2 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN’</B>ın grup konuşmasını dinledim. Çok haklı olduğu yerler yok değil. <B>Erdoğan </B>hükümeti, arkasında son 40 yıldır görülmemiş bir Meclis çoğunluğu olduğu halde <B>‘güçlü’</B> bir iktidar olamıyor. Çünkü her taraftan kuşatılmış halde. İçeriden ‘aşırılar’, dışarıdan ‘aşırılar’ hükümete manevra alanı bırakmıyorlar.
AB’ye uyum adına yapılan değişiklikler dışında, hükümet hiçbir ‘köklü’ değişim yapamıyor. Bu bazen parti içindeki, bazen de parti dışındaki kayalara çarpıyor. Türkiye’nin etkin güçleri, Başbakan’a şöyle bir mesaj veriyorlar:
‘Gerilim yaratma, ekonomide yoldan çıkma, fazla derin mevzulara girme. O şartla bu ülkeyi yönetebilirsin.’
Yani, iktidar olabilirsin ama çok da muktedir olma. Bazen kendimi onun yerine koyuyorum. Çok kabul edilebilir bir durum değil.
‘Zaten işgal altında olan orman arazilerini bu durumdan çıkarıp satacak kaynak yaratacağım.’
Satamazsın...
‘Buradan kaynak bulmamı engellediniz. Bari taşıt vergilerini artırayım da oradan üç kuruş gelsin.’
Artıramazsın.
‘ABD kredi veriyor. Onu alayım.’
Böyle onur kırıcı kredi mi olur? Alamazsın.
‘Üniversiteye girişte yapılan haksızlığı ortadan kadıracağız demiştik.’
Bize mi sordun? Kaldıramazsın.
‘Şu Kıbrıs’ı çözsek de ülkenin önünü açsak.’
Ülkenin önünü açmak sana mı kaldı? Çözme. İş o hale geldi; bu hükümetin bir iki sene içinde gideceğinden umutlu olsalar, AB’den tarih alma işini bile bu hükümet yapmış olmasın diye engelleyecekler. Ki daha sıra oraya gelmedi, hálá bir şeyler yapabilirler. İktidarın, YÖK Yasası’nı Cumhurbaşkanı’nın vetosunun ardından buzdolabına kaldıracağını haftalar önce yazdım.
Emin olun ki, bunu yazdığıma dahi pişmanım. Çünkü bu yazıdan ‘mesaj’ alan bazıları, hükümetin böyle bir tavır almasını güçleştirmek ve onur kırıcı hale getirmek için özellikle ortamı daha da gerdiler. Hükümeti zora sokmaya çalışanlar, hükümetin haksız olduğu veya olabileceği yolsuzluk, kadrolaşma gibi konularda değil, hükümetin yüzde yüz haklı olduğu meselelerde işi yokuşa sürüyorlar. Açıkçası üzülüyorum. Bazıları için Türkiye’nin nereye gittiğini, çocuklarımızı nasıl bir geleceğe hazırladığımız önemli değil.
Önemli olan Türkiye’yi kimin yönettiği.
Türkmen TV kuruluyor
BİRKAÇ yıl önce Kuzey Irak’ta Kürtlere yönelik bir televizyon kurulması için Barzani’ye destek veren Türkiye, şimdi de Kerkük’te bir televizyon kuruyor. Televizyon, büyük olasılıkla bölgedeki Türkmenlere yönelik yayın yapacak. Televizyonun kurulması görevi TRT’ye verilmiş. TRT’nin teknik personeli, yaklaşık bir aydır çalışmaları yürütüyor. Nisan ayı sonlarında televizyonun kuruluşu için gerekli olan teknik malzemeler, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçakla Silopi’ye götürülmüş. Orada görevli ekipler, bir albay refakatinde Kerkük’e kadar götürülmüş ve cihazları yeni yapılmış bir binaya taşımışlar. Hziran ayı içinde, bir başka ekip Kerkük’e giderek cihazların montajını tamamlayacak ve televizyonu yayına sokacak. Umarız yeni televizyon memlekete hayırlı olur.
İhracatta iade rezaleti
İHRACATI teşvik için zaman zaman ihracat iadesi yapılması bildik, alıştığımız bir uygulamadır. Ancak Para Kredi Koordinasyon Kurulu’nun geçtiğimiz hafta yayınlanan bir kararı biraz ‘şüphe uyandırıcı’ nitelikte. Kurulun 2004-7 sayılı kararı ile elma ve patates ihracatında ihracat iadesi uygulanması uygun bulunmuş.
Buna göre elmada ton başına 40 dolar, patateste ise ton başına 19 dolar ihracat iadesi ödenecek.
Diyeceksiniz ki, ‘Ne var bunda. Tarımsal ürün ihracatı destekleniyor’.
İyi de, bu tebliğ geriye dönük işliyor. Tebliğ, Resmi Gazete’de 23 Mayıs’ta yayınlandı. Süresi ise 30 Mayıs’ta sona erdi. Yani bunu okuyanın 1 hafta içinde ihracatı yapması gerek. Ama bu kararın çıkacağını önceden bilenlerin daha uzun bir süresi var. Çünkü tebliğ geriye dönük olarak 1 Mart 2004’e kadar işliyor. Yani bu tebliğin çıkacağını bilenler, buna göre hesap kitap yapıp ihracatlarını yapmış ve rakiplerine oranla avantaj sağlamış olabilirler. Yani yapılan iş, daha önce ihracat yapmış olan birilerinin cebine birkaç milyon dolar aktarmaktan başka bir şey değil.
