Erman Toroğlu

Tecrübe farkı

14 Ağustos 2008
BELGRAD’a gelirken uçakta Partizan’ın en iyi futbolcusu olan golcü Juca’nın sakatlık haberini alıyoruz. Şehirde herkes şoke olmuş. Partizan’ın üç futbolcusu da Olimpik Milli Takım ile birlikte Çin’de. Kulüp ile Futbol Federasyonu papaz olmuş. Bir önemli futbolcu da çift sarı karttan cezalı. Yani rakipte 5 önemli oyuncu yok.

Maç başlıyor, Fenerbahçe’de ne var? 11 futbolcu birden yok! Müthiş bir seyirci. Maç başlamadan 5 dakika önce başladılar, futbolcudan fazla mücadele ettiler. Ama öyle güzel zamanlarda oyuna girip çıkıyorlar ki, rakibi de etkiliyorlar, futbolcularını da.

Partizan’ın gazı kaçtı

Fenerbahçe Roberto Carlos’u neden aldı? Bu tip maçlarda öne çıksın, hem psikolojik olarak, hem de futbolu ile sarı lacivertlileri farklı kılsın diye. Ama onun sahada yürüyecek hali yok. Veya Carlos diyebilir ki: "Aragones benim önüme Uğur’u koydu, kilitledi." Uğur var mı? O da yok. Peki kim var? Hiçbirisi yok ama bir kaleci Volkan var. Ben böyle bir Volkan’ı onun çok kötü olduğu zamanda bile görmedim. Peki tüm bunlar neden oldu? Orta alanın zaafından kaynaklandı. Semih’ten kesinlikle orta saha olmaz. Semih bir de Alex’in yerinde oynuyor. Alex de oynadığı yerde olmaz. Oldu mu sana iki eksik. Solda zaten Uğur yok. Kalıyor bir tek Kazım. O da ne yapsın, sinirlenip kaleye gereksiz yere şut atıyor.

Mehmet Aurelio’nun yokluğu inanılmaz çabuk sırıtmaya başladı. 26. dakikada Diarra’nın boş kaleye kaçırdığı inanılmaz gol, belki de Fenerbahçe’ye tur atlatacak.

45. dakikada Alex sahneye çıktı, çok akıllı bir haraketle, rakibi ters pozisyonda yakaladı ve ona zorla penaltı yaptırdı. Pozisyon kesin penaltıydı.

İlk yarı 2-1 bitince, çok tecrübeli olmayan Partizan’ın biraz havası kaçtı. Zaten bu havasızlıktan ikinci yarının başında ikinciyi de yiyince, gazları tam kaçtı. İşte burada tecrübe ortaya çıkıyor. Güiza çabuk oyuncu. Golcü de, tamam ama. Bu kadar para verip alınca oynatmaya mecbur kalıyorsun. Sırbistan’da herkes Güiza’ya verilen paranın Kızılyıldız artı Partizan, hatta Hajduk Split’in toplam bütçesine eşit olduğunu konuşuyor. Böyle bir tabloda da Semih’e yazık oluyor. İkinci yarı başlayınca biraz ileride oynadı, zaten Güiza’ya da golü attırdı. Fenerbahçe takımında olmazsa olmazlar var. Semih’in ve Alex’in yeriyle oynayamazsın. Eğer oynayacaksan, oynatmayacaksın. Çünkü verim alamazsın.

Burak oyuna girince çok iştahlı ve de çok faydalıydı. Tahmin ediyorum, zorlaya zorlaya Fenerbahçe takımında oynar. Emre oynadığı sürece çok faydalı işler yaptı.

Hakemleri anlayamadım. Devre arasında ve maçtan sonra iki nolu yardımcı hakem, hakem ve diğer yardımcı hakemi beklemeden depar atarak soyunma odasına kaçıyor. Diğer ikisi de ağır ağır geliyorlar. Devre arasında hakemlere ve Fenerbahçeli futbolculara yabancı cisimler atıldı.

Sen kimsin Kazım kardeş!

NOT:
Colin Kazım’ı birilerinin uyarması lazım. Burada da, Budapeşte’de de seyirciye orta parmak işareti yapıyor. Hem maç içinde, hem de aralada. Senin seyirci ile işin ne? Niye sinirlendirip takımının üzerine yolluyorsun. Biraz fazla havaya girdi herhalde. O olmazsa, Fenerbahçe olmaz havasında. Bunları not aldım, yazacaktım ama Aragones ona kementi atıp sahadan alınca, daha yerine oturmadan formasını çıkartıp yere fırlattı. Şu aşamada bu tarz haraketleri görmezlikten gelirsen, yarın daha ağırlarını yapar. Sen kimsin, Fenerbahçe formasını yere atıyorsun Kazım kardeş...
Yazının Devamını Oku

Budapeşte’de çirkin saldırı

10 Ağustos 2008
Altan Tanrıkulu, MTK-Fenerbahçe maçı öncesi, kendini bilmez birinin saldırısına uğradı, tişörtü yırtıldı. Meğerse hedef benmişim. O kendini bilmeze sesleniyorum, cesareti varsa gelir o küfürleri karşımda eder. BUDAPEŞTE güzel yer. Avrupa’da yaşayacak olsam, belki de ilk üç yerden biri olur. İnsanları sakin, güler yüzlü. Etrafta ortamı gerecek bir olay yok. Doğası çok güzel. Ulaşımı rahat, yemekler harika. Daha ne istersiniz ki...

Gittiğimizin ikinci günü, yani maçın oynanacağı gün... Benim çok sevdiğim bir çorba olan geyik çorbası içmeye gittik.

Altan’la beraberiz. Yanımızda da Budapeşte’de yaşayan, turizm işiyle uğraşan Şakir adında bir arkadaşım var. /images/100/0x0/55eb07e3f018fbb8f8a67f19Şakir, İzmir’de üniversiteyi bitirmiş, gelmiş Budapeşte’ye hayat mücadelesi veriyor. O gün bizimle beraber Şakir’in kız arkadaşı da geziyor. O da Macar ordusunda paraşütçü. Kızın maç günü heyecanını gördüm, inanamadım. Çünkü Şakir’in arkadaşı inanılmaz derecede Fenerbahçe’yi tutuyor. Arabasının içinin her tarafı Türk ve Fenerbahçe bayraklarıyla süslü. Kızcağız o gün Fenerbahçe geldiği için çok heyecanlı.

Annesi ona bir elbise dikmiş. Askılı, sarı renk bir elbise. Göğsünde 1907 yazan bir arma var. Eteklerine lacivert bir biye geçirmiş. Üzerinde "1907 Fenerbahçe" yazıyor. Kız bu elbiseyi ilk defa giymenin heyecanını yaşayacak.

Sürekli küfür ve hakaret

Biz geyik çorbası ve hindi eti yedikten sonra Budapeşte’nin 20 kilometre dışındaki Şakir’in hediyelik eşya satan dükkanına gittik. Biz dükkana girdiğimizde aralarında bir bayan olan 8-9 tane Fenerbahçe formalı İstanbul’da gelen bir grup alışveriş yapıyordu.. Onları getiren mihmandarlar da Türk’tü. Ben tuvalete girdim. Çıktığımda o Fenerbahçeli grubun içinden biriyle Altan Tanrıkulu’nun tartıştığını gördüm. Altan, o Fenerbahçeli taraftarın yanlış yaptığını, ayıp ettiğini söylüyordu. "Altan ne oluyor?" dedim. "Yok bir şey Erman Abi" dedi. Dedi ama ortada bir şeyin olduğu belli. O üzerinde Fenerbahçe forması olan taraftar, ana-avrat, çoluk-çocuk demeden devamlı küfür ediyor.

O sırada dükkan sahibi Şakir olaya giriyor. Ne olduğunu da bilmiyor. Altan da hiçbir şey söylemiyor. Bu arada o devamlı küfür eden vatandaş, Altan’ın yanına geliyor, Altan’da hiçbir hareket yok, dümdüz heykel gibi duruyor. Altan’ın akşam maç serin olur diye giydiği uzun kollu Lacoste tişörtün yakasına yapışıyor. Altan’da gene bir hareket yok. Aynı vatandaş hem küfür ediyor, hem de tişörtü çekip yırtıyor.

Şikayet etse yanmıştı

O sırada Şakir bakıyor ki, olay büyüyecek, "Ben polis çağıracağım" diyor. Ben de çağırması yönünde fikir beyan ediyorum. Tam telefon açacakken Altan engelliyor, "Türkiye’den maç seyretmeye gelen Türk vatandaşının, buranın polisinin karşısında mağdur olmasını istemiyorum" diyor. İşte Altan böyle bir adam. Ben de tam tersi polisin gelmesini istiyorum. Ama tişörtü yırtılan, mağdur olan Altan taraf olarak buna razı olmuyor.

Fakat iş bu sefer daha değişik boyutlara geliyor. Şakir bu sefer bir telefon açıyor, onun dükkanına 200 metre ileride restoran çalıştıran iri yarı bir Türk vatandaşı geliyor. O sırada, olay çıkaranın da arasında bulunduğu Fenerbahçeli grup oradan uzaklaşıyorlar. Onları oraya getiren iki mihmandar da "Ne olursunuz polis çağırmayın, iş büyümesin.

Çünkü polis gelirse, tişörtü yırtan vatandaşı içeri alırlar, en az 7 gün hücrede yatar" diyor. İşin daha da ilginç yanı, Şakir’in abisi bir Macar bayanla evli. Üstelik o bayan olayın olduğu bölgenin emniyet amiri.

Esas oğlan bizmişiz

Polis gelmiyor, biz dükkanda oturmaya devam ediyoruz. Olayın aslını öğreniyorum. O vatandaş, ben dükkana gelince esas küfürleri bana etmiş. "O... çocuğu" demiş, "Sülaleni" demiş, bizim aileden herkesi geçirmiş. Altan da ona yaptığının yanlış olduğunu söylemek istemiş. Meğerse esas oğlan bizmişiz. O gelen Şakir’in arkadaşı çok sinirleniyor, "Ben bir dükkana gidip, geleyim" diyor ve gidiyor. Aradan 5 dakika geçiyor.

Bu sefer o gruptan üç kişi Şakir’in dükkanına geri dönerek tekrar alışverişe geliyorlar. Bu sırada da Şakir’in restorancı arkadaşı elinde bir silahla yanımıza geliyor. "Ben" diyor, "Bu adamı vuracağım." Bu sefer onunla uğraşmaya başlıyoruz. Olayın yanlış olacağını söylüyoruz. "Ama çok küfürlü konuştu" diyor vatandaş. "Olsun" diyorum, "Küfür eden kendine de eder."

Meğerse silahla gelen bu vatandaş yıllarca Hollanda’da yaşamış ve üç kişiyi öldürmekten 12 yıl hapis yatmış. "Fark etmez Erman Hocam" diyor, "Üç kişiyi götürdüm, bir de buna sıkarım. Ne fark eder?" diyor. "Senin çoluğun çocuğun yok mu?" diyorum, "Var" diyor, "Üç tane, hepsi de ufak." "Onları düşünüyor musun?" diyorum, biraz kendine geliyor. Ve bütün bu olup bitenleri Şakir’in Fenerbahçeli olan kız arkadaşı gözleri yuvalarından fırlamış olarak izliyor. Asker olan o kızın neredeyse dili tutulmuş durumda.

Biraz sonra o küfür eden vatandaşın da olduğu Fenerbahçeli grup, yanımızdan yürüyerek gidiyorlar. Herhalde Şakir’in arkadaşından rahatsız oldular.

Kadınlar-çocuklar maça nasıl gelsin

Evet sevgili Hürriyet okurları, olay aynen böyle gelişti ve bitti. Ne oldu? Biz MTK-Fenerbahçe maçına Budapeşte’ye gittik. Hedefimiz güzel bir maç izleyip dönmekti. Bir densiz, bir terbiye özürlü vatandaş yüzünden olay nerelerden nerelere geldi. Bela geliyorum demez.

Bazen öyle kaşınırsın ki, belayı ayağına çağırırsın. O Fenerbahçeli taraftarı bu beladan önce Altan kurtardı, sonra da ben. Ama o hepimize küfür etti. Olsun, canı sağolsun. Aziz Yıldırım diyor ki: "Kadınlar, çocuklar maçlara gelsin." Nasıl gelsinler ki?

Gündüz alkollü olan ve o küfürleri eden, olay çıkaran aynı vatandaş bu sefer statta yine alkollü olarak, etrafta efendice maç seyredenlere küfür etmiş. "Buraya oturmaya mı geldiniz? Bağırın lan o ... çocukları" diye hakaret etmiş. Bazen sinek bir tane oluyor ama bayağı bir mide bulandırıyor. O sinek farkında değil ki, cami duvarına işemişti. Önce Altan Tanrıkulu’na dua etsin. Ve nasıl bir işten yırttığını düşünüp bir daha bela aramasın.

Bana tekrar küfür edecekse, Hürriyet Gazetesi’ne veya Digitürk’e gelir. Benim yerim yurdum belli. Gelir karşıma küfür eder bana. Eğer adamsa tabii. Veya cesareti varsa.

Fazlasına yazık olur Kazım!..

KAZIM Kanat yine doğru olmayan şeyler yazmış. Ben, Türkiye Spor Yazarları Derneği’ne müracaat etmişim, Kazım Bey de beni oraya almamış. Benim böyle bir müracaatım yok. Çalıştığım gazete, statlara giriş kartı almam için Türkiye Spor Yazarları Derneği’ne müracaat etti. Bir tane benim imzamla giriş isteğimi göstersin, her türlü şeye hazırım. Fark etmiyor, aynı Kazım Kanat bundan üç ay önce bir yazısında, "Bir Ankaragücü-Beşiktaş maçından sonra Gündüz Kılıç’ı 19 Mayıs Stadı’nın tünelinden aşağı iten Erman Toroğlu’dur" diye yazmıştı. Yani okkalı değil, kuyruklu yalan yazmıştı. Çünkü ben o maçta oynamıyordum. Üç gün önce lig maçında rahmetli Yusuf’la beraber atılmış, tribünde oturuyordum.

Atmacayı kartal yaptı...

Yine bu Kazım Kanat bu sefer bir başka gün beni doldurulmuş bir atmaca ile görüntüledi. Ertesi gün gazetesinde "Erman’ın kartalla çektirdiği resim" diye yazdı. Kendisine dedim ki: "Kazım, bu atmaca." verdiği cevap daha da enteresandı: "Olsun, ben kartal yazarım, sen atmaca olduğunu ispat et." Bu yazıdan sonra verdiğim cevaptan dolayı Kazım Kanat beni 5 milyarlık tazminatla mahkemeye vermiş.

Kazım Kanat yalanları yazıyor, hem de ispatlı yalanlar... Ondan sonra da cevap hakkı kullanınca beni mahkemeye veriyor. Şimdi düşünüyorum, o beni 5 milyar karşılığında mahkemeye vermiş. Avukatımla konuşacağım, eğer hukukta varsa yalan yazdığından dolayı ona ya 1 liralık ya da 50 kuruşluk bir dava açacağım. Çünkü fazlasına yazık olur.
Yazının Devamını Oku

İki güzel antrenman maçı

7 Ağustos 2008
FENERBAHÇE takımı MTK ile değil de oynayanlar oynamayanlar kendi arasında maç yapsa bundan daha kaliteli olurdu. Ama olsun yine de maç maçtır böyle bakmak lazım. Yalnız Fenerbahçe’de bu yıl en önemli değişiklik topu kaptıran veya kullanan oyuncunun çok çabuk geri dönmesi. Yürüyerek dönen olursa Aranoges, zıplaya zıplaya kenara kadar gelip ikaz ediyor. Bence de doğru yapıyor.

Kanayan yara...

Fenerbahçe’nin geçen seneki en kötü olayı bloklar arası mesafeydi. Aragones bunu hallederse bir çok şey otomatikman değişir. Ukalalık yapmıyorlar. Eğer top arkadaşa verilecekse veriyorlar. Aragones’in ikinci çıldırdığı nokta laubalilik. Avrupa Şampiyonası’nda hata yapanı değil şımarıklık yapanı kenara aldı. Buna Torres de dahildi. Dün gece Fenerbahçe, belki ilk yarıda hızlı futbol oynamadı ama şımarıklık da yapmadı. Ne olursa olsun disiplinden uzaklaşmadılar. Aragones bazı şeyler deniyor. Bazı şeyler deniyor ama Selçuk’ta sonuna kadar ısrar edecek gibi. Hoş zaten onun da şu anda alternatifi yok.

Bu maçta Fenerbahçe’den Kazım Kazım ile Gökhan Gönül sarı kart gördüler. Böyle bir maçta Fenerbahçeli futbolcular nasıl kart görürler anlamak mümkün değil. Aslında bizim futbolcuların da bu olay kanayan yarası. Takımlarımız özellikle Avrupa’da böyle kartlarla çok zor durumlara düşüyor. Bu tür maçlarda sıkıntı yaratamaz ama büyük maçlarda sıkıntı yaratacaktır. Eminim ki Aragones de bu konuya değinecektir. Eğer Kazım Kazım çizgisini bozmazsa çok iyi işler yapacak.

Güiza, Semih’in attığı goller kadar kaçırdı. Dün gece şu net bir şekilde gözüktü.

Güiza kaçırdı Semih attı

Semih ceza alanı içinde veya çevresinde topla buluşursa çok tehlikeli. Ama dün gece attığı en güzel gol ceza alanı dışından attığı goldü. Güiza da aynı pozisyonları yakaladı ama o Semih gibi çabuk karar verme özelliğini gösteremedi. Şu bir gerçek ki, Aragones hala arayış içinde. Mesela Emre ile Alex’i ne yapacak? Semih ile Güiza’yı ne yapacak. Hem MTK takımı, hem de seyircisi bu maçtan ümidini kesmişler.

Seyircileri stada bile gelmedi. Bu iki maçta, Fenerbahçe için güzel iki güzel antrenman maçı oldu.
Yazının Devamını Oku

Sorun ortada

31 Temmuz 2008
ZİCO’dan sonra Aragones ne yapacaktı? Fenerbahçe nasıl bir sistemle oynayacaktı? Sezon başı hazırlıklarında gazetelerde bakıyoruz, yorumlar şöyle: "Güiza-Semih çok iyi ikili oluşturdular. Kezman gidecek." Önce şunu bir belirtelim. Geçen sezon küme düşen Kasımpaşa bu MTK’dan kesinlikle daha iyi bir takım. Fenerbahçe iki gol attı. Kaleye vurulan topların ikisi de rakibe çarparak kaleciyi kontrpiyede bırakıp gol oldu. Diyeceksin ki: "Kaleye vur arkadaş. Öyle veya böyle çarpar veya çarpmaz gol olur." Orada haklısınız.

Aragones’in elinde zaten belli oyuncular var ama bütün sorun orta alanda olacak. Selçuk ön libero oynuyor. Orta sahanın diğer oyuncuları Alex, Colin Kazım, Semih ve Uğur. Hepsi topu iyi kullanmaya çalışan oyuncular. Peki bu oyuncuların hangisinde rakibe pres yapıp topu alma becerisi var? Belki biraz Selçuk’ta. O da ilk harekette aldı aldı, alamadı gitti. Bu alana Emre de girecek, o da fark etmeyecek. Fenerbahçe hücumda zenginlik yaratabilir ama orta alanı iyi kapatıp topa uzun vurmadan ayağa top yaparak çıkan her takım Fenerbahçe defansına çok zor anlar yaşatır.

Fener orta alanı topu kaptırdıktan sonra geriye dönerken çabuk alan daraltamıyor. Bir de rakip alanda 5-6 kişiyle pres yapıp, topu kapıp tekrar hücuma kalkamadığı için 30-40 metrelik mesafeye tekrar gelip enerji ve vakit kaybediyorlar.

Şef garsona patates soydurmaktan farksız

Semih
rakip ceza alanı içinde son harekette gol yapan bir oyuncu. Öyle veya böyle her sene bu özelliğinden dolayı oyuna sonradan girip gol atıyor hatta gol kralı bile oluyor. Semih’i orta alana çekip orada mücadele etme vazifesi vermek, kaliteli bir restoranda şef garsonlik yapan birini mutfağa alıp patates soğan soydurmaya benziyor.

Güiza etkili adam. Ama onun yanına veya çaprazına oyuncular ağır gidiyorlar. Çabuk oynamaları gerekir. O da bunun sıkıntısını yaşıyor. Belki bazı maçlarda Semih’le iş olur. Rakibi çözemezsen ikinci yarının sonlarına doğru oynatırsın Semih’i. Biraz eşit dengeler maçında Semih-Güiza ikilisi Fenerbahçe orta alanında büyük yaralar bırakır. Dün gecenin yıldızı Colin Kazım’dı. Kazım’ın enteresan bir oyun stili var.

İyi kullanılırsa Kazım büyük silah

Topu ayağına aldığı zaman rakibi sinirlendiriyor. Rakip "gireyim mi, girmeyeyim mi, basayım mı basmayayım mı?’ diye ikilem içinde. Hani sarhoş bir adamın ayağına topu verirsin, bazen topa basıp düşer, bazen rakibin bacak arasından geçer. Aynen onun gibi bir şey. Colin Kazım iyi kullanılırsa bir takım için büyük silah. Fenerbahçe’de de her geçen gün üstüne koyuyor. Seyircinin istediği bir tip.

Hakem de zaman zaman MTK gibi zayıftı. Ama o da sırıtmadı. Öyle veya böyle Fener bu turu geçecek ama takımın daha bir belirlenmesi lazım. Zico’nun iki senelik oyun sisteminden sonra bu sistem değişikliği ne kadar çabuklukta olur o önemli. Benim merak ettiğim, aynı anda oynarlarsa Emre-Alex ikilisi ne yapar? Artıya mı döner, eksiye mi? Esas mesele burada.

Not: Fenerbahçe Stadı’nın Genç Fenerbahçeliler tribünü boştu. Bilet fiyatları biraz pahalıymış. Demekki Genç Fenerliler’le yönetim arasında savaş devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Bizdeki dosyalar kabardıkça sulanıyor

30 Temmuz 2008
GEÇENLERDE Ergenekon’la ilgili davanın dosyalarını polis araçlarından adliyeye taşınırken gördüm. Maaşallah sanki dava dosyaları değil, inşaat malzemeleri taşınıyordu. Bilmeyen olsa Adliye Sarayı genişletilecek zanneder. Şimdi size bir şey anlatayım. Siz karşılaştırmayı yapın, sonra karar verin. Bu dava bitince yine görüşürüz.

İki yıl önceydi. Cep telefonumdan taciz edilmeye başlandım. Arada tehditler, arada seks var. Tekmili birden. Ben öyle durumlarda biraz beklerim, baktım ki karşı taraf çok kalabalık telefon numarası kartını atarım, yeni numaramı takarım. Bu tarz olaylar kulüp taraftarınca oluyor. Fakat bu sefer daha farklıydı. Onun için numaramı değiştirmedim. Doğruca İstanbul’da savcıya gittim. Gelen mesajlar kağıda döküldü, numaralar belirlenip yazıldı. İşlem başladı. Değişik operatörlerden telefonlar geliyordu. Bazılarının adresleri mezarlıkta bile çıktı.

Müebbet yatacak, dosyası incecik

Sonra ev adresim Ankara’da olduğu için İstanbul Savcılığı dosyayı Ankara’ya gönderdi. Telefon operatörlerinden cevaplar maaşallah üçer, dörder ayda gelmiyordu. Tacizlerin ardı arkası da kesilmiyordu. Bu sefer devreye polis girdi. Yani bizim dosya büyüdükçe büyüdü. Polis öyle yerlere ulaştı ki veya bazılarının adreslerine gidilip emniyete çağrıldılar ki telefonlar kesilmeye başlandı. Ankara’da beni savcı çağırdı. Güleryüzlü tatlı bir adam. Benim dosyamı gösterdi, "Bak" dedi, "Hocam senin dosyan bu kadar." Dosyanın kalınlığı diklemesine 5 parmağınızı koyun, ondan büyük. Devam etti savcı. "Hoca" dedi, "Bu da üç adam öldürmüş bir adamın dosyası." Şöyle bir dosyaya baktım karşıdan, belki 15 sayfa. Adam müebbet yatacakmış. "Hoca" dedi, "Senin dosyana her şey yapıldı. Bazı şahısların ifadeleri alındı. Bazılarını bulamadık. Ama gel istersen şu dosyayı kapatalım. Çünkü bu kadar kalabalık ve kabarık dosyadan bir şey çıkması zor."

Yani bizim dosya kabardıkça sulandı, sulandıkça kabardı. Dosyada isimleri belli olanlar, yarın öbür gün bir şey ortaya çıkarsa bu sefer ikincide ayvayı yerler. Bu iş böyle olur. Ama birincide yırttılar. Yaptıkları yanlarına kar kaldı.

Bir karşılaştırma yapıyorum. Ergenekon davası ile Erman Toroğlu’nun dosyası arasında pek fark yok. Çünkü bir suç varsa, bırakın on sayfayı bir sayfada da bu yer alır. Aramak bulmak adına, zorlarsan dosya kalınlaşır: Finalde YOK kalır. Ergenekon davasında da bu kadar dosya varsa, sonuç benim savcının dediği gibi olacak. Altına bir imza, hadi güle güle... Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna.

Terör varsa idam da olacak

TERÖRLE yaşayan bir ülkeyiz. Terör konusunda insanlarımızı bilgilendirmiyoruz. Bu terör yalnız kolluk güçlerinin dikkatiyle olmaz. Her vatandaş etrafına dikkat etmeli. Her vatandaş yolda gezerken, otobüse, vapura, trene, taksiye, uçağa binerken kendini bir polis memuru gibi hissetmeli. Veya onun yerine koymalı. Eğer şüphelendikleri bir şey varsa, onu gözaltında tutup acil 155’e telefon etmeleri gerekir. Ancak bu beladan böyle kurtuluruz. Bu birincisi.

İstanbul’da büyük depremde ben Ankara’daydım ve oturduğum ev 8. kattaydı. Deprem konusunda hiç bilgilendirilmediğim için yatak odasından duvarlara vura vura, kapıya geldim ve asansöre doğru koştum. Ama asansör depremde hiç kullanılmayacak bir vasıta. Ama işte insanın başından geçtiği zaman öğreniyor. Biz madem fay hattındayız ve deprem ülkesiyiz neden haberimiz yok. Bu da ikincisi.

Biz madem terör ülkesiyiz. Aynen alfabe öğretir gibi okullarda A-B-C diye, sivil toplum örgütlerinde ve dairelerde ders olarak vermeliyiz. Yalnız terör asker ve polis ile önlenemez. Özellikle büyük şehirlerde de hemen hemen her yere bu kameralar yerleştirilmeli. Bunlara verilecek para insan yaşamıyla ölçülemez. Hiç olmazsa bundan sonrasında belki bombayı engelleyemezsin ama yapanı yakalama şansın olur.

NOT: Şimdi bunu yapan alçak yakalanırsa AB standartlarına göre müebbet hapis yiyecek. AB ülkeleri bunu lanetleyeceğine o PKK’ya yaptıkları yardımı kessinler. Ben size soruyorum, bu konularda idam olsun mu olmasın mı? Ben hem bu konuda, hem de ormanları yakanlar konusunda idamdan yanayım. Kimse kusura bakmasın. İsteyenle de sonuna kadar tartışırım.

Ankara’nın hali harap

SARIYER Belediyesi’ni canı gönülden kutluyorum. O elektrik direklerine yaptıkları çiçeklikler beni bir anda Avrupa’ya götürdü. Demek ki, böyle incelikli düşünen belediyeler var. Maddi olarak yaptıkları çok büyük bir şey değil ama estetik ve incelik olarak mükemmel.

Bir de dönüyorum Ankara’nın göbeğindeki Tunalı Hilmi Caddesi’ne. Elektrik direkleri, İstiklal Savaşı’ndan kalma. Kaldırımları, Taş Devri’nden. Ne ayaklar kırılıyor, ne bilekler burkuluyor ama benim vatandaşım sesini çıkarıp, zabıt tutturarak tazminat davası açmıyor.

Yalnız yağmur yağdığında kaldırım taşına basıp, tepeme kadar ıslandığımda görevlilerin ve yetkililerin kulaklarını yedi ceddine kadar çınlatıyorum.

O sırada eğer varsa ayna olan bir yere gidiyorum. Hele boy aynası olursa daha bir müthiş. Lunaparklardaki komik aynalar gibi kendime bakıp gülüyorum. Türk insanını ne hale düşürüyorlar. Hokkabaza döndürüyorlar. Ona gülüyorum. Ankara’nın en can alıcı caddesinde çamur banyosu yaptırıyorlar, ona gülüyorum. Ondan sonra da ancak ağzıma ne gelirse, onu söyleyebiliyorum.

Soruyorum bu kaldırımlar kime ait. Büyükşehir Belediyesi’ne mi, Çankaya Belediyesi’ne mi? Etraftan yüksek sesle cevapları duyuyorum: "Büyükşehir Belediyesi sorumlu" diye. Yani, Melih Gökçek. Ama Melih Gökçek şu sıralar ODTÜ’nün yıkılmasıyla uğraşıyor. Ankara’nın candamarı Kavaklıdere Caddesi’nin kaldırımları yıkılmış çok mu? Diyorlar ki, "Melih Gökçek, Kavaklıderelileri cezalandırıyor." Düşünüyorum, söyleyenler haklılar. Çünkü, yeni Cumhurbaşkanı gelmeden evvel Çankaya Köşkü’nün bütün etrafı bir haftada hemen yenilendi. Kavaklıdere’de milyonlarca kişi geziyor. Köşkün etrafında 50-100 kişi.

Arda, Ronaldo değil

ARDA’ya soruyorlar "Real Madrid" diye. O da kayıtsız kalıyor. Arda, milli takımda kendini biraz gösterebildi. Emre sakatlanmasaydı, oynayamayacaktı. Fatih Terim tarafından kenarda oturtulacaktı. Şu anda Christiano Ronaldo ile Arda’yı karşılaştırmak hata olur. Arda birkaç sene sonra Ronaldo olabilir. Ama şu anda Ronaldo tek başına çok büyük bir silah. Tabi, yanında oynayan futbolcuların etkenliği de önemli. Ama, en büyük yanılgıya insanlar şurada düşüyor. Arda’nın oyun şekli anlayışı ile Ronaldo arasında dağlar kadar fark var. İkisi çok farklı iki futbolcu. İkisini karşılaştırmak, elma ile armutu, kavun ile karpuzu karşılaştırmak gibi bir şeydir.

Yönetici suçludur

FUTBOL takımları kamptalar. Fenerbahçe evine erken döndü. Maçlara erken başlayacak. MTK ile ön eleme oynayacak. Takımlarda kadrolar şişmiş durumda. Şu an cicim aylarındayız. 20 gün sonra lig başlarken, futbolcuların bir kısmı ya satılacaklar, ya kiralık gönderilecekler. İşte o zaman futbolcuların hakiki beyanatları gazetelerde çıkmaya başlayacak. Şimdiden diyorlar ya, "Bizim antrenör süper. En büyük bizimki başka büyük yok." 20 gün sonra kiralık giderler ve satılırlarsa en kötü antrenör övdükleri olacak.

2005-2006 sezonunda 24, 2006-2007 sezonunda 13, 2007-2008 sezonunda da 21 hoca ile takımların yolları ayrılmış. Bakalım bu sezon hedeflerde ne oranda değişme olacak.

Aslında sorun ne teknik direktörlerde, ne de futbolculardadır. Kesinlikle yöneticilerdedir.

Sahada konuşun da sizi orada görelim

NE Emre’nin Galatasaray-Fenerbahçe konuşmaları, ne de Selçuk’un Mehmet Aurelio hakkında konuşmaları son derece yanlış. Galatasaray eskide kalmış. Ama, Emre’nin tribünlere yaptığı hareketler eskide kalmıyor.

Bazı futbolcular vardır herkes sever. Mesela Alex. Mesela eskilerden Hooijdonk. Daha da eskilere gidildiğinde Metin Oktay. Her kulüp taraftarı tarafından sevilen oyuncular. Niye? Çünkü bunların burnu büyük değil. Herkese sempatikler. Hiçbir seyirciye, hiçbir basın mensubuna hareket yapmıyorlar. Niye? Önce sporculardı da ondan. Sonra futbolcu oldular. Yıllar sonra çıkıp da çeneyle bunları düzeltemezsin.

Selçuk’un da Mehmet Aurelio hakkında konuşmaması gerekir. İki futbolcunun da yapacağı şeyler var. Sahada koşmak. Oynadıkları futbolla, "Helal olsun" dedirtmek. Gerisi hikaye. Lafla futbol oynanmıyor. Ayakla oynanıyor. Yürekle oynanıyor, kondisyonla oynanıyor.

Lincoln hep aynı

LİNCOLN hala konuşuyor. Futbolcu kardeşimiz geçen sene o kadar büyük darbeler yemiş ki rakiplerinden, ondan futbolunu oynayamamış. O darbeleri saha içinde mi yedi saha dışında mı? İkincisi daha takım birinci günden hazırlanırken, o kaçıncı gün katıldı arkadaşlarının arasına. Hazırlık döneminde kaçırılan bir-iki idman bile inanılmaz derecede önemlidir. Ama helal olsun Lincoln’e. Bize onun gibisi yakışır. Aslında alan razı veren razı. Bize ne düşer? Ama ondan sonra ikili mücadelelerde de yerden kalkmayıp, sürününce verirler hakemlere gazı. Ama kimse Lincoln’ün sezon başında kaç gün geç idmanlara başladığından bahsetmez.

NOT: Bu yazı geçen hafta yazılmıştı. Yer kalmadığı için bu haftaya kaldı. Ama farketmez Lincoln, Türkiye’de oynadıkça, sambacının sakatlık yazıları hiçbir gün bayatlamaz. Fırından yeni çıkmış pide gibi. Sür üstüne tere yağını bir de tulum peyniri, hafif açık çay, yeme de yan gel yanında yat.
Yazının Devamını Oku

Kadın çenesi daha öldürücü

23 Temmuz 2008
Diyorlar ki, "Erkek sıkıştığı zaman kadına vuruyor." Peki, kadın erkeği dövmüyor mu? Bence dövüyor. Nasıl dövüyor? Çeneyle. Ağaçkakan gibi. Tık, tık, tık, tık. Ağır ve devamlı çene darbeleri, erken ölüm sebebi bence. FUTBOLCULUKTAN kalma, bir burun sakatlığım vardı. Zamanında yamultmuşuz haberimiz yokmuş. Nefes alamıyordum. Doktora gittim, "Senin küçük dilin de uzamış, boruyu kapatıyor" diyince yattım ameliyat oldum. Allah’tan büyük dilime dokunmadılar. Arkadaşımız Prof. Dr. Gürsel Dursun, "O da biraz uzamış ama şimdilik kalsın, bazen lazım oluyor" dedi. Bayağı zor ameliyatmış ama yavaş yavaş kendimizi toparlamaya başladık.

Bütün bu işlemler olurken Hürriyet’in İnsan Hakları Treni’ne binme randevum vardı. Kayseri’ye gittim. Oradaki arkadaşlarla görüştüm. Güzel saatler geçirdim, Kırıkkale’ye geldim. Oradan da Ankara’ya döndüm.

Kayseri’de trene bindim. Kayserili demiryolcuları da benim tepeme bindi. "Hocam yardımcı hakemlere çatarken bizi kullanıyorsun, ’Kaldırdığınız bayrak tren bayrağı değil’ diyorsun" dediler. Büyük dilimin döndüğü kadarıyla derdimi onlara izah ettim. Küçük dilim zaten kesilmiş ameliyatlı, hem de dikişli. Onu döndürme şansını bırakın, yutkunamıyorum bile.

Öyle durumda bile ayağımın tozuyla beni panele soktular. İnsan Hakları paneli. Duvarda değişik resimler var. Panele katılan bayanlar ağırlıklı. O ana kadar sakin geçen bu paneller, benimle beraber hareketlendi. Çünkü, duvardaki resimler falan derken, şiddet derken, olay kadının dövülmesine geldi.

Çocuğu da dövmeyeceksin

Kadın dövülmesi son derece çirkin bir olay. Ama bakıyorum, panellere katılan bayanlar, daha çok konuşanlar daha çok sesini yükseltenler. Merakımı çekiyor, soruyorum onlara, "Eşinizden dayak yediniz mi?" diye. Fiske bile yememişler. Ağaçtan düşenin derdini, ağaçtan düşen bilir. Dayak, bırakın atılmasını en son çare bile değildir. Ama, tartışma bu sefer öyle boyutlara geliyor ki insan haklarından çıkıyor. Bir anda kadın-erkek mücadelesine dönüşüyor. Hatta bir erkek, çok cevap veren kadınlara hitaben, "İşte siz bunun için dayak yiyorsunuz" diyor.

Aslında, bugün eğer toplumu bir yere götüreceksek, kadınlar sayesinde götüreceğiz. Çünkü, çocuklarla kadınlar, babadan çok daha fazla beraber oluyorlar. Bayanlara soruyorum, "Türkiye’de dayak yiyen kadın oranı ne kadar?" diye. "3 kadından biri yiyor" diyorlar. "Peki" diyorum, "Kocasını döven kadın oranı ne kadar?" "20’de 1" diyorlar. Gene soruyorum, "Çocuğunu döven kadın oranı ne kadar?" Cevap, "Hepsi dövüyor."

Şöyle bir düz mantık yapıyorum. Dayakla bir çocuk büyüyorsa, ileride kadın da olsun, erkek de olsun, dövme dürtüsü onda da olacak. O zaman annelerin de çocuklarını dövmemeleri gerekir. Çünkü, "Dayak cennetten çıkmadır" sözü insanlık hakkı değildir. Çocuk insan değil mi? O güçsüz masum bir varlık değil mi? Neden döversiniz? Anlamak mümkün değil.

Diyorlar ki, "Erkek sıkıştığı zaman kadına vuruyor." Bir erkek nasıl sıkışıyor. Ben de diyorum ki, erkek fiziksel olarak kadına vuruyor. Daha kuvvetli. Peki, kadın erkeği dövmüyor mu? Bence dövüyor. Nasıl dövüyor? Çeneyle. Ağaçkakan gibi. Tık, tık, tık, tık... Sonunda erkek canhıraş kontrolsüz hareket yapıyor. Yani, anlayacağınız ben trende bir gece, iki gün kaldım. Acaba birkaç panele daha katılsaydım ne olurdu onu kestiremiyorum.

Uyanık olan onlar

Kayseri Valisi Mevlüt Bilici polis evinde bir yemek verdi. Emniyet Müdürü Orhan Özdemir ve Büyükşehir Belediye Başkanvekili Mehmet Tarınç da vardı. Yine sohbet açıldı. Yine konu aynı. Fakat, Emniyet Müdürü Özdemir’in söyledikleri çok enteresandı. Geçen sene Kayseri ilinde 200 bayan intihara kalkışmış. Bunların hepsi başarısız sonuçlanmış. Hepsi hayattalar. (İyi de olmuş. Demek ki hiçbiri ölmek istememiş zaten. Orada bile istikrarlı değiller) Yine aynı zamanda 20 erkek intihara kalkışmış. 5’i ölmüş. (İyi de olmuş. Karar vermişler, başarılı olmuşlar. Ölmek istemişler) Demek ki intiharda bile erkekler daha başarılı. Veya intiharda bile bayanlar daha fazla uyanık. Değil mi? Birinde hedef 200’de sıfır, diğerinde 20’de 5. Afferin erkeklere, burada da başarılılar! Bunu duyunca panelde bayanlara yönelttiğim bir soru aklıma geldi. Dedim ki, "Şöyle bir etrafımıza bakalım. Ne görüyorsunuz? Çoğunluğumuzun annesinden çok babaları vefat etmiş. Sebebi ne?" Karşımdan bir bayan hemen yapıştırdı. "Kendinize niye bakmıyorsunuz?" Ben de aynı fikirde değilim. İyi bakıyoruz da bence çene şiddeti, bence ağaçkakan gibi çene şiddeti dayaktan daha öldürücü ve etkili darbe. Ağır ve devamlı çene darbeleri, erken ölüm sebebi bence. İnsanı bitap düşüren ve sonra öldüren darbeler bunlar.

Gece Kayseri’den yola çıktık. Eğlence müthiş. