Fatih Altaylı

Din iman magazin

31 Mayıs 2002
<B>YAVUZ Yılmaz </B>aradı. Bazı konulara açıklık getirmek istediğini söyledi. Ve <B>‘‘o gece’’</B>yi anlattı. Arkadaş grubuyla birlikte bir eğlence yerinden çıkarken foto muhabirleri tarafından görüntülendiklerini, bu görüntüleme işinin çok uzayıp taciz haline gelmesi üzerine foto muhabirlerini uyardığını ve bu uyarı sonrasında grup içinden bir muhabirin kendisine ‘‘galiz’’ biçimde küfrettiğini söyledi.

Yılmaz, ‘‘Küfredilince ben de küfrettim. Sonunda da olan oldu. Ama karşımdakiler muhabir gibi değil, hasım gibi davranıyordu. Bütün arkadaşları suçlamak istemem ama içlerinden bir iki tanesi özel bir tahrik çabası içindeydi’’ dedi.

Kendisine ‘‘Sizi vursam ne olacak’’ cümlesini hatırlattım ve ‘‘Bu laf nereden çıktı?’’ diye sordum.

Onu da aktardı:

‘‘Ben olay yerinden sinirli bir biçimde ayrılıp gazladım. Yanımda iddia edildiği gibi korumalar falan yoktu. Bir süre sonra peşimden gelen bir araç fark ettim. Önce kaçmayı düşündüm. Sonra ani bir fren yaptım ki, gelip bana arkadan çarpsın. Ama zorlukla durdu.

Arkamdan gelen kimdir, nedir bilmiyordum. Ben korunan biriyim. Babamın konumu belli. Terörist midir, kaçırmak için mi takip eder, öldürmek için mi bilemem. Durunca gördüm ki, takip edenler gazeteciler. Bunun üzerine sinirle,
‘Kardeşim, ben senin gazeteci olduğunu ne bileyim? Ya seni terörist zannedip vurup öldürsem ne olacak' dedim. Ama yansıtılış biçimi sanki ben gazetecileri vurup öldürecekmişim gibi oldu. Alakası yok. Olay bundan ibaret.’’

Ben de Yavuz Yılmaz’a, bekár bir genç olarak gezip tozmasının normal, gazetecilerin ilgisinin abartılı olmakla beraber katlanılması gereken bir durum olduğunu söyledim.

‘‘Sen ne kadar normal davranırsan, o kadar peşini bırakırlar. Sen ne kadar saklanır, sinirlenir, olay çıkarırsan o kadar haber olursun’’ dedim.

Bizim gazeteciler olarak insanlara saygı göstermemiz, insanların da bize anlayış göstermesi gerek.

Ama dini imanı magazin olmuş bir ülkede bu biraz zor.

Yılmaz'ı değil polisi tartışalım

‘‘MAGAZİNCİLERİN hiç mi suçu yok?’’ diye yazınca tartışma yeni bir boyut kazandı.

Tek ‘‘suçları’’ ünlü birilerinin yakını olmak olan insanların ‘‘özel yaşamlarına tecavüz’’ sayılabilecek derecede girmek, magazin olmasa gerek diye düşünüyorum.

Eğer bu yakınlık, bir ticari çıkar, bir usulsüzlük, bir kanuna aykırılık için ‘‘kullanılmıyorsa’’ tabii. Mesut Yılmaz'ın oğlu Yavuz Yılmaz'ın olayında da bence önemli olan ‘‘delikanlının’’ kendisine dünyayı dar eden magazin muhabirleriyle yaşadığı tartışma değil, polisin Yavuz Yılmaz'a gösterdiği toleranstır.

Tartışma bir yana, iddialara göre genç Yılmaz ‘‘alkollü’’ bir şekilde otomobil kulanmaktadır. ‘‘Magazin’’de standart olarak gösterdiğimiz Batı'da, bizdeki gibi bir magazin anlayışı yoktur ama bakan çocuklarının ‘‘alkollü’’ araç kullanma hakkı da yoktur.

Tartışılması gereken, Yavuz Yılmaz'ın gazetecilerle yaşadığı tartışma değil, polislerin yasaları uygulamama yönündeki tavrıdır.

Keskin'in yalanı

SÖZDE insan hakları savunucusu Eren Keskin'in Almanya'da ortaya attığı asılsız iddialar, giderek Türkiye'nin başına ‘‘çorap olarak’’ geçiriliyor.

Keskin, Almanya'da katıldığı bir toplantıda Türk ordusunu tecavüzcü olarak göstermişti ve ne yazık ki bazı meslektaşlarım da bu ‘‘hayale’’ alet olmuştu.

Prof. Dr. Necla Arat ile ben ise bu yalanı ortaya çıkarmak için uğraşmış ve ‘‘sözde’’ insan hakları savunucusunun ‘‘hedefi’’ olmuştuk.

Şimdi Eren Keskin'in bu ‘‘hayali’’ üzerine, Türkiye karşıtı yeni bir girişim bina ediliyor.

Önceki günkü The Guardian Gazetesi'nde, Türkiye'nin Afganistan'daki uluslararası güce komuta etmeye başlamasıyla ilgili bir haber yer aldı.

The Guardian, ‘‘Afgan kadınları, Türkiye'nin Güneydoğusu'nda kadınlara tecavüz etmekle suçlanan Türk askerlerinin tehdidi altında. Tecavüzcü Türk askerleri, şimdi Afgan kadınlarının korkulu rüyası oldular’’ diye özetlenebilecek bir haberi Eren Keskin'in yalanlarına dayanarak verdi.

Oysa Zeynel Lüle, AİHM'ye sordu ve Türkiye aleyhine ‘‘sadece 1’’ tecavüz davası olduğunu, bunun da 1993 yılında gerçekleştiğini ve Türkiye'nin bu davada mahkûm olduğunu bildirdi.

20 yıl bir bölgede bulunan Türk Ordusu'nun ‘‘tek’’ kaydı buydu.

Tek bir tecavüz dahi tecavüze uğrayan açısından önemliydi ama Türk Ordusu'nu karalamak için yeterli değildi.

Ama Eren Keskin, bizim bildiğimiz amaçları uğruna, bu haksız suçlamayı yapıyordu ve şimdi Türkiye'yi bir de hiç hak etmediği ‘‘tecavüzcü’’ damgası bekliyordu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Avrupa'yı isteyip istemediğini halka sormayı akıl ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Asıl bölücülük bu

30 Mayıs 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin <B>‘‘kimi’’ </B>mahkemelerinde, <B>‘‘kimi’’ </B>işgüzarlar <B>‘‘kimi’’ </B>isimler için dava açıyorlar. Bu isimlerin bazıları az, bazıları çok yaygın.

Etnik veya etimolojik kökenine bakılmaksızın kullanılan isimler.

Sizin, benim, bizim isimlerimiz.

Ama nedense bunlar hakkında dava açılıyor.

Gerekçe ise bu isimlerin ‘‘Kürtçe’’ olması.

Berivan, Baran, Helin gibi bildik, tanıdık isimler de bu ‘‘yasak’’ ve ‘‘dava’’ kapsamında.

Bir yandan Kürtçe yayın ve Kürtçe eğitim konularını tartışıyoruz ve belirli ölçülerde serbest bırakma konusunda Avrupa ile uyum sağlamaya çalışıyoruz, diğer yandan Kürtçe kökenli olduğu konusunu aklımıza bile getirmediğimiz isimlerden dolayı davalar açıp, insanları tedirgin ediyoruz.

Son ‘‘dava’’ Ardahan'da. Kızına Berivan adını koyan baba ve kaydı yapan nüfus memuru yargı önünde.

Hem de hem Asliye Ceza, hem de DGM'de iki yere yargılanıyor.

Şaşkın baba diyor ki: ‘‘Kanal D'de dizisi oynuyordu. Sibel Can'ı çok severim koydum.’’

Dizisi serbest. Adı yasak.

Ya Helin'e ne demeli?

Hülya Avşar'ın kardeşi de Helin.

Onu da tutuklayıp içeri atalım mı?

En gırgırı hayli milliyetçi bir arkadaşım geçen yıl doğan kızına Helin adını verdi.

Şimdi panikte, ‘‘Ulan biz ne halt etmişiz’’ diye beni aradı.

Güldüm. ‘‘Hemen değiştir. Aybike veya Asena yap’’ dedim.

‘‘Helin ne demek acaba’’ diye sordu.

‘‘Kuş yuvası demekmiş. İstersen Kuşyuvası da yapabilirsin. Kuşyuvası Yücel. Fena gelmiyor kulağa’’ dedim.

Galiba ciddiye aldı.

Ya Baran'a ne demeli.

Koskoca Profesör Baran Tuncer yakında DGM'lik olursa şaşmayın.

Ama onun işi kolay ‘‘Yağmur’’a çevirebilir.

Rezalete bakın Allah aşkına.

Kopenhag Kriterleri falan derken, döndük 100 yıllık isimlerimizi mahkemelik ettik.

Şu Avrupa Birliği'ne de acıyorum.

Bizi aralarına alacaklarmış.

Bu kafanın Avrupa neyine Allah aşkına.

Adamların da rahatını bozacağız.

Magazincilerin hiç mi suçu yok!


MESUT Yılmaz'ın oğlu Yavuz Yılmaz'ın ‘‘magazin muhabirleri’’ ile girdiği tartışma ve söylediği sözler ve hatta fiili müdahalesi günlerdir tartışılıyor.

Tartışılmasına tartışılsın da, her yönüyle tartışılsın.

Magazin muhabirleri de kendilerini biraz sorgulasınlar, ‘‘Biz ne yapıyoruz’’ diye.

Yavuz Yılmaz kim?

Bir siyasetçinin oğlu.

Babası ünlü, şöhretli bir siyasetçi.

Çocuğun tek suçu bu. Bu yüzden de sürekli taciz altında.

Nereye gitse karşısında kameralar, flaşlar, ışıklar.

Bu durum sadece Türkiye'ye özel.

Bakın dışarda durum nasıl.

Hatırlayın, Almanya Başbakanı Kohl'ün oğlu Peter bir Türk kızı ile evlenecekti ya, bunu duyunca Peter Kohl'ün resmini aramaya başladık.

Almanya'da sormadık gazete, dergi ve ajans bırakmadık.

Bir tek kare fotoğrafı yok.

‘‘Niye yok?’’ diye sorduk.

Alman gazeteciler şaşırdı:

‘‘Niye olsun?’’

Peter Kohl
yemiyor, içmiyor, gezmiyor mu?

Geziyor ama kime ne?

Başkan Bush'un kızları gezmiyor mu?

Geziyor.

Ama sadece ‘‘sahte kimlikle içki alınca’’ haber oluyorlar.

Yavuz Yılmaz da böyle bir şey yapsa, kimsenin diyeceği yok.

Ama sadece kız arkadaşıyla bara gitti diye birini taciz etmeye ne hakkımız var.

Ya Yasemin Kozanoğlu'na yapılanlar.

Okurken mesleğimden utandım.

Kız magazin muhabirlerinden kaçıp tuvalete saklanıyor.

Kapıyı kırıp içeri giriyor, tuvaletle resmini çekiyorlar.

İş mi bu?

Üstelik bana ne Yasemin Kozanoğlu'ndan.

Yavuz Yılmaz'ın ekrana yansıyan görüntülerini de izledim.

Çocuk otomobiliyle gidiyor, magazinciler otomobille peşinde.

Duruyor, onlar da duruyor, kaçıyor onlar da kovalıyor.

Mesut Yılmaz'ı sevgilisiyle yakalasan takip et ama sevgilisiyle gezen bekár ve oğlu.

Yavuz Yılmaz'a kızmak kolay. Ama bir an kendinizi onun yerine koyun.

Gazetecilere vurması, küfretmesi hoş değil elbet.

Ben olsam yapmazdım.

Ama ben 40 yaşındayım.

O ise 20 küsur.

Adı üstünde delikanlı.

İşin kötüsü onu takip edenler de o yaşta.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gerçekleri kafamızda yaratamayacağımızı anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bakan bunları da mı tanımıyor?

29 Mayıs 2002
<B>TARIM </B>Bakanı <B>Hüsnü Yusuf Gökalp, ‘‘Red Bull işiyle alakam yok’’ </B>dese de, Red Bull'un Avusturya'daki merkezine yollanan mesajlar ortada. Bakanla aynı soyadı taşıyan birinin ‘‘geçmişte’’ ortak olduğu şirket, küçük bir ortaklık değişiminden sonra Red Bull'un son derece kárlı bir iş olan distribütörlüğünü istiyor.

Hem de, ‘‘Bana vermezseniz Tarım Bakanlığı'nda sorun yaşarsınız’’ dedikten ve verilmeyip sorunlar başladıktan sonra da ‘‘İşte gördünüz. Bu sorunları ancak biz çözeriz’’ diyerek.

Bakan Gökalp, ‘‘Benim Medyapol ile bir ilgim yok’’ diyor ama sözleri ‘‘inandırıcı’’ değil.

En azından bilgiler, ortada ‘‘rastlantıdan öte’’ bazı şeyler olduğunu gösteriyor.

Tarım Bakanı istediği kadar ‘‘Benim Medyapol ile işim olmaz’’ desin, bakın o Medyapol, Hüsnü Yusuf Gökalp'in bakanlığıyla neler neler yapıyor.

Medyapol, Hüsnü Yusuf Gökalp'in bakan olmasından sonra ana sözleşmesinde bir tadilat yapıyor ve adını ‘‘Onajans’’ olarak değiştiriyor.

Faaliyet alanları arasına da ‘‘kitap ve dergi hazırlamak’’ gibi bir madde ekliyor. Çok da iyi yapıyor.

Çünkü Bakan Gökalp'in ‘‘İlgim yok’’ dediği Medyapol, ‘‘Onajans’’ adını aldıktan sonra Tarım Bakanlığı ile yakın bir çalışma içine giriyor.

Onajans, ‘‘Hiçbir ilişkisi olmayan Tarım Bakanı Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp’’ tarafından kaleme alınmış, ‘‘Türkiye'yi yeşillendireceğiz’’ adlı bir broşür-kitabı yayına hazırlayıp basıyor. Tarım Bakanı ile hiçbir ilişkisi olmayan Onajans'ın bu işi ‘‘kaç lira’’ya yaptığını bilmiyorum.

Yetmiyor.

‘‘Republic of Turkey, Ministry of Agriculture and Rural Affairs-General Directorate of Protection and Control’’, yani Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü için bir broşür hazırlama işi de Onajans'a veriliyor.

Hani şu, ‘‘Bakan Gökalp'in hiçbir ilişkisi olmayan’’ yere.

Bu arada ilk kez bir bakan, seçildiği kente yönelik bir broşür bastırıyor ve ‘‘ayrımcılığını’’ ortaya koyuyor.

‘‘Sıvas'ın Gökalp'le değişen yüzü’’ adlı bir ‘‘seçim çalışması’’ da hazırlanıyor ve dağıtılıyor.

Üzerinde bir ibare yok ama büyük ihtimalle bu ‘‘müthiş’’ çalışma da Onajans tarafından yapılıyor. Ama bakanın bu şirketle hiçbir ilişkisi bulunmuyor.

Olabilir.

Belki de her şey bir ‘‘rastlantıdan’’ ibarettir. Talihsiz bir rastlantı.

Yılmaz: Ben çağırmadım


MEHMET Ali Yılmaz'la konuştuk. Hani Fisunoğlu Paşa'nın, ‘‘Sedat Peker'in davetine beni o götürdü. İçeri girince pişman oldum ama hemen çıkamadım’’ diye suçladığı Mehmet Ali Yılmaz.

Yılmaz
çok net bir şekilde, ‘‘Paşam bunu nereden çıkardı anlamadım ama Muhittin Fisunoğlu'nu, Sedat Peker'in davetine ben götürmedim’’ dedi.

Mehmet Ali Yılmaz, Fisunoğlu Paşa ile ‘‘ahbaplığı olduğunu’’ belirterek, ‘‘Vallahi o da davetliydi. Ben kendisini gördüğümde zaten davete geliyordu. Eşi de yanındaydı’’ diye konuştu.

‘‘Benim tarzım belli. Gittiğim, getmediğim yerler belli. Ben çekinmem. İnkár da etmem ama paşamı davet etmedim. Etmem de. Sedat Peker'in davetine ben ne diye birilerini davet edeyim, bana ne?’’ diyen Yılmaz, ‘‘Nereden çıktı bu iş anlamadım’’ diye şaşkınlığını ifade etti.

Doğrusu ben de şaşırdım.

Fisunoğlu Paşa, neden böyle söylemek ihtiyacını hissetti acaba?

Muhittin Fisunoğlu bu ‘‘karanlık’’ işten kurtuluş yolunu, topu eski Trabzonspor Yönetim Kurulu Başkanlığı da yapan Yılmaz'a atmakta mı buldu acaba?

GSGM gözden uzak kalmamalı


GENÇLİK ve Spor Genel Müdürü Kemal Mutlu, iki sayfalık bir faks yollamış.

Sporum.gov.tr'yi savunuyor. Ve ne kadar ‘‘matah’’ bir iş yaptığını anlatıyor.

İşin ‘‘matahlık’’ derecesini daha önce size zaten aktarmıştım. Biliyorsunuz, o yüzden gülüp geçiyorum; çünkü Mutlu'ya göre burası ‘‘Türk sporunun arşivi’’ imiş.

Doğrudur ‘‘utanç arşivi’’.

Ama işin bazı yönleri gülüp geçilecek gibi değil. Çünkü her şey ‘‘uygun’’ görünüyor.

Mesela, işi alan İz Yapım'ın verdiği fiyat 24.5 milyar TL.

İşi alamayan Forsnet ise 24.75 milyar TL fiyat vermiş.

İz Yapım'ın sahibi görünen Karabük Demir Çelik'ten emekli vatandaşın, TRT yönetmeni damadından sormak lazım.

‘‘İz Yapım'da Spor Toto Teşkilat Müdürü Mehmet Boslu'nun bir yakını çalışıyor mu?’’ diye.

Aslında daha yazılacak, sorulacak çok şey var.

Sadece burada değil.

Başka işlerde de.

En iyisi şu Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nü bir ‘‘yakın takibe’’ almak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Toplumun büyük bölümü, küçük büyük demeden çalmaktan vazgeçtiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Fisunoğlu bilmeden gitmiş

28 Mayıs 2002
<B>SEDAT Peker'</B>in davetine katıldığı için <B>‘‘sert’’ </B>eleştirilerime <B>‘‘mazhar olan’’,</B> emekli Orgeneral ve Kuvvet Komutanı <B>Muhittin Fisunoğlu,</B> <B>Tufan Türenç'</B>i aramış. Fisunoğlu'nun ‘‘Fatih Bey beni tanısaydı, bu şekilde yazmazdı’’ diyerek, Türenç'e anlattıklarını, Tufan Abi de bana aktardı.

Anlatıldığına göre, Fisunoğlu Paşa, Sedat Peker'in gecesine davetli bile değilmiş.

Paşa, Harbiye Orduevi'nde otururken, eski bakanlardan, eski Trabzonspor Başkanı, işadamı Mehmet Ali Yılmaz'ı telefonla aramış.

Yılmaz, Fisunoğlu'na, ‘‘Paşam hemen karşıda Hilton'da bir arkadaşımın kokteyli var. Birlikte gidelim mi? Gelirseniz çok onore etmiş olursunuz’’ demiş.

Paşa da ‘‘Bir eski bakanın gittiği yere ben niye gitmeyeyim’’ diye düşünmüş olacak ki, ‘‘Olur’’ demiş ve yanına eşini alarak Sedat Peker'in daveti olduğunu bilmeksizin Hilton Exhibition Center'a gitmiş.

Fisunoğlu Paşa gerisini şöyle aktarıyor:

‘‘Kapıdan içeri girince manzarayı anladım. Olmamam gereken bir yerdeydim. Ama ne var ki, bir kere içeri girmiş bulundum. Hemen dönüp çıkamadım.’’

Fisunoğlu
Paşa, adı Susurluk'la birlikte anılan bir general olan Veli Küçük'ü ise hayatında ilk kez orada gördüğünü ve daha öncesinde hiçbir tanışıklıkları olmadığını da söylemiş Tufan Türenç'e.

Veli Küçük'ü tanıyıp tanımadığını bilemem ama ben Muhittin Fisunoğlu'na inanıyorum.

Ama bence bir general girdiği yerin yanlış bir yer olduğunu anladığı anda hemen orayı terk etmeliydi.

Sedat Peker'e ayıp olmasından bize ne.

Bize ayıp oldu.

Peker'i haber yapmak


HÜRRİYET'in Sedat Peker'in ‘‘Erkanı Devlet ve Erkanı San'at’’a katılımıyla gerçekleştirdiği davetin haber olup olmaması çok ‘‘kritik’’ bir konu.

Tam aşağısı sakal, yukarısı bıyık meselesi.

Bu haberler Sedat Peker gibi ‘‘işadamlarının’’ ekmeğine yağ sürüyor.

Çünkü Peker gibiler ‘‘güçlü oldukları imajı’’ ile yaşıyor, iş yapıyorlar.

Böyle bir haber Sedat Peker için birinci sayfadan tam sayfa reklam.

O günkü gazeteleri ‘‘müthiş bir keyif’’le okuduğundan eminim.

Bu haberler ona güç katıyor.

‘‘Benim davetime devlet gelir. İşte ben buyum. Bana biat edeceksiniz’’ diyebilmek için müthiş bir fırsat.

Ama işin bir de diğer yönü var.

Toplumda ‘‘makbul’’ adam saydığımız işadamları, sanatçılar, bürokratlar var.

Biz bunları dediğim gibi ‘‘adam’’ zannediyoruz ama bizim ‘‘adam’’ zannettiklerimiz bir ‘‘yeraltı baronunun’’ davetine koşarak gidiyorlar.

İşte iki ucu pis bir değnek.

Ya bunları teşhir edeceksin ama aradan Sedat Peker kazançlı çıkacak ve bir daha bu gibi davetlere gidecek olanlar iki kez düşünecek.

Ya da bu işi haber yapmayacaksın, Sedat Peker üzülecek ve amacına ulaşamayacak ama ‘‘adam’’ zannettiğimiz kişilerin gerçek yüzünü öğrenememiş olacağız.

Siz olsanız hangisini yapardınız?

Çekinmeyin, bana iletin.

TSYD soruşturma başlattı


SPOR Yazarları Derneği Başkanı Onur Belge aradı.

Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'ne internet sitesi öneren gazetecilerle ilgili araştırmayı başlatmış.

Gayri resmi sonuçları bildirdi.

Ona ulaşan isimlerle bana ulaşanlar aynı.

Üstelik de içlerinden biri tanıyıp, sevdiğim bir spor yazarı.

Ben elimdeki bilgileri aktardım.

GSGM Genel Müdürü Kemal Mutlu'nun yanıtını ise yarın vereceğim.

Tony vur dedi


HÜRRİYET'in birinci sayfasında geçen hafta, ‘‘Tony uyardı biz durdurduk’’ başlığı vardı.

Mülteci taşıyan bir gemi takibe alınıp ‘‘zorla’’ durdurulmuştu ve ‘‘kaçaklar’’ ele geçmişti. Ama işin bir de faturası vardı.

Bir ölü ve birkaç yaralı.

Ölen ‘‘insan kaçakçılarından biri’’ olsa belki çok da takmayacaktım ama zaten gariban, zaten kandırılmış, zaten kurtuluşu kaçmakta bulmuşlardan biri ‘‘uyarı ateşi’’ sonucu ölmüştü. Neredeyse bir donanma tarafından kuşatılmış bu balıkçı teknesini kimseyi öldürmeden durdurmanın olanağı yok muydu?

Tony ‘‘Vur’’ deyince, biz ‘‘öldürmek’’ zorunda mıydık?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gereksiz alınganlığın, sevgiye vurulmuş en büyük darbe olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Ulusal Yürüme Bayramı

27 Mayıs 2002
<B>ÇOK </B>şanslı bir milletiz. Başka milletler için önemi olmayan şeyler bizim için büyük mutluluk kaynağı. Örnek mi? Alın size örnek...

Bir süredir hastanede yatmakta olan Başbakanımız cumartesi günü ayağa kalkmış ve 10 dakika yürümüş.

Ulusça sevinç içindeyiz.

27 Mayıs'ı bayram olmaktan çıkarmıştık ya, neredeyse yerine 25 Mayıs'ı Ulusal Yürüme Bayramı ilan edeceğiz.

Üstelik de çocukların, gençlerin bayramı olan bir ülkede, yaşlı başlı yurttaşlarımızın da bir bayramı olmuş olur.

Söyleyin bana, siz başbakanı yürüdü diye sevinen başka ülke biliyor musunuz?

Eee, bu büyük bir şans değil mi?

Bize bu mutluluğu yaşatan Başbakanımız'a bir teşekkür borçlu değil miyiz?

Hong Kong takıma ihanet mi?


İŞADAMI Lütfi Yenel'le milli takımın Hong Kong'da yaptığı ‘‘Dünya Kupası hazırlığı’’nı konuştuk.

Yenel, işi nedeniyle hem Hong Kong'a, hem de Güney Kore'ye sık sık giden birisi.

‘‘Hong Kong'da kamp cinayettir ve Dünya Kupası finallerinde var olduğu iddia edilen şansımızı yok etmek için birebirdir’’ dedi.

Ve nedenini anlattı.

‘‘Hong Kong ile Kore'nin iklim olarak hiçbir alakası yoktur. Keza Japonya'nın da. Kore, Türkiye ile hemen hemen aynı paralelde, ılıman iklime sahip bir ülkedir. Hong Kong ise yarı tropikal kuşakta aşırı nemli bir yerdir.

Bu dönemde Hong Kong, Kore'nin hiçbir zaman olmayacağı kadar nemli ve Kore'den yaklaşık 10 santigrat derece daha sıcaktır.

Hong Kong'ta vücut neme ve ısıya alışırken müthiş bir sıvı ve elektroliz kaybına uğrar. Bu da müthiş bir bedensel yorgunluğa neden olur.

Üstüne üstlük dışarısı çok sıcak, oteller ise aşırı soğutulmuş air condition'lu ortamlardır.

Yani hastalık için idealdir. Hong Kong'da kamp fikri oraya sık sık giden biri olarak söylüyorum tam bir felakettir ve bu fikrin sahibi, olası başarısızlık halinde bunun hesabını vermelidir’’
dedi.

Aslında geç kalmış bir uyarı bu ama kampı planlayanların bu uyarıya gerek duymadan doğruyu yapıyor olmaları gerekirdi diye düşünüyorum..

Sporum.gov.tr'nin arkasındaki gazeteciler


BENİM ‘‘Sporum.gov.tr’’yi yazdığım gün, bu site kapatıldı.

Zaten o güne kadar nasıl açık kalmıştı bilmiyorum.

Çünkü ‘‘katmerli bir rezalet’’in monitöre yansıyan yüzüydü.

Gelin isterseniz bu ‘‘büyük rezaletin’’ bir de ekranda görünmeyen ve daha ‘‘rezil’’ olan tarafına bakalım.

‘‘Sporum.gov.tr’’ rezaletinde Bakan Ünlü 2. derecede ‘‘zanlı’’.

Rezaletin asıl kaynağı GSGM Genel Müdürü Kemal Mutlu. Çünkü bu site ‘‘fikri’’ Kemal Mutlu'ya ait.

Peki bu fikri Kemal Mutlu'nun kafasına sokanlar kimler?

İşte asıl rezalet orada başlıyor.

Kemal Mutlu'ya bu fikri verenler iki ‘‘spor muhabiri’’.

Şimdi Gençlik ve Spor Genel Müdürü Kemal Mutlu'ya soruyorum:

Sayın Mutlu, bu internet sitesinin yapımı için gelip size fikir veren ve aracılık yapan iki gazetecinin adını açıklayacak mısınız?

Ve diğer sorularıma yanıt verecek misiniz?

Site açıldığından bu yana siteyi yapan firma İZ Yapım'a ve bu işle ilgili kişilere kaç para ödediniz?

Size bu işi önerip aracılık yapan iki ‘‘spor muhabiri’’ bu işten nemalandılar mı, nemalandılarsa ne kadar?

Bu iki spor muhabiri dışında, benim bilmediğim başkaları da bu işle ilgili olarak devreye girdi mi?

İZ Yapım'ın gerçek sahibi bir TRT yönetmeni mi?

Bütün bu rezalete neden izin verdiniz? Bu iki muhabir size şantaj mı yaptılar?

Ve son olarak da Spor Yazarları Derneği Başkanı Sevgili Onur Belge, sen devletin soyulması için aracılık yapan ‘‘iki spor muhabiri’’ için bir soruşturma açacak mısın?

Yasaklar


HİKÁYEYİ yollayan THY Hannover Müdürü, Galatasaray'dan dönem arkadaşım Metin Kalyoncu. O da bir Amerikan Dergisi'nden almış:

Amerika'da yasalara göre her şey serbesttir.

Almanya'da yasalara göre izin verilenler dışında her şey yasaktır.

Fransa'da yasalara göre, yasaklananlar dışında her şey serbesttir.

Rusya'da yasalara göre izin verilenler dahil, her şey yasaktır.

İtalya'da yasalara göre, yasaklananlar dahil her şey serbesttir.

Türkiye'de yasalara göre, her şey ya yasaktır, ya da her şey serbesttir. Durum sizin zengin, uyanık, ya da politikacı oluşunuza göre değişir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gazetecinin işinin eleştiri yapmak olduğu unutulmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Beşiktaş lige renk kattı

25 Mayıs 2002
<B>GALATASARAYLILAR </B>Beşiktaş’a kızsa da, ben Beşiktaş’ın bu yıl ligi daha başlamadan <B>‘şenlendirdiği’ </B>kanaatindeyim. Mayıs ayının futbol gündemini Beşiktaş oluşturdu ve önümüzdeki yıl oynanacak lige şimdiden ‘renk’ kazandırdı.

Lucescu’yu alarak Galatasaray-Fenerbahçe-Beşiktaş rekabetine, Lucescu-Fatih Terim rekabetini kattılar. Bu yarış ligde ayrı bir ‘rüzgár’ estirecek.

Sergen’i aldılar.

Sergen’in iyi oynaması halinde Galatasaray’a karşı ‘moral bir üstünlük’ kazanacaklar.

Sergen oynamazsa, Galatasaray haklı çıkacak.

Mondragon olayı keza öyle.

Aldılar, alamadılar. Anlaştılar, anlaşamadılar.

Ortalık şenlendi.

Hepimize 10 günlük malzeme çıktı.

Beşiktaş’ın bu girişimleri olmasaydı transfer dönemi sönük geçecekti.

Galatasaray-Beşiktaş derbileri Lucescu ve Mondragon ve hatta Sergen yüzünden önümüzdeki sezon daha renkli geçecek.

Bence durum gayet iyi, gayet keyifli.

Sinan Engin’le yaptığım konuşmada bütün bu rekabetin ‘gerekçesi’ olarak Galatasaray’ın Murat’ı almasını gösterdi.

Şimdi bakalım Murat, Galatasaray’a kaybettirdikleriyle mi anılacak, yoksa başarısıyla kayıpları unutturacak mı?

Lig şimdiden ‘heyecanlı’ oldu.

Bir sporsever olarak doğrusu keyfim yerinde.

SPK ve transfer dedikoduları


BEŞİKTAŞ’ın halka açıldığı şirketin yapısına ‘onay veren’ SPK, herhalde yaptığından çok da hoşnut değildir. Çünkü Beşiktaş’ın halka açılan şirketinin yapısı, Türkiye’deki Sermaye Piyasası kurallarına pek de uygun değil.

Eğer Beşiktaş A.Ş. milyonlarca taraftarı olan, devlet içinde gücü olan bir kulübün malı değil de sıradan bir şirket olsaydı, şu anda çok büyük sorunlarla boğuşuyor olurdu.

Bir kere her şeyden önce transfer dönemi başladığı anda Beşiktaş’ın tahtası kapatılırdı.

Çünkü her gün spekülatif haberlerle yatırımcılar ‘yanlış yönlendiriliyor’ olacaktı.

Yine sezon içinde her sakatlıkta, takımla ilgili taktik bilgi sızdırmalarında yine aynı nedenle şirketin soruşturmaya uğraması gerekecekti.

Ve son gelişmelerde olduğu gibi, Beşiktaş A.Ş.’nin yöneticileri hakkında ‘borsaya yanlış bilgi vermekten’ soruşturma açılması gerekecekti.

Çünkü Beşiktaş yönetimi borsaya önce Mondragon’u aldık, sonra vazgeçtik diye bilgi vererek ‘manipülasyon’ yapmış ve hisselerin değerlerini ‘yanlış bilgi’ vermek suretiyle oynatmıştı.

Bakalım Sermaye Piyasası Kurulu bu konuda bir girişimde bulunacak mı, yoksa kulüplerin gücüne Sermaye Piyasası Kanunu da işleyemeyecek mi?

Şenol’u artık tartışmayalım


YİNE Şenol Güneş tartışılıyor. Ordu sefere gitmiş, bizimkiler ‘Acaba başkomutanı değiştirsek mi?’ diye arkadan bağırıyorlar. Ayıp ki, bin kere ayıp.

Hadi Güngör Mengi spor adamı değil, ya spor adamlarına ne demeli!

Ben ‘Bu Şenol’la olmaz’ derken benimle aynı şeyi haykıran iki kişi daha vardı: Biri Hıncal Uluç, diğeri Mehmet Tezkan (gerçi Uluç bizim bu yazdıklarımızı hatırlamıyor ya neyse).

Avusturya maçının ertesinde son kez bu konuyu dile getirdim.

Ama artık bitti.

Çocuklar final havasına girdiler.

Artık Şenol’un değiştirilmeyeceği kesin.

Bundan sonra kendini ‘spor yazarı’ olarak tanımlayana Şenol Güneş’e ve takımına destek olmak düşer.

Artık değişmeyeceğini bile bile ‘Şenol Güneş gitmeli’ diye bağırmak, ‘Şenol başarılı olamasın diye tezgáh kurmak’ anlamına gelir.

Takımı bozar, Şenol’u bozar.

Ve başarısızlığa neden olur.

‘Ben haklı çıktım’ demek için Türk Milli Takımı’nın başarısızlığını tezgáhlamak ise kimseye yakışmaz.

En sevdiğimiz ‘abimize’ bile.

Paşalar yeraltına danışman mı oldu?


SUSURLUK skandalının ‘önemli isimlerinden’ Veli Küçük Paşa yıllarca ‘korunup kollandıktan sonra’, geçen yıl sessiz sedasız emekli edilmişti.

Biz de ‘Herhalde o da vatan için yapmıştır’ deyip artık konunun peşini bırakmıştık.

Veli Küçük geçen gün aniden ortaya çıktı. Üstelik de yanında eski bir Kara Kuvvetleri Komutanı’yla.

Emekli Orgeneral Muhittin Fisunoğlu ile.

Hem de nerede?

Bizim Hürriyet’in tanımlamasıyla, ‘Organize suç örgütü üyesi sıfatıyla DGM’de yargılanan Sedat Peker’in’ davetinde.

Acaba Veli Bey, engin tecrübesi ile şimdi Sedat Peker’e danışmanlık mı yapıyor diye sormak geldi içimden.

Bu arada umarım Genelkurmay Başkanlığı da bu iki eski mensubuna ‘Orada ne işiniz vardı?’ diye sorar..

Bir de orada sanatçı diye anılanlar ve bazı siyasetçiler vardı.

Bence davete icabetleri iyi olmuş, ‘kim’ olduklarını anladık.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Eşeği kaybedenler, yeniden bulmayı başarı olarak göstermediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Tarım Bakanı’nın Red Bull rezaleti

24 Mayıs 2002
<B>TARIM </B>Bakanı <B>Hüsnü Yusuf Gökalp’</B>in <B>‘Red Bull’ </B>düşmanlığının arkasındaki neden ortaya çıktı. Ve bu ortaya çıkış aslında ‘çok büyük bir rezalettir’.

Anladığım kadarıyla, Gökalp Red Bull’un Türkiye’ye girmesini, ‘çok özel bir amaçla’ engelliyor.

Bu amacın ne Red Bull’un içeriğiyle, ne de Türk halkının sağlığıyla ilgisi var.

Bakan’ın niyeti tamamen ticari.

İsterseniz konuyu detaylı bir biçimde baştan anlatayım da, Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’in gerçek ‘kimliğini’ görelim.

MEDYAPOL

12 Mart 2001 tarihinde Red Bull’un Avusturya’daki merkezine Türkiye’den bir şirket başvuruyor.

Şirketin adı Medyapol.

Medyapol, Red Bull’a yazdığı resmi yazıda, ‘Türkiye’de bir distribütörünüz var ama onun başarılı olamayacağını biliyoruz. Türkiye farklı bir ülkedir ve yabancı bir şirket olarak burada hükümet ve politika üzerinde yoğun etkiye sahip olmanız gerekir, ki biz buna sahibiz (Tarım Bakanlığı ile çok yakınız)’ diyor, şirketi tanıtıyor ve ekliyor: ‘Lütfen teklifimizi ciddiye alınız. Ürününüzün dağıtımını şimdi olduğundan çok daha ucuza yapabiliriz. Hükümet nezninde çok iyi temaslarımız var.’

Red Bull bu talebe, Türkiye’deki distribütörlerinden memnun olduğunu bildiren kibar bir yanıt veriyor.

Ve ardından Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp Red Bull’la uğraşmaya başlıyor.

Sanki Medyapol’ün uyarısı haklı çıkarılmak istenir gibi.

Bir yandan Tarım Bakanlığı Red Bull’un Türkiye distribütörüne ‘kan kustururken’ Medyapol’ün ısrarlı talepleri de sürüyor.

Ve 24 Nisan 2002 tarihinde bu kez Red Bull’un Avusturya’daki İhracat Müdürü Markus Krebs’e, Medyapol’den Cevdet Çağan imzasıyla ‘ültimatom gibi’ bir yazı daha gidiyor.

ÜLTİMATOM

Medyapol’ün yazısı aynen şöyle:

‘Mart 2001’de bildirdiğimiz gibi, doğru temaslarınız yoksa Türkiye’de iş yapmak kolay değildir... Siz Türkiye’de gençlerin yönetimde olduğu bir şirketle çalışıyorsunuz. Kendileri eğlenceli ve zekidirler ama başarılı olamazlar.

Distribütörünüzün kaçakçılık olayı ile bir sorunu var, ayrıca Kontrol Sertifikası dediğimiz belge ile ilgili daha büyük bir sorunu var.

Sayın bayım, sizin için kolay olmadığını biliyoruz ama biz olmadan bu sorunu ÇÖZEMEYECEĞİNİZİ bilmeniz gerekiyor. Tarım Bakanlığı ile olan yakın ilişkilerimiz sayesinde bu sorunu süratle çözebiliriz. Şu an için ithalat izni vermeyen müdürün domuz kafalı veya inatçı olduğunu söyleyebilirsiniz. Ki bu izin 3 seneden beri verilmiyor. Bana inanın, bu konu Türkiye çapında gazetelere tam sayfa ilanlar verilerek çözülemez.’

Medyapol sorunu çözmeyi ‘garanti’ ediyor.

Ve Tarım Bakanlığı ile ilişkilerini garanti gösteriyor.

Peki bu ilişki ne?

GÖKALP VE...

Tarım Bakanlığı ile ilişkisini Avusturya’lara kadar gerinerek anlatan Medyapol adlı bu şirketin Tarım Bakanlığı ile ilişkisini ortaya koyan belgeler, Ankara’da Ticaret Sicili’nde mevcut.

Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’in ‘yakın akrabası’ Mehmet Serkan Gökalp, 3.3.2000 tarihine kadar Medyapol’un ortağı.

Ancak Hüsnü Yusuf Gökalp bakan olduktan sonra Mehmet Serkan Gökalp ortaklıktan, en azından káğıt üzerinde ayrılıyor.

Medyapol’deki hisselerini de Hakkı Erzurum diye bir vatandaşa devrediyor.

Böylelikle Medyapol ile Tarım Bakanlığı, daha doğrusu Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp arasındaki ilişki ‘görünmez’ hale getiriliyor.

Ve ondan sonra da Medyapol, ‘Tarım Bakanlığı’na yakınlığını’ öne sürerek ‘uluslararası alanda’ iş takibine başlıyor.

Ne de olsa arkalarında ‘kapı gibi bakan’ var.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ar damarımız genetik olarak çatlak olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Seçim mi, MHP mi?

23 Mayıs 2002
<B>İŞ</B> dünyası ve <B>‘bir kısım’ </B>siyaset <B>‘erken seçimi tartışmamaktan’ </B>yana. Diyorlar ki: ‘Erken seçim ülkeyi batırır. Ekonomik programı çökertir.’

Bu konuda ‘Korkmayın canım, bir şey olmaz’ diyen Derviş’i de, ‘Türkiye’de seçim mi gördü ki, konuşuyor’ diye susturmaya çalışıyorlar.

Peki ‘erken seçim’in alternatfi ne, bunu kimse düşünüyor mu?

Bence ‘Erken seçim olmasın’ derken, karşısına ‘Peki o zaman ne olsun’ diye bunun aksini de koymak lazım.

Hadi koyalım.

‘Erken seçim olmazsa, ne olabilir?’

Başbakan Ecevit’in ‘normal seçim’ gününe kadar görevini sürdürebileceği konusunda bir ışık görüyorsanız, mesele yok.

Ama ya Ecevit Nisan 2004’e kadar ‘dayanamazsa’!

Ne olacağı net ve açıkça görünüyor.

Bu ‘uyum’ hükümeti bitecek ve yeni bir koalisyon oluşacak.

Aynı partilerle veya farklı partilerle.

Ama bir parti bu koalisyonda mutlaka olacak ve kuvvetle muhtemel aynı zamanda başbakanlık da bu partide olacak.

O partinin adı MHP.

MHP iktidarın büyük ortağı olacak ve Bahçeli de başbakan.

MHP’nin başkanlığındaki bir hükümette ‘Kemal Derviş’ adında bir bakan olacağını umuyor musunuz?

Olmayacak elbet.

Peki Derviş’in ekonomik politikalarının MHP başkanlığındaki bir hükümette süreceğini düşünüyor musunuz?

Sürmeyecek elbet.

Seçim atmosferine girmeye bile gerek kalmadan ‘ekonomik politika’ değişecek, Derviş hükümetten çıkacak.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla kavgalı bir dönem başlayacak.

Ve hatta Derviş’in zorlamasıyla çıkarılan pek çok ‘reform yasası’ndan geri dönülebilecek.

Soruyorum şimdi size, bunlardan hangisi ‘ekonomimiz açısından’ daha ‘iyi’ veya daha ‘kötü’.

Mönü bu.

Kırk katır mı, kırk satır mı?

Seçin beğenin yiyin.

Hazmedebilene afiyet olsun.

Erdoğan Tayyip


BÜLENT Ecevit’e, ‘Bülent’, Tansu Çiller’e ‘Tansu’, Mesut Yılmaz’a ‘Mesut’, Recai Kutan’a ‘Recai’, Devlet Bahçeli’ye ‘Devlet’, Deniz Baykal’a ‘Deniz’ demiyoruz.

Bu kişilere hep ‘soyadlarıyla’ hitap ediyoruz.

Ama nedense Recep Tayyip Erdoğan’a herkes ‘Tayyip’ diyor.

Bugün başlayan ‘Tayyip gümbür gümbür geliyor mu?’ başlıklı dizimizde bu durum beni rahatsız edince Nurcan Akad’a ‘Nurcan niye Erdoğan demiyoruz da, Tayyip diyoruz. Ecevit’e Bülent demediğimize göre bu adama da Tayyip dememek gerekir’ dedim.

Nurcan da, ‘Haklısın ama böyle alıştık’ dedi.

Sonra da oturup bu duruma bir çözüm aradık.

Çözüm Nurcan’dan geldi:

‘En iyisi Tayyip Erdoğan mahkemeye başvursun ve soyadı olan Erdoğan’ı Tayyip yapsın, Tayyip olan adını da Erdoğan.’

Fena fikir değil.

Hazır değişmeye başlamışken, bu küçük değişiklik de iyi gider.

Mesaj da olur.

‘Siz bana uyamadınız ama ben size uydum.’

Hastaneye yeni tabela


LİDERLER zirvesi önceki gün bir hastane odasında yapıldı.

Galiba ilk kez.

Yabancı ajanslar da durumu dünyaya duyurmuşlar.

Dün gazetelere baktım, durumdan hafif bir rahatsızlık duyar gibiyiz.

Sanki Türkiye hastaneden yönetiliyormuş da, bu durum bizi küçük düşürüyormuş gibi.

Aslına bakarsanız, bu ‘hafif rahatsızlık’ haklı bir rahatsızlık.

Çünkü küçük düşmesek bile ‘kimi soru işaretleri’ oluşmuyor değil.

Fakat biliyoruz ki, bugünkü ortamda başbakan değiştirmemiz pek mümkün değil.

Siyasi dengeler buna izin vermiyor.

Peki o zaman bu ‘rahatsız edici’ durumdan nasıl kurtulacağız?

Benim iyi olduğuna inandığım bir fikrim var.

Başbakanı değiştiremiyorsak, hastanenin adını değiştirelim ve kapıdaki ‘Başkent Hastanesi’ tabelasını indirip, yerine ‘Başbakanlık’ yazalım.

Böylelikle tarihte ilk kez Başbakanlık’ta ‘vatandaşa sağlık hizmeti veren ülke’ konumuna da geliriz.

‘Siyaset ülkeye hizmet etmiyor’ diyenler de ‘madara’ olur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Aptallara cevap vermekle aptallık ettiğimizi bildiğimiz halde aptallara cevap verme alışkanlığımızdan vazgeçebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku