8 Şubat 2005
<B>KUZEY </B>Irak’ta <B>‘nahoş’</B> gelişmeler oluyor. ABD, <B>‘Irak bölünmeyecek’</B> mesajı verse de, Kuzey Irak’taki Kürt partilerinin liderleri, bağımsız Kürdistan niyetlerini <B>‘yüksek sesle’</B> haykırıyorlar. Bölgede inisiyatifi elinden kaçıran Türkiye, duruma seyirci.
‘Bağırarak’ yapılan açıklamalarla kontrolü ele alabileceğini zanneden politikacılarımız çaresiz.
Üstelik de bu açıklamalara karşı Kürt liderlerden gelen ‘tepkiler’, daha da vahim.
Türkiye, ‘Kerkük, Türkmen kentidir’ deyince, Talabani ‘Türkiye bu şekilde konuşamaz. O zaman Kürtler Diyarbakır’da, Araplar da Hatay’da hak iddia etmeye başlarlar’ diyor.
Açıkçası bunlar da benim kanıma dokunuyor.
Neden mi?
Anlatayım.
1990’lı yıllarda defalarca Kuzey Irak’a gittim. Muhabirlik yaptım. Karış karış dört bir yanını dolaştım. Zaho, Erbil, Selahaddin her yerinde uzun süreler bulundum.
O dönemde bölgedeki ‘Türk askeri hákimiyetini’ gözlerimle gördüm.
‘Açık ve gizli’ olarak Türkiye, bölgede son derece etkiliydi. Bölgede görev yapan Türk subaylar, Barzani’yi kontrol altında tutuyorlardı.
Her ay Türkiye’den gönderilen parayı ‘binbaşı’ rütbesindeki bir Türk subay, Barzani’ye aktarıyor, Türkiye’nin izin verdiği sınır ticareti sayesinde bölge halkı yaşayabiliyordu.
Barzani’nin, kendisine ‘talimat’ veren Türk binbaşı, hatta yüzbaşılar karşısında el pençe divan durduğunu, ‘Emredin komutanım’ dediğini defalarca işittim.
Türk askeri ‘tatlı sertlikle’ bölgede çok etkiliydi.
Ancak daha sonra Türkiye’nin bu politikası değişti.
Yanılmıyorsam, Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı döneminde bölgeye ‘etkisiz’ rütbeli komutanlar atandı. Bu komutanların ‘çekingen politikalarını’ desteklemeyen Kuzey Irak uzmanı subay ya tayin olup gitti, ya da istifa etti.
Barzani ile ‘anladığı’ dilden konuşan subayların yerine Barzani’ye ‘parti lideri’ muamelesi yapan ‘acemiler’ geldi.
Ve giderek Türkiye, Kuzey Irak’taki otoritesini yitirdi.
Irak Savaşı ve tezkere kriziyle birlikte kontrol tamamen elden gitti. Şimdi bölgede aleyhimize gelişmeler olmasın diye ABD’nin ağzının içine bakıyoruz.
Onlar da alenen bizimle oynuyorlar.
Bingöl uzak, Aceh yakın
BAŞBAKAN Erdoğan, Aceh’te Toplu Konut İdaresi Başkanı’nı fırçalamış.
Sevindim.
Zannettim ki, Bingöl’deki rezaleti gördü ve kızdı.
Biliyorsunuz TOKİ, Bingöl’deki depremzedeler için konutlar yaptırdı.
Birkaç ay önce sahiplerine teslim edilen konutlar, ilk kışa dayanamadılar.
Televizyonlarda yayımlanan görüntüler felaketti.
Yağmuru emip çürümüş duvarlar, akan damlar, depreme gerek kalmadan çökmesi muhtemel kolonlar...
Tam bir rezalet.
Fırçaya bu yüzden çok sevindim.
Ama sonra baktım ki, fırçanın nedeni Bingöl’deki konutlar değil... Aceh’e yapılacak 1000 evin teslim süresiyle ilgili bir öfke.
TOKİ Başkanı, ‘Evleri 6 ayda yaparız’ diyor, Başbakan ‘Hayır 4 ayda yapacaksınız’ diye kızıyor.
Güldüm. Adapazarı’nda, Gölcük’te 1999’dan bu yana yapılan doğru düzgün bir şey yok.
Bingöl’de yapılanlar ortada.
Hakkári’de eksi 15 derecede çadırda kalanlardan bahsetmiyorum bile.
Ama biz Aceh’te hava atıyoruz.
Ayranımız yok içmeye, Aceh’e gidiyoruz.....
Böyle MHK’ya böyle hakem
BEŞİKTAŞ maçının hakem raporunu çok merak ediyorum.
Çünkü ortada ciddi bir rezalet var.
Yıllardır, ‘Bu hakem kötü niyetli’ dediğim, adı şike kayıtlarında geçen Kuddusi Müftüoğlu, ya Beşiktaş’ın 2 puanını çaldı, ya da Gençlerbirliği’nin 1 puanına gölge düşürdü.
Gençler’in golüyle sonuçlanan serbest vuruştan önce Beşiktaşlı futbolcu açık bir şekilde barajı bozunca, Müftüoğlu, benim televizyondan bile duyduğum bir düdük çaldı.
Ancak bu arada Ali Tandoğan da gelip topa vurdu ve gol oldu.
Müftüoğlu, düdüğü çalmamış olsa, gol.
Ama çaldı. Bekleyip, topun nereye gittiğine baksa ve barajın bozulmasından dolayı Gençler’in bir avantaj kaybetmediğini görüp golü verse veya Beşiktaş’ın barajı bozduğu için avantaj sağladığını görüp atışı tekrarlatsa sorun yok.
Ama Müftüoğlu, hem oyunu durduran düdüğü çalıyor, hem de sonrasında golü veriyor.
Olacak iş değil. Ama oluyor.
Bu Müftüoğlu’nun ilk ‘rezaleti’ de değil. Ama o, MHK’nın sevgili çocuğu.
