında en büyük iki etken, Konukoğlu Ailesi ve Hasan Celal Güzel'dir.

Aile geleneği sürebilecek mi?

BENİM
ailem CHP'lidir. Ben ne kadar Galatasaraylı isem o kadar CHP'li.

Takım tutar gibi CHP tutulur. Küme düşse de, şampiyonluğa oynasa da. Tel tel dökülse de, süper oynayıp döktürse de CHP'lidirler. Bileklerini kesseniz kanları altı ok atar.

Öylesine CHP'lidirler...

Rivayet olunur ki, bizim aileden sadece bir kişi, sadece bir kez CHP dışında bir partiye oy vermiş.

Rahmetli babaannem, rahmetli büyükbabama çok kızdığı bir dönemde, galiba 1950'lerde sırf büyükbabamı ‘‘sinir etmek için’’ gidip oyunu Demokrat Parti'ye atmış.

Bunu da inat olsun diye büyükbabama söylemiş. Büyükbabam da babaannemi hiç affetmemiş.

O kadar kızmış ki, yıllarca konuşmamış.

Bizim ailede çok partili hayata hiç geçilemedi.

Annemden ve politikadan başka hiçbir şeye çok düşkün olmayan babam, zaman zaman CHP yöneticileri aleyhine atıp tutarken, ‘‘Seçimde kime oy vereceksin’’ diye sorarım.Ters ters bakar... İmama kızılıp cami duvarına yapılır mı dercesine.

Dün sandık başına gittiğimde aklımda bunlar vardı.

Oy kullanan ahaliye baktım.

Aklımda anket sonuçları vardı.

Benim ailem geleneksel olarak CHP'liydi.

Acaba 4 yaşına gelmekte olan kızım, oy kullanma yaşına geldiğinde aile geleneğini sürdürebilecek bir CHP olacak mıydı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Halkın tercihlerini canımızın çektiği gibi değil, halkın anlatmak istediği şekilde değerlendirerek politika yapmayı öğrendiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Eleştirmek ve eleştirilmek

29 Mart 2004
<B>BENİM </B>yazılarımın en sert eleştirmeni eşimdir. Sadece yazılarımda değil, hayatta yaptığım her işte onun beğeneceği ve kabul edeceği bir yol izlemeyi tercih ederim.

Onun aklına, zekasına, kadınsı içgüdülerine çok güvenirim..

O da beni acımasızca eleştirir.

Geçen gün ondan gelen bir mail'i sizlerle paylaşmak istiyorum:

‘‘Hindistan'da çok ünlü bir ressam varmış...

Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş...

Ve onu ‘Renklerin Ustası' anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısalar da; kısaca Ranga Guru derlermiş...

Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...

Ranga Guru ise;

- Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Artık senin resmini halk degerlendirecek, diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını söylemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.

Raciçi denileni yapmış. Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüş tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki..

Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.

Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru...

Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte...

Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı birlikte bırakmasını söylemiş. Raciçi denileni yapmış...

Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki, resmine hiç dokunulmamış, firçalar da, boyalar da hiç kullanılmamış..

Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.

Ranga Guru ise; ‘Sevgili Raciçi, sen birinci olayda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün...

Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.

Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... Yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi...

Sevgili Raciçi mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın...

Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur... Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma...' demiş.’’

Hakkımı mahkemede arayacağım

TMSF'ye dün bu köşede bir teklif yaptım.

Anladığım kadarıyla ciddiye almadılar.

Oysa çok ciddiyim. ATV ve Sabah'a talibim.

Merkez Grubu'nun yılda 10 milyon dolarlık kirasına karşılık ben minimum 20 milyon dolar öneriyorum. Merkez Grubu'nun verdiği garantiler neyse, aynılarını da vereceğim. Böylelikle kamunun alacağını çok daha hızlı tahsil etmesini sağlamış olacağım ve bağımsız bir basın patronu olarak ortaya çıkacağım.

Hatta istiyorlarsa sözleşmeye basın dışında bir işe girmeyeceğime dair bir madde de koyabilirim. Şaka yapmıyorum. Son derece ciddiyim.

TMSF'nin hiçbir araştırma yapmadan, hiçbir teklif almadan bu iki şirketi kafasına göre bir fiyatla kiraya vermesine seyirci kalmayacağım. Gerekirse dava yoluna gideceğim.

TMSF şaka yaptığımı düşünüyorsa çok yanılıyor.

Birilerinin ‘‘kafasına göre’’ uygun bulduğu bir fiyata yüz milyorlarca dolarlık bir şirketi birilerine peşkeş çekmesine seyirci kalamam.

TMSF yüzde kaçla borçlanıyor?

TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile yaptığımız görüşmede bana batık bankalara büyük miktar kaynak aktardıklarını söylemişti.

Bu kaynağın adresi olarak da Hazine'yi göstermişti.

Ertürk'ün verdiği bilgiye göre TMSF'nin elindeki kaynaklar yeterli olmadığı için gereken parayı Hazine'den borç olarak alıyordu.

Ertürk, ‘‘Bir yandan da Hazine'ye faiz ödüyoruz. Hem de ciddi bir faiz’’ demişti.

Şimdi yeni bir merakım var.

Dinç Bilgin TMSF'ye olan 900 milyon dolar borcunu yüzde yarım faizle ödeyecek.

Peki TMSF bu 900 milyon dolar için Hazine'ye ne kadar faiz ödüyor?

Yani Dinç Bilgin'in borcunun TMSF'ye asıl maliyeti kaç dolar olacak?

Bir bilgi var mı?

