ÖNCEKİ akşam yemekteyim. Dünyanın en büyük şirketinin Türkiye’deki genel müdürüyle karşılaştık.
‘Fatih Bey, şu WAN toplantısı var ya, inanılmaz bir olay. Bu zamanda bu adamları Türkiye’ye getirmek, burada bu kadar tutmak olacak şey değil. Aydın Bey’i ben göremem ama siz görürseniz bir Türk vatandaşı olarak teşekkürlerimi iletin. Bu işe emeği geçen herkese de’ dedi.
Gerçekten de, dünyanın en önemli gazetelerinin sahipleri, yayın yönetmenleri ve etkili kalemleri hafta sonundan beri Türkiye’de.
Bunlar dünyaya yön veren gazetelerin patronları. ABD’nin ve belki de dünyanın en önemli iki gazetesinin, New York Times ve Washington Post’un patronları efsanevi isimler.
Japonya’nın milyonlarca tirajlı gazetelerinin. Fransa’nın en büyük gazetelerinin patronları ve yöneticileri.
Bunların bırakın toplu halde, bir tekinin bile Türkiye’ye gelmesi büyük olayken, hepsi birden buradalar.
Dünyanın basın devleri buradayken, dünya medyasının kalbi Türkiye’de atarken, rakip gruplar bu büyük olayın içinde olmak, orada kendilerine bir yer bularak evrenselleşmeye doğru bir adım atmak yerine, bu toplantıyı karalıyorlar.
Türkiye adına büyük bir lobi faaliyeti yapma fırsatını değerlendirmek yerine, Aydın Doğan’a ve bu toplantıya saldırıyorlar.
Oysa Aydın Doğan bu toplantıyı Türkiye’ye getirmek için bu örgütte lobi yaparken, dünyanın basın devlerini Türkiye’de ağırlamak için çırpınırken bugün Aydın Doğan’ı karalayanlar neredeydi hatırlıyor musunuz?
Ben hatırlıyorum. Ya banka boşaltmak suçlamasıyla Kartal Cezaevi’ndeydiler, ya da paçayı kurtarmak için siyasi destek aramak üzere politikacıların peşinde.
Bazıları ise o zamanlarda henüz gazete okuru bile olmamışlardı.
Şimdi ise yapabildikleri tek şey bu büyük olaya katılmak yerine karalamak..
Çünkü biliyorlar ki, o toplantıya katılanların hepsi gazeteci.
Ve biliyorlar ki, basını başka amaçla kullananların o toplantıdaki varlıkları kalıcı olamaz. Teşekkürler Aydın Doğan. Bu kadar önemli bir olayın Türkiye’de gerçekleştirilmesini için gösterdiğiniz çabaya.
İyi ki sizin gibileri basında hálá var.
Sanal ortamı da bürokrasiye uydurduk
TÜRKİYE’de yasalar sıklıkla değişir. Hele hele AB müktesebatına uyum sağlamaya çalıştığımız şu süreçte değişim hızı iyice arttı.
Neredeyse tüm yasalarda sürekli bir değişim var.
Bu durumu takip etmek ise giderek zorlaşıyor. Medeni ülkelerde bunun çok basit bir yolu var. Adalet Bakanlıkları veya ilgili kuruluşlar, tüm yasaları ve yapılan değişiklikleri internet ortamına taşıyorlar.
Yani bakanlığın internet sitesine bağlanıyorsunuz, orada yasanın son hali karşınıza çıkıyor. Türkiye’de ise böyle bir durum ne yazık ki böyle değil. Geçenlerde ifade vermeye gittiğim bir savcılıkta saman kağıdına basılmış ve bakanlık tarafından savcılığa gönderilmiş yasa değişikliklerini gördüm.
Tam 1930 model bir durum.
Yasa değişiyor, kağıda basılıyor, Türkiye’deki binlerce savcıya postalanıyor.
Oysa buna internet vasıtasıyla ulaşmak çok daha hızlı, kolay ve ucuz.
Bunu karşısında oturduğum savcıya söylediğimde müthiş bir kahkaha patlattı.
Ve durumu anlattı. Her şeyden önce değişen yasaları anında güne uyarlayan ve yeni halini gösteren bir site herhangi bir resmi kurumda yokmuş.
Ama dahası var. Savcıların Adalet Bakanlığı bünyesinde bu hizmeti veren sanal ortama bağlanması da öyle kolay değilmiş.
Yönetmeliğe göre, bununla ilgili adliyeler tek bir telefon numarası kullanmak zorundaymış ve bağlanacak olan savcılar Başsavcılık’tan izin almak zorundaymış.
‘Pes’ dedim.
Yapılacak iş bir site oluşturmak ve adliyelere birer ADSL hattı bağlamak. Bir anda tonlarca yasa takibatından, bunları sürekli yenilemekten, baskı, kağıt ve posta masrafından kurtulacaksınız.
Ama bu yapılmıyor. Bilgi edinme hızını artırmak ve bürokrasiyi ortadan kaldırmak için var olan ‘internet’i bile bürokratik hale getirmişiz. Bravo bize.
Vuruşma
BEN birkaç gündür köşede ülkedeki inatlaşmalardan dem vurunca, kuzenim Cem ‘Kaç gündür inatçılıktan dem vuruyorsun. Bir örnek de benden olsun’ diyerek güzel bir hikayeyi mail’lemiş.
Aktarıyorum:
‘Bilgenin biri evladına iki tane yün çilesi vermiş ve akşama kadar bunları birbirine vurmasını istemiş. Evlat akşama kadar bunları birbirine vurmuş. Vurdukça yünlerin içindeki toz toprak temizlenmiş, yünler parlamış, daha da güzelleşmiş. İkinci gün bilge kişi evladına bir yün çilesi, bir tane de toprak çömlek vermiş ve ayrı şekilde birbirine vurdurmuş. Yün yine güzelleşmiş, çömlekte ise bir değişiklik olmamış.
Üçüncü gün bilge kişi evladına iki tane toprak çömlek vermiş. Daha ilk vuruşta çömlekler parçalanınca bilge kişi evladını çağırmış ve bundan ne ders aldığını sormuş.
Çocuk bir şey anlamadığını söyleyince bilge kişi anlatmış:
İlk günkü yün çileleri iki anlayışlı, mülayim insanı temsil ediyordu. Hem birbirlerini kırmadılar, hem de birbirlerine çarptıkça olgunlaştılar, arındılar.
İkinci gün sert adamla, anlayışlı adamı temsil ediyordu. Sert yumuşak olana çarptıkça, yumuşak olan ortamı dengeledi, yumuşattı. İkisi de bu işten zarar görmeden sıyrıldılar.
Üçüncü gün ise iki sert adam birbiriyle çatıştı ve ikisi de kırıldı. Üstelik de ortalık toz toprak içinde kaldı.’
Cem’in hikayesi güzel ama bizde çarpışan sertlerden çok çevredekiler zarar görüyor, ortalık berbat oluyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Düşmanımızın doğrusuna doğru deme yürekliliğini gösterebildiğimiz zaman.