Eyüp Can

‘Bu Davutoğlu da çok oluyor artık!’

19 Mayıs 2010
BEŞ yıl kadar önce Mavi Jeans’in İngilizce bir reklam kampanyası vardı...

Dünyanın önde gelen kot firmasının yöneticileri Mavi Jeans’in yurtdışı başarısından fena halde rahatsız, aralarında konuşuyorlar...

“Aynı mal deme George, aynı mal deme... Bu Türkler de çok oluyor artık!”

Türk markalarının dünyaya açılım sürecinde milat olmuştu Mavi’nin reklam stratejisi.

Fakat ürettiği her iki kottan birini yurtdışı pazarlarda satmayı başarmasına rağmen Mavi bu çarpıcı reklam kampanyasının hemen ardından bir girişim sermaye fonuna satıldı.

Yazının Devamını Oku

Ali Koç’un o hali

18 Mayıs 2010
PAZAR akşamı Ali Koç’un o halini görmeliydiniz...Film gibi her şey tam önümüzde oldu.

Biz yukarıda, o aşağıda...

Birkaç dost avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz: “Aliiiiiii, Aliiiiiiiii...”

Duymuyor...

Cebinden arıyoruz telefonuna bakmıyor...

Yazının Devamını Oku

Siz kime sadıksınız?