Yoksa ‘‘takma kafanı bu işlere’’ mi?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Politik durum sandık başına gitme şevkimizi kıracak hale getirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Belediye başkanı kişidir, parti değil

27 Mart 2004
<B>SİYASETTE </B>fikirler, ideolojiler değil, artık <B>‘‘kişiler’’ </B>ön plana çıkar oldu. Bir tarafta 50 yıldır oyunu CHP'ye vermiş birisi ‘‘Baykal'ın orada bir gün fazla kalmasına neden olacak diye bu seçim CHP'ye vermeyeceğim’’ diyor.

Diğer tarafta AKP'nin ideolojik olarak neyi ve kimi temsil ettiği dahi net olarak anlaşılamazken Tayyip Erdoğan büyüsüne kapılan kitleler AKP'ye oy veriyor.

İş makro ölçekte böyleyken, mikro ölçekte kişilerin önemi daha artıyor.

Mustafa Sarıgül diye bir adam çıkıyor, Şişli ilçesinde tek başına bir parti oluyor. Şişli'nin karmaşık yapısına karşın büyük kitleleri kendi adı üzerinden CHP'ye bağlıyor.

Keza Antalya'da Menderes Türel diye bir delikanlı AKP'nin hemen hemen hiç şansı olmayan bir kentte, partisini potaya sokuyor. CHP'nin banko alacağı Antalya'da CHP'ye kábus gördürüyor.

Benim gördüğüm bir başka benzer olay da Van da yaşanıyor.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Van'ı mesken tutuyor ve örgütü harekete geçirip AKP'yi önce DEHAP'ın yanı başına hatta önüne taşıyor.

Konuştuğum Vanlılar, ‘‘Hüseyin Bey çok asılıyor. AKP burada kazanacak da. Ama belediyeyi uzaktan kumandayla Hüseyin Çelik'in yönetmesinden korkuyoruz’’ diyorlar.

Bunu Çelik'e soruyorum. ‘‘Haşa’’ diyor. ‘‘Benim işim partimin ve inandığım bir belediye başkanının kazanması için çaba göstermek. Van'ı başkanla beraber Vanlılar yönetecek’’ diye ekliyor.

Keza Ahmet Piriştina. İzmir'i yüklenmiş gidiyor.

Mustafa Sarıgül'ü de CHP Genel Başkanlığı'na uygun görenler var. Onun da sıkıntısı o. Sorduğum zaman, ‘‘Ben 5 yıl daha Şişli'nin sorunlarına kilitlendim. Bizim bir genel başkanımız var’’ diye konuşuyor.

Menderes Türel ise politikaya tek bir nedenle soyunmuş. ‘‘Başkalarının yapmadığını yapmak.’’

‘‘Yıllarca politika için teklifler aldım. Hep hayır dedim. Ancak Antalya'nın potansiyelini görmeyenler tarafından yönetilmesine artık dayanamadım. Ben bir sivil toplum örgütünün yöneticisi olarak çok mücadele ettim. Yetmedi. Antalya'nın potansiyelini harekete geçirmek için aday olmaktan başka çare göremedim.’’

İdeolojik farklılıklar azalıp, programlar benzerleştikçe kişiler öne çıkıyor.

Ben de kendi beldemde öyle yapacağım. Orada oyum tek kadın aday var ona olacak. Belki çirkinleşen çevreme bir kadın eli güzellik getirir diye.

İl genel meclisinde ise CHP'yi desteklemeyi düşünüyorum. Güçlü bir muhalif ses olsun düşüncesiyle.

Büyükşehir Belediye Başkanlığı içinse daha karar vermedim. Ancak TKP'nin ‘‘Boş vermeyin’’ diyen afişlerinden etkilendiğimi söylemeliyim.

ABD Tanrı'yı tartışıyor

AMERİKAN Yüksek Mahkemesi çok ilginç bir davayı görüşmeye başlıyor.

ABD'de devlet okullarında sabahları okunan, ‘‘Pledge of Allince’’ diye bilenen bir ‘‘yemin’’ vardır. Aynen bizim okullarda sabah okuduğumuz ‘‘Andımız’’ gibi.

ABD'de okunan andın ‘‘Bir ulus, Tanrı'nın altında bölünmez, herkese özgürlük ve adalet veren’’ şeklindeki bölümü ile ilgili bir tartışma var.

Michael Newdow adında bir ateist bu ant içinde yer alan ‘‘Tanrı'nın altında’’ cümlesinin Anayasa'ya aykırı olduğunu ve çıkarılmasını istiyor.

‘‘Tanrı’’ kelimesi anda 1954 yılında eklenmiş. Ancak 1943'te Yüksek Mahkeme tarafından alınan bir karara göre öğrencilerin bu andı okumaları zaten zorunlu değil. Bu dava ile ilgili tartışma hayli büyük.

Başkan adayları Bush ve Kerry bu ifadenin ‘‘aynen’’ kalması gerektiğini savunuyorlar.

‘‘Tanrı’’nın öğrencilerin yemininde kalmasını gerektiğini savunanlar, ki bunlar çoğunlukta, ABD başkanlarının göreve başlarken ettikleri yeminin son cümlesini hatırlatıyorlar. ABD'de başkanlık yemini de ‘‘Tanrı yardımcım olsun’’ diye bitiyor.

Üstelik ABD Doları'nın üzerinde de ‘‘In god we trust’’ yani ‘‘İnandığımız Tanrı’’ ifadesi yer alıyor.

Ancak bütün bunlar yemindeki Tanrı kelimesinin Anayasa'ya aykırılığını ortadan kaldırmaya yetmiyor olmalı ki, Yüksek Mahkeme bu durumu görüşmeyi kabul etti.

Şimdi herkes merakla kararı bekliyor.

Din ve Tanrı konusu bütün demokrasilerde tartışma konusu oluyor.

Kiminde fazla içerde, kiminde fazla dışarda olduğu için.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hayvanların hiçbir zaman oy kullanmadığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku