22 Haziran 2010
UZUN uzun anlatmaya gerek yok...
Bazen tek kare fotoğraf yüzlerce cümleye bedel...
Şemdinli saldırısından sonra ilk önemli fotoğraf siperden geldi.
Dün Hürriyet’in sürmanşeti “kararlı mücadelenin” fotoğrafıydı.
Fakat “çare”nin değil...
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
‘MASAL’ deyip geçmeyin...<br><br>Size bugün Benim Hikâyem’i anlatacağım. Daha doğrusu Benim Hikayem’in evde kızımla nasıl “en favori” masal kitabımıza dönüştüğünün hikâyesini...
Zelda henüz dört yaşında.
Ama Grimm Kardeşler’in iki asır önce kaleme aldığı Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i neredeyse ezbere biliyor...
* * *
Hangimiz bilmiyoruz ki?
Kötü kalpli üvey annesi tarafından kendisinden daha güzel olduğu için öldürülmek üzere ormana gönderilen, şans eseri ölümden kurtulup ormanda cücelerle beraber yaşamaya başlayan Pamuk Prenses’in hikâyesini...
Sürekli aynasıyla konuşan kıskanç kraliçenin üvey kızına yaptığı eziyetleri...
“Ayna ayna söyle bana benden güzel kim var şu sarayda...” histerisini...
Ormanda zehirli elmayla Pamuk Prenses’i öldürme planlarını...
* * *
Evet, hepimiz biliyoruz Pamuk Prenses’in hikâyesini...
Peki ya çocukluktan itibaren zihnimize kazınan “kötü kalpli, kıskanç, kendini beğenmiş, histerik” kraliçenin hikâyesi?
Disneyciler bir süre önce çok yaratıcı bir kitap yayımladı: “My Side of the Story”.
Doğan Egmont kitabı “Benim Hikâyem” adıyla çevirdi...
Kitabın iki kapağı var...
Ön kapakta Pamuk Prenses yüzyıllardır bildiğimiz “kendi hikâyesini” anlatıyor...
Fakat sağ altta minik bir not...
“Lütfen kitabı ters çevirin bir de hikâyenin öteki yüzüne kulak verin!”
* * *
Ben kitaba bayıldım, ama Zelda’yı hikâyeyi bir de Kraliçe’nin gözünden dinlemeye ikna etmem kolay olmadı.
Ne zaman kitabı tersinden okumaya başlasam “Baba o kötü kraliçe, Pamuk Prenses’e zehirli elma verdi” diyerek itiraz etti.
İyilik de kötülük de içimizde.
Binlerce yıllık tartışma konusudur, davranışlarımızı belirleyen genetik kodlarımız mı yoksa içinde bulunduğumuz çevre ve yetişme koşulları mı?
Genome’un yazarı Matt Ridley binlerce yıldır karşıtlık içinde ele alınan bu sorunun yanlış olduğunu ortaya koyan çok önemli bir kitap yazdı: “Nature via Nurture”.
Evet, katil bir babanın çocuğu da genetik olarak yüksek agresyona sahip oluyor, ama şiddete meyilli genetik yapı illa ki o çocuğu büyüyünce katil yapmıyor.
Yani genetik yapımızla çevre koşulları kişiliğimizi birlikte şekillendiriyor.
* * *
İyilik ve kötülük kavramı çocuklarda çok erken yaşta gelişiyor.
Çünkü bu kavramlar genetik kodlarımızda gizli.
Ridley insan doğasını bir çeşit genetik termostata benzetiyor...
Eğitim, aile ve çevre koşulları, genetik termostatlarımızı aşırı ısıtıp kaynama noktasına da getirebiliyor, dondurup buza da çevirebiliyor.
Yani genetik sıvılarınızın çok ateşli ya da soğuk olması, sizi sakin ya da asabi, iyi ya da kötü olmaya itiyor ama dış faktörler o itkiyi frenleyip yeniden şekillendirebiliyor.
Zelda bu yüzden ilk okuyuşta hikâyenin öteki yüzünü dinlemeyi reddetti.
Fakat ikinci akşam çok ilginç bir şey oldu.
Hiç hoşuna gitmese de Pamuk Prenses’ten sonra kitabı ters çevirip Kraliçe’nin hikâyesini okumamı o istedi.
Kraliçe’nin anlattıklarından çok hikâyenin öteki yüzü olabileceği fikri hoşuna gitti.
* * *
Bence bunun üç temel sebebi var...
Bir, genetik olarak iyilik ve kötülük kavramına farklı derecelerde eğilimli olmamız...
İki, algı dünyamızı baştan itibaren “kötü kalpli” kraliçeye karşı “pamuk kalpli” prensesin belirlemiş olması...
Üç, fikir yaratıcı olsa da kraliçenin hikâyesinin çok da ikna edici yazılmamış olması...
Tabii yazarların, daha doğrusu kraliçenin işi çok zor, çünkü yüzlerce yıllık bir algı var, nasıl çevireceksin tersine?
Ama denemiş, Zelda’yı ikna edemese de onu çok şaşırtan ilgi çekici hikâyesini anlatmış.
* * *
Aslında Pamuk Prenses’i ne kadar çok sevdiğini...
“Kötü kalpli üvey anne” imajından dolayı ne yapsa yanlış anlaşıldığını...
Yediğine, içtiğine, kıyafetine dikkat etmeyen, aklı bir karış havada, asi bir genç kız yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu...
Kocası öldükten sonra hiç istemediği halde entrikalarla dolu sarayda tüm yükün üzerine kaldığını...
Büyü ve zehirli elma iftirasını onu sevmeyenlerin attığını...
Tek arzusunun doğru beslenen, kılık kıyafetine dikkat eden, zarif, disiplinli, eğitimli, saray adabını bilen bir prenses yetiştirmek olduğunu...
Kendince anlatmış...
İkna olmanız şart değil, Türkiye gibi giderek kutuplaşan bir toplumda, her hikâyenin birden fazla yüzü olabileceğini anlamak için okuyun...
“Masal” deyip geçmeyin.
Aslında hayat iyi ve kötünün her an yer değiştirebildiği çok taraflı bir masal...
“Benim Hikâyem” sadece iki tarafı anlatıyor...
İster misiniz bir gün büyülü ayna, zehirli elma, avcı, yedi cüceler, prens hep birlikte dile gelsin...
Not: Dünkü yazımda Wilson Center ödül törenine, ne Amerikan Büyükelçisi ne de konsolosu katıldı demiştim. Büyükelçi değil ama konsolos oradaymış. Düzeltir özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
BİR ödül töreni düşünün, ödülü veren kurumun başkanı “korkusundan” ev sahipliği yapması gereken törene gelememiş... Bir ödül töreni düşünün, Woodrow Wilson adını taşıyor, törende ne Amerikalı bir siyasetçi, ne Amerika Büyükelçisi, ne de konsolosu var...
Bir ödül töreni düşünün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu dış politikada gösterdiği “üstün performanstan” dolayı alkışlamak için Amerikalılar tarafından organize edilmiş, Davutoğlu kürsüde, üstün performans savunması yapıyor...
Hak edilmiş bir ödül elinden kayıp gidiyor...
Tek kelimeyle hüzünlü...
* * *
Amerika’nın en önemli düşünce kuruluşu Wilson Center eğer sizi dış politikada yaptıklarınızdan dolayı Amerika’nın Nobel Barış Ödülü’ne layık görmüşse ve İstanbul Four Seasons’ta görkemli bir tören düzenleniyorsa, o gün orada ne yaşanmasını beklersiniz...
Haklı bir gurur, paylaşılan bir sevinç...
Oysa Davutoğlu çıktı “gereksiz” de bulsa eksen tartışmalarına cevap verdi, ABD’de kendisiyle ilgili oluşan olumsuz algıyı kırmak için “Dünyanın temel güç merkezi ABD’dir” diye başlayan gönül almaya dönük cümleler kurdu...
* * *
İdeallerle reel politika arasında yaşadığı sıkışmaya rağmen konuşması bir bütün olarak her zamanki gibi gayet etkileyiciydi.
Ama sorun konuşmasında değil, içine düştüğü durumda.
Onun şahsında AK Parti ve Türk dış politikası inanılmaz bir reaksiyonla karşı karşıya.
Ne kadar rahat görünmeye, işler yolunda görüntüsü vermeye çalışırsa çalışsın, Türkiye- Amerika ilişkileri İsrail faktöründen dolayı 1 Mart Tezkeresi’nden beter.
Öyle ki Türkiye, Amerika ile ilişkilerinin kaderini, İsrail’deki fanatikler koalisyonunun düşüşüne bağlamış durumda.
Sanki Netanyahu gitse yerine barışçıl bir hükümet gelecek!
* * *
Ben ne Akif Beki gibi Davutoğlu’nu kişiliği üzerinden eleştiriyorum ne de bazılarının iddia ettiği gibi Erdoğan ile arasında bir problem olduğunu düşünüyorum.
Hadi bir adım daha atayım...
“Aralarında bir problem olmadığını çok net biliyorum...”
Davutoğlu’nun kimilerince “hayalperest” bulunan vizyonuyla da büyük sorunum yok.
Türkiye’yi yeni dünya düzeninde bölgesel ve küresel bir güç yapma gayretinin nesi yanlış?
Fakat sorun şu ki...
“Bu yeni dünyanın temel güç merkezi ABD’dir” dedikten sonra Türkiye-ABD ilişkilerini 1 Mart’tan beter hale getirmesini ya da işlerin bu noktaya gelişini öngörüp engelleyememesini, daha da önemlisi Türk dış politikasının kaderini İsrail hükümetinin düşüşüne endekslemesini anlayamıyorum.
* * *
İran’da seçimlere hile karıştırdığı, muhalifleri acımasızca susturduğu halde ben şimdiye kadar Davutoğlu’ndan Ahmedinejad’a dönük bir eleştiri duymadım.
Eğer mesele ilkesel politikaysa İran bu ilkenin neresinde?
Ayrıca bırakın eleştiriyi, BM’de sırf İran’ı memnun etmek için Türkiye “temel güç merkezi ABD”ye kafa tuttu.
Hem de İsrail’le tam cephe “savaşsız savaş” dönemine girmişken...
Davutoğlu’nun ilkesel dış politikasına reel politikayı dışlamadığı ve akılcı olduğu müddetçe hiçbir itirazım yok.
İsrail’in kanlı baskınının savunulacak yanı yok...
Fakat Davutoğlu samimi olarak söylesin, gemi krizini Türkiye başından itibaren doğru yönetti mi?
* * *
Eğer “Yönettik” diyorsa tek bir sorum var...
İsrail askerleri Mavi Marmara’ya baskın yapmadan bir gün önce Davutoğlu, Başbakan Erdoğan’la Latin Amerika’da var gücüyle İsrail’le ilişkileri yumuşatmak için Netanyahu görüşmesini müzakere etmiyor muydu?
Peki, bu nasıl bir öngörüsüzlüktür ki iki ülke başbakanını bir araya getirmeye ikna ettiğiniz günün ertesinde iki ülke savaşın eşiğine geldi?
Öngöremediniz, İHH’yi kontrol edemediniz ve kriz patladı...
“Bu olay Türkiye’nin 11 Eylül’üdür” gibi neresinden bakarsanız bakın kendi kendimizi dolduruşa getirmekten öte anlamı olmayan bir açıklama yakıştı mı sizin zekânıza?
* * *
İsrail hükümeti ile tam cephe savaş pozisyonu, BM’de İran’ın hatırına ABD’yi karşınıza almışsınız, aynı günlerde Arap Birliği ne hikmetse İstanbul’da toplanmış, tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Kudüs’le ilgili o hayli provokatif açıklamayı yapmışsınız...
Bu arada Türkiye ve dostları İran’la diplomatik görüşmeleri Ahmedinejad’ın zaferi gibi sunan “o talihsiz” fotoğrafın şokunu henüz üzerinden atamamış...
Tamam, Türkiye’nin ekseni kaymış falan değil ama bir şeylerin elinizden kayıp gittiği, kontrolünüzden çıktığı çok açık...
Tıpkı hak ederek kazandığınız ödülün önceki gece elinizden kayıp gitmiş olması gibi...
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2010
ÜÇ ayda her şey bu kadar mı tersine döner...
Maalesef döndü!
Nedenine geleceğim...
Önce üç aylık çarpıcı dönüşümün hikâyesi...
***
Amerika’nın en önemli düşünce kuruluşu Wilson Center üç ay kadar önce her yıl merakla beklenen çok saygın Kamu Hizmeti Ödülü’nü “Türkiye’nin dış itibarının artırılmasındaki katkılarından dolayı” Ahmet Davutoğlu’na vereceğini açıkladı.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
PAZARTESİ Ankara...<br><br>Tam 7 saat süren ‘kritik’ bir Bakanlar Kurulu toplantısı.
Ve çıkan karar...
‘İsrail Hükümeti ya BM bünyesinde kurulan Bağımsız Araştırma Komisyonu’na temsilci gönderir ya da sert yaptırımları hayata geçiririz...’
‘Yaptırım Paketi’ hazır...
Neler mi var pakette, ne yok ki.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2010
CUMA akşamı saat 17.27’de Reuters Ankara’dan bir haber geçti.<br><br>Aynen aktarıyorum... ‘Başbakan Yardımcısı Ali Babacan: Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin bir miktar daha yüksek olması görüşüne katılıyorum.’
Tam piyasalar kapanırken gelen bu haber dikkatimi çekti...
Çünkü Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin ‘bir miktar daha yüksek olması’ görüşü, eğer ekonomiden sorumlu devlet bakanı Ali Babacan gibi çok ketum ve dikkatli biri tarafından dile getiriliyorsa bu piyasaları ciddi biçimde etkileyebilecek bir haberdir...
* * *
Hemen telefona sarıldım...
Önce finans piyasasından üst düzey iki yönetici ile konuştum.
İkisi de ‘eğer Babacan bu açıklamayı kafasındaki bir planı uygulamak için yaptıysa, hükümetin döviz rezervlerinin arttırılmasına dönük bir planı varsa ve bu açıklama o planın sinyali ise piyasalar çalkalanır’ dedi.
Ne demek piyasaların çalkalanması?
‘Avrupa ekonomisindeki belirsizlik yüzünden dalgalanıp duran dolar ve Euro hepten tutulamaz hale gelir, kur patlar TL değer kaybeder...’
Sokağın diliyle söylersek dolar 2 TL’yi bile geçebilir...
‘Çünkü bu ortamda Merkez Bankası’nın 73 milyar dolar civarında olan mevcut rezervini normal alımların dışında arttırması çok sayıda spekülasyona yol açar.’
* * *
Ne tür spekülasyonlar?
‘Hükümet bu adımı güven artırıcı bir önlem olarak düşünse bile, İsrail ve Amerika ile aramızda soğuk rüzgârlar eserken, piyasalar bunu ‘içerde ve dışarıda tedirgin olacak bir şeyler var’ diye okur ve anında tepki verir...’
Merkez Bankası günlük ihale yoluyla doğrudan 15, opsiyonlu 30 milyon dolarlık alım yaparak zaten belli bir plan dahilinde rezervini arttırıyor.
Eğer hükümet bu ortamda Merkez Bankası’na ‘daha fazla gaza bas’ derse bu mesaj bile kuru zıplatmaya yeter.
Özerk MB’ye hükümetin böyle bir mesaj vermesi ayrı bir tartışma konusu...
Olur ya bir de yabancı sermaye akışının zayıf olduğu böyle bir dönemde MB’nin piyasadan hızla döviz çektiğini düşünün, artık kim tutar kuru...
Mesela kimileri MB döviz rezervinin 100 milyar dolara kadar çıkmasını savunuyor...
* * *
Üç satırlık bir haberden yola çıkarak tüm bu senaryoları konuştuğum uzmanlar tek bir şart öne sürdü...
‘Acaba Babacan bu açıklamayı hangi bağlamda yaptı?’
Reuters’ın haberinde pek fazla detay yoktu.
Habere göre Babacan bu açıklamayı Plan Bütçe Komisyonu’nda yapmış...
Hemen Babacan’ın basın danışmanı Halit Ertuğrul’u aradım.
‘Bu tip konularda ayaküstü açıklama yapmaktan ısrarla kaçınan Ali Babacan Plan Bütçe Komisyonu’nda neden böyle bir açıklama yaptı?’
‘Sayın Bakan o açıklamayı ‘Merkez Bankası döviz rezervinin yüksek olması gerekir’ diyen bir milletvekilinin görüşüne karşılık yaptı...’
* * *
Yani spontane gelişti?
‘Evet tamamen spontane bir konuşmaydı...’
‘Babacan genelde spekülasyona açık açıklamalar yapmaz. Döviz rezervinin bir miktar yüksek olması görüşüne katıldığına göre bu konuda bakanlığın bir planı mı var?’
‘Hayır, bildiğim kadarıyla yok. Tamamen o konuşmanın akışında yapılmış bir açıklama...’
Doğrusu ben tam tatmin olmadım.
Babacan’ın ayaküstü konuşmamak konusundaki titizliğini bilmesem bu açıklamasına ‘bir temenni cümlesi’ der geçerdim.
Ama ‘temenni’ ile ‘teenni’* arasındaki farkı kabinede en iyi ekonomiyi bugüne kadar büyük bir dikkatle yönetmiş olan Ali Babacan bilir...
Ne dersiniz Ali Bey bu açıklama olgunlaşmış bir planın sonucu mu yoksa bir dikkatsizliğin mi?
*Teenni: Telaşa düşmeden, olgunlaştırarak, tam zamanında iş görmek.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
GEÇEN hafta Türkiye’yi çok yakından tanıyan Amerikalı bir gazeteci aradı. <br><br>Usta romancı Yaşar Kemal’le ilgili birkaç şey sordu...
Söyleşi öncesi bilgi topluyor zannettim...
“Hayır, Obituary’sini hazırlıyorum” demesin mi?
Obituary! Yutkundum...
“Yoksa Yaşar Kemal’e bir şey mi oldu?”
“Sağlığı yerinde, gazetem istedi, ölümü sonrasına hazırlık yapıyoruz...”
* * *
Obituary ölümden sonra yayınlanan bir çeşit portre haber...
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
TÜRKİYE ile Amerika’nın arası açılıyor mu?<br><br>Sokağın diliyle soralım...
“Eski dostlar düşman mı oluyor?”
BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırım kararına Türkiye’nin Brezilya ile birlikte “hayır” demesi “eksen kayması” tartışmalarını yeniden alevlendirdi...
Milliyet’in dünkü manşeti pek manidardı:
“Türkiye’nin yeni hedefi Ortadoğu Birliği.”
* * *
İlk bakışta bu fotoğraf doğru gibi gözüküyor...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AB’ye “Onları test ediyoruz farkında değiller” diye sert çıktığı gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 22 ülke temsilcisinin katıldığı Türk-Arap İşbirliği forumunda “Bugün İstanbul’da tarihin akışı doğallaşmaktadır...” dedi.
Yazının Devamını Oku