8 Mayıs 2010
YUNANİSTAN ’dayım...Sokaklara taşan isyan, protesto ve çatışmanın arka planını anlamaya çalışıyorum... İnsanlar öfkeli...
Çünkü hiç kimse sahip olduğu yaşam standardını kaybetmek istemiyor.
Ama sokaklara yansıyan çatışma görüntülerine bakıp tüm bir ülke yangın yeri zannetmeyin, hayat tüm canlılığı ile devam ediyor...
Sokak gösterileri Yunan demokrasisinin alametifarikası...
* * *
Türkiye’de demokrasi ne kadar “devlet” merkezli ise Yunanistan da o kadar “birey” merkezli.
Yaşamını Türkiye ile Yunanistan arasında geçiren Herkül Millas bu durumu iki ülkenin tarihi ile açıklıyor.
Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de hayat hep devlet merkezli oldu.
Yunanistan’ın böyle bir geçmişi yok...
Herkül Millas iki ülkeyi derinden anlamaya çalışan İstanbul doğumlu saygın bir akademisyen...
Ne zaman buluşsak Yunanistan’ın “biraz daha devlet nosyonuna” Türkiye’nin ise “daha fazla bireysel haklara dayalı demokrasi anlayışına” ihtiyacı olduğunu söylüyor.
Hayali Türkiye’nin biraz Yunanistan, Yunanistan’ın ise Türkiyeleşmesi...
* * *
Baksanıza Türkiye’de devlet izin vermediği için Taksim’de 1 Mayıs ancak bu yıl kutlanabildi.
Yunanistan’da ise devletin herhangi bir şekilde sokak gösterilerine müdahale edebileceği düne kadar kimsenin aklına gelmezdi...
İronik bir biçimde Türkiye’de devletin otoriter gölgesi dağılırken, Yunanistan’da bireylerin keyfi tutumuna dayalı kaotik demokrasi anlayışı yerini daha fazla devlet müdahalesine bırakıyor.
* * *
Aklı başında her Yunanlı ipin ucunun kaçtığının farkında...
Yani ekonomik kriz sadece Yunanlıların yaşam standartlarını değil kaosa çok açık mikro demokrasi anlayışını da sorgulamalarına yol açtı.
Artık önüne gelen istediği yerde istediğini yapamayacak.
Hocasına kızan öğrenci sınıfın kapısına kilit vurup dersleri bloke edemeyecek.
Sendikalar iş yaşamını tembellik üzerine kuran pazarlıklara girişemeyecek.
Devlet sadece bol keseden harcama yapmanın aracı olarak görülmeyecek...
Gerektiğinde yaşam standardı ve kaotik demokrasi anlayışına müdahale edecek.
* * *
Süreç sancılı, bu yüzden Yunanlılar herkese ve her şeye kızgınlar...
Avrupa’nın 180 milyar Euro’yu kendi bankalarını kurtarmak için verdiğine inanıyorlar. Haksız sayılmazlar...
Avrupa ülkeleri ekonomik müdahaleyi geciktirerek hem Yunanistan’ın daha ağır bir bedel ödemesini, hem burnunun sürtülmesini, hem de Alman, Fransız ve İsviçre bankalarının Yunanistan’dan alacaklarının güvence altına alınmasını sağladılar.
Sadece bu üç ülkenin Yunanistan’dan alacağı 200 milyar Euro’ya yakın.
Yani AB ağır bir kemer sıkma politikası karşılığında Yunanistan’a borç verirken
aslında kendi bankalarının alacağını sağlama aldı...
Fakat yapacak bir şey yok...
* * *
Yunanistan iflasın eşiğinde bir ülke olarak bir yanda IMF diğer yanda AB, “kamu güvenliği, mali disiplin, otorite” gibi devlete ait kavramlarla yeniden tanışıyor...
İki komşu ülkenin iki ayrı uçta yer almasından müşteki Herkül Millas’ın dileği sancılı da olsa gerçek oluyor...
Yunanistan devlet otoritesi ve kemer sıkma politikaları ile tanışırken, Türkiye bir yandan hukukun sınırlarını diğer yandan otoriter devlet anlayışını sonuna kadar zorluyor...
Henüz iki ülke de kendi içinde dengesini bulabilmiş değil...
Türkiye ve Yunanistan’da tersinden yaşanan dengesizlikler aslına bakarsanız her iki ülkenin kendi dengesini bulma arayışından kaynaklanıyor...
Kısa vadede aşırılıklar yaşansa da orta ve uzun vadede galiba “Herkül’ün hayali” gerçek oluyor...
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2010
İKİ gün arka arkaya Ahmet Davutoğlu’nun bölgesel ve küresel vizyonunu anlattım...<br><br>Samimi fikrim Davutoğlu gibi reel politikayla ilkeli duruşu birlikte geliştiren bir dışişleri bakanı Türkiye için büyük bir şans... Bunda Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün katkısı da inkâr edilemez.
Fakat “yeni Türk bakışı” diye tanımladığım bu son derece önemli yaklaşımın bence iki temel eksiği var...
Biri dış politikayla ilgili, diğeri iç politika...
Dışarıdan başlayalım...
* * *
Uluslararası ilişkiler ilkeli ve idealist politikaların çoğu zaman işe yaramadığı tezleriyle dolu...
Bunun iki sebebi var...
Bir, ulusal çıkarlar çoğu zaman bölgesel ve küresel çıkarların önüne geçer, bu yüzden dünyanın ve bölgenin iyiliğine rağmen ülkeler, hatta o ülkelerin içindeki çıkar odakları kendi menfaatlerini daha büyük ortak menfaatler aleyhine tercih eder...
İki, insan beyni zannettiğimizden daha duygusal olduğu için en olmadık yerde en irrasyonel kararlar büyük bir coşku ile alınabilir...
* * *
Tabii bunun aksini savunan tezler de var ama dünya tarihi maalesef “ilkesiz reel politikacılardan” yana.
Davutoğlu’nun ilkeli, bölgeyi barış ve enerji havzasına dönüştürmek isteyen vizyonunda hiçbir sorun yok, ama bunu yapabilmesi için bölgedeki tüm ülkelerin aynı ortak vizyonu ve ilkeleri paylaşması gerekiyor.
Bölgemizde bu yaklaşımı paylaşan kaç siyasi lider var?
Türkiye, Suriye ile İsrail arasında çok tarihi önemde bir arabuluculuk yaptı.
Ama diplomatik barış görüşmelerinin tam ortasında İsrail tuttu Gazze’ye saldırdı.
Davutoğlu’nun ilkeli reel politikası, ilkesiz reel politika duvarına çarptı.
O gün bugündür bırakın ortak vizyon geliştirmeyi Türkiye’nin İsrail’le de
arası bozuk.
* * *
İran’la nükleer kriz konusunda Davutoğlu’nu hayli iyimser gördüm.
Bize “off-the-record” anlattıklarını başarabilirse hiç kuşkunuz olmasın Nobel Barış Ödülü’nü bile alabilir...
Ama hem İran’ın bugüne kadar gösterdiği ilkesiz yaklaşım, hem Batılı devletlerin farklı çıkarları ve tükenen sabrı bir anda Türkiye’yi çok zor bir konumda bırakabilir...
İlkeli reel politik bir kez daha popülist ve ilkesiz siyasete kurban gidebilir...
Ama ben tüm bu risklere rağmen Davutoğlu’nun ilkeli bir dış politika geliştirmesini hem bölge hem de Türkiye için çok büyük bir şans olarak görüyorum.
Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi Davutoğlu’nun ellerinde yeniden doğuyor ama çok temel bir eksikle...
* * *
Davutoğlu’nun dış politika vizyonunu tekrar hatırlayalım...
Halk diplomasisi, komşularla sıfır sorun, siyasi-kültürel-ekonomik entegrasyon, güven üzerine inşa edilmiş güvenlik politikaları, bölgede barış-istikrar-enerji havzası yaratma...
Çok güzel ama sorum şu...
“Ahmet Bey bölgede bir barış havzası yaratma vizyonunuz mükemmel. Peki ama bu dış politika vizyonunuz iç politikaya nasıl yansıyor?”
Bakın en son Wall Street Journal (WSJ) Erzincan’da yaşananlardan hareketle “Türkiye kansız bir iç savaş yaşıyor” dedi...
Diyelim ki WSJ “iç savaş” diyerek abartılı davranmış, iyi ama ‘bölgede-cihanda barış’ ilkesi üzerine inşa ettiğiniz dış politika vizyonunun zekâtı olsun iç politikaya yansıyor mu?
* * *
Lütfen hemen Türkiye’deki muhalefetin uzlaşmazlığına, statükonun direncine sığınmayın...
İran’la Amerika, İsrail’le Suriye, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki uzlaşmazlık AK Parti ile CHP ve MHP arasındaki uzlaşmazlıktan daha mı az...
Balkanlar’da Sırplarla Boşnakları, Irak’ta kanlı bıçaklı etnik grupları bir araya getirmeyi başarabilen dış politika vizyonu içerde neden yok?
“Cihanda barış” ilkesi muhteşem “yurtta sulh” ne zaman?
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2010
YOLCULUĞUN sonuna doğru Dışişleri Bakanı’na kafadan sordum... “Ahmet Bey sizin için sık sık ‘Türkiye’nin Kissinger’ı benzetmesi yapılıyor. En son Oxford’da Margaret Macmillan kullandı. Ne diyorsunuz?”
İki gün boyunca Davutoğlu ile en hararetli konuları konuştuk, hiç gerildiğini görmedim.
İlk kez sorum karşısında yüzü ekşidi...
“Ne diyebilirim ki...” dercesine ellerini açtı...
“Kissinger benzetmesi ile sizi övdüklerini düşünüyorlar” dedim...
“Farkındayım, ama benzetme doğru değil. Çünkü Kissinger sadece reel politikaya inandı. Oysa ben uluslararası ilişkilerde reel politika kadar ilkeler ve ideallere de inanıyorum...”
* * *
Haksız değil...
Kissinger politik dehasına rağmen Vietnam’dan Latin Amerika’ya en kanlı darbelerin mimarı!
Oysa Davutoğlu tüm teorik ve pratik vizyonunu, bölgede ve dünyada ortak çıkarlara dayalı “barış havzası” yaratmak için kullanıyor.
Bu yüzden “Yeni Osmanlı” tanımına en az Kissinger benzetmesi kadar karşı.
Oxford’da yaptığı “Bölgesel ve Küresel Düzene İlişkin Türk Vizyonu” başlıklı konuşması bu yüzden ayakta alkışlandı.
* * *
Tarihi dört döneme ayırıyor.
1- Kadim Jeopolitik Dönem.
2- Avrupa Merkezli Sömürgecilik Dönemi...
3- Soğuk Savaş Jeopolitiği Dönemi...
Ve son olarak, küreselleşme ile kadim geleneklerin yepyeni şartlarda yeniden harmanlandığı içinde bulunduğumuz dönem...
* * *
Bu muazzam yeni oluş döneminde geliştirdiği Türk vizyonu şu...
Kuzeyde Rusya’dan İngiltere’ye bir hat çizin...
Sonra Uzak Asya’da Çin, Hindistan ve Japonya’ya doğru bir hat çizin...
Bu iki hattın arasında kalan geniş coğrafyada ekonomisi en güçlü ülke Türkiye.
Dolayısıyla Afrika’dan Ortadoğu’ya Kafkaslar’dan Balkanlar’a nerede bir çatışma varsa bu herkesten önce Türkiye’nin sorunu.
Çünkü bu coğrafyada meydana gelen her türlü kriz herkesten çok Türkiye’yi etkiliyor.
* * *
Mesela Amerika’nın Irak’ı işgali, Afganistan, Rusya-Gürcistan, Suriye-Lübnan, İsrail-Filistin, Sırbistan-Bosna, muhtemel bir İran operasyonu...
Türkiye hem tarihsel sorumluluğu, hem de bugünkü siyasi ve ekonomik menfaatleri gereği bunların hiçbirine “Bana ne” diyemez...
Bu yüzden Irak’ta yeni bir hükümet kurulurken Türkiye, Amerika’dan bile daha fazla rol oynuyor, İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yapıyor, savaşın eşiğinde Davutoğlu Rusya ile Gürcistan’a aynı gün ziyarette bulunuyor, Sırbistan-Bosna sorununda tüm dünyayı şaşırtacak bir biçimde iki taraf da Türkiye’nin arabuluculuğuna güveniyor...
Tam da bu sebeple Davutoğlu İran’a karşı bir operasyon ve dışlayıcı yaptırıma karşı.
* * *
Hiç hayalci değil, zorlukların fazlasıyla farkında...
Fakat kısa sürede en zor konuları çözmeyi, en zor tarafları bir araya getirmeyi başardı.
İran’la nükleer krizin nasıl çözüleceğini “yazılmamak kaydıyla” anlattı, aynı şekilde Ermenistan’la derin dondurucuya kaldırılan protokollerin tekrar nasıl devreye gireceğini de...
Gidiş ve dönüş yolunda uçakta bizzat şahit olduk.
Giderken telefonda Bosna ile Sırbistan arasında yaşanan en son krizi çözüyordu, dönerken Irak’ta farklı etnik grupları bir araya getirerek hükümet krizini...
* * *
Batılı diplomatlar en çok da Sırbistan’ın Türkiye’yi “en güvenilir partner” olarak seçmesine şaşırıyorlar.
Hatta biri Sırbistan Başbakanı’na sormuş “Neden biz değil de Türkler?”
Cevap şaşırtıcı...
“Bizim Türklerle 500 yıllık geçmişimiz var, sizinle o noktaya gelmemiz için çok zaman geçmesi gerekiyor...”
Sırplarla çok uzun geçmişimiz var ama bu geçmiş güllük gülistanlık değil.
Eğer Türkiye bugün bu geçmişe rağmen Bosna-Sırbistan geriliminde “en güvenilir partner” rolü oynuyorsa bu Davutoğlu’nun vizyonunun neden “Yeni-Osmanlı” olarak nitelenemeyeceğini de gösteriyor...
Öyle olsa bırakın güvenmeyi en başta Sırplar karşı çıkar...
* * *
“Komşularla sıfır problem” derken de arka arkaya vizeleri kaldırıp bölgesel entegrasyonun önünü açarken de Davutoğlu’nun tek bir hedefi var...
Bir yandan Türkiye’yi Çin, Hindistan ve Brezilya gibi “merkezi” bir oyuncu yapmak, diğer yandan AB üyeliği ile bölgeyi “barış-istikrar-enerji havzasına” dönüştürmek...
İç siyasetteki kısır tartışmalardan bunalmış olabilirsiniz...
Ama bu vizyon Türkiye’nin AB üyeliğine “miyop” bakan Avrupalıları bile mest ediyor.
Maalesef Davutoğlu’nun “Yeni Türk Vizyonu” dışarıda içeriden daha iyi görünüyor...
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2010
EN son Foreign Affairs Dergisi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu için “Türkiye’nin Henry Kissinger’ı” benzetmesini kullandı... Batılı diplomatlar “entelektüel birikimi” ve dış politikada oynadığı “derin” rolden dolayı Davutoğlu’nu sık sık Kissinger ile kıyaslıyor.
Oysa Ortadoğulu siyasetçiler ona “Brother Ahmet” diye sesleniyor.
Diplomatlar için ise hâlâ “Hoca”.
Peki o kendisini nasıl görüyor, hangi tanım gerçekten onu anlatıyor?
