2 Mart 2010
“İzmir” adını başa çekip sanki kent kişiliğine değer katıyor gibi, ya da kentin değerinden güç alıyor gibi düzenlenen sanat yaklaşımlı şu “İzmir Günleri” var ya, ne getiriyor acaba İzmir’de yaşayanlara?
Bir kentin adı, hem de o kentin yerel yönetimlerince kullanılıp da, halka bir değer aktarılıyormuş gibi sunuluyorsa, o “İzmir Günleri”, üzerinde durulmaya değmez mi?
Ve geldik yine, Konak Belediyesi’nin Edebiyatçılar Derneği ve Ege Kültür Vakfı işbirliği ile düzenlediği “9. İzmir Öykü Günleri”ne.
DİZİ DİZİ İDİ’LER
Tuhaf, gerçekten çok tuhaf idi! Üç gün süren “Öykü Günleri” boyunca ben tek bir “öykücü” ile tanışamamış idim. Konuştuklarım olmadı değil idi, ama onlar “öykücü” mü idi, bilmiyor idim. Hiç anımsamıyorum, biri olsun da, o konuştuklarımdan biri, öykücülük üstüne ya da yazdığı öyküler üstüne konuşmuş olalım! Ola ki, konuştuklarımdan biri usta bir öykü yazarı idi de, ben öykülerini de okumuş olabilir idim de, fotoğrafları gazetelerde, görüntüleri televizyonlarda görülmediğinden bilemez idim ki, onun ünlü ya da usta bir öykü yazarı olduğunu. Konuştuğunuz kişiye “siz öykü yazarı mısınız?” diye sormak ayıp olacağından...
Velhasıl, çay-sigara keyfiyle karışık da olsa, dışarı çıkanlarla öykü üzerine iletişim kurmak isteyen ben ve benim gibilerin durumu, üç gün boyunca “Hepimizin Bir Öyküsü Var” diye özlü bir deyişe dayandırılmuş o üç günün öğleden sonraları böylesi bir öyküyle geçti gitti.
KAÇ KİŞİ DİNLEMİŞ BU ÖYKÜYÜ
Doğru, Eşrefpaşa Akçiçek Kültür ve Sanat Merkezi’nin sahnesinde, kimi ayakta, kimi karşılıklı oturmuş, 50’ye yakın öykü yazarı–eleştirmen–yayıncı, öykü üzerine konuşmalar yaptı üç gün boyunca. Ya dinleyenler? Açılış gününün coşkusu sönünce, salonda kaç kişi vardı? Gerçek, salonun boşluğuna sinmiş, sırıtıyor: Elli kişinin de altına düşen bir dinleyiciyi toplayabilmiş olmak mı, Öykü Günleri’nin izlenebilirlik değeri!
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2010
Şu “Öykü Günleri” üzerinde birkaç yazı boyunca duracağım, daha doğrusu durmak zorundayım. Nedeni, İzmir’i “dünya kenti” yapma gibi coşkulu sözlerle yola çıkanların daha ilk adımlarnda kendilerine çelme atmış olmaları.
Olay şu:
Konak Belediye Başkanlığı, Edebiyatçılar Derneği ile Ege Kültür Vakfı işbirliğinde dokuz yıldır düzenli olarak “İzmir Öykü Günleri”ni gerçekleştirmekte. Bu yıl birdenbire Büyükşehir Belediye Başkanlığı kendi gücünü gösteriyor, o da aynı günlerde “Öykü Günleri” düzenliyor. Konak’ta onur konuğu yazar Tarık Dursun K., Büyükşehir’de onur konuğu yazar Ayla Kutlu.. Biri Eşrefpaşa’da Kültür Merkezi’nde, öteki Havagazı Fabrikası’nda!
DÜNYAYA SIÇRAMAK
Şimdi, 24 Ekim 2009 günü sayısı 100’ü aşan bilen kişiyle toplanan İzmir Kültür Çalıştayı’nı açarken Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun yaptığı konuşmayı anımsayalım:
“İzmir i kültür ve sanatta önce Akdeniz’de sonra da Akdeniz’in gücüyle Avrupa’da bir dünya kenti haline getirmek istiyoruz.”
(İzmir Kültür Çalıştayı’nda yapılan konuşmaların toparlanması, özetlenip bir kitapçık olarak yayınlanması nerdeyse dört ay sürmüş. Hedef gerçekleşti mi, yoksa havaya sıkılan kör kurşun muydu Çalıştay, değerlendirmesini sonraya bırakıp, dönelim çift kutlamalı Öykü Günleri’ne.)
İKİ AYAKLA SIÇRAMAK
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2010
“Hey gidi günler” deyivermişim Tarık K.’yı görünce Öykü Günleri’nde. Yine o kararlı, alaycı, yağız çehresiyle gecikmiş bir onurlandırmanın kırgınlığını taşımadan gülümsüyordu. 12 Şubat 2010, Cuma. Eşrefpaşa’da Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi... Konak Belediye Başkanlığı ile Edebiyatçılar Derneği’nin düzenlediği “9. İzmir Öykü Günleri’ başlıyor. Sunuş konuşmalarından sonra perdeye yansıyan bir “kolaj”... Tarık’ın senaryolarını yazdığı, ya da senaryosu yazdıklarından dönüştürülmüş olan, ya da yönetmen yardımcılığını yaptığı, ya da yönettiği filmlerden derlenmiş bir sunuş. Ya görüntüler sona yaklaşırken birbiri ardından perdeye yansıyan o kitap kapakları!
Bu Tarık ne çok şeyi sığdırmış, yaşamanın onca çalkantıları arasında! Sayamıyorum, çünkü yazacaklarıma yer kalmayacak.
BİR HİÇ’İN YÜREKLENDİRİŞİ
Kafa kağıdındaki adıyla Tarık Dursun Kakınç, yaşamıyla az rastlanır bir “yüreklendirici kişi”dir. “Hiç” sayılacak bir ilk adımla içine atıldığı yaşam yolculuğundan, adını bir ülkenin edebiyat ve sinema tarihine yazdıran bir değer yaratmıştır o.
Bilir misiniz, Tarık ilkokul mezunudur! Şimdi elinde ortaokul diploması varsa, o da “dışardan” bitirdiğinden; yoksa bilmez lise yaşantısını. Üniversiye gelince, ya önünden geçmişliği vardır, ya da üniversiteli yazar adaylarına ders vermişliğinden!
1931 doğumludur Tarık, 80’nine selam durmuş. Oysa selamını çoktan almış Türk Edebiyatı. 1957’de, 26 yaşındayken, İzmir’in artık terk edilmiş karakteristiklerinden “aile evleri” üzerine kurduğu “Rıza Bey Aile Evi” ile çarpıcı bir çıkış yapan Tarık Dursun K., sonraki yıllarına roman, öykü, şiir, masal türünde kıskanılacak sayıda yapıtlarla, senaryolar sığdırdı.
Kundura çıraklığı, köfte satıcılığı diye başlayan bir yaşantıdan ülkenin önemli gazetelerine sıçrayıp Sait Faik, Orhan Kemal, Yunus Nadi, Sedat Simavi adına konmuş ödüller ve Türk Dil Kurumu ile İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü’nü almış bir başka “örnek kişi” var mı?
SOYADI KIRPIK ‘DURSUN’
Aramızda yaşarken dostluğundaki sıcaklık ve alçakgönüllüğü ile değerini pek farkettirmeyen Tarık, İzmir’in bu ele avuca sığmaz “haşarı” çocuğu, gelip karşımızda durdu bütün görkemiyle, 9. İzmir Öykü Günleri’de.
Artık bir baston tutar olmuş Tarık; güçsüzlüğünden değil, desteğini yine kendi elinde taşımaktan. Acaba edindiği “sopa” mıydı, ancak 9’uncusunda yer buluşu İzmir Öykü Günleri’nde! Konak Belediye Başkanı “şair tabiatlı” Hakan Tartan, kuşkusuz onu ilk hatırlayan kişi olmuştur.
O hep Tarık Dursun K. diye yazardı, soyadı Kakınç’ı kırpıp.. Ben Tarık K. deyiverdim yazımın başlığında, “Dursun”u fazlaydı çünkü. O hiç durmadı ki...
Yine de diyelim, ürettikleriyle gelecek kuşaklara “dursun”.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2010
GEÇEN haftaki yazımda “Sağ ol, Sayın Şakir Eczacıbaşı Bey.. Haftaya onu yine karşılıyalım” demiştim ya, aradan daha bir hafta geçmiş, fark ettim ki, ölüm denen o acı olay birden güncelliğini yitirivermiş. Duygulanmalar durulmaya durduğunda, ecelin yarattığı artık yaşanmayan o koca boşlukta ne var şimdi? Bir değeri yitirmek, onun değerinden birşeyler eksiltmese de, yine de eksilen bir şey olmalı.
İSTANBUL, AH İSTANBUL
Şakir Eczacıbaşı’nın yokluğu bana, İstanbul’un ötesinde Türkiye’mizde Eczacıbaşı gibi kişiliklerin yokluğunu çağrıştırdı. Ve bir gerçeği daha vurguladı: İstanbul, Türkiye’nin tekliğinden hiç vazgeçilmeyen kültür – sanat merkezidir.
Hürriyet’teki yazısında Sedat Ergin, bu gerçeğe Şakir Eczabaşı’yla ilişkisi açısından şöyle yaklaşıyor: “Şakir Eczacıbaşı’nın tuğrasını vurduğu İstanbul, dünyaya daha sıkı sarılmış, kendine daha çok güvenen, daha modern ve daha ‘katlanılabilir’ bir İstanbul’dur.”
Kuşkusuz “İstanbul” adı altında toplanan uluslararası Müzik - Film - Tiyatro – Caz şenlikleriyle Bienal, söz gelimi, Hakkari ya da Konya’da başlayamazdı. Yine de can alıcı soru ortada durmakta: Nice varlıklı kişilerin yaşadığı başka kentlerden, daha küçük çaplı da olsa, sanat etkinliklerine önderlik edecek Eczacıbaşılar niye çıkmıyor?
Sorunun yanıtını yine Sedat Ergin’in yazısında bulabiliriz: “Bazı insanlar muktedirdir, değiştirme yetenekleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Onlar, mizaçları gereği hayatın akışına, parçası oldukları toplumun gidişine seyirci kalamazlar, ne yapıp edip müdahale ederler. Güçlü kişilikleriyle hayatı, bulundukları ortamı, çevreyi, mekânı, her şeyi değiştirmeye kalkarlar, değiştirirler de...” Son yılları, uluslararası sanat değerlerini İstanbul’a taşıyıp kentin sanat yaşamına çağdaş boyutlar kazandırmakla geçmiş olsa da, yine de, bir vakitlerin Vatan Gazetesi’nde Tunç Yalman’la yayınını gerçekleştirdiği “Sanat Yaprağı”, Onat Kutlar’la yaşama geçirdiği “Sinematek”, nice insanın yaşamında, dünyayı kavrayışında kimbilir ne zenginlikler yaratmıştır.
ÖLMEKLE DE YAŞANIR OLMAK
Geçen yıl Şakir Eczacıbaşı’nın 80. yaş gününü, Marilyn Monroe’un Başkan Kennedy için söylediği “Happy Birthday Mr. President – Doğum Günün Kutlu Olsun, Bay Başkan” şarkısıyla kutlamışlar. Biri kendi eliyle, öteki el eliyle yaşamdan ayrılan, dünyada izler bırakmış o iki insanı anımsamış gibi, o amansız ecel, bir yıldır kapıyı zorlayıp durmuş olmalı. Türkiye’nin uygarlık yoluna çıkıp da o yolu var gücüyle zorlayan “sayılı” kişilerden biri olduğunu gerçekleştirdikleriyle belgelemiş olmakla “sayın”, kültür-sanat alanında giriştiği savaşımları sürdürmekten hiç yılmamış bir “uç beyi” olmakla “bey” ve geride bıraktıklarıyla yaşayacak olmakla “sağ” kalan Şakir Eczacıbaşı için diyelim, “Sağ Olasın Sayın Şakir Eczacıbaşı Bey.”
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2010
Ölmüş! Sağ olasın diyelim. Hiç ölmemesi gereken, yine de ecelin sabırsızlığında alıp götürüverdiği... Sanatın her alanında topluma soluk alma yolları açıp döşeyen önderlerin en önde geleni aramızdan ayrılmış.
Ölmüş Şakir Eczacıbaşı... 81 yıllık bir ömürmüş onunki.
Ölmüş de geride ne bırakmış; saymak gerek, anmak gerek, unutmamak gerek:
İzmir’de evlerinin bahçesinde mahallenin kasabına, manavına, bakkalına resim sergileri açar.
Gider Londra’ya, aile geleneği “eczacılık” okuyup döner de, hemen ardından, 1953’te, Türkiye’nin sanat tarihinde unutulmaz bir yaprak olan Vatan Gazetesi “Sanat Yaprağı”nın yaratıcıları arasında yer alır. Benim kuşağımın bir vazgeçilmezi.
Eczacıbaşı’nda çalışır, bir yandan da 1956’da “Tıpta Yenilikler” adında bir dergi çıkarır ya, dergi neredeyse bir kültür-sanat dergisi. Ardından “Eczacıbaşı Kültür Filmleri” dizisini gerçekleştirir. Bu diziden “Renk Duvarları”, 1964 yılında Avrupa Konseyi Kültür Filmleri Ödülü’nü kazanır.
Tatlı çekişmenin sonunda 1960 yılında başlar Türkiye’nin yaşanmışlığını fotoğraflara geçirmesi. Bir fotoğraf sanatçısı doğar, belgeler kendini sürüp giden yıllarda. İzmir’deki evin bahçesine sığmaz artık o paylaşma coşkusu. Öyle coşkulu paylaşma ki, 1968’de, Türk fotoğrafçılarının yapıtlarının yer aldığı “Eczacıbaşı Renkli Fotoğraf Yıllıkları”nı çıkarmaya başlayacaktır.
Ve yıl 1965. Bu kez Türkiye’nin sinema tarihinde altın bir yaprak açılır: “Sinematek”. On yıl boyunca Sinematek’in başındadır. Ne yeni bakışlar, uyanışlar getirir o coşkulu Sinematek Günleri!
15 Haziran 1973, Türkiye’de müzik dünyasına alabildiğine aydınlık bir kapı açar: Uluslararası İstanbul Müzik Festivali. Ağabeyi Nejat Eczacıbaşı’nın kurduğu İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın (İKSEV) gerçekleştirdiği Festival 38 yaşına basmış! Ardından Uluslararası İstanbul Film Festivali, 29 yaşında. Ve derken 1987’de Uluslararası İstanbul Bienali, 1989’da Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali.
1993 yılında Şakir Eczacıbaşı İKSEV’in başına geçer: 1994’de Uluslararası İstanbul Caz Festivali. Bu arada, iki kitap Oscar Wilde ve Bernard Shaw üzerine.
Geriye hangi sanat dalı kaldı, o dokunduysa, yaşadığı toprakta koca bir çınara durmamış olsun!
Sığmadı bu yazıya. “Sağ ol, Sayın Şakir Eczacıbaşı Bey” dedik ya, haftaya onu yine karşılıyalım.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2010
TAM İzmir’de açılan “Oyun ve Oyuncak Müzesi” üzerine yazmak üzereydim, karım Şenay, “Dinçer Sezgin ölmüş” deyiverdi.
“Ölmüş”ü “övmüş” diye anlamışım, bir ay kadar önce bir toplantıda görüşmüştük Dinçer’le çünkü; bilinçaltımda da onu ölmeye yakıştıramamış olmalıydım.
Yılların öfkesi, isyanı kalpte yığıldı mı, o kalp beklenmeyen bir anda çöküyor mu, ne!
Ben Dinçer Sezgin’i TRT’deki öfkeli yıllarından tanırım. Dokuz yıl edebiyat öğretmenliği yapıp da edindiği deneyimler, birikimlerle bütün ülkeye seslenme tekelini elinde tutan TRT’ye girmeyi başarınca kim bilir nasıl coşku duymuştu. Nerden bilebilirdi ki, TRT gerçeği sanatçı kişliğini sinsice eritir, ayrımına vardığınızda vakit
oldukça geçtir, o dönülmez yol artık sürükler götürür.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2010
Ve oyun başlıyor: Bir halk otobüsü. Kalkış vakti gelmiş.
Şoför yok, keyif yapıyor bir yerlerde. Andreja, düzenin bozukluğuna öfkeli. O da soyunur başıbozukluğa, otobüstekilerin zorla paralarını alır. Sonunda kendi cebindekileri de ekler Andreja, bölüştürür herkese yeniden: Balkanlar’ın içinde çalkalandığı komünist düzeni çağrıştırır gibi.
Ya ne olur eylemin sonu? Şoför gelir, otobüsün kapısını kapattı diye levyeyi indirir Andreja’nın kafasına: Düzen, zorba şoför yönetiminde insanı yok etmiştir.
İzmir Devlet Tiyatrosu’nun sunduğu Dejan Dukovski’nin “Barut Fıçısı” gerçekte bu sahneyle başlamaz. 11 bölümlü oyunun ortasından alıp toplumsal oluşum içinde insanın düşürüldüğü varoluş açmazlarını vurgulamak için başa yerleştirmiş oyunu sahneye koyan Gürol Tonbul.
Toplum olup yaşamak aynı otobüste -ya da aynı gemide- olmaksa, böylesi bir çelişkiden başlayıp seyredilsin “Barut Fıçısı” diye düşünülmüş olmalı.
BİR YAZAR-YÖNETMEN ATIŞMASI
Oyun yine de o sahneyle başlamış değil. Daha perde açılmadan girişte, canlı mı cansız mı olduğu belli değil, bir palyaço sessizce beklemekte seyirciyi. Bir başka palyaço, içerde, sahnenin köşesinde tepkisiz durmakta. Neden? Hele oyun boyunca bir kuklacının ortalıkta dolaşıp, iplerini çekiştire çekiştire kukla oynatması da ne oluyor?
Ve nedir o kabareye dönüştürülmüş sahne? Eğlence yozlaşmasının sırıtışı bütün bedeninden sarkan o sunucu ile her ölüme neşeli şarkılar söyleyen o kadın da neyin nesi?
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2010
Son sahne: Gece. Dimitrija ile Angjele. Dimitrija’nın elinde bir yeşil elma. Dimitrija der ki:
“Bir rüya gördüm... Tek hatırladığım, canımın nasıl bir elmayı dişlemek istediği. Ama daha ağzıma süremeden geçti. O zaman anladım ki, yolun sonudur... Herşey boş... Ta baştaki gibi. Başta ne vardı hakikaten ya? Sana diyeceğim bir şey vardı; mutlaka söylemem lazımdı... Ama unuttum.”
Dimitrija elmayı ağzına götürür, ısırmaya çalışır. Ölür. Angjele, Dimitrija’nın gözlerini kapatır, elmayı elinden alır. Ve perde...
Neredeyse kırmızıya boğulmuş çarpık, boşluklu bir “kabare” dekoru içinde, her bölümü şiddetle dalgalanan bir oyun sona ermiştir.
Balkanların orta yeri Üsküp’ten kopup geliveren bir genç adam, bakmış da dünyaya, bozmuş ağzını iyice, Amerika’ya kadar uzanıp sonunda gelmiş sahneleri sarsa sarsa İzmir’e.
Şimdi 40 yaşındaki Dejan Dukovski, “Barut Fıçısı” ile İzmir Devlet Tiyatrosu’nda, belki kendisinin de kestiremeyeceği bir çılgınlık içinde oynanıyor.
BİR HİÇ’İN ŞİİRİ
“Barut Fıçısı” öylesine sıradan, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden öte neredeyse bir derinlik taşımayan olayları ardı ardına sıralamış görünse de, dokunanın elinde patlamayı bekler gibi bir tuzağın ardına gizlenmiş. Ya hep, ya hiç!
Yazının Devamını Oku