Mutlu Çelik gibi bence ‘süper’ bir hakemi yiyenler, elbette Müftüoğlu gibi hakemlerle bu ligi götüremezler.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kar lastiği takmanın bir medeniyet göstergesi olduğunu en azından büyük kentlerde yaşayanlar anladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2005
<B>ANKARA </B>Sanayi Odası Başkanı <B>Zafer Çağlayan’</B>ın işadamlarını Muş’a götürüp yatırım yapmaları için ikna turları sırasında Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı <B>Canip Karakuş </B>Muş’a şarap fabrikası kurma kararı almıştı. Muş Ovası’nın doyumsuz üzümleri ve geçmişte kalan şarapçılık geleneğini canlandırmak istiyordu. Başbakan Erdoğan, Çağlayan’a Muş gezisinin sonuçlarını sorduğunda biz de takılmış, Karakuş’un şarap fabrikası kuracağını söylemiştik. Başbakan da bizim takılmamıza, ‘Biz bu konuları gündem yapmıyoruz. Yatırım yapılsın yeter’ demişti. Ben iki gün üst üste at yarışı bahislerine getirilen yüksek kesintileri yazınca bir okurumdan ilginç bir hesaplama geldi.
Okurum diyor ki: ‘AKP karşı olduğu kumar ve alkollü içkilere vergi üstüne vergi koyuyor.’
Ben tam o kanaatte değilim. Bunun ideolojik değil, ekonomik bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum ama gerçekten de okurumun ‘rakı hesabı’ ilginç.
Bakın milli içkimiz sayılan rakının fiyatı AKP iktidarı döneminde nereden nereye gelmiş.
1 Aralık 2002’de 70’lik yeni rakının fiyatı 8 milyon 250 bin lira. 5 Şubat 2005’te açıklanan fiyatı ise 22 milyon 500 bin lira. 26 aylık zam oranı TL bazında yüzde 172.
Dolar bazında artış daha da vahim. Aralık 2002’de 70’lik yeni rakı 8 milyon 250 bin lirayken dolar 1 milyon 520 bin lira. Yani bir büyük rakı 5 dolar 40 sent. Aynı rakı geçen hafta 22 milyon 500 bin liraya çıktığında dolar 1 milyon 320 bin lira. Buna göre büyük yeni rakının fiyatı 17 dolar.
Rakının 3 yıl içinde ‘dolar bazında’ gördüğü zaman yüzde 215. İyi ki, Türkiye’de enflasyon rakıya göre hesaplanmıyor.
Yoksa AKP’nin başarılı ekonomi politikalarına ciddi bir gölge düşecekti.
Bilim mi, film mi?
ŞİMDİLERDE Coca Cola’nın başında olan Cem Kozlu, bir ara siyasete girmiş, sonrasında tası tarağı toplayıp kaçmıştı. Kozlu siyasete ‘umutlarla’ girdiği dönemde ANAP Grubu’ndaki arkadaşlarına bir konuşma yapıyor ve şöyle diyordu:
‘Arkadaşlar siyaset bir bilimdir. Evrensel normları vardır. Biz de bu bilime saygı göstermeli ve ona uygun hareket etmeliyiz.’
Cem Kozlu bunu deyince hemen karşısında oturan Mustafa Taşar’dan gelen yanıt Kozlu’nun siyasetten neden kaçtığını da anlatır cinstendi:
‘O dediğin dünyada. Bizde siyaset bilim değil filmdir. Sen de seyredersin.’
Devlet kaybetsin İddia kazansın
TJK gelirlerindeki müthiş kesintileri yazarken, devletin kendi kendine kazık attığını belirtmiştim.
Gelirlerinin tamamı devlete giden ve Türkiye’de at yetiştiriciliğinin gelişmesini sağlayan TJK’nın organize ettiği at yarışı bahislerinde müthiş vergi ve kesintiler varken, özel sektör tarafından organize edilen ‘İddia’ isimli bahiste vergiler ve kesintiler bunun yüzde 30 altında.
Gelin kalem kalem bakalım. At yarışlarında KDV oranı yüzde 13.9, İddia’da 13.8. Şans Oyunları Vergisi oranı TJK için yüzde 9.1, İddia için yüzde 4. Savunma Sanayi Fonu için TJK yüzde 7.7 veriyor, İddia ise yüzde 0.01. Türk Tanıtma Fonu’na TJK yüzde 2.5 ayırıyor, İddia yüzde 0.02. Kredi ve Yurtları Fonu’da TJK yüzde 2.6 veriyor, İddia yüzde 0.03. TJK toplam yüzde 4.2 oranında Olimpiyat Fonu ve Belediye Eğlence Vergisi verirken İddia buralara hiçbir ödeme yapmıyor.
Toplamda at yarışlarındaki kesinti oranı yüzde 39.8 iken, İddia’da kesinti oranı yüzde 28.3.
Ve en önemlisi müessese payı olarak TJK yüzde 13.6 alıyor, İddia yüzde 32.6.
Üstelik TJK haralar, hipodromlar kurup işletiyor, at yetiştiriyor, 250 özel haranın atlarına yarış imkánı sağlıyor ve 30 bin aileye geçim sağlıyor. İddia ise zaten var olan organizasyonlar üzerinden masrafsız bir biçimde bahis oynatıyor.
Böylesi bir adaletsizliğe Türkiye’yi yönetenler nasıl kayıtsız kalıyor, anlamak mümkün değil.
Çok merak ediyorum acaba Başbakan Erdoğan’ın bu ‘garip’ işten haberi var mı?
Keşke CHP’ye yağ yapabilsem
BEN CHP’nin iyiliğini istiyorum diye yazınca Şemsi Yücel dostumuzu CHP’li bir okuru aramış.
‘Altaylı AKP’ye sürekli yağ yapıyor, sonra da CHP’yi korumak istiyorum diyor, biz de gülüyoruz’ demiş. O okur bana güleceğine kendine gülsün. CHP’nin halinden çok memnunsa, bir de doktora görünsün.
AKP’ye yağ yapmıyorum. AKP’nin yaptığı doğruları beğendiğimi yazıyorum.
Keşke bunları CHP yapsa da, onu övseydim, onlara yağ yapsaydım.
Hayatımda başka partiye oy vermedim diye, babam ve dedem başka partiye oy vermedi diye ‘salak gibi’ CHP’nin bugünkü halini mi öveyim.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En zor kazanılanın, en kolay kaybedilen olabileceğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2005
<B>SEVGİLİ </B>abim <B>Hıncal Uluç’</B>la tartışmak zor iştir. Çünkü meseleleri <B>‘nalıncı keseri’</B> üslubuyla ele alır. Hıncal Uluç’un ‘Dinç Bilgin iyi yaşamıyor’ demesine yanıt olarak yazdığım bir yazıya ‘Benim okuduğumu anlamadığım’ karşılığını vermiş.
Dinç Bilgin ‘şimdi’ iyi yaşamıyormuş.
Dinç Bilgin’in şimdi nasıl yaşadığını yakından takip etmiyorum.
Ama Londra’daki evini ‘emekli bir memura’ sattığını biliyorum.
Oğlunun gayet iyi yaşadığını ise biliyorum.
Ancak Sevgili Hıncal Abim, kendi yazısını hatırlamıyor galiba.
Çünkü o yazıda Uluç, Dinç Bilgin’i Türk medya kahramanı olarak gösteriyor ve ‘Ne kazandıysa medyaya yatıran, Türk medyasının gelişmesini, çağ atlamasını sağlayan adam’ olarak tanıtıyordu.
Ben de Dinç Bilgin’in medyadan kazandığı, daha doğrusu bankadan hortumladığı parayla neler yaptığını, paraları nereye yatırdığını hatırlatmaya çalışıyordum.
Hıncal Abimiz bana yanıtında, ‘Onlar bankadan önceydi’ diyor.
Doğru olabilir. Ama o zaman da Sabah borç batağındaydı. Kamu bankalarına borçluydu. Zaten o borç batağından çıkabilmek için Etibank’ı aldılar ve iyice battılar.
Ha bir de, ‘Gazeteci gazeteci gibi yaşamalı’ demişsin. Fazla paraya alışan gazeteci kul olur, demeye getirmişsin.
Yüzde bir milyar haklısın.
Gazeteci gazeteci gibi yaşamalı Hıncal Abi.
Ben öyle yapıyorum.
Sen hiç benim, 3000 dolarlık otel odasında kalıp bütün okurlarıma bunu tavsiye ettiğimi gördün mü?
Açıkçası benim bir otel odasına 3000 dolar verecek halim yok.
Büyük transfer tekliflerini elinin tersiyle itmeye gelince...
Biz de çok teklifi geri çevirdik Hıncal Abi.
Yanında çalışmaya utanacağımız adamların hortumdan gelmiş parasını, çocuklarımızın kursağından geçirmemek uğruna...
Hıncal Abicim, yanıtına vereceğim yanıt budur.
Ellerinden öperim...
Devlet, yasadışı bahisçileri kolluyor
DÜN Türkiye Jokey Kulübü’nün yüksek kesintiler yüzünden hem yetiştiricilere ‘yeterli’ ikramiye veremediğini, hem de kesinti oranının bahis oyunlarını cazip olmaktan çıkarıp TJK’nın cirosunu, buna bağlı olarak da devletin gelirlerini olumsuz etkilediğini yazmıştım.
Bugün konunun bir başka boyutuna değineceğim.
1970 ve 80’li yıllarda at yarışlarında bahisçilere dağıtılan ikramiyeler çok cazip değilken, ‘yasadışı bahis sektörü’ oluşmuştu.
Bunlara ‘Yazıcı’ deniyordu ve bu kişiler yasadışı bahis oynatıyor, hiçbir kesintileri olmadığı için de TJK’dan yüzde 10, hatta 20 fazla ikramiye vererek bahisseverleri çekiyorlardı.
TJK bunlarla uzun süre mücadele etti ve kazandı.
Ancak artan kesintiler yüzünden bu yasadışı bahis sektörü şimdilerde hortladı.
TJK’nın yüzde 60’ı bulan kesintileri yüzünden, şimdi internet ortamından da faydalanan yasadışı bahisçiler, her yarış günü trilyonlar topluyor ve TJK’ya oranla yüzde 30 daha fazla para dağıtıyorlar.
Yani devlet, elindeki altın yumurtlayan tavuğu keserken, gayri yasal bahis ortamları parsayı topluyor.
Devletin buradaki tavrını anlamak ise mümkün değil.
Kendi kontrolündeki bahis işinde müthiş kesintiler yaparken, özel sektöre verdiği ‘İddaa’ işinde son derece cüzi bir kesintiyle yetiniyor.
Buradaki müthiş adaletsizliğe başka bir yazımda değineceğim.
Derdimiz kişilerle değil
DÜN YKB’nin satışıyla ilgili bir yazı yazdım. ‘YKB kime ve nasıl satılırsa satılsın bankanın portföyündeki kıymetlerin değerlendirilmesi sırasında küçük yatırımcılar korunsun’ dedim.
Hemen başladılar: ‘Koç Grubu ile de kavga edecek.’
Eh be kardeşim!.. Bir kez de saygı duyun. Bir kez de şapka çıkarın. Deyin ki, bu adam o grup, bu grup demiyor.
Doğrularını yazıyor. Derdi onunla bununla değil, derdi konuların ahlaklı ve yasal bir şekilde çözülmesinde.
Yapı Kredi’nin Koç Grubu gibi kurum haline gelmiş bir elde olması hoşuma gider.
Ama o bankaya yıllardır para bağlamış küçük yatırımcıların korunması, Koç Grubu’nun da görevidir.
Sadece benim veya SPK’nın değil.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İçinde bulunduğumuz durumun farkına varamayacak kadar şuursuzlaşmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2005
<B>TÜRKİYE ’</B>nin en önemli kulüplerinden biri Jokey Kulübü’dür. Türkiye’nin <B>İsmet İnönü, Celal Bayar </B>gibi cumhurbaşkanları, siyasetçileri, <B>Vehbi Koç </B>gibi sanayicilerinin yöneticilik yaptığı, Türkiye’de atçılığın gelişmesini sağlayan, Tarım Bakanlığı’na bağlı farklı yapıda bir kulüptür. Asıl görevi Türkiye’de at neslinin ıslahı ve at yetiştiriciliğinin gelişmesidir. Bu amaçla Türkiye’nin çeşitli yerlerinde haraları vardır.
Bunun yanı sıra at yarışlarını düzenler ve at yarışı üzerine oynanan bahis organizasyonlarını yapar.
Ancak Jokey Kulübü ve buna bağlı olarak Türkiye’deki at yetiştiriciliği ‘nalları dikmek’ üzere.
Çünkü Jokey Kulübü’nün gelirleri giderek törpüleniyor.
Jokey Kulübü, gelirlerini bahis oyunlarından sağlıyor. Ancak bahis gelirleri üzerindeki kesintiler giderek artıyor ve bu oyunlar giderek cazip olmaktan çıkıyor.
Geçen yıldan örnek vermek gerekirse, Jokey Kulübü’nün gelirlerinden yapılan kesintilerin oranı yüzde 60’ı buluyor.
Geçen yıl Türkiye Jokey Kulübü (TJK) Savunma Sanayi Destekleme Fonu’na 103.7 trilyon, Olimpiyat Fonu’na 10 trilyon, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’na 35 trilyon, Türk Tanıtma Fonu’na 32 trilyon, eğlence vergisi olarak belediyelere 45.5 trilyon, Cumhurbaşkanlığı’na 252 milyar, Kızılay’a 252 milyar para aktarmış. 186.7 trilyon KDV ödemiş. Toplam 1 katrilyon 223 milyar lira olan gelirinin 628.6 milyarını ikramiye olarak yarışseverlere dağıtmış ve bu dağıtılan miktarın bir bölümünü de Veraset ve İntikal Vergisi olarak Maliye’ye ödemiş. Toplam gelirlerinden yüzde 10’luk bir miktarı Şans Oyunları Vergisi olarak yine devlete aktarmış. Devlete aktarılan toplam miktar yaklaşık 717 trilyon TL. Geriye TJK’ya kala kala 182 trilyon kalmış.
Jokey Kulübü bu para ile hipodrom yapacak, yarış düzenleyecek, yurdun dört bir yanındaki haralarda at yetiştirecek ve ayakta kalacak.
İmkansız. Fransa’da sistem hemen hemen Türkiye gibi. Ama orada kesinti oranı yüzde 30. ABD’de yüzde 18. Türkiye’de ise yüzde 60.
Devlet burada büyük bir yanlış yapıyor.
Kesintileri artırarak yarışseverlerin ilgisini azaltıyor. Buna bağlı olarak gelirler düşüyor. Oysa vergiler ve fon kesintileri makul miktarda olsa pasta büyüyecek ve devlet daha az oran almasına rağmen kasasına daha fazla para girecek.
Ama kimse bunun farkında değil.
Kesinti arttıkça gelir düşüyor.
Diyeceksiniz ki: ‘Düşerse düşsün kime ne?’
Bilmem biliyor musunuz, bu işten ekmek yiyen 30 bin aile var.
Ve pek çoğu Doğu ve Güneydoğu kökenli. TJK en geç iki yıl içinde kapısına kilidini vurur. Olan 30 bin aile ve onların baktığı 200 bin kişiye olur.
YKB satılıyor, SPK uyuyor mu?
YAPI Kredi Bankası satılıyor. Bu yola girildi. Açıklamalar kafa karıştırıcı bile olsa görülen o ki, Koç Grubu bankayı alıyor.
Satışın en muammalı noktası ise YKB’nin portföyünde bulunan Turkcell hisselerinin durumu.
Net bir bilgi olmamakla birlikte Koç Grubu’nun bu hisselerin satın alınması ile ilgili olarak Çukurova Grubu’na bir süre verdiği yolunda dedikodular var.
Ancak ne fiyat konusunda bir bilgi var, ne de şartlar. Bu durum Sermaye Piyasası Kanunu’na ‘açık bir muhalefet’. Çünkü Yapı Kredi neredeyse yüzde 40’ı halka açık bir kuruluş.
Yani o içinde Turkcell hisselerini de barındıran portföyün yüzde 40’ı küçük ortakların. Bu hisselerin satışının ‘açık ve şeffaf’ bir biçimde yapılması, bankanın küçük ortaklarını zarara uğratmayacak fiyat ve şartlarla satılması gerekiyor. Koç Grubu’nun Çukurova Grubu ile ne pazarlıklar içinde olduğunu bilemiyorum.
Beni ilgilendirmiyor da. Ancak portföydeki hisselerin satış opsiyonuna dayalı bir indirim, bir ucuzluk söz konusu ise bu küçük ortakların hakları üzerinden menfaat temini anlamına geliyor.
Böylesi bir durumda SPK’nın geçmişte yaptığı gibi duruma el koyması gerek. Ben SPK yönetiminin harekete geçmesini bekliyorum
Türkiye özgür olsun ama basını değil
RADYO ve Televizyonların Kuruluşları Hakkındaki Kanun değiştirilmek isteniyor. Asıl yapılmak istenen RTÜK’ün yapısını değiştirmek.
Mevcut yasada RTÜK üyeleri parlamento tarafından belirleniyor.
İktidarın ve muhalefetin belirli kontenjanları var.
İktidar bunu değiştirmek, RTÜK üyelerinin Bakanlar Kurulu tarafından belirlenmesini sağlamak istiyor. Bu AB’ye girmeye hazırlanan, giderek özgürlükçü olduğunu iddia eden Türkiye açısından büyük bir yanlış.
Radyo ve televizyonları denetleyecek bir kuruluşun ‘hükümet tarafından atanması’ demek, en azından görüntüde bu kuruluşların siyasi baskı altına alınma riski demek.
Üstelik de görüntüdeki bu durumun ‘fiili’ durum haline gelmeyeceğinin de hiçbir garantisi yok. Basını baskı altına almak Türkiye’de gelmiş geçmiş bütün iktidarların zaman zaman denediği bir durum.
1950’lerde Demokrat Parti bunu bir süreliğine de olsa başarmış.
Ama AB üyesi olmak için çırpınan, dünyaya açık bir Türkiye’de böyle bir durum kabul edilebilir bir durum değil.
Türkiye’yi özgürleştirme konusunda iki yılda inanılmaz adımlar atan bir iktidarın, söz konusu basın olunca böyle bir yasa çıkarma girişimini anlamak mümkün değil.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hayatımızı mutsuz olmak değil, mutlu olmak üzerine kurduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2005
<B>BİR </B>gazeteci için kendi arşivini tarayıp, yıllar önce öngördüklerinin nasıl birer birer gerçekleştiğini görmek keyiftir ama bu genelde <B>‘üzücü’</B> bir keyiftir. Çünkü olumsuz gelişmelere veya olumsuz gelişme olasılıklarına dikkat çekeriz.
Bu olumsuz gelişme olasılıklarının ‘gerçek’ haline gelmesi hem uyarılarımızın dikkate alınmadığının, hem de Türkiye’nin ‘zor duruma düştüğünün’ ortaya çıkması demektir. 2003 yılının ilk ayları boyunca ve meşhur ‘1 Mart Tezkeresi’ Meclis’e gelmeden önce, Irak’ta ve Kuzey Irak’ta meydana gelebilecek gelişmelerle ilgili onlarca yazı yazmışım. Olayları ve tarihi ‘durağan bir süreç’ zannedenler bu yazıları ciddiye almamış, bazı haddini bilmezler ise ağır eleştiriler yöneltmişler.
18 Mart 2003 günü ‘Talabani petrol zengini oluyor’ başlıklı yazımda aynen şöyle diyorum:
‘Yarın yeni bir Irak kurulur ve şöyle veya böyle anayasal bir düzen sağlanırsa, yanı başımızda olacaklara ‘Meşru’ müdahale hakkımız da kalmaz. Sonrasında ise ABD’nin bir şey yapmasına gerek yok. Etnik sınırlarla ayrılmayan ülkelerin sınırlarını ekonomik ve demokratik eşikler belirler.’
Ben bunu 2003’ün 3. ayında yazmışım. Bugün ABD yönetiminin ‘resmi’ görüşünü açıklayan Boucher ve diğerleri ne diyor:
‘Irak’ta seçimler yapıldı ve demokratik bir yönetim oluşuyor. Kuzey Irak sizin arka bahçeniz değil. Herhangi bir girişimde bulunmayın.’
Türkiye’nin Irak’a girmeyerek, bir gün bütün dünyayı karşısına alarak girmek zorunda kalacağını, Irak’ta aleyhimize gelişmeler olurken Irak’a girmemize izin verilmeyeceğini ve bir yalnızlığa itileceğimizi seslendiren daha pek çok yazım da var.
Aradan geçen iki yılda, benim öngördüğüm her şey gerçekleşmiş.
Peki Türkiye ne yapmış.
Yüksek perdeden ‘tehdit’ savurmaktan başka hiçbir şey.
Gerçekten güçlü olanlar, bas bas bağırıp yaygara yapmazlar.
Fısıldayarak konuşurlar.
Uluslararası ilişkilerde fısıldamak, bağırmaktan daha etkili olur.
Bir haberin öyküsü
SABAH Gazetesi geçen hafta THY’ye yönelik ağır ithamlarda bulundu. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir raporu yayınlayarak, THY’nin ‘güvenilir’ olmadığını vurguladılar.
Haberin ‘mesnedi’ vardı. Sivil Havacılık Genel Müdürü, THY Yönetim Kurulu üyelerinden biriyle ‘sert bir tartışma’ yaşayınca öfkelenmiş, böyle bir rapor hazırlatmış, raporu da Sabah’a vermişti. Sabah da bunu kullanmıştı. Sabah’ın bu haberle bazı ‘ticari hedefler’ de gözettiği iddiaları vardı ama ben bunu kendi adıma iddia edecek durumda değilim. Neyse, konumuza dönelim. Sabah’ın bu haberi üzerine Başbakan Erdoğan THY yönetimini arayarak ‘hesap sordu’.
THY yöneticileri de olayı, nedenlerini Başbakan’a aktardılar. Raporun gerçekleri ihtiva etmediğini gösterdiler.
Başbakan da, ‘O zaman gereğini yapın’ dedi.
Ertesi gün İstanbul’da Başbakan’a THY’nin cevaben hazırladığı ‘Basın Açıklaması’ gösterildi.
Başbakan açıklamayı aldı, buruşturup attı:
‘Ben açıklama istemiyorum. Ben tekzip istiyorum. Bu haber doğru değil. O zaman Sabah bunu yalanlayacak. Ne gerekiyorsa yapın’ dedi.
Başbakan’ın bu sözleri Sabah’a kadar ulaştı. Gazete yönetiminde ciddi bir panik oluştu ve Sabah kendi haberini ertesi gün ‘düzeltti’.
Bu arada ben de THY’yi arayarak ‘Bu haberden sonra yolcu sayısında bir düşüş meydana geldi mi?’ diye sordum.
Öyle ya, Yayın Yönetmeni’ne göre Türkiye’nin en ‘etkili’ gazetesi THY’nin güvenilir olmadığını iddia etmişti. Böyle bir iddia karşısında yolcuların THY’den kaçması gerekirdi.
Ama böyle bir şey olmamıştı.
Kimse haberi ‘sallamamıştı’.
Sabah adına üzüldüm.
Galatasaray büyük iş yaptı
GALATASARAY yönetimi çok iyi bir iş becerdi. Açıkçası şaşırdım.
Metz’den alınan Ribbery ve Çanakkale’den alınan Hasan Kabze, bence müthiş transferler.
Özellikle de Ribbery.
Fransız basını, Fenerbahçe’nin Anelka ile anlaşmasını tek sütuna haber yaparken, Ribbery ile ilgili sayfalar dolusu yazı çıkıyor. Metz yönetimi topa tutuluyor. Çünkü Anelka, bütün iyi özelliklerine, adının büyüklüğüne rağmen bir anlamda ‘geçmiş’. Ribbery ise gelecek.
Fransız futbol yorumcuları Ribbery’nin transferini Zidane’la kıyaslıyorlar. Bu oyuncunun Metz’de kalmasının zaten beklenmediğini ama bu kadar kolay kaptırılmasının da ‘ayıp’ olduğunu söylüyorlar.
Fransızları en çok şaşırtan ise Ribbery’nin Galatasaray’ı tercih etmesi. Çünkü Avrupa’nın pek çok büyük kulübü peşindeyken, onun Galatasaray’a gelmesi Fransızları şaşırtmış. Bir yorumcu şöyle diyor:
‘Ribbery, Avrupa’nın bir büyük kulübüne gidecekti. Bu kesin. Galatasaray’ın da bir Avrupa büyüğü olduğunu hepimiz biliyoruz ama Ribbery’nin talipleri arasında Galatasaray’dan çok daha cazip olanlar vardı.’
Fransızlara göre Fransız oyuncunun Türkiye’ye gelmesindeki en önemli etken eşinin Cezayirli olması ve kendisinin de Müslümanlığa geçmiş olması. O veya bu. Sonuçta büyük bir transfer. İnşallah ‘mundar’ edilmez.
Hasan Kabze de müthiş bir yetenek. Bu iki transfer, Özhan Canaydın’ın geldiği günden bu yana yaptığı en iyi iş dilebilirim.
NOT: Anelka’nın Fenerbahçe formasıyla yaptığı basın toplantısında futbolcuya Türkiye ile ilgili neler bildiği soruldu. Anelka birkaç şey sayarken ‘Galatasaray’ da dedi. Ancak çevirmen bunu aktarmadı. Ben de güldüm.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Geleceği görmenin kehanet değil, akıl işi olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2005
<B>CHP’</B>nin <B>‘başarısız’</B> genel başkanı <B>Deniz Baykal,</B> bazı gazetelerin kendisini devirmek için düğmeye bastığını iddia ediyor. Sarıgül’ün çıkışını da buna yoruyor.
Suçladığı gazetelerin başında Milliyet var. Ama Milliyet’in bağlı olduğu grup, topyekûn suçlamadan nasibini alıyor.
Deniz Bey’in bilmediği bir şey var.
Burası CHP değil.
Burada ‘kullar’ yazmıyor. Doğrudur, Milliyet’te, Hürriyet’te bazı yazarlar CHP’nin başta lideri olmak üzere değişmesi gerektiğini düşünüyor, istiyor olabilirler.
Ama bunu birileri düğmeye bastığı için değil, doğrusu bu olduğu için istiyorlar.
Çünkü onlar Deniz Baykal gibi ‘hayatın gerçeğinin’ dışında yaşamıyorlar.
CHP’nin Baykal liderliğinde bir kez daha ‘baraj altına’ doğru yuvarlandığını, muhalefetsizliğin ülkeye zarar verdiğini, Baykal ve ekibi sayesinde ülkenin çok partili bir rejimde tek partililiğe doğru gittiğini görüyorlar.
Başta ben olmak üzere, bu grubun pek çok yazarı CHP’de bir kan değişikliği gerektiğini, CHP’nin üzerindeki ölü toprağının kalkması gerektiğini söylüyoruz.
Ama bunu sokaklarda milyonlar söylüyor.
Biraz aklı başında herkes söylüyor.
Deniz Baykal ve çevresinden nemalanmayan, hırsı aklının önünde olmayan pek çok kişi böyle düşünüyor.
CHP’ye bir değişim şart. Bu Mustafa Sarıgül mü?
Bilmem. Hatta şüphelerim var, ama en azından Sarıgül bir hareket başlattı. Gerisi gelmeli.
Böyle düşünenler Deniz Baykal’ın iddia ettiği gibi ‘başka ülkelerin çıkarlarını’ kollamıyorlar.
Tam aksine, yüzde yüz bu ülkenin çıkarları için CHP’yi değiştirmeye çalışıyorlar.
Bundan daha normal ne olabilir?
CHP bu ülkenin, CHP babamızın, dedemizin, Atamız’ın partisi değil mi?
Demirel’den kısa yanıt
DEMİREL ’e kızabilirsiniz, Demirel’in yaptıklarını beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz, hatta herkese ve her şeye rağmen görev süresinin uzatılmaması için elinizden gelen her şeyi yapabilirsiniz.
Ben bunların tümünü yaptım.
Ama Süleyman Demirel’in ‘eğlenceli’ bir adam olduğu gerçeğini kabul etmek zorundasınız.
Bir süre önce Demirel’in de pek çok hediye aldığını, hatta bir de 25 bin dolarlık Rolex Daytona saat hediye edildiğini yazmıştım.
Süleyman Bey, bir yanıt yollamış.
Benden pek hazzetmediği için de, yanıtını Ertuğrul Özkök’e göndermiş ve şöyle diyor:
‘Sayın Özkök,
Gazetenizin 22 Ocak 2005 tarihli nüshasının 13. sayfasında ‘Teke Tek’ sütununda;
‘Demirel’e 25 bin dolarlık Rolex hediye edilmemiş miydi?’ başlıklı bir haber neşredilmiştir. Bu sorunun cevabı şöyledir:
‘Demirel’e 25 bin dolarlık Rolex hediye edilmemişti.’
Bilginizi rica ederim.’
Okuyunca güldüm.
Oysa ben saati hatırlıyorum, zannederim Cavit Çağlar da hatırlıyordur.
Ama yine de bu ‘kısa ve küt’ yanıtı yayınlamak boynumun borcu.
Dinç Bilgin iyi yaşamamış!
HINCAL Uluç abimiz, bazen iyice saçma yazıyor. Patronunu koruma isteğini anlıyorum. Ama bunu yaparken saçmalamasını anlamıyorum.
Geçenlerde ‘Dinç Bilgin’in borçları örtülü ödenekten kapatılsın, zaten Dinç Bilgin iyi yaşamıyor, Fatih Altaylı ondan daha iyi yaşıyor’ gibi ‘inanılmayacak’ fikirler üretti.
Dinç Bilgin’in bugün nasıl yaşadığını Hıncal Uluç gibi yakından bilmiyorum ama Bilgin hapisteyken bile oğlu Önay altında yüz binlerce dolarlık araçlar, teknelerle gayet iyi yaşıyordu.
Dinç Bilgin’in kazandığını Sabah’a yatırdığı safsatasına gelince. Birincisi işini adam gibi yönetseydi. İkincisi, gemi büyüklüğündeki ‘Headlines’ ve ‘New Century’ adlı süper yatlar, üç adet özel jet, saray büyüklüğündeki evler, Londra’daki malikaneler benim miydi Hıncal Abi.
Hatırlamıyor musun?
Yok canım o kadar yaşlanmadın.
Ama istiyorsan bende hepsinin fotoğrafları var.
Yollarım.
Madem kötüydü niye istedin?
SEVGİLİ Hıncal Uluç’un, TRT Genel Müdürü Şenol Demiröz’le ilgili yazıp söylediklerini ibretle okuyorum. Oysa aynı Hıncal Uluç, Demiröz’ün TRT Genel Müdürü olması için müthiş methiyeler düzmüştü. TRT Genel Müdürü atarken Hıncal Uluç’u dinleyenlerin, Hıncal Uluç’u dinlemekle ne büyük hata yaptıklarını yine Hıncal Uluç’tan öğreniyoruz. Ne mutlu bize.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Peşindekileri uçuruma götürene lider denemeyeceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2005
<B>CHP’</B>nin <B>‘feci’</B> kurultayında <B>Mustafa Sarıgül’</B>ün kürsüde söylediği bir söz, daha doğrusu yaptığı bir <B>‘itham’</B> pek anlaşılamadı, hatta <B>‘güme’</B> gitti.Sarıgül, kürsüde Baykal’ı eleştirirken, ‘Antalya adayı için benden istediğin yardımı gel buradan sen açıkla, bana yakışmaz’ dedi.
Baykal, Sarıgül’ün bu talebini yerine getirmeyince kimse bir şey anlamadı.
Herkes Baykal’ın, Antalya Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ertuğrul Dokuzoğlu için ‘basit bir siyasi destek’ talep ettiğini zannetti.
Sarıgül ise bu konuda şimdiye dek kimseye konuşmadı, kimseyle bir şey paylaşmadı.
Ama işin aslı öyle basit bir siyasi destek talebi değil.
İşin aslını ben size anlatayım.
28 Mart seçimleri öncesi Antalya’da CHP favoriydi.
Ancak AKP’nin akıllı bir hamle ile Menderes Türel’i aday göstermesinin ardından ibre yavaş yavaş dönmeye başladı.
CHP Genel Merkezi Antalya’da seçimlerin tehlikeye girdiğinin farkındaydı.
Ve Deniz Baykal, Mustafa Sarıgül’ü arayarak yardım istedi.
İstenilen yardım öyle sıradan bir destek değildi.
Baykal, Sarıgül’den Antalya’daki tarikat oylarının CHP’ye yönlendirilmesi konusunda destek istedi.
Bunun üzerine Mustafa Sarıgül Antalya’nın önde gelen dini cemaatlerinden ‘Menzil Tarikatı’nın Antalya’daki lideri ‘Ali Hoca’ ile bir görüşme yaptı.
Antalya’da ‘Paşa Camii’nin imamı olan Ali Hoca ile görüşen Sarıgül, CHP adayı eski vali Ertuğrul Dokuzoğlu’nun desteklenmesini talep etti.
Ancak Ali Hoca ‘Kusura bakmayın. Sayın valimize saygımız sonsuz. Kendisini çok da severiz. Ancak bu seçimde bizi bağışlayın. Biz bu seçimde Antalya’nın evladı Menderes Türel’i destekleme kararı aldık’ dedi.
Sarıgül’ün kürsüden söyleyemediği destek talebi işte buydu.
Bildiğim kadarıyla Sarıgül bu olayı kimseyle paylaşmadı.
Ama Antalya’nın fahri bir hemşerisi olarak benim bu olayı bildiğimi unuttu.
Türkiye bilişim yoluna girdi
Bu köşede uzun zamandır bilişim sektörünün öneminden Avrupa’da İrlanda ve Asya’da Hindistan ile Malezya’nın bu sektör sayesinde nasıl büyük gelirler elde ettiklerinden söz ettik.
Parti kimliğinin aksine, Başbakan’ın kişiliği sayesinde pek çok konuda ‘çığır açıcı’ bir misyon üstlenen AKP iktidarı burada yazdıklarımızın ‘sabun köpüğü’ haline gelmediğini görme keyfini yaşattı bize.
Microsoft’un patronu Bill Gates’in Türkiye ziyareti ve bu ziyarette Başbakan’la beraberlikleri son derece önemli.
Başbakan Erdoğan, net bir şekilde Türkiye’nin yeni vizyonlarından birine işaret etti.
Bunun adı ‘bilişim’.
Türkiye bundan böyle bilişim sektörüne farklı bir bakış açısı ile yaklaşacağını ilan ediyor.
Bu Türkiye’nin 1 koyup sonsuz alabileceği yegane iş.
İşin başında ise yıllarca ‘Kasımpaşalı’ diye küçümsediğimiz adam var.
İngiltere Erdoğan’ı bekliyor
BAŞBAKAN Erdoğan’ın yeni aşkı ’Afrika’. Uluslararası ilişkilere geniş açılı bir objektifle bakan Erdoğan, bu yılı ‘Afrika Yılı’ ilan ettiği gibi, Afrika’ya önem verdiği bir gezi de planlıyor.
Gitmesin demiyoruz ama kendisine bir tavsiyem olacak.
Elbette dünyanın her yeri önemli. Fakat Türkiye’nin önünde çok önemli bir tarih var: 3 Ekim.
Yani AB ile müzakerelerin başlayacağı tarih.
AB ile müzakerelere Türk gibi başlayıp, Avrupalı gibi bitirmek için, başlangıçtaki ivmemizi yitirmememiz gerekiyor.
Fakat Başbakan’ın şekillenen programına baktığım zaman bu konunun biraz ikinci plana atıldığını görüyorum.
Bana kalırsa Başbakan’ın bu dönemde Avrupa ülkeleri ile ilişkilere bir miktar daha fazla önem vermesi gerekiyor.
Özellikle de, Türkiye ile müzakerelerin başlayacağı zaman dönem başkanlığını devralmış olacak olan İngiltere ile.
İngililizler, Başbakan’ın İngiltere ile ilişkilere biraz daha önem vermesi gerektiğini düşünüyorlar.
Söyledikleri şu: ‘Başbakan Erdoğan İngiltere ile daha yakın durmalı. Özellikle de bugünlerde. Çünkü Haziran’dan sonra dönem başkanlığı, İngiltere’de yaklaşan seçimler falan derken Başbakan Blair’in ajandası hayli yüklü olacak ve Türkiye’ye konsantre olması güçleşecek. Oysa şimdi tam zamanı. Türkiye hem Atlantik’in öte yakası ile ilişkilerdeki gerginliği gidermek, hem de AB meselelerini konuşmak için Blair ile bugünlerde daha sıkı bir işbirliği içinde olmalı’
Bu mesaj Başbakan Erdoğan’a mutlaka başka kanallardan da iletilmiştir.
Ama benim hatırlatmamda da bir mahzur yok herhalde.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Her çocuğu kendi çocuğumuzmuş gibi düşündüğümüz zaman.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2005
<B>CHP </B>Kurultayı tam bir rezaletti. Kendilerine <B>‘Atatürk’ün Partisi’</B> yakıştırması yapanlar, oturup görüntüleri izlesinler, sonra da <B>‘eğer utanmıyorlarsa’</B> bu yakıştırmayı yapmaya devam etsinler. Bu haliyle CHP Atatürk’ün pabuçlarının partisi bile olamaz.
Zaten CHP’nin ‘Atatürk’ün Partisi’ söylemine başından beri karşıyım, tamamı, ‘Atatürk’e bağlı’ bir ülkede küçüle küçüle cebe sığacak hale gelmiş bir partiye Atatürk’ün Partisi demek rezillik.
Emin olun ki, bu ellere düşeceğini bilse Atatürk bu partiyi kurmazdı.
CHP Kurultayı ile ilgili görüşlerini sormak için ‘gerçek’ CHP’lilerle konuşacaktım ama bu kongreden sonra CHP’li olduğunu söyleyecek bir gerçek CHP’li bulmak zordu.
Yine de tanıdığım bazı ‘eski’ CHP’lilerle konuştum.
Hepsi utanç içindeydi. ‘Eskiden MHP kongreleri böyle olur biz de gülerdik. Ama şimdi ağlıyoruz’ diyorlar.
Kurultay’da Baykal parti içindeki geçmişini ve gücünü kullanarak ‘sahipliğini’ sürdürdü.
Ama Sarıgül de hatırı sayılır bir oy aldı.
Açıkçası ben oradaki delegelerin CHP’li olduğu kanaatinde değilim.
Çünkü CHP’li olsalardı iki adaya da oy vermez, hepsi boş oy atarlardı. Ama yapamadılar.
Bu arada bakıyorum da, Kurultay’daki davranışları nedeniyle Sarıgül’e yönelik çok eleştiriler var. Belirli bir grup bu eleştirel gözle bakmakta haklı.
Ama oradaki tavrından dolayı Sarıgül’e sempati ile yaklaşabilecekler olduğunu da hissediyorum.
Eşini itip kakan belediye başkanına yumruk atmak, kendisini konuşturmadıkları kürsüyü işgal etmek, kendisine kafa atana yumruğu yapıştırmak.
Bunlar hakkını arayan, her ne pahasına olursa olsun vatandaşın hakkını arayacağını söyleyen hırslı, kararlı ve niyetli bir adamın davranışları.
Sarıgül gelecekte de CHP’nin lider adayı olmaya devam edeceğini gösteriyor.
Ama gelecekte ortalıkta bir CHP olacak mı, orasını bilemiyorum.
Yardımın cılkını çıkarmak
TÜRKİYE ’de her şey ifratla tefrit arasında gittiği için ‘Tsunamizedelere yardım kampanyası’ da bu yola girdi.
Birdenbire ABD ve AB ülkeleri ile aşık atma sevdasına kapıldık. Dört koldan yardım toplanıyor. Galiba 30 milyon dolar toplanmış.
Aman ne iyi. Başımız göğe ermiştir.
Şimdi bütün dünya toplanıp, ‘Helal olsun Türklere. Amma da yardım ettiler’ diyecek sanıyorsunuz değil mi?
Böyle bir şey olmayacak elbet. Sadece kendi kendimize ‘Helal bize’ diyeceğiz o kadar.
İyi de, bizim bu yardımı yapacak halimiz var mı?
Kendi ‘deprem meselemizi’ hallettik mi?
Hürriyet bir kampanya yürüttü ve Anadolu’da ilk depremde yerle bir ve binlerce çocuğa mezar olacak okulları tespit etti.
Bu okulları güçlendirdik mi?
Buralara yeterince para aktardık mı, bu okullar için kaç lira yardım topladık.
Her birinin durumu bir tsunamizede kadar acıklı olan sokak çocuklarımıza kaç lira yardım ettik. Bunların eğitimi, geleceği için kaç lira harcadık.
Bunlarla ilgilenen yok ama İngiltere, Norveç, Fransa ile yardım yarışına katılan çok.
Bırakın bu işleri hanımlar beyler. Biz önce kendi okullarımızı güçlendirelim. Kendi söküğümüzü dikelim.
Sonra yarın öbür gün kaçınılmaz biçimde gelecek olan depremde millet bize gülecek.
‘Bunlar tsunamizedelere çok para vermişlerdi ama kendileri için hiçbir şey yapmak akıllarına gelmemiş’ diyecek.
Benden söylemesi.
Hagi özür falan dilemedi
GALATASARAY yönetimi yine basın önünde tartışıyor. ‘Hagi özür diledi’ diyenler ve ‘Hayır dilemedi’ diyenler.
Ben size işin gerçeğini aktarayım. Hagi özür falan dilemedi. Yönetim kendisini çağırdı ve basın toplantısında söylediklerini sordu.
Hagi de hepsini tekrarladı ve nedenlerini de anlattı.
Anlattıkları o kadar doğruydu ki, yönetimden kimse çıkıp da ‘Bu böyle değil’ diyemedi.
Kös dinler gibi dinlediler.
Ve toplantının sonunda Hagi’ye ‘İyi ama özür dilemen lazım’ dediler. Hagi ise ‘Ben kimseye hakaret etmedim. Yalan söylemedim. Gerçekleri anlattım. Gerçekleri anlattığım için özür dilemem gerektiğini düşünmüyorum’ dedi.
Bunun üzerine yönetimden birileri, ‘Ama anlattıkların Başkan’ı çok üzdü’ deyince Hagi, ‘Başkan’dan onu üzdüğüm için özür dilerim ama söylediklerimin arkasındayım’ karşılığını verdi. Zaten elinde seçenek olmayan yönetim için bu bir kurtarıcıydı. Bir şekilde bir özür dileniyordu.
Hagi ile devam edilebilirdi. Ve Hagi gidip Başkan’dan kendisini üzdüğü için özür diledi.
Bence de iyi oldu. Bu saatte Hagi’nin gitmesi Galatasaray için intihar olurdu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
AKP dışındaki seçmenlere oy verecek bir parti bıraktığımız zaman.
Yazının Devamını Oku