16 Mayıs 2010
KENDİLERİNİ ‘sadakat uzmanı’ olarak tanımlıyorlar. Biri Türk, diğeri Amerikalı...
Lerzan Aksoy ‘tüketici ve ilişki davranışları’ hocası, Timothy Keingingham ise Ipsos Loyalty’nin strateji direktörü...
Beş yıl önce Amerika’da Loyalty Myths’i (Sadakat Söylenceleri) yayımladılar.
Arkasından ‘Why Loyalty Matters’ı yazdılar...
Yazmakla kalmayıp bir de ‘sadakat danışmanlığı’ sitesi kurdular...
¡ ¡ ¡
‘Sadakat Testi’ni uygulayabilmeniz için kitabı almanız gerekiyor.
Ben aldım ve internet üzerinden sadakat anketini uyguladım, sonucu birazdan aktaracağım ama önce gelin kitaba bakalım.
Tezleri şu: Bireyciliğin giderek yayıldığı, insanların aşırı mobilize olduğu günümüz dünyasında sadakat zannettiğimizden daha önemli...
Bakmayın siz sadakatin demode bir kavrammış gibi kullanılmasına ya da eşinizi aldatmakla sınırlandırılmasına...
Eşe, işe, sevdiklerinize, çalıştığınız şirkete, ülkenize sadakat hâlâ çok önemli...
Çünkü en mutlu ilişkiler, en başarılı şirketler, en güçlü ülkeler hâlâ ‘sadakat’ üzerinden yükseliyor.
Müşteri sadakati sağlayamayan marka kısa sürede pazar payını kaybediyor...
Çalışan sadakati sağlayamayan şirketin performansı düşüyor...
İşine sadık olmayan işveren patronluktan oluyor...
Eşine sadık olmayan eşini, arkadaşına sadık olmayan dostunu kaybedip hızla yalnızlaşıyor.
Yalnızlık tatminsizliğe, tatminsizlik mutsuzluğa sebep oluyor...
Çok mu soyut oldu?
Gelin o halde somut verilere bakalım...
¡ ¡ ¡
Türkiye’den Amerika’ya ‘yaşamından bütünüyle tatmin olduğunu’ söyleyenlerin oranı % 5.
Bu oran Amerika’da 50 yıl önce % 20. Yarım asırda yaşam standardı üç kat artmış ama mutluluk hızla düşmüş.
Yoksulluk elbette insanları mutsuz ediyor ama para tek başına mutluluk getirmiyor, hatta belli bir eşikten sonra maddi refah insanları daha tatminsiz ve mutsuz kılıyor...
Gelelim şirket ve marka sadakatine...
Amerika’da şirketler 4 yılda çalışanların yarısını kaybediyorlar.
Müşterilerin yarısı ise 5 yılda bir kaybediliyor.
Peki ya aile sadakati?
Bir yandan üç evlilikten ikisi boşanma ile sonuçlanıyor diğer yandan ‘bekâr anneler’ kavramıyla çekirdek aile yok oluyor.
1950’lerde Amerikan toplumunun yarısı çekirdek aileye sahipken bu oran şimdilerde % 20’lere düşmüş.
Peki müşterinin markaya, çalışanın şirkete, işverenin çalışana, eşlerin aile kavramına, vatandaşın sisteme sadık olmadığı bir dünyada nasıl hem mutlu hem de başarılı olacağız?
¡ ¡ ¡
Bir kere sadakati bacak arasına indirmekten vazgeçerek...
İnsan denen kompleks varlığın hayatta çok farklı sadakat ve bağlılık ilişkileri geliştirebileceğini kabul ederek...
İşine bağlı biri çok kolay eşini ve evini ihmal edebiliyor ya da tam tersi.
Tim ve Lerzan Aksoy “Öyleyse sadakati pasif, donmuş, demode bir kavram olarak değil aktif katılımla sürekli yenilenen bir kavram haline dönüştürmeliyiz” diyor.
Kitap bunu yapan şirketlerin nasıl başarılı olduklarını, sadık çiftlerin zorluklara rağmen nasıl kalıcı mutluluğu yakaladığını anlatıyor...
¡ ¡ ¡
Günlerdir Deniz Baykal’ı CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa noktasına götüren kasedi kendi ahlak anlayışımıza göre tartışıyoruz.
En son Başbakan toplumsal ahlakın önemine vurgu yapıp “Eşine ihanet eden mağdur olamaz” dedi. Politik olarak haklı olabilir ama ben meselenin politik boyutunu tartışmıyorum...
Ama sadakat sadece eşlerimiz söz konusu olduğunda aklımıza geliyorsa oradan toplumsal bir ahlak değil olsa olsa ikiyüzlü bir ahlak anlayışı çıkar.
Bu yüzden sadakati tartışacaksak tüm yönleriyle konuşmalıyız.
Eşe, işe, aileye, partiye, demokrasiye, ülkeye ve evrensel değerlere sadakat...
¡ ¡ ¡
Ben Ipsos’un Sadakat Testi’ni denedim zayıf ve güçlü yanlarımı gördüm...
İlla kitabı okumanız ve internette testi doldurmanız gerekmiyor.
Çünkü en iyi sadakat testi aslında kendi vicdanımız.
Başkalarını sadakatsizlikle suçlamadan önce vicdanınızı test edin...
Hz. İsa “İlk taşı aranızda günahsız olan atsın” demişti.
Ben sadakati vicdanından önce bacak arasında arayan ‘vicdansızlar da atabilir’ diyorum...
Sadakat önceliğiniz değişebilir, yeter ki herkesten ve her şeyden önce vicdanınıza sadık olun...
Yazının Devamını Oku