Bilmem kimse farkında mı, ama rejimi imam hatip okulları falan değil, bu gibi olaylar tehlikeye düşürüyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ya bendensin, ya yoksun demediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2004
ULUSLARARASI Gazeteler Birliği (WAN) Toplantısı Türkiye’de yapılıyor. Ülkemiz için çok iyi fırsat.Dünyanın her yerinden yüzlerce gazete patronu ve yöneticisi Türkiye’de. Hem tanıtım, hem de turizm sezonunda ülkemizin güvenilirliğini göstermek açısından son derece faydalı. Ádetten olsa gerek, WAN toplantılarının yapıldığı ülkelerde o ülkenin önemli bir entelektüeli bir konuşma yapıyor. İrlanda’da yapılan son toplantıda U2’nun solisti Bono konuşmuştu. Türkiye’de toplantı olunca ‘mümbit topraklarımızın’ yetiştirdiği, uluslararası saygınlığı olan gerçek entelektüellerimizden hangisinin konuşacağı benim merakımı uyandırdı. Favorim Yaşar Kemal, plasem Orhan Pamuk’tu. Zaten onlardan sonra epey bir boşluk vardı ve ardından Tarkan geliyordu. Yaşar Kemal’in konuşması bu nedenle benim için sürpriz olmadı. Ben nedense Yaşar Kemal’e bir hayranlık beslerim. Yazdıklarından mı, yoksa amcamla arkadaş olduğu dönemlerde beni kucağına oturtup sevmesinden mi, her gördüğünde sıcak bir selam yollamasından mı bilmem. Nedense benim kahramanımdır. Fakat WAN toplantısında yaptığı konuşmayı yeterince derinlikli bulmadım.Keşke konuşmayı okuyarak değil irticalen yapsaydı.Yine de iyi ki Yaşar Kemal’imiz var, iyi ki Orhan Pamuk’umuz var...Yoksa kimi konuşturacaktık orada. Tebligatları almayan yalancı pehlivanYALAN yazmak alışkanlık olunca, her konuda yazabiliyorsunuz. Sabah Gazetesi’nde bana saldırarak ekmek parası kazanmaya çalışan da öyle yapıyor. Ben patronunun işlerini bozdukça, ben patronunun milletin parasıyla gazete sahibi olduğunu yazdıkça, o da bana saldırıyor. Son yazımdan sonra bu ‘Saldırgan’ hakkında yazı yazmama kararı almıştım. Çünkü acımış, üzülmüştüm. Benim ‘zavallı’ dememe alınmış ve bu sıfatı ‘zengin olmayanlar için’ kullandığımı yazmış, fakirliğinden dem vurmuştu. Açıkçası ben de üzülmüştüm. Çünkü ben ‘zavallı’ sıfatını parasal bir durum olarak hiç görmedim. Bu sıfatı kullanırken, aklımdan para ile ilgili bir şey de geçmedi. Ben bir ruh halinin tespitini yapmıştım. Ama anladığım kadarıyla onun için her şey ‘para’ olduğu için bunu da öyle yorumlamıştı. Ben de ‘komplekslerle’ uğraşmayı sevmediğim için ‘yazık’ demiş bırakmıştım. Ama doğru olmayan şeyler yazmaya devam edince, son bir ‘had bildirmesi’ yapmam gerek. Son olarak geçen gün, ‘Hani beni dava edecektin. Yapamadın değil mi?’ diyor ve kendisi hakkında bir dava açamadığımı ima ediyor. Yalan ve külliyen yalan. Utanmadan nasıl yalan yazıyorlar anlayamıyorum. Bu ‘Saldırgan’ hakkında pek çok dava açtım. Bunu Sabah’ın avukatları da gayet iyi biliyorlar. Bu davalarla ilgili süre istediler. Şişli Adliyesi’nde açtığım davalardan bazılarının numaralarını da vereyim. Mesela 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 279 ve 280 sayılı davalar, 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 300 sayılı dava, 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 271 ve 272 sayılı davalar ‘Saldırgan’a açtığım davalardan bazıları. Bu davalardan haberdar olmaması ise mümkün değil. Çünkü kendisine yapılan tüm tebligatları, ‘İlgili şahıs bulunamamıştır’ diye almaktan kaçıyor, geri yolluyor. Tebligatları götürenlere, ‘Burada öyle bir adam yok’ diyorlarmış. Doğrusu ben de hiç şaşırmıyorum. NOT: Sabah Gazetesi’ne yapılan tebligatların ‘tebliğ mazbataları’nın fotokopileri elimde.Kiracılar yok ki!DÜN Sabah Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Sevgili Ergun Babahan, Sabah Gazetesi’nin WAN toplantılarına neden katılmadığını anlatmak için uzun bir yazı yazmış. Oysa asıl neden çok daha kısa ve basit. WAN’ın iki tür üyesi var: Gazete sahipleri ve editörler. Birinci tür üyelik mümkün değil. Çünkü Sabah’ın sahibi yok, kiracısı var. WAN’da da ‘Gazete kiracıları’ diye bir grup yok. Kiracı patron WAN’a katılamayınca, editörler de katılmamıştır. Olay bu kadar basit olabilir.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Dar köprüde karşılaşan keçilerin hikáyesini herkes hatırladığı zaman.
button
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2004
<B>ÖNCEKİ </B>gün uzun uzun sohbet ettiğimiz bir savcı benim bir yazıma değinmeden geçmedi. ‘Fatih Bey, Sinan Engin’in salıverilmesi ile ilgili olarak İstanbul polisinin Beşiktaşlı bir DGM savcısını suçlayan yazınızı okudum’ deyince, ‘Evet, polis gereğinin yapılmadığını düşünüyor’ diye araya girdim.
Yıllardır tanıdığım ve sakin yapısını bildiğim savcı dostum birden sinirlendi.
‘Polis bunu hep yapıyor. Sürekli savcılar töhmet altında bırakılıyor. Eksik gedik soruşturma dosyaları, delilsiz iddialarla sanıklar savcı önüne getiriliyor. Delillere göre hareket etmek zorunda kaldığı için sanığı bırakan savcı suçlu oluyor, delilsiz sanık getiren polis ise kahraman’ diye patladı.
‘O dinleme kayıtları yeterli delil değil mi?’ diye sordum.