* * *
Hafta sonu bir grup gazeteci Davutoğlu ile birlikte “Değişen Dünyada Türk Dış Politikası’nı tartışmak için Oxford Üniversitesi’ne gittik.
Davutoğlu’nu yaklaşık 20 yıl öncesinden tanıyorum fakat dışişleri bakanlığı koltuğuna oturuşunun birinci yılında kendisiyle yaptığım bu uzun ve kapsamlı seyahat onu teorisyen olmanın yanı sıra pratisyen olarak da daha iyi anlamama sebep oldu.
* * *
İlk gözlemim...
Bakanlığa rağmen “insani” özellikleri hiç değişmemiş.
Öyle ki diplomatlar bile ona hâlâ “Hocam” diyor.
Uzun bir süre “baş danışman”’ sıfatıyla Türk dış politikasına yön verdi.
Yedi yıl boyunca ona “Hocam” diye hitap edenler birden “Sayın Bakanım”a dönememiş, zaten o da istememiş...
İlişkilerinde alabildiğine rahat, samimi ve sıcak...
* * *
Bakan olduğu günlerde önüne onay için bir müsteşarının makalesi gelmiş.
Sormuş “Ne alaka?” diye...
Cevap: Dışişleri mensupları makale yayımlayacakları zaman bakanın onayı gerekir...
Çağırmış müsteşarı, yazıyı okumadan iade etmiş ve şu talimatı vermiş
“Hemen bu uygulamayı kaldıralım. Eğer bu koltukta oturuyorsanız zaten nerede ne yazacağınızı en iyi siz bilirsiniz. Değilse bu koltukta oturuyor olmanız yanlış”.
Peki ya bir diplomat Türk dış politikasına aykırı bir makale yazarsa?
“Fikirlerine kimse karışamaz ama idari olarak hesap verir...”
* * *
Bakan olduğu gün tüm bölümleri tek tek dolaşmaya başlamış.
Entelektüel anlamda ne protokol ne de hiyerarşiye inanıyor.
Hatta düzenli olarak yaptığı beyin fırtınası toplantılarında özellikle kıdemsiz olduğu için konuşmaya çekinenleri konuşturuyor.
Tek ilkesi var...
“Karar alınmadan önce en aykırı fikirlerin masaya gelmesini isterim. Ama karar alınmışsa kendim dahil herkesin o karara sonuna kadar uymasını beklerim...”
* * *
Bunları neden aktarıyorum, çünkü Davutoğlu “stratejik derinlik-adil hafıza-kamu diplomasisi-yumuşak güç-komşularla sıfır sorun” gibi kavramlarla sadece Türk dış politikasını değiştirmiyor aynı zamanda toplumun, partisinin ve bakanlığının zihin dünyasını ciddi biçimde dönüştürüyor...
Bu yüzden “Neo-Osmanlı, eksen kayması, Türkiye’nin Kissinger’ı, Ahmet Hoca ya da Ahmet Kardeş” klişelerine tek başına sığmıyor...
Oxford’da öylesine kuşatıcı bir konuşma yaptı ki, ayakta alkışlanan oturumu yöneten İngiliz akademisyen söyleyecek söz bulamadı.
“21. yüzyılda bu entelektüel birikim ve ustalıkta başka dışişleri bakanı var mı?
Henry Kissinger, belki bir de David Miliband...”
* * *
Bir Türk dışişleri bakanın İngiliz siyasetine beşiklik yapmış Oxford’da bu şekilde karşılanması gurur verici.
Ama Davutoğlu hem tevazuu hiç elden bırakmıyor hem de övgü dolu olsa bile bu tür tasniflerden hoşlanmıyor.
“Yeni Osmanlıcılık” kavramının da, Kissinger benzetmesinin de kendisini ve yapmaya çalıştığı şeyleri doğru anlatmadığını düşünüyor.
Neden mi?
Davutoğlu ile konuşmak “keyifli” ama bir de “maliyeti” var...
Çünkü bugünün en sıcak ve somut sorunlarına bile iki bin yıllık tarihi perspektifle cevaplar veriyor... Oysa yerim dar...
Ortadoğuluların Ahmet Kardeş’i neden Türkiye’nin Kissinger’ı değil?
İran’la nükleer kriz nasıl çözülecek?
Ermenistan’la protokoller ne olacak?
Türkiye’nin AB üyeliği, Kıbrıs sorunu, Balkanlar, İsrail-Filistin meselesi...
Derinlikli cevapların keyfini çıkarmak istiyorsanız yarını bekleyin...
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2010
YÜZLERİNİ görmüyorsunuz...<br><br>Şahsen tanımıyorsunuz... Ama “ortak bir duyguda buluşup” birlikte şarkı yapıyorsunuz...
İnanması zor ama oldu, Türkiye’nin ilk ve tek “open source” şarkısı yapıldı, yapılmakla kalmadı bir şehrin sembolü oldu.
Nasıl mı?
* * *
Yoğun ve stresli bir günün ardından twitter’da takipçilerine bir mesaj attı...
“Daha ne kadar istemediğimiz işlerin peşinde koşup duracağız?”
Sanki herkes hayat mesaisini erken kırmak için böyle bir mesaj bekliyormuş...
Arka arkaya hayli duygusal, alabildiğine şiirsel cevaplar gelmeye başladı.
Meğer ne çok insan istemeden çalışıyor, hayatın hızlı temposu yerine kendiyle baş başa kalabileceği, hatta tembellik edebileceği bir yaşamı özlüyormuş...
Uzun bir süre öylece kalakaldı...
* * *
Kısa bir mesaj daha gönderdi...
“Haydi bu sözleri toplayıp hep birlikte şarkı yapalım...”
Fikir herkesin hoşuna gitti ve bir saat içinde bir sürü söz geldi.
En az beş, en fazla yirmi beş kelime.
Topladı bütün mesajları önce şarkı formatına soktu.
Melodi zaten dilinde, bilgisayarında altyapıyı düzenleyip anında besteledi.
Mix, upload derken iki saat içinde “Yavaş Yaşamalı” çoktan hazırdı...
* * *
Neye daha çok şaşmalı...
Sıkıntılı bir anında hayatının en keyifli şarkısını yapmış olmasına mı?
Rock ve heavy metal geçmişine inat “yavaş yaşamayı” kutsamasına mı?
“Yavaş Yaşamalı” diye mırıldanırken şarkının çoktan bitmiş olmasına mı?
Yoksa “yalnızlığa iman etmiş” bir sanatçı olarak Türkiye’nin ilk ve tek en geniş katılımlı şarkısına imza atmış olmasına mı?
* * *
“Her şey yoğun-yorgun-sıkıntılı bir günde twitter’a attığım bir mesajla başladı” diyor Demir Demrikan...
“Yüzlerini görmediğim, şahsen tanımadığım insanlarla ortak bir duyguda buluşup birlikte şarkı yapma fikri acayip çekiciydi. Yaptık, dinledik, tartıştık, bir daha yaptık...”
Ne albüm, ne tanıtım, ne single...
Şarkı internet üzerinde kulaktan kulağa yayılmaya başlar.
Sonra bir gün bir mesaj gelir “Bu şarkıyı Türkiye’nin ilk ve tek ‘yavaş ilçesi’ Seferihisar’a hediye etseniz...”
Demir cevap verir...
“Şarkı tek başıma bana ait değil, madem birlikte yazdık birlikte karar verelim.”
Ortak karar: “Süper fikir, Seferihisar’a çok yakışır...”
* * *
Önceki gün Demir Demirkan hayranlarıyla birlikte Seferihisar’daydı, onlarla birlikte yazdığı şarkıyı, onların önerisi ve onayıyla Seferihisarlılara hediye etti...
Telefonda konuştum Eurovizyon’da aldığı birincilik kadar heyecanlıydı...
Kimi geyik yapmak için kullanıyor sosyal paylaşım ağlarını, kimi içindeki zehri kusmak, kimileri ise şarkı yapmak...
Hayata, insana hatta yaptığınız işe dokunmanın bin bir yolu var...
Amerika’da yeni trend “crowdsourcing”(*) yani “kalabalıktan çıkan yaratıcılık”.
Eskiden şirketler bazı işleri taşeronlara verirlerdi (outsourcing), teknolojide yaşanan inanılmaz gelişme artık Nokia’dan p&g’ye birçok şirketin ürün geliştirmeden, süreç yönetimine birçok işi kalabalıklara havale etmesine yol açıyor.
Çünkü hem daha ucuz, hem daha katılımcı, hem daha yaratıcı, hem de daha kârlı...
* * *
Kavramı ilk ortaya atan Wired Dergisi’nin editörü Jeff Howe bu yeni duruma “üretim süreçlerinin demokratikleşmesi” diyor...
Dijital çağ kalabalıkların tarihte hiç olmadığı kadar güç, yetenek ve yaratıcılıklarını göstermesine imkân tanıyor.
Uzmanlaşma elbette önemli ama artık klasik şirket şemasına giremeyen amatör ruhlu kalabalıklar da önemli...
Sanayi devrimi bitti, bilgi çağı başladı, şimdi sıra kalabalıkların gücünde...
21. yüzyıl klasik üretim-tüketim modelinin sonu olacak.
Çünkü her geçen gün tüketici pasif olmaktan çıkıp üretim sürecinin parçası oluyor...
Artık tüketici olmayacak, yeni kavram “türetici”
Kalabalıklar çağında bir lokantanın mönüsü de, otomobil dizaynı da, bir bankanın kredi çeşidi de bizzat kalabalıklar tarafından belirleniyor...
Hatta baksanıza twitter’da “ortak bir duyguda” buluşup şarkı yapanlar bile var...
Ne patron ne işçi, ne üretici ne tüketici...
Yeni kral TÜRETİCİ...
Crowdsourcing Kalabalıkların Gücü
Jeff Howe / Optimist Yayınları
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2010
BABAYI iyi tanıyorsunuz, Hulki Cevizoğlu...
Ama ben bugün size babayı değil Oğulcan Cevizoğlu’nu anlatacağım.
Çünkü Oğulcan’ın başarısı babasının tabiriyle “Boynuz kulağı geçer” hikâyesi...
100 bin TL ile bir ayda % 328 kazanç elde etmiş.
“Benim” diyen yatırım uzmanına taş çıkarmış.
Dahası bu başarı sadece onunla sınırlı değil, “liseli borsacılar kuşağının” habercisi...
Gelin isterseniz en baştan anlatayım...
¡ ¡ ¡
Oğulcan
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2010
BİR yanda “taciz” diğer yandan “kariyeri” ile gündeme gelen kadınlar...
Peki ya kariyeri dışında “tutkusunu hayata geçiren kadınlar...”
Bugün size ikisini anlatacağım...
Nurdan Tümbek Tekeoğlu ve Refika Birgül.
Hiçbir ortak noktaları yok...
Bambaşka meslekleri icra ediyorlar ama onları birbirlerinden habersiz bir araya getiren şey tutkuları...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2010
TAMAMI 20 kişi...Aralarında sadece biri kadın...Erkekler ya mahcup ya da başları öne eğik...<br><br>Bir tek o dimdik ayakta...
Elinde kendisinin kaleme aldığı bir metin, 20 muhtar adına konuşuyor...
Aslında ne bir mahalle, ne bir ilçe, ne bir il, ne bir bölge, ne de bir ülke...
Dün sabah saatlerinde Siirt Valiliği’nin önünde 19 erkek arasında, “duruşu ve konuşmasıyla” öne çıkan Hacer Çıtak bütün kadınlar adına cesaretle konuştu...
* * *
Yazının Devamını Oku