Dört buluşma anı

15 Mayıs 2010
NE zaman hızlı akan gündemden yorgun düşsem Stefan Zweig’a sığınırım...<br><br>Özellikle de Yıldızın Parladığı Anlar kitabına... Dünün Dünyası’dır aslında usta biyografi yazarı Zweig’da beni çeken...
Çünkü kendi hikâyesidir anlattığı, 1900’lü yılların Avrupa’sına tanıklık etmiş bir yazarın, dünyanın bir daha eskisi gibi olmayacağına inançla kendi içine dönüşü...
21. yüzyılın başında kimi zaman tıpkı onun gibi ben de dönmek isterim içime...
* * *
Ama öyle anlar vardır ki, yaşarken tam olarak farkına varamadığımız...
İşte o anlara ‘Yıldızın Parladığı Anlar’ diyor Zweig...
“Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı anlara tarihin akışı içinde ender rastlanır. Ben böyle anlara insanlık tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diyorum. Çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutarlar.”
* * *
İstanbul’un fethinde açık kalan kapıyla başlar, Lenin’in Mühürlü Treni ile biter.
“Kitapta yer alan tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim, katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim” der Zweig...
Çünkü ona göre tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz anlarda, kendisine yardım için uzanan ellere gereksinim duymaz...
Şimdi ben de size hiçbir katkı yapmadan geçen hafta yoğun gündem arasında gerçekleşen “dört buluşma anını” aktaracağım...
Geçmişin karanlığına değil, geleceğin belirsizliğine ışık tutabilmek için...
* * *
Birinci buluşma anı:
MÜSİAD Başkanı Ömer Vardan, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’le buluştu.
TÜSİAD ve MÜSİAD kurulduğundan bu yana ilk kez böyle bir görüşme oluyor...
Boyner ve Vardan, “Her şeyin bir zamanı varmış, o gün bugünmüş” diyor...
Lütfen arada kaynayıp gitmesine müsaade etmeyin, bir yere not edin...
“O gün bugünmüş...”
* * *
İkinci buluşma anı:
Tayyip Erdoğan yanına 10 bakan ve yüzlerce işadamı alarak Atina’ya uçtu, zor günler geçiren Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu ile buluşmak için...
Vize kolaylığından yeni yatırım alanlarına onlarca konu var gündemlerinde...
Ama iki liderin esas mesajı şu: “Silaha değil barış ve dostluğa yatırım yapalım...”
Demek ki sadece TÜSİAD ile MÜSİAD arasında değil Türkiye ve Yunanistan arasında da “O gün bugünmüş...”
Lütfen bunu da yazın bir kenara...
* * *
Üçüncü buluşma anı:
Hafta başı Ankara’da Türkiye ile Rusya arasında tarihi bir buluşma yaşandı...
Enerjiden vizeye Karadeniz ve Kafkaslar ekonomik olarak birbirine bağlandı...
* * *
Şimdi gelelim “dördüncü buluşma anına”...
CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa eden Deniz Baykal partisinin geleceğini konuşmak için dün evinde Kemal Kılıçdaroğlu ile buluştu.
Kılıçdaroğlu, Baykal’ın “uzlaşma halinde değişimi destekleyeceğini” söyledi.
Destekler ya da desteklemez, hiç fark etmez...
Dünkü görüşmeden sonra Deniz Bey bile CHP’nin değişimini engelleyemez...
En fazla erteleyebilir...
Hele de Erdoğan “Eşine ihanet eden mağdur olamaz” açıklamasını yaptıktan sonra...
* * *
Zweig’ın Viyana’da başlayıp Brezilya’da intiharla sonuçlanan hayatı başlı başına bir yazı konusu.
Maalesef Zweig bir yıldız gibi parlayan kalemi ve yüreğine rağmen Nazizmin bir daha gitmemek üzere Avrupa’yı teslim aldığına inandığı için karısıyla birlikte intiharı seçti.
Oysa intiharından çok kısa bir süre sonra Nazizm bir daha geri dönmemek üzere tarih sahnesinden silindi...
Son günlerde Türkiye’de yaşananlara bir anlam veremiyorsanız önerim Yıldızın Parladığı Anlar’a sığının.
Çünkü birbiriyle alakasız gibi görünen bu “dört buluşma anı” geçmişin karanlığını aydınlatmasa da, içerde ve dışarıda Türkiye’nin geleceğine ışık tutuyor.
Bir yanda “bel altına inen” bir savaş, diğer yanda “tarihi uzlaşmalar...”
Biliyorum kafa karıştırıcı, bu yüzden alt alta not edin diyorum...
Yakından bakınca iyi görülmüyor, çünkü bunlar Yıldızın Parladığı Anlar...
Yazının Devamını Oku

Başkanı afallatan ölümcül soru

14 Mayıs 2010
MONİCA Lewinsky skandalı patladığında Amerika’da öğrenciydim. <br><br>Bir derste Amerikan medyasının bu skandalı ele alış biçimini inceledim. Hiç abartmıyorum bir yıl boyunca Amerikan medyası Clinton-Monica ilişkisiyle yattı kalktı.
Bir ara öyle bir hal aldı ki Amerika’nın uluslararası arenada oynadığı rol tartışmaya açıldı.
Çünkü ABD Başkanı Bill Clinton ne zaman Beyaz Saray’da bir ülkenin lideriyle basının karşısına çıksa konu dönüp dolaşıp Lewinsky skandalına geliyordu.
* * *
İster Yaser Arafat ile İsrail-Filistin meselesini konuşuyor olsun...
İsterse Rusya Devlet Başkanı ile nükleer silahlardan arınmayı...
Hiç fark etmiyordu...
Her defasında Amerikalı gazeteciler o en ciddi konuların ve konukların arasında skandala ilişkin bir soru soruyor ve basın toplantısının bütün seyri değişiyordu.
Bir ara Clinton devlet başkanları ile basının karşısına çıkmamayı bile düşündü.
Ama olamazdı...
* * *
Sonunda şöyle bir formül bulundu...
Beyaz Saray’a akredite gazeteciler, Clinton yabancı devlet başkanlarını misafir ederken soruşturmayla ilgili soru soramayacaklardı...
Gözler bir anda medya ile Beyaz Saray arasında yapılan centilmenlik anlaşmasının hemen akabinde 6 Şubat 1998’de yapılacak basın toplantısına çevrildi.
Clinton gayet rahat konuğunu ağırlıyor...
Konuk devlet başkanı iki ülke ilişkilerine dair çok ciddi açıklamalar yapıyor...
Ve gerçekten de gazeteciler soruşturmaya ilişkin sorulardan uzak duruyor...
* * *
Tam o sırada CNN Beyaz Saray muhabiri Wolf Blitzer elini kaldırdı...
Clinton kendinden emin Blitzer’e döndü.
Blitzer en ciddi ses tonunu takınarak önce iki devlet başkanının görüşmesine ilişkin kısa bir yorum yaptı, arkasından “Sayın Başkan merak etmeyin misafirinizin yanında soruşturmayla ilgili bir şey sormayacağım. Ben çok daha insani bir şeyi merak ediyorum” dedi...
Ve Amerikan basın tarihine geçen o “ölümcül soruyu” sordu...
“Monica Lewinsky’nin hayatı bu olaydan sonra sonsuza kadar değişti. Ailesinin hayatı da öyle... Merak ediyorum acaba bu durumla ilgili siz ne hissediyorsunuz? Bir de şu an eğer bir şey söyleyecek olsanız Monica Lewinsky’ye ne derdiniz?”
* * *
Clinton hiç beklemediği bir anda, hiç beklemediği birinden, hiç beklemediği bir şekilde gelen bu ölümcül soru karşısında resmen afalladı.
Uzun bir sessizlik oldu...
Sonra zoraki bir gülüşle Blitzer’e acı acı “That’s good! That’s good!” diye seslendi.
“Sorun çok çok iyi ama şu an yorum yapmak istemiyorum” diyebildi...
Medya günlerce Clinton’ın basın toplantısındaki o en çaresiz halini yayınladı.
* * *
Lewinsky skandalı ile Baykal’ı CHP Genel Başkanlığı’ndan hiç hak etmediği bir biçimde istifaya sürükleyen kaset skandalını karşılaştıracak değilim.
İki olay, iki ülkenin medyası ve iki toplum arasında elbette farklar var.
Ama Deniz Bey’in şu günlerde hiç aklından çıkarmaması gereken bir gerçek daha var.
Maalesef bu olay hiç beklemediği anlarda, hiç beklemediği kişiler tarafından, hiç beklemediği şekillerde karşısına çıkarılacak...
Baykal daha işin başında bunu düşünerek istifa etti.
Şimdi herkes “Geri dönecek mi?” diye soruyor...
Bence cevap Blitzer’in Clinton’a beklenmedik bir anda sorduğu “Monica’nın hayatı sonsuza kadar değişti...” cümlesinde gizli.
* * *
Clinton istifa etmedi ama hep bu olayın gölgesinde yaşadı...
Baykal onurlu bir biçimde istifa etti...
Bundan sonra ya genel başkanlık kamburundan azade bu kumpası kuranlarla hukuk savaşına girecek ya da yeniden genel başkan olup hiç beklemediği anlarda, hiç beklemediği kişilerle, hiç beklemediği şekillerde gölge boksu yapacak.
Şu anda evinin önünde siyasete dönmesi için ölüm orucu tutanlar bile var...
Ben bu aşamada Deniz Bey’e “Yaşamınız sonsuza kadar değişti, siyasi kararınız ne olursa olsun lütfen ölümcül soruların varlığını da hatırınızda tutun” derim.
Yazının Devamını Oku

Nesrin Baytok’u nasıl tanıdım?

12 Mayıs 2010
Nesrin Baytok’u nasıl tanıdım?2004 yılı başı...Doğan Grubu’nun ekonomi gazetesi Finansal Forum ’da, gazeteyi ismi dâhil baştan aşağı değiştirmek üzere, yayın yönetmeni olarak çalışmaya başladım. Nitekim kısa bir sürede gazetenin yayın anlayışı ve yazar kadrosu yenilendi...
Finansal Forum gitti yerine Referans geldi.
Nesrin Baytok’u bu değişim sürecinde tanıdım, çünkü Finansal Forum ’un köşe yazarıydı.
* * *
İki sebepten dolayı ilk onun yazılarına son verdim.
Bir, o günlerde Doğan Grubu’nda resmi olarak bir siyasi parti ile bağı bulunanların gazetecilikle siyaset arasında tercih yapması isteniyordu.
İki, Nesrin Hanım’ın partizan yazıları yapmak istediğim gazeteye tam uymuyordu.
Bu yüzden gayet medeni bir biçimde yollarımızı ayırdık.
O günden sonra bir daha da kendisiyle karşılaşmadım...
* * *
Bütün bunları niçin anlatıyorum...
Baykal’ı parti genel başkanlığından istifa sürecine götüren olaylarda iki kadının fazlasıyla mağdur edildiğini düşündüğüm için...
Deniz Bey önceki gün siyaseten hiç hak etmediği halde kendisine yakışanı yaptı ve onurlu bir biçimde istifa etti.
Keşke konuşmasında kendisiyle birlikte ‘mağdur edilen’
yarım asırlık hayat arkadaşı Olcay Baykal ve yirmi
yıldır
birlikte çalıştığı Nesrin Baytok’a da sahip çıksaydı.
İsim vermeden eşine ve ailesine bu zor zamanda verdikleri destek için atıf yaptı.
Ama Nesrin Baytok büyük bir soru işareti olarak kaldı...
* * *
Özel hayatın her anlamda ‘özel’ olduğunu, bir ilişkiyi onu yaşayanlar ve parçası olanlar dışında hiç kimsenin yargılayamayacağını anlamayan ahlak zabıtalarına söyleyecek sözüm yok...
Benim derdim özel hayatın mahremiyetini ayaklar altına alan bu tartışmada, Baykal’la birlikte Nesrin Baytok’un nasıl da hoyratça harcandığı ile ilgili...
Medya başından beri Baytok’la ilgili öylesine aşağılayıcı bir dil kullanıyor ki, utanç verici...
‘Deniz Baykal’ın sekreteriyken milletvekilliğine zıplayan Baytok’ ifadesi günlerdir yazılıp duruyor...
* * *
İma edilen şey çok açık...
Ama ben bu utancı daha fazla çoğaltmak istemiyorum.
Yönettiğim gazetede partizan bulduğum için Nesrin Baytok’un köşesine son verdim. Ama bu onun hiçbir özelliği olmayan, tamamen ilişkiler üzerinden kariyer yapan biri olduğu anlamına gelmez.
ODTÜ mezunu, kendisini iyi yetiştirmiş, siyasete tutkuyla bağlı, yıllardır siyasetin merkezinde, aileden CHP’li bir kadın siyasetçi o...
Ama bakıyorum CHP’li siyasetçiler adını anmamak için Baytok’tan ‘o kadın’ diye bahsediyor, medyada bazı kalemler ha bire ‘vurun kahpeye’ portresi çiziyor...
Allah’tan Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş yazdı da hatırladık...
* * *
Sanki özel kalem müdürüyken milletvekili olan tek siyasetçi Nesrin Baytok.
Erdoğan’ın özel kalem müdürü, Ecevit ve Demirel’in koruması liderlerine yakınlıklarından dolayı milletvekili olmadı mı?
O zaman niye kimsenin sesi çıkmadı...
Söz konusu kadın olunca mı ‘özel kalem müdürü’ gidiyor yerine ‘liderin sekreteri’ geliyor...
Kimse kalkıp erkek özel kalem müdürleri ve korumaların yakınlığı ‘cinsel değildi’ demesin eğer mesele ilkeyse yakınlıktan kaynaklanan istismar cinsellikle sınırlandırılamaz...
* * *
Baykal’la Baytok arasında iş ilişkisini aşan her şey onları ve ailelerini ilgilendirir.
Varsa bir istismar ‘o kadın’ diyenler zamanında hesap sorsaydı...
Eş ya da sevgili bir ilişkinin iç dinamiğini bilmeden kimseye söz söylemek düşmez.
İç dinamikleri ise ancak o ilişkiyi yaşayanlar ve parçası olanlar bilir...
Konu alçak bir komplo ile kamuoyuna taşındığı için Baykal hiç hak etmediği halde CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ederek gereğini yaptı...
Buna rağmen hala evli ve bir çocuk annesi Nesrin Baytok’u ‘o kadın’ ‘sekreter’ gibi sıfatlarla imalı bir biçimde aşağılamaya çalışanlar, milletvekilliğinden istifa etmesi için ‘vurun kahpeye’ kampanyası açanlar acaba hangi aşağılık komplekslerinin gereğini yapıyorlar...
Yazının Devamını Oku

Avrupalı gazetecilerin gözünden Baykal’ın istifası

11 Mayıs 2010
DENİZ Baykal’a ait olduğu ileri sürülen kasetle ilgili haberi aldığımda Yunanistan’daydım. Gazetecilik tecessüsüne rağmen ne internette yayınlanan görüntüleri izlemek geldi içimden ne de bu konuda bir şeyler yazmak...
CHP Genel Başkanı olarak Baykal’ı eleştirmek başka bir şey ama onu ‘en hassas’ olduğu yerden vurmak açıkçası midemi bulandırdı.
Hiç kimsenin özel hayatına tecavüz kabul edilemez.
Ama Türk siyasetinde bunu ‘en az hak eden kim’ diye sorsanız hiç tereddüt etmeden ‘Deniz Baykal’ derdim. 
* * *
50 yıldır özel hayatını her anlamda titizlikle korumuş bir siyasetçi Baykal...
Ne eş, ne çocuklar, ne kayınbirader, ne bacanak ne de enişte hiç duyduk mu Baykal ailesiyle ilgili herhangi bir haksız kazanç, rüşvet, yolsuzluk, kayırmaca, torpil haberi?
HAYIR...
 Türkiye’nin en köklü partisini yıllardır yöneten bir siyasetçi olarak Baykal ailesi ve yakınlarına dair kafamızda herhangi bir fotoğraf var mı?
YOK...
 Peki neden?
Baykal ve ailesi istemediği için...
İstememekle kalmayıp bugüne kadar bu konuda hep titiz davrandıkları için...
* * *
İstifa haberini dün Boğaz’da Avrupalı gazetecilerle katıldığım öğle yemeğinde aldım.
AB Büyükelçiliğinin organize ettiği yemekte Financial Times’dan Le Monde’a Avrupa’nın önde gelen gazetelerinin deneyimli temsilcileri vardı.
‘Bir gazeteci olarak bu konuda yazmak ve konuşmak içimden gelmiyor’ dedim.
Şaşırıp ‘neden?’ diye sordular...
Baykal’ın özel hayat konusundaki uzun yıllara dayalı tutumunu anlatıp tek kelimeyle cevap verdim:‘integrity’.
Sihirli bir kelime duymuş gibi ‘anlıyoruz’ dediler...
* * *
Türkçede tam karşılığı yok, ‘dürüstlük, güvenilirlik’ diye çevriliyor.
Oysa ‘integrity’ ‘uzun yıllara dayalı iç tutarlılığa sahip sağlam duruşu’ ifade eder. 
Deniz Bey’i politik olarak yerden yere vurabilirsiniz ama Bülent Ecevit’le beraber bu konularda en sağlam duruşa sahip siyasetçi olduğu gerçeğini unutmadan.
Hatta Baykal bu konuda Ecevit’ten bile hassas.
Çünkü rahmetli Bülent Bey’le birlikte siyaset yapan Rahşan Hanım vardı.
Baykal bırakın siyaseti ailesi ve yakınlarını adeta ‘görünmez’ kıldı.
Bu yüzden Baykal’ı ‘en hassas olduğu-en çok sakındığı yerden vurdular’ dedim Avrupalı gazetecilere...
* * *
‘İstifa eder mi?’ diye sordu biri...
Başka bir konu olsa ‘asla’ derdim ama söz konusu olan en çok sakındığı özel hayatı...
‘Integrity’sinden dolayı eder’ dedim.
Tam o sırada telefonum çaldı; ‘Deniz Bey canlı yayında şu an istifa ediyor...’ 
Hiç şaşırmadım, sadece içim acıdı...
Türkiye’yi iyi tanıyan El Pais ’den Juan Carlos da Financial Times’dan David Gardner da aynı anda ‘keşke politik hayatı böyle bitmeseydi...’ dedi.
Sadece ‘keşke’ diyebildim.
* * *
Peki Baykal’ın başına gelenler Avrupa’da bir siyasetçinin başına gelse ne olurdu?
Kimi Mitterand’ı hatırlattı, kimi Clinton’ı, kimi ise Berlusconi’yi...
Ama hepsi de ‘integrity’si olan bir siyasetçi aynı şeyi yapardı’ dedi.
Arkasından Türk siyaseti ve CHP’nin geleceği ile ilgili sorular geldi.
Açıkçası o an içimden konuşmak gelmedi, müsaade isteyip erken ayrıldım.
Dört gündür elimin gitmediği bir konuda yazmak için oturdum...
* * *
Bu yazıyı aslına bakarsanız sadece Deniz Bey’e şunu söylemek için yazıyorum.  
‘Sevgili Deniz Bey bu yaşananları ve bu şekilde istifa etmeyi hiç mi hiç hak etmediniz. Ama buna rağmen CHP Genel Başkanlığından özel hayatınıza laf ettirmeden ‘başı dik-alnı açık’ onurlu bir biçimde istifa ederek sadece özel hayatta değil siyasette de ‘integrity’ sahibi olmanın ne demek olduğunu yerli-yabancı, dost-düşman herkese gösterdiniz. ‘Keşke’ demek için çok geç... Siz size yakışanı yaptınız.
O kara tuzağı kuranlar (her kimse) kendilerine yakışanı...’
Yazının Devamını Oku

20 erkeğin hep birlikte çöktüğü an

9 Mayıs 2010
KARARLARINIZI akılla mı alıyorsunuz yoksa duyguyla mı?

Felsefe tarihi binlerce yıldır bu sorunun cevabını arıyor...

İnsanoğlunun “duygusal hayvan” olduğunu iddia edenler var ama Platon’dan bu yana genel eğilim “rasyonel hayvan” olduğu yönünde...

Oysa son yıllarda karar mekanizmalarımızın nasıl çalıştığına dair yapılan bilimsel çalışmalar “Esas belirleyici duygular” diyor...

Çünkü en rasyonel kararlarımızı bile aslında duyguların yönlendirmesiyle alıyoruz...

Akıl bir motor, beynin en analitik bölümünü bile harekete geçiren duygular...

 

Peki ama bunu bilmek işe yarar mı?

Çoğu zaman “hayır” fakat Jonah Lehrer ‘How We Decide (Nasıl Karar Veriyoruz)’ kitabında karar verirken beyninizin ödül ve ceza mekanizmasının nasıl çalıştığını iyi anlarsanız “işe yarayabilir” diyor.

Yazının Devamını Oku