‘Tabii ki değil. Polis acaba savcıdan kaçma ihtimaline ilişkin gözaltı talebinde bulunmuş mu? Çakıcı gibi birini izlemeye almak çok mu zor? Sinan Engin’le üç görüşme kaydı üzerine Çakıcı’yı ya da Çakıcı ile konuştu diye Sinan Engin’i hangi savcı tutuklayabilir? Polis ne talep etmiş de savcı yapmamış’ dedi.
‘Bu soruşturmanın Beşiktaşlı bir savcıya gitmesi de yanlış değil mi?’ diye fikrimi belirttim.
‘Ne alakası var. O zaman polis için ne diyeceğiz. Çakıcı göz göre göre kaçıp gitti. Burada da polisin ciddi bir ihmali söz konusu. O zaman birileri de çıkıp Beşiktaşlı İstanbul Emniyet Müdürü’nü mü suçlasın. Önemli olan kimin hangi takımı tuttuğu değil, kimin görevini yapmadığı ya da kötü yaptığıdır.’
Haklıydı. Çakıcı’nın kaçışında birileri görevini ‘çok kötü’ yapmıştı.
Salıverilmesinden, araziye uymasına kadar.
Spordaki mafya, sporcuların umurunda değil
GENELKURMAY 2. Başkanı İlker Başbuğ’un davetinde siyasetten çok futbol konuştuk.
1. Ordu Komutanı Yaşar Büyükanıt’ı görünce kutladım. 4 yıldızlı üniformayı çıkarmış, yakasına üç yıldızlı Fenerbahçe amblemini yerleştirmişti. Az siyaset, bol spor konuştuk. ‘Paşam siz bizden iyi bilirsiniz. Askerlikte rütbe aynı olunca kıdem önem kazanırmış. Bizim üç yıldız sizinkinden 2 yıl kıdemli’ dedim. O da benim kızıma Fenerbahçe forması yollayacağını söyledi. Orduda, en azından paşalarda ciddi bir Fenerbahçe ağırlığı olmalı ki, 2. Başkan İlker Başbuğ da Fenerbahçeliydi.
Ama albay rütbesinde ağırlığı Galatasaray kazanıyor. Yani gelecek bizim. Davette bizim Ankara Temsilcisi Sedat Ergin de vardı. Onunla da spor konuştuk.
Sedat müthiş bir Beşiktaşlı ve çok üzgün.
‘Fatih inanamıyorum. Başkan adaylarından bir teki bile kulüpte ortaya çıkan rezaletle ilgili tek kelime etmiyor. Çakıcı’yı üyelikten atacağız, bu ilişkileri araştıracağız diyen tek bir kişi yok. Kongreye gidip oy bile vermeyeceğim. Çünkü olaylar utanç verici, adayların umursamazlığı ise daha da utandırıcı’ diyor.
Sedat’ın bir yakınması da spor basınından:
‘Sen spor basınını eleştirirken endazeyi kaçırdığını düşünürdüm. Haklıymışsın. Kulüplerde her şeyi bilen bu adamların bu olanları bilmemesi mümkün mü? Ama satır yazmıyorlar. Onlar da çarkın parçası olmuşlar.’
Sedat Ergin son derece haklı. Sadece Beşiktaş değil, Fenerbahçe, Galatasaray hepimiz kulübümüze sahip çıkmalıyız. Bu müsseseleri yüz yıldır mafya yuvası olsun diye yaşatmıyoruz.
Mildon: Bizim oyumuzun da önemi yoktu, oylamanın da
GEÇEN hafta Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Meclisi’nde yapılan bir oylamada çekimser kalarak, Kıbrıs’ın ciddi bir kazanım elde etmesine engel olduklarını iddia ettiğim Türk heyetinin başkanı Yavuz Mildon aradı.
Epey konuştuk.
Olayın Türkiye’ye aksettiği gibi gerçekleşmediğini, Türkiye’nin çekimser kalmasının sonucu etkileyecek bir durum oluşturmadığını söyledi.
Daha sonra bir de faks yollayarak durumu aktardı. Faksın ilgili bölümü şöyle:
‘Söylenenin aksine, yapılan oylama Kıbrıslı Türk üyelerin Konsey’in çalışmalarına resmi olarak katılmalarını sağlayabilecek bir oylama değildi. Avrupa Konseyi’nin Kıbrıs politikası herkes tarafından bilinmektedir. KKTC Başbakanı’nın alelacele argo sayılabilecek terimlerle bir açıklama yapmasını da kendisinin deneyim eksikliğinden olduğunu zannediyorum. Bu oylamanın neticesi ne olursa olsun KKTC temsilcilerimizin maalesef bir kazanımı söz konusu olmayacaktı.’
Mildon buna karşın kendisinin kazandığı Bölgesel Meclis Başkanlığı’nın çok önemli bir görev olduğunu, bunun uluslararası kuruluşlarda bir Türk’ün seçilerek geldiği en yüksek pozisyon olduğunu belirtiyor ve Bölgesel Meclis’in Türkiye’nin Yerel Yönetim Reformu’nun AB’ye uygunluğunu ‘izleme programı’ yürütecek meclis olduğunu söylüyor.
Bilgilerinize..
NOT: Yavuz Mildon’un ANAP Çanakkale İl Genel Meclisi üyesi olduğunu yazmıştım. Çünkü benim elimdeki Dışişleri Bakanlığı belgesinde böyle olduğu belirtilmişti. Ancak kendisi AKP’liymiş.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Keçilerin ve katırların devlet yönetmesinin mümkün olmadığını gördüğümüz zaman.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2004
<B>HURDA </B>araç indiriminde atılan geri adım, bir ülkeyi yönetenlerin <B>‘acz itirafından’</B> başka bir anlam taşımaz. Ben bu duruma Türkiye’de ikinci kez rastlıyorum.
Yıllar önce Türkiye’de kumarhaneler vardı. Hem turizme katkı sağlıyor, hem devlete gelir oluşturuyor, hem de 50 bin kişilik bir istihdam yaratıyordu.
Devlet buraları denetleyemediği için suç yuvasına dönüştü, kara para merkezi haline geldi ve devlet acz içinde kalınca çareyi kumarhaneleri yasaklamakta buldu.
Altın yumurtlayan tavuk kesildi.
Şimdi benzer bir durum hurda araç indiriminde yaşanıyor.
Otomotiv sektörünü teşvik etmek için getirilen uygulama olumlu sonuç verdi.
Ancak beraberinde rezillikleri de taşıdı.
Sahte belgeler, bir hurda aracın birkaç kez satışı ve emniyet içindeki uzantıları ortaya döküldü.
Büyük rezaletler patladı. Devlet bu kanun tanımazlarla baş edemeyince indirim oranını düşürerek burada yapılacak üçkáğıtçılığın getireceği geliri azalttı.
Yani hırsızla baş edemeyince, çalınacak değerde bir ürün bırakmadı ortada.
Tabii olan yine vatandaşa oldu.
Anlaşıldı ki, devlet aciz olunca, vatandaş ezik oluyor.
Futbolun içinden bir çığlık
FUTBOLDAKİ mafya yazılarımdan sonra çok sayıda tepki aldım.
Spor ile mafyanın iç içe geçtiğini yıllardır yazan ve spor basınının üç maymunu oynamasını hep eleştiren bir yazar olarak bu tepkilerden memnunum.
Dün de yıllardan beri Türk sporunun içinde bulunan ve üst düzey görevlerde bulunmuş bir dostumdan mektup geldi. Bu mektubu da sizinle paylaşmak istiyorum:
‘Futbol Federasyonu’ndaki mafya ilişkilerini Eyüpsultan’da kesilen koyunlara yönlendirmek bir kandırmacadan başka bir şey değil. Belki de hedef şaşırtmaca. Beşiktaş’ın adının bu işlere bulaşmasına neden olan Sinan Engin, Kuşadası menajeriyken 3. Lig’den Ümit Milli Takım’ın menajerliğine nasıl geldi acaba? Aynı yolu izleyerek Beşiktaş’a nasıl bir sıçrama yaptı acaba? Ümit Milli Takım menajeriyken Alaattin Çakıcı ile ilişkilerinin daha az olduğunu kimse söylemeye kalkmasın. Milli takımların kilit noktasında iki yıl süreyle görev yapan bir kişinin bugünkü kimliğini sorgulamak yüzeysel gelmiyor mu sana?
Peki Hüsnü Güreli’nin en iyi müşterileri kim? Hüsnü Güreli’ye ‘kuru temizlemeci’ yakıştırması, meslektaşları tarafından çekememezlik sonucu ortaya atılmış bir iftira mı?
Menajerlerinin (Beşiktaş için) veya eski menajerlerinin (Futbol Federasyonu için) böyle bir konuda başrolde olmasında kimin ihmali var acaba? Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy’un ilk seçim kitapçığındaki çalışma programı ve vaatlerinin arasında menajerlik ve profesyonel yöneticilik kurslarının acilen açılacağı vaat edilmişti. Kaç dönem geçti? Bu konuda bir tek soru soruldu mu Federasyon’a? Ama her sene belirli sayıda milli olmuş futbolcular için teknik direktörlük kursu açılıyor Türkiye’de. Hem de 11 binden fazla diplomalı teknik direktörümüz olduğu halde ve de dünya üçüncüsü takımımızda yer alan tüm futbolculara en üst düzeyde teknik direktörlük diplomasını armağan ettiğimiz halde...
Bu konu UEFA kriterlerinde de mevcut olmasına rağmen Federasyon bu vaadini hatırlamıyor bile. Neden? Zira birçok kulübe menajerlerin federasyon tavsiyesi ile atandığı ve bu gayri resmi tavsiyelerle kulüplerin menajerlerinin belirli kaynaklardan karşılandığı söylentisi mevcut.
Cezalı futbolcu oynattığı için kazandığı maçı 3-0 kaybeden (Trabzonspor maçı) Çaykur Rizespor küme düşebilirdi veya Trabzon’u şampiyon yapabilirdi. Hem de sadece o maçın sonucuyla. Ama ihmali veya hatası olan menajer sadece kulübüne karşı sorumlu. Sence bu doğru mu veya şike yapmak yerine böyle bir hatanın bir gün kasıtlı olarak yapılması hangi camiayı nasıl bir duruma düşürür?
Senin birkaç satırlık yazının bende düşündürdükleri bunlar. Hiçbiri de yazılacak şeyler değil ne yazık ki. Ama ben şahsi düşüncelerimi birine iletme isteği duydum ve bu nedenle senin vaktini çalmayı kararlaştırdım. Gevezeliğimi bağışla...’
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bu ülkede ilk düzeltilmesi gereken kurumun ‘adalet’ olduğuna herkes inandığı zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2004
<B>BAŞBAKAN </B>Yardımcısı <B>Abdüllatif Şener’</B>le özel bir akşam yemeğinde beraberdik. Pek çok önemli konunun yanı sıra, YÖK Yasa Tasarısı’nın akıbetini sorduk. <B>Şener,</B> Çankaya Köşkü’nün yasayı veto edeceği konusunda bizimle hemfikir gibiydi. Ama asıl önemli olan sonrasıydı.
‘Ne olacak’ dedik.
‘Doğru bir düzenleme olduğunu düşünüyoruz. Adaletsizliği ortadan kaldırmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz ama zamansız olduğu konusunda sizinle hemfikiriz’ dedi.
Kendisine Milli Eğitim Bakanı Çelik’in bana ‘Cumhurbaşkanı’nın hassasiyet gösterdiği konuları ele alır, ardından vakit kaybetmeden yine göndeririz. Sınava değil. Değerlendirmeye etkisi var. Ağustosa kadar da vakti var’ dediğini hatırlattım.
‘Hüseyin Bey öyle düşünür, başkası başka şey düşünür. Bence acele gereksiz. Bazı konuları zorlamanın, ülkenin dengelerini bozmanın gereği yok. Türkiye’nin çok daha önemli konuları var. Bu ne bizim, ne de imam hatiplilerin önceliği’ dedi.
Benim bu sözlerden çıkardığım sonuç hükümetin yasayı zorlamayacağı şeklinde.
Yani daha tartışmalar başlamadan benim yazdığım gibi.
Köşk’ten döner, AKP sözünü tutmuş ama ülke için geri adım atmış olur.
O zaman yazdık.
Ardından Genelkurmay açıklaması ve Başbakan’ın ‘süraçıklaması’.
Her şey kabak gibi ortadayken boşu boşuna gerginlik.
Peki sorumlusu sadece hükümet mi?
Cine 5’te erotizm sürecek
ÇARŞAMBA akşamı bir yemekte TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile birlikteydik.
TMSF açısından hareketli bir günün akşamında Başkan’la epey konuştuk.
Sabah saatlerinde Cine 5’e ve Erol Aksoy’a ait diğer şirketlerin yönetim ve denetimine el koymuşlardı.
Önce bu işlemin ne anlama geldiğini sorduk.
Şirketlerin sahipliğine el koymuyorlardı. Hisse sahibi yine aynı kişi olarak kalıyordu. Ancak şirketlerin yönetimi TMSF’ye geçiyordu. Böylelikle şirketlerin gelir veya varlıklarını değerlendirme yetkisi TMSF’nin oluyordu. Bu da alacak tahsilini ‘imkánlı’ hale getiriyordu.
Uzan operasyonundan sonra diğer ‘batık banka patronlarına’ bir süre tanınmıştı. Şimdi bu süre bitmişti ve operasyonlar sürecekti.
Zaten Erol Aksoy’a yönelik hareketin hemen ardından pek çok batık banka patronunun TMSF’yi arayarak ’anlaşma talebinde’ bulunduğunu söyledi Ahmet Ertürk.
Ben de kendisine, ‘Uzan’dan sonra da böyle olmuştu. İlk panikle arıyor ve anlaşmak istiyorlar. Sonra iş savsaklanıyor’ dedim.
‘Haklısınız ama bu kez peş peşe el koymalar olabilir’ dedi.
Bu arada gecenin espri konularından biri Cine 5’te gece yarısından sonra yayınlanan erotik filmlerdi.
İlgili Bakan Abdüllatif Şener’e ‘erotik yayınların ne olacağını’ sorduk.
Güldü. ‘Bizim işimiz değil. Artık ona TMSF karar verir’ dedi.
TMSF Başkanı Ertürk de gülerek anlattı.
Yönetime el koyulmasından sonra Cine 5 yönetimi ilk olarak bu konuyu ele almış.
Erotik yayınlar konusunu tartışmışlar.
Uzun tartışmalardan sonra erotik yayınların en azından ‘şimdilik’ sürmesi yönünde karar almışlar.
Böylelikle bir ilk daha gerçekleşmiş oluyor.
Devletin kontrolüne geçen şifreli bir kanalda erotik filmler yayınlanacak.
Dünyada örneği var mı bilmiyorum ama bunun muhafazakar bir partinin işbaşında olduğu bir döneme rastlamasının da, Türkiye’nin kaydettiği aşamanın bir simgesi olduğunu düşünüyorum.
Bakalım TRT Kürt kaç reyting alacak?
TRT Kürtçe yayın yapmamak için uzun süre direndi. Çünkü kendileri açısından sakıncalı bir durum doğmasından çekiniyorlardı.
TRT, devlet televizyonu olarak Kürtçe yayın yapmaya başladığı zaman, Türkiye’deki diğer dil ve lehçeleri kullanan grupların da TRT’den benzer taleplerde bulunması ihtimali ortaya çıkacaktı.
TRT kamu kuruluşu olduğu için de, yurttaşların bu taleplerine ‘Hayır’ demesi mümkün olmayacaktı.
TRT bu nedenle bu yayını yapmak istemedi.
Bu işin ‘kárlı’ olabileceğini düşünen bir özel kanalın yayın yapması veya Türkiye’deki haber kanallarından birinin bu işi ‘zaman paylaşımlı’ olarak üstlenmesinin daha doğru olacağı siyasi otoriteye iletildi.
Ancak Kürtçe yayının ‘fizibl’ yani verimli, kárlı olmayacağını hesaplayan yayın kuruluşları bu işe girmemeyi tercih ettiler.
Sonuçta iş gene TRT’nin omuzlarına yıkıldı. Yıllardır bu konuda bayraktarlık yapanlardan ise ne ses çıktı, ne seda.
Bu kadar talep edilen bir konunun, verimli olmaktan bu kadar uzak olması da doğrusu ilginç.
Bakalım TRT’nin Kürtçe yayınının reytingleri ne olacak.
Doğrusu çok merak ediyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ülkeyi germek için değil, rahatlatmak için fırsat kolladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2004
<B>KIBRIS </B>davasına destek vermedikleri için Avrupa Konseyi’ndeki Azeri milletvekillerine çok kızmıştık. <br><br>Ancak aynı halkı şimdi anavatan Türkiye’nin belediye başkanları yediler. Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Yönetimler Asamblesi’nde Kıbrıs’ın üç sandalyesi vardı. Strasbourg’da yapılan toplantılarda asamblede Rumlara ayrılan 3 üyelikten birinin seçilmiş bir Türk belediye başkanına devredilmesi önerisi getirildi.
Bu öneriyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti temsilcileri Avrupa’daki bir siyasi kuruluşta resmen temsil edilme hakkını ilk kez kazanmış olacaklardı.
Hemen devreye giren Rumlar, Türk belediye başkanının Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında toplantılara katılması için bir değişiklik önergesi verdiler. Rumların verdiği önergeye Almanya ve Çek Cumhuriyeti ‘hayır’ derken 12 kişilik Türk heyeti herkesi hayrete düşüren bir tutumla ‘çekimser’ oy kullandı.
Türk heyetinin bu tavrı üzerine, KKTC’ye bir sandalye kazandırmaya hazırlanan Azeri, Gürcü ve hatta Ermeni üyeler de oylarını çekimsere çevirdiler.
Böylelikle KKTC adına çok önemli bir fırsat Türk delegasyonunun oylarıyla kaçırılmış oldu.
Olayı araştıran Türk Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına gelen bilgilerse hadisenin bir hatadan kaynaklanmadığını, tam aksine KKTC’nin siyasi bir ihtirasa kurban gittiğini gösteriyor. Asambledeki 4 DSP’li, 3 ANAP’lı, 2 MHP’li, birer AKP ve DYP’li, 1 de bağımsız üyeden oluşan Türk heyetinin başkanı olan ANAP’lı Çanakkale Belediye Meclis Üyesi Yavuz Mildon’un Bölgesel Meclis Başkanlığı’na aday olduğu ve başta Yunanistan olmak üzere diğer ülke üyelerini karşısına almak istemediği için çekimser oy kullandığı ve heyeti de bu yönde etkilediği iddia ediliyor.
Türkiye yıllardır KKTC adına en küçük bir kazanım elde etmek için çırpınıyor.
Bir kişinin ‘dandik’ bir siyasi beklentisi uğruna bütün bunlar çöpe atılıyor.
Yuh olsun!..
AB Bakanlığı’na Gül karşı mı?
HERKES bir hükümet değişikliğinden söz ediyor. Hangi bakanın gidip, yerine kimin geleceği konuşuluyor.
Herkes kendi meşrebine göre bazı ‘duyumlar’ alıyor.
Benim kulağıma gelenler doğru olsa, kabinede toptan bir değişim olması gerekir.
Bir Abdullah Gül, bir de Tayyip Erdoğan kalır.
Ama durum tam bu değil.
Çok kısa vadede bir kabine değişikliği söz konusu gibi görünmüyor.
AB ilerleme raporu çıkmadan bence bir değişiklik olmaz.
Ancak bir konu çok ciddi konuşuluyor.
En kısa sürede bir Avrupa Birliği Bakanlığı kurulması.
Ancak bana gelen bilgilere göre kabinede bir isim ‘şimdilik’ kaydıyla buna karşı.
O kişi de Abdullah Gül. Dışişleri Bakanı, müzakere tarihi alınıncaya kadar böyle bir bakanlığa gerek olmadığını söylüyor ve ‘Hele bir tarih alalım. Bakanlık bir günde ihdas edilir’ diyormuş. Hatta Gül’e göre bu aşamada kurulacak bir AB Bakanlığı işlerin karışmasına hatta şu ana kadar tek elden ve başarılı bir şekilde yürüyen sürecin aksamasına bile neden olabilirmiş.
Ancak bu bakanlığın kurulmasını isteyenler, hatta ‘o bakan’ olmayı hayal edenler de Abdullah Gül’ü eleştiriyorlar.
Gül’ün tavrını ‘AB’den tarih almanın şerefini kimseyle paylaşmak istemiyor’ diye yorumluyorlar.
Bu arada bir dipnot. Dışişleri Bakanı Gül AB’den tarih alma konusunda kendinden çok emin görünüyor. ‘Müzakereler 2005 Martı’nda başlar’ diyor.
Herhalde bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyor.
Öger’den gereksiz bir konuşma
VURAL Öger iyi bir turizmci olabilir ama kötü bir politikacı olma yolunda ilerliyor. Öger, Alman vatandaşı kimliğiyle Avrupa Parlamentosu’na girmeye hazırlanırken, verdiği ‘abuk sabuk’ demeç yüzünden kendi politik yaşamı ile birlikte Türkiye’yi de zora sokuyor.
Öger’in bir Alman tarihçinin ‘Sizi Viyana’da püskürttük. AB’ye de almayacağız’ sözlerine, şaka da olsa ‘Kanuni’nin yapamadığını biz nüfusumuzla yapacağız’ diyerek Avrupa’daki Türkleri işaret etmesi ciddi bir gaf.
Öger aynı cümlesinin devamında Almanya’da düşük olan doğum oranına da değiniyor ve bunun yaratacağı sosyal güvenlik sorununa da değiniyor ama akılda kalacak olan cümlesi ilki.
Yani Türklerin Viyana’nın rövanşına gelmesi.
Bu sözler AB’nin Türkiye’yi kabul etmemesi için tarihi bir gerçeği hatırlatıyor.
Çünkü AB her ne kadar son 40 yılın kurumu gibi görünse de, bu birlik arayışının geçmişi 500 yılı aşıyor ve Fatih Sultan Mehmet zamanına dayanıyor.
Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olmak için birlik haline gelmeye iten neden Türkler. Avrupa Türklere karşı birlik olmaya çalışıyor.
Öger de bu tarihi gerçeği belki de bilinçsizce hatırlatıyor.
Üstelik tam da zamanında.
Siyasete girmeye hazırlanan Vural Bey’e devlet adamı tanımını hatırlatmakta fayda var.
Devlet adamı ne söyleyeceğini bilen değil, neyi söylemeyeceğini bilen adamdır.
Kulağına küpe olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yazarlar ne kadar etkili olduklarına bakıp, sonra övündüğü zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2004
<B>PAZARTESİ </B>günü Kayseri’deydim. Doğan Yayın Holding her ay Anadolu’nun bir ilinde <B>‘Anadolu’daki Avrupa’</B> başlıklı bir toplantı düzenliyor. O ilin işadamları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle AB perspektifi ele alınıyor.
Türkiye’nin önemli reklamcıları ve işadamları deneyimlerini o ilin işadamlarıyla paylaşıyorlar. Pazartesi bu amaçla Kayseri’deydik.
Program yoğun olunca dün bizim yazı güme gitti. Kusura bakmayın. Kayseri Anadolu’nun etkileyici kentlerinden biri. (Gaziantep’te de böyle bir hisse kapılmıştım.) Bir dönem İpek Yolu’nun tam orta yeri olması nedeniyle, genetik olarak ticarete yatkın.
Şu anda da müthiş bir sanayi hamlesi var. Birkaç on yıl önce aile şirketi olarak başlayan pek çok işletme bugün Avrupa ölçeğinde iş yapıyor, milyar dolarlık cirolara erişiyor. Kayseri’ye gitmişken bu işletmelerden bazılarını gezdik. Özellikle Boydak Ailesi’ne ait fabrikalar müthiş etkileyiciydi. Dünyanın en önemli markalarına yüksek teknoloji ürünü yatak ve yatak parçası satıyorlar. Mobilya devi İkea için üretim yapıyorlar. 72 ülkeye ihracat yaparken, Avrupa’da İstikbal, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Rusya’da ise Bellona olarak kendi markaları ile pazarlanıyorlar. 1950’lerde mobilya atölyesi olarak çıktıkları yolculukta, 1980 sonrası Özal’dan aldıkları feyz ile bugün 10 bin çalışanı, 1 milyar dolar ciro yapan modern bir işletme olmuşlar.
Birinci kuşak iki kardeş, 40’lı yaşlara gelince ‘Gelişme bizi aşıyor’ diyerek işi büyük oğullara devretmişler. Büyük oğullar da yurtdışına açılabilmek için iyi eğitim almış küçük kardeşlere bayrağı vermişler. Kavgasız, gürültüsüz. El ele işi götürüyorlar..
NOT: Bu gibi övgüleri zaman zaman yaparım. Karşılığında rüşvet de aldım. Fabrika gezisine katılanlara birer yatak çarşafı hediye ettiler. Ben de onu birine hediye ettim. Biz bazı gazeteciler böyle ucuza satılırız işte.
Kavga yok çünkü ekonomik durumları iyi
FABRİKAYI gezerken 3 numaralı kardeş Memduh Boydak, çalışanları gösterdi:
‘Bakın Fatih Bey, şurada Türkiye var. Alevisi var, Sunnisi, dinsizi var. Başı örtülüsü var, başı açığı var. Kimse kimseye karışmıyor. Biz kimseye karışmıyoruz. Hiç sorunsuz beraber çalışıyorlar. Biliyor musunuz, bu fabrikada çalışanların ve ailelerinin suç oranı sıfır. Çünkü çok çalışıyorlar. Çok üretiyorlar. Suça ayıracak zamanları da yok, kavga edecek zamanları da’ dedi.
Boydak kardeşlere göre ekonomi yoluna girse, milletin cebine üç kuruş para girse, Türkiye sorunlarını daha rahat aşacak ve anlamsız tartışmalara kimse girmeyecek.
Memduh Boydak bunları söyledi ve sonra yakındı:
‘Babamızın bize bir sözü var. Hiç unutmayız. Siyasete karışmıyoruz. Ama doğrusunu isterseniz Türkiye’de kimsenin suni sorun yaratmaya hakkı yok. Ne iktidarların, ne de iktidar karşıtlarının. Boşuna kimse ülkede gerginlik yaratmasın. Bazı sorunlar üzerine körükle giderek değil, bir kenara bırakılarak çözülür. Bunu iktidardakiler dahil herkes görmeli’ dedi.
Taşın altında eli olan biri olarak haklıydı.
Futbolda mafyaya Meclis baksın
GEÇEN hafta futbolda mafya olduğunu yeni mi öğrendiniz diye yazdım. Bitiriş cümlem ilginç gelmiş bazılarına. Federasyonda ve Galatasaray’da yoktu ama oralara da girer demiştim. ‘Federasyonda nasıl olmaz’ diyenler var, Ergun Gürsoy’un Çakıcı’ya forma gönderdiğini söyleyenler var. Demek ki, Galatasaray’a da ufak ufak girmeye başlamış diyeyim. Umarım ‘Fair’ başkanımız bu olayı inceler. Federasyon konusu ise farklı. Ne Çakıcı, ne de Sedat Peker gibi adamlar federasyonu etkileyemiyorlar. İster inanın, ister inanmayın bu böyle. Federasyon Başkanı’nın Karadenizli ve güçlü bir aileden geliyor olması, mafyanın federasyona yaklaşmasını engelliyor. Zaten bu nedenle geçmişte mafya bizzat kendi adamını federasyon başkanlığına aday gösterdi. Ama Allah tarafından olmadı.
Futbolda mafya meselesini neredeyse bir yıl önce Başbakan Erdoğan’la konuştuk. NATO toplantısı için Roma’da bulunduğu sırada Başbakan’ın suitinde, Erdoğan ve Gül’le yaptığımız sohbet sırasında Başbakan’a futboldaki mafya varlığını anlattım. Ve aynen yazımdaki gibi ‘Şimdilik Galatasaray’da ve federasyonda yok’ deyince Başbakan, ‘Galatasaray’a da yavaş yavaş girdikleri duyumlarını alıyorum’ dedi. ‘Benim yönetici olduğum dönemde yoktu’ dedim. ‘Artık o kadar emin olma’ demişti. Hatırlıyorum. O zaman Başbakan’a ‘Bu konuda ne yapacaksınız’ diye sormuştum. Futbol için yeni bir yasa hazırladıklarını ancak bu konunun yasa ile çözülmesinin zor olduğunu, benzer sorunların yıllarca İtalya’da yaşandığını hatırlatmıştı. Kişilerin konuşması gerektiğini söylemişti.
Ben şahsen Türkiye’de kitleleri peşinden koşturan futbolun sorunlarının Meclis’te bir genel görüşme konusu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Belki de ciddi bir Araştırma Komisyonu kurulup bu mesele ele alınmalı. Futbol her ne kadar öyle görünmese de etkisi bakımından ciddi bir iştir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Suça bulaşan Fenerbahçeli yöneticiler de, diğer takım yöneticileri gibi basında konu edildiği zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2004
<B>ADALET </B>Bakanı <B>Cemil Çiçek </B>ile yaptığımız sohbette, <B>Çiçek’</B>in de imam hatip okulları ile ilgili olarak benden farklı düşünmediğini ve <B>Çiçek’</B>in görüşlerinin AKP içinde de geniş bir katılıma sahip olduğunu gördüm. Adalet Bakanı, devletin imam hatipler dışında din eğitiminde çok önemli bir yeri olduğunu ve bunun bir ‘Müslüman kimlik’ değil, bir ulusal güvenlik meselesi olduğunu düşünüyor.
Çiçek, din eğitimi konusunu Milli Güvenlik Kurulu’na götürmeyi planlıyor ve meselenin orada çok boyutlu olarak ele alınmasını istiyor.
Çiçek, ‘Din eğitimi eğer devlet eliyle ve devlet kontrolüyle yapılmazsa çok vahim sonuçları olabilir’ diyor ve anlatıyor:
‘Bugün bu mesele her zamankinden büyük önem kazandı. 11 Eylül sonrası bazı radikal grupların yükselişini gördük. Çevremiz zaten malum. Türkiye yıllarca İran fobisi yaşadı ama şimdi daha tehlikeli bir biçimde Irak var. Irak’ta kimlerin hangi maksatla yuvalandığını biliyoruz. Bölgede yükselen anti Amerikan tavırla birlikte vahim gelişmeler olabilir. Türkiye kendini bunlara karşı korumak zorunda. Bu yüzden din eğitimini başı boş bırakamazsınız’ diyor ve Almanya örneği veriyor:
‘Türkiye’den Almanya’ya ciddi biçimde işgücü ihracı 1960’ların başında başladı. Toplumun en eğitimsiz kesimini, bırakın büyük kenti, kasabasını görmeden Almanya’ya yolladık. Ve ne yazık ki, bunların dini ihtiyaçlarını karşılayacak önlemleri almadık. Türkiye 1980’e kadar buralara din görevlisi yollamadı. Sonuç ne oldu? Oradaki vatandaşlarımız tarikat adı altında örgütlenen din tacirlerinin eline düştü. Bazı vakıflar oradan çıktı, Kaplancılar dediğimiz yapı oradan çıktı. 1980’de din adamı yollamaya başladık ve sorun hal yoluna girdi. Aynı şey Türkiye için de söz konusu.’
Bakan Çiçek bu nedenle din eğitiminin devlet eliyle ve mutlaka verilmesi gerektiğini düşünüyor.
‘Sağlıklı din eğitimi verilmediği zaman Hizbullah mezarları oluyor. O görüntüleri kimse unutmasın. Bunlar dinin yanlış ellerde hatalı yönlendirilmesi sonucu ortaya çıkmış tablolardır’ deyince soruyorum:
‘Sayın Bakan, AKP’nin radikal tabanı içinde ve hatta bazı gazeteler Hizbullah’ı bile destekleyecek kadar ileri gidiyor. Buna ne yapacaksınız?’
‘Her yerde aşırı uçlar var. Bunları niye ciddiye alıyorsunuz ki! Bunlar kaç kişi. Gazete diyorsunuz. Kim okuyor, kim ciddiye alıyor. Abuk sabukluğun sınırı var mı? Yok. Toplumun çoğunluğunu bağlar mı, etkiler mi? Hayır.’
Adalet Bakanı’nın görüşleri böyle.
Açıkçası Çiçek’le konuşunca moralim düzeliyor. Derine işlemiş bir sağduyu görüyorum.
İnşallah AKP içinde yaygın bir sağduyu haline gelir.
Bize yalancı diyenler özür dileyecek mi?
İLK olarak Kanal D’de yayınlanan öğretmenevinden çarşafıyla çıkan kadının görüntüleri daha sonra bütün gazetelerde kullanıldı ve kıyamet koptu.
Birileri çıkıp, ‘Bu kurgu bir haber. O kadın aslında erkek’ dedi ve bizimle birlikte bu haberi yayınlayan bütün herkesi töhmet altında bıraktı.
Haber DHA’nın haberiydi ve biz de DHA’ya güveniyorduk.
Hepimiz araştırmaya başladık. Bu itham doğru olabilir miydi?
Habere güveniyorduk ama yine de dedik.
Bu gazetelerin sahibi bile konuya ciddiyetle eğilmemizi ve araştırmamızı istedi.
İhtimal vermiyorduk ama kandırıldıysak bunun bedelini ödemek zorundaydık.
Neyse ki, haklı çıktık. Çarşaflı kadın, onun yanındaki kadın hepsi çıktılar ve gerçeği ortaya serdiler.
Peki şimdi soruyorum, biz bu habere kellemizi koymuştuk.
Bizi yalancılıkla suçlayanlar, aksini iddia edenler de bu işe kellelerini koyabiliyorlar mı?
Çıkıp, ‘Biz alçaklık yaptık. Hiçbir bilgiye dayanmadan kadının tipine bakıp bu erkektir diye çamur attık’ deme cesaretini gösterebiliyorlar mı?
Bu haberi yapan muhabirlerden, Doğan Haber Ajansı’ndan, bu haberi gazetelerine koyan editörlerden ‘Özür diliyoruz’ diyebiliyorlar mı?
Diyemiyorlarsa o çarşafın altına kendileri girsin.
Çünkü çok yakışırlar ve kimse de ‘Çarşafın altında bir delikanlı var’ diyemez.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sağdaki bağnazlık kadar soldaki bağnazlığın da tehlikeli olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku