Eyüp Can

Şaşkın ördek (*)

30 Mayıs 2010
BİR kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının sebebi ne olabilir? Bu ilginç soruyu ilk lise yıllarımda Mevlana’nın Mesnevi’sinde okumuştum.
O gün bugündür bu konu ciddi biçimde kafamı kurcalar...
Neden kurcaladığına geleceğim ama öncesinde dilerseniz Rumi’ye kulak verelim...
“Bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm...
Şaşırdım kaldım... Derken aralarındaki birlik nedir onu bulayım diye hallerine dikkat ettim...
Şaşkın bir halde yaklaştım.
Baktım gördüm ki ikisi de topalmış...”
¡ ¡ ¡
Genetik bilimciler insanların kendileriyle benzer-türdeş olanlarla birlikte olmaktan hoşlandıklarını söylüyor.
Yani hepimiz doğamız gereği kendi benzerini arıyor şu hayatta...
Kimi zaman bu benzerlik aynı takımı tutmak, kimi zaman aynı partiyi desteklemek, kimi zaman aynı dine inanmak, kimi zaman da aynı ülkeye-millete ait olmak...
Kimlikler üzerimize üzerimize geliyor...
Kimi zaman biz seçiyoruz kimliğimizi kimi zaman kimlikler bizi...
Karga kargayla uçuyor, leylek leylekle...
Bazen sıra dışı durumlar yaşanıyor Rumi’nin anlattığı gibi...
Ama sonuçta farklı cinsten olsalar da onları bir araya getiren şey benzerlikleri...
Topal olmasalar birlikte uçmayacaklar...
O zaman birlikte uçmak için illa hepimizin topal mı olması gerekiyor?
Ya da uzun zamandır beni meşgul ettiği şekliyle sorayım...
Benzerlik ve benzemezliklerimizle birlikte nasıl yaşayacağız?
¡ ¡ ¡
Kestirme cevap ortak paydalar...
Ama hem benzerine meftun doğamız hem de ortak olmayan çok sayıda paydamız var, o halde nasıl olacak?
Avrupa yüzlerce yıllık kanlı savaştan sonra bu konuda iki alternatif model geliştirdi.
Bir yanda Fransa’nın öncülüğünü yaptığı kimi zaman asimilasyona varan entegrasyon politikası, yani farklılıklara rağmen benzeşen bir üstkimlik yaratma çabası...
Diğer yanda İngiltere ve Hollanda’nın öncülük ettiği farklılıkları olduğu gibi kabul eden çokkültürlülüğe dayalı bir siyasi sistem...
2000’li yılların başına kadar bu iki örnek model kendi içinde epey övüldü ve başarılı bulundu...
Fakat tarihin bir cilvesi olsa gerek en güçlü göründüğü dönemde bu iki model de aynı anda çok büyük darbe aldı...
¡ ¡ ¡
Fransızlar bir sabah uyandı ve ülkelerinde sokakları ateşe veren öfkeli göçmenler gerçeği ile tanıştılar.
Çokkültürlülüğün beşiği Hollanda Theo van Gogh’un öldürülmesiyle bir anda toplumsal paranoya ve kültürel çatışmanın merkezi haline dönüştü.
Ne entegrasyon (benzeştirme) politikası ne de çokkültürlülük (benzemezler gettosu) tek başına istenen sonucu verdi...
Şimdi bütün Avrupa ne yapacağını tartışıyor...
Türkiye ise bir yanda Avrupa Birliği perspektifi, diğer yanda geçmişin ağırlığı bir yol bulmaya çalışıyor...
Bir kesim Fransa gibi kalmak, bir kesim Hollanda gibi olmak istiyor...
Sorun şu ki ne Fransa zannettiğimiz Fransa ne de Hollanda şu haliyle umut vaat ediyor...
¡ ¡ ¡
Kimlikler hem birleştirici hem de bölücü...
Çoğaltmak da azaltmak da bölebiliyor...
Çokdinli, çokdilli, çokkültürlü, çokkimlikli olabilmek, ortak çoğalabilsek ve ortak yaşama alanı yaratabilsek ideal çözüm...
Ama maalesef farklı türden birçok insan için birlikte yaşayabilmenin tek yolu hâlâ topal olmaktan geçiyor...
Karga kargayla, leylek leylekle uçuyor...
Bu durumda bana da arafta “şaşkın ördek” olmak düşüyor...

(*) Bu yazı Şalom Gazetesi’nin son sayısında da yayımlandı.
Yazının Devamını Oku

Eşcinsel evliliği yasallaştıran DeanAK Partili siyasetçilere ne anlattı?

29 Mayıs 2010
İLK defa Amerikalı bir siyasetçiyi bu kadar çok beğendim. İtiraf ediyorum ben bu adamı çok sevdim.
Rahat, sofistike, sıfır kompleks, açık sözlü, eleştirel, daha ne olsun...
Howard Dean ile önceki akşam İstanbul’da bir akşam yemeğinde buluştuk.
Meğer Ankara’dan geliyormuş...
İktidar ve muhalefetten birçok siyasetçi ile görüşmüş.
Eşcinsel evlilikten İran’la yapılan uranyum anlaşmasına çok ilginç şeyler anlattı...
Ama önce Dean’e yakından bakalım...
¡ ¡ ¡
Onu herkes 2004’te Demokrat Parti adayı olarak Amerika’da başkanlık yarışına çıktığında tanıdı.
Oysa Vermont Valisi olarak çok ilginç bir siyasi kariyeri vardı.
Demokratların suspus olduğu bir dönemde Bush’un Irak’ı işgal politikasını açıktan ilk o eleştirdi.
Eleştirmekle kalmadı “Amerika için demokrasi” diye tabana yayılmış çok önemli bir karşı sivil hareket başlattı.
Ama Dean’i benim gözümde özel yapan öğrencilik yıllarında attığı bir adım.
Amerika’da öğrenciyken bir efsane gibi anlatılırdı Dean’in 1960’ların sonunda Yale Üniversitesi’ne başlarken verdiği dilekçe...
¡ ¡ ¡
Sivil haklar hareketinin henüz çok cılız olduğu yıllar.
Siyahlara karşı ayrımcılık diz boyu.
İşte böyle bir ortamda New Hampton’lu zengin muhafazakâr bir ailenin çocuğu olarak Howard okul yönetimine gider ve bir dilekçeyle “Yurtta oda arkadaşlarımın siyah olmasını istiyorum” der.
Herkesin siyahlara öcü gibi baktığı bir dönemde o onlarla yaşamak ister.
Çünkü ancak insanlar bir arada yaşar ve birbirlerini tanırlarsa önyargıların aşılabileceğine inanır.
Bu basit gerçeği hem siyahlara hem de beyazlara kısa sürede ispat eder.
¡ ¡ ¡
Tıp okumuş olmasına rağmen çok başarılı bir siyasi kariyer izler.
Vermont’ta sosyal devlet anlayışına sahip sıkı mali politikaların uygulandığı ve bütçenin açık vermediği ilginç bir model geliştirir.
Karısı ve kendisi Hıristiyan olmasına rağmen çocuklarını Yahudi mistisizmine uygun yetiştirir.
Çünkü onun için şekilci din anlayışından çok inançtır önemli olan.
Her ne kadar 2004’te adaylığı John Kerry’ye kaptırmış olsa da bugün Obama’nın Amerika’da başkan olmasının yolunu açan adamdır Howard Dean.
Obama’yı başkanlığa taşıyan “50 eyalet stratejisi”nin mimarı da Dean, gençleri mobilize edip internetten bağış toplama işini başlatan da.
Obama yönetiminde resmi bir görev almadı ama herkes onun gerçekten Demokrat bir Amerika yaratma çabasını ve Obama’ya iktidar yolunu açışını iyi biliyor.
¡ ¡ ¡
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen çok önemli bir makale yazdı.
Avrupa’ya açıktan “Sizin Türkiye’ye ihtiyacınız, Türkiye’nin size ihtiyacından daha çok” diyor.
Türkiye ve Brezilya’nın İran’la kotardığı uranyum anlaşmasını Amerika’dan gelen çatlak seslere rağmen hem Türkiye hem de Amerika açısından çok önemli buluyor.
Hatta öyle ileri gitti ki bir ara “Türkiye için iyi olan kısa vadede olmasa da orta ve uzun vadede Amerika için de iyidir” dedi.
Çünkü Dean’in kafasındaki Amerika tek güç olma iddiasından vazgeçmiş, yumuşak güç kullanarak çok boyutlu politika geliştiren bir vizyona sahip olmalı.
“Türkiye ve Brezilya biri sağ, bir sol, biri Hıristiyan, biri Müslüman bir ülke olarak hem ekonomisi hem dinamik yapısıyla parlayan iki yıldız” dedi.
¡ ¡ ¡
“Obama’nın bu anlaşmadan rahatsız olması söz konusu olamaz. Sorun şu, tam Amerika, Çin’i BM’de İran’a yaptırım konusunda ikna etmişken Türkiye bu anlaşmayı kotardı. Bu da ABD’nin oyun planını zorlaştırdı. Fakat Türkiye Amerika ilişkileri açısından endişe edilecek bir durum yok, çünkü siz hem Türkiye hem de Amerika için doğru olanı yaptınız...”
Türkiye ile çok yakından ilgili gördüm.
Laik-İslamcı ayrımını çok sahici bulmuyor.
Türkiye’nin içe kapandığına inanmıyor.
Ankara’da buluştuğu AK Partili siyasetçilere muhafazakârlığın aşırı vurgu yapıldıkça karşıtını geliştirdiğini şu çarpıcı örnekle anlatmış:
“Bush iktidara geldiğinde sadece benim yönettiğim eyalette eşcinsel evlilik yasaldı. İktidarı bıraktığında sayı 9’a çıkmıştı... Herkes Bush döneminde Amerika’nın daha da muhafaza-kârlaştığını düşünüyordu, doğru, bir tarafıyla muhafazakârlaştı ama diğer taraftan bu muhafazakâr söylem daha özgürlükçü söylemin de hiç olmadığı kadar gelişmesine katkı sağladı”.
Hayat zıddı ile kaim...
Kim derdi ki muhafazakâr Bush eşcinsel evliliği yaygınlaştırsın.
E bir de “İslamcı” diye suçlanan AK Parti iktidarında yaşananları düşünün...
Yazının Devamını Oku

Hayatımın ‘en komik’ protesto partisi

28 Mayıs 2010
HENÜZ 29 yaşında.

Şimdiden “dünyanın en önemli üç mucidinden biri” olarak gösteriliyor.

Hindistan asıllı, MIT Medya Laboratuvarı’nda doktora öğrencisi olarak çalışıyor.

Öylesine basit ama kullanışlı bir icat geliştirdi ki “dijital devrim” asıl şimdi başlıyor...

Hazır olun “Altıncı His” geliyor...

Yazının Devamını Oku

Kravatlarımı yaktığım o gün

26 Mayıs 2010
O günü hiç unutmuyorum...Diplomaları aldık, epey kalabalık bir grup arkadaş okulun arka bahçesinde toplandık. Başladım kravatlarımı bir bir yakmaya...
Tuhaf çocuksu bir davranıştı, ama nasıl bir sevinç, nasıl bir rahatlama...
Sanki boynuma geçirilen ilmek o an çözülmüş.
Meğer orada bulunan tüm arkadaşlar o ilmeği çözmek istiyormuş.
Herkes üzerinde kravat-kurdele ne varsa çıkarıp yanan kravatların üzerine attı.
* * *
O an hepimiz “Şimdi gerçekten mezun olduk” duygusuna kapıldık.
İsyan değildi bu...
Hatta yaptığımız şeyin ne kadar “salakça” olduğunu bile konuştuk...
Ama üzerimize giydirilen üniformalı-ezbere dayalı eğitimden öylesine sıkılmıştık ki...
Sembolik de olsa tepki koymak istedik...
* * *
Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim ve ortaöğretimde “serbest kıyafet” kararı aldı.
Nimet Çubukçu’nun kararlılıkla uygulamaya çalıştığı “serbest kıyafet” uygulamasını sonuna kadar destekliyorum...
Okul hayatım boyunca kara önlükten de, beyaz yakadan da, üç numara saç tıraşından da, tek tip gri pantolon, lacivert kravat-ceket uygulamasından da, bütün bu kıyafetlere yansıyan ezberci-şekilci eğitim anlayışından da nefret ettim.
Öylesine nefret ettim ki, sınıf arkadaşlarıma “Mezuniyet töreninden sonra tüm kravatlarımı yakacağım” dedim.
Ve o gün geldiğinde çocuksu bir zevkle bütün kravatlarımı yaktım.
* * *
Okullarda serbest kıyafet uygulamasına karşı çıkan iki grup var.
Bir, serbest kıyafetin disiplinsizlik ve eşitsizliğe sebep olacağını düşünenler.
İki, okul forması üreten tekstilciler.
Çubukçu serbest kıyafet uygulamasına geçmeden önce çok demokratik bir yol izledi.
Öğrenci, öğretmen ve velilerin katıldığı bir anket yaptırdı.
Anketin sonucu, öğrencilerin % 90’ı serbestlikten yana.
Veliler ve öğretmenler de çoğunluk itibariyle serbestliği destekliyor.
Yani ortada bir dayatma yok, tabandan yukarı bir serbestleşme talebi var.
Keşke benzer bir dönüşüm analitik olmak yerine dogmatikliği teşvik eden, soru sordurmak yerine cevap ezberleten eğitim anlayışına da yansısa...
* * *
Serbest kıyafetin disiplinsizliğe yol açacağını iddia edenler eğitimi askerlikle karıştırıyor.
Disiplin kıyafetle değil çocuğun okuluna duyduğu sevgi, saygı ve bağlılıkla oluşur.
Eşitlik ilkesine gelince... Doğrusu bu argümanı da anlamakta güçlük çekiyorum.
Mesela sevgili Rifat Hisarcıklıoğlu “O yaştaki çocuklara kıyafetleri üzerinden zengin-fakir ayrımı yaşatmayı hangimizin vicdanı kaldırır? Daha o yaşta adalet duygusu zedelenen çocuk ilerde ne hale gelir...” demiş.
Çocukları aşırı idealize-romantize eden bu yaklaşımı doğrusu Rifat Bey’e yakıştıramadım...
Tekstil sektöründen gelen tepki belli ki TOBB Başkanı’nı böyle bir açıklamaya itmiş.
Ama insaf!
* * **
Ne yani çocukları okulda tek tip giydirince adalet ve eşitlik mi sağlanmış olacak?
“Zengin fakir, markalı markasız ayrımcılığı başlarmış...”
Bir kere illa zengin fakir ayrımından bahsedilecekse bu özel okulla başlar.
Yoksa kendisi de kolej mezunu olan Hisarcıklıoğlu özel okullara da mı karşı?
Hiç zannetmem...
Ayrıca tek tip de olsa zengin yine gider özel terzisine diktirir, fakir pazardan alır.
Dahası bunlar çok demode yaklaşımlar çünkü moda çoktan demokratikleşti.
İmkânı olan Armani’den 200 TL’ye gömlek alır, olmayan LC Waikiki ya da Koton’dan 20 TL gibi gayet uygun bir fiyata yine markalı, yine tasarımlı gömlek giyer...
Modanın ulaşılmazlığı eskidendi, şimdi lüks bile kimilerinin gözünde ayağa düştü...
* * *
Hem bu eşitlik adına önlük-üniforma saplantısı hangi tarihsel bilincin sonucu?
Tek tip üniformalı eğitim ilk 16. yüzyılda aristokrat çocukları diğer çocuklardan ayırmak, onların ayrıcalıklı olduğunu vurgulamak için ortaya çıktı.
Sömürgecilik döneminde ise İngilizler otorite sağlamak adına Hindistan’da uygulamayı yaygınlaştırdı.
Polonya ve Rusya’da bile tek tip önlük uygulaması komünizmin sembolü olarak görüldüğü için 1990’ların başında kaldırıldı.
Sonra denetim ve yönlendirme işi okul aile birliklerine bırakıldı.
Amerika, Almanya ve Fransa’da serbest...
* * *
Doğu Bloku ülkeleri bile eğitimin içeriğini, sanayi ve teknoloji ile ilişkisini tartışıyor.
Biz de ise TOBB gibi şeffaf kayıtlı piyasa ekonomisinden yana bir kurum tabanın baskısına boyun eğip “serbest kıyafete” karşı çıkıyor.
Hisarcıklıoğlu “Bakanlık bu uygulamaya 2010’da geçerek tekstil sektörü ve milyonlarca liralık kaynağı heba edecek” dese hak veririm...
Çünkü gerçekten de uygulama bu yıl başlarsa en az 250 milyon dolarlık siparişi verilmiş iplik-kumaş ve depolarda bekleyen önlük-üniforma çöpe gidecek.
Yıllar önce kravatını yakmış bir öğrenci olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararını sonuna kadar destekliyorum...
Ama buradan bir “kravatıyla tekrar barışmış bir hayat öğrencisi” olarak Bakan’a dostça bir uyarım var...
“Nimet Hanım lütfen iyi bir adım atarken Türk ekonomisi için önemli bir sektörü mağdur etmeyin. Uygulamayı birkaç yıllık bir geçiş döneminden sonra başlatın. Böylece hem 250 milyon dolarlık stok heba olmaz hem de okul kıyafeti üreten şirketler alternatif iş modelleri geliştirir...”
Yazının Devamını Oku

Kemal Bey’in 10 milyar TL’si

25 Mayıs 2010
SORU şu...“10 milyar TL’lik bir bütçeniz olsa, bu parayı nereye harcardınız?”

Dört yıl önce Referans Gazetesi’nde Türkiye’nin saygın isimlerine sorduk bu soruyu.

İlginç olan şu...

Siyasetten akademiye birçok isim ‘fayda-maliyet analizine’ dayalı bu soruya yanıt vermekte güçlük çekti.

Hakan Altınay ve Gökçe Aytulu’nun hazırladığı dosyaya sadece 5 kişi cevap verebildi.

Yazının Devamını Oku

Kılıçdaroğlu gelip geçici bir rüzgâr mı?

23 Mayıs 2010
GEÇEN hafta “yıldızın parladığı dört buluşma anına” dikkat çekmiştim. Madem dördüncü buluşma gerçekleşti ve Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı seçildi gelin bugün Kılıçdaroğlu’nun estirdiği rüzgâra daha yakından bakalım...
Ne diyordu usta biyografi yazarı Stefan Zweig...
“Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı anlara tarihin akışı içinde ender rastlanır. Ben böyle anlara insanlık tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diyorum. Çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutarlar.”
¡ ¡ ¡
Kılıçdaroğlu’nun önce partisi CHP’de sonra da Türk siyasetinde estirdiği rüzgârı anlayamayanlar bunun medya tarafından estirilen ‘gelip geçici’ bir rüzgâr olduğunu iddia ediyorlar.
Oysa karşı karşıya olduğumuz siyasi tarihin akışında ender rastlanır bir an...
Aslında bir benzeri 2000’li yılların başında yaşandı...
Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde AK Parti, kurulduktan bir yıl sonra nasıl tek başına ‘muhafazakâr sağın’ iktidar alternatifi ve değişimin adresi olduysa, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında CHP de, ‘Kemalist solun’ yıllardır ertelenmiş değişim talebine karşılık geliyor...
¡ ¡ ¡
Evet, ortada bir rüzgâr hatta fırtına var, ama bu medyanın estirdiği gelip geçici bir rüzgâr değil, tabandan tavana yansıyan değişim talebi.
Doğru birdenbire çok hızlı ve çok güçlü esmeye başladı...
Bunun iki sebebi var...
Bir, CHP’lilerin yıllardır bastırılmış, ertelenmiş değişim ve iktidar talebi...
İki, Türkiye’nin AK Parti yönetiminde yaşadığı sekiz yıllık sancılı değişimin sonucunda ortaya çıkan iktidar yorgunluğu...
Bu yüzden hem CHP içinde hem de dışında rüzgâr hızlı esiyor...
Bu gidişle esmeye de devam edecek...

Kılıçdaroğlu, Erdoğan gibi karizmatik bir lider değil.
Ama zaten tam da öyle olmadığı için ilgi çekiyor.
Çünkü giderek büyüyen bir seçmen kitlesi için Türk siyaseti karizma yorgunu.
Bu yüzden sarkaç bir uçtan öbür uca salındı...
Konuşması çok akıcı değil hatta tutuk.
Cümleleri yeterince güçlü değil ama alabildiğine doğal.
Erdoğan gibi bir hatip karşısında bu doğallık yeterli olmayabilir.
Ama Erdoğan karşısında bu yetersizliğini ‘sakin güç’ duruşuyla dengeleyebilir.
AK Parti iktidarında Türkiye çok önemli bir dönüşüm yaşadı.
Bu dönüşümden memnun olanlar da var olmayanlar da.
Kılıçdaroğlu mütevazı kişiliği, halka yakın dürüst duruşuyla sadece hizipçiliğiyle meşhur CHP’yi bütünleştirmedi bir anda tüm memnuniyetsizlerin sesi oldu.
Şimdi en önemli sınavı bu değişim talebini CHP yönetimine nasıl aktaracağı...
¡ ¡ ¡
Dikkat edin başından beri hükümeti rejim tartışmalarının içine çekmiyor.
Yoksulluk ve yolsuzlukla vuruyor...
Bu da AK Parti karşısında ilk defa ciddi bir muhalefetin doğuşunu müjdeliyor.
Fakat her şeyden önemlisi halk Kılıçdaroğlu’nda tıpkı Erdoğan gibi kendisini görüyor.
Erdoğan kendisini engellemek için üretilen tüm senaryolara rağmen nasıl gelip geçici bir lider olmadıysa Kılıçdaroğlu da olmayacak.
Çünkü Kılıçdaroğlu bir yanıyla Erdoğan diğer yanıyla Erdoğan’ın antitezi gibi duruyor.
İşte bu ikili duruş onu Türk siyasetinde hızlı bir rüzgâra dönüştürdü.
Dün gerçekten de CHP tarihinde yıldızın parladığı andı.
Şimdi sıra Türk siyasetinde...
Yazının Devamını Oku

Boşluğun peşinde çıplak ayaklı üç sanatçı

22 Mayıs 2010
ÇIPLAK ayaklı üç sanatçı... Biri tenor, biri ressam, biri piyanist...
Her biri kendi alanında iddialı...
İsmail Acar, uzun süredir gelenekle moderni sentezleyen resimler yapıyor.
Burçin Büke, Haydn ve Mozart yorumlarıyla Berlin’den New York’a ayakta alkışlanıyor.
Hakan Aysev, Pavarotti’nin öğrencisi, Viyana’dan Buenos Aires’e güçlü yorumuyla birçok önemli operada başrol oynamış.
Ama bu kez onları bir araya getiren şey ne tek başına resim, ne piyano, ne de opera...


Aslına bakarsanız “altıncı elementin” peşindeler.
Ama onlar, bu akşam Aya İrini’de ilk gösterimini yapacakları gösteriye “Yunus Emre; 5 Duyu” adını vermişler.
Görme, duyma, dokunma, tat ve koku...
İlham kaynakları Yunus...
Yaklaşık iki yıldır bu proje için geceli gündüzlü çalışıyorlar.
Yunus’un dünyasını anlamak için ziyaret etmedikleri dergâh, müracaat etmedikler kaynak kalmamış.
Zikre de katılmışlar, batıdan doğuya kendi zihin dünyalarına da dalmışlar...
¡ ¡ ¡
Son hazırlıklar yapılırken çıplak ayaklı üç sanatçıyla buluştum.
Neden çıplak?
Dokunabilmek için...
Neden 5 duyu?
Birlikte duyumsayabilmek için...
Neden Yunus?
Onda kendimizi keşfedebilmek için...
Neden çıplak ayaklı üç adam?
Dostluk... Hani Yunus diyor ya...
Gerçek âşık oldun ise / Cihan nakşı nendir senin
Dost aynasın baktın ise / Suret nakşı nendir senin
¡ ¡ ¡
Burçin ve İsmail asker arkadaşıymış.
Hakan ve Burçin ise okul arkadaşı...
İlk fikir İsmail Acar’dan çıkmış...
“Neden birlikte beş duyu organını kullanarak bir Yunus çalışması yapmıyoruz?”
Farklı disiplinlerden sanatçıların birlikte iş yapması zordur...
Ego, kapris, uyumsuzluk...
Yunus’un diliyle...
“Ateşle birlikte dört türlü lezzet geldi / Bunlar şehvet, kibir, açgözlülük ve kıskançlık”.
Ama onlar ilk andan itibaren su ile birlikte gelen dört hale yönelmişler...
“Saflık, cömertlik, lütuf ve kavuşma...”
¡ ¡ ¡
“Sizi harekete geçiren şey ‘boşluk’ yani altıncı element olmasın” dedim...
Şöyle bir düşündüler...
İlk sözü Yunus’un şiirlerini besteleyen Burçin Büke aldı...
“Haklısın altın çocuk olarak Berlin’e gittim. Dünyanın en önemli konser salonla-rında klasik müziğin ustalarını yorum-ladım. Övgü de alkış da aldım. Ama hep şu boşluğu hissettim: Neden yaşadığım ülkenin değerlerini yeniden yorumlamıyorum?”
Hakan Aysev girdi araya...
“Operanın doğuşunda kilise müziği var. Oysa Türkiye’de dinsel müzik çok geri planda kalmış. Bir opera sanatçısı olarak Yunus’u yeniden yorumlamak çok heyecanlandırdı beni...”
Yunus’u ve dönemini resimle yorumlayan İsmail Acar son noktayı koydu...
“5 duyu projesi için sadece bir ressam, bir piyanist ve bir tenor bir araya gelmedik. Pelit kavrulmuş buğdaydan özel ‘Yunus Tatlısı’ hazırladı. Gülçiçek toprak, çimen, gül, inci çiçeği, misk ve amberle karışık ‘Yunus Kokusu’ üretti. En önemlisi bunların hiçbiri ticari değil. Gönülle yapıldı...”
Yoksa benim “boşluk” diye bildiğim altıncı element “gönül” müydü?
Yazının Devamını Oku

‘Üzülme anne, babamın iş elbiselerini koklarız...’

21 Mayıs 2010
HEPSİNİN fotoğrafına tek tek baktım...

Hepsi vesikalık, hepsi zoraki...

Bir tek o kızı Ebrar’la birlikte.

Poz mu vermiş, kederden mi düşünen adam haliyle pembe pembe gülümseyen kızına sarılmış belli değil.

Belki ben de bir kız babası olduğum için Zonguldak’ta hayatını kaybeden 30 madenci arasında dün gün boyu gözümü onlardan alamadım.

Yazının Devamını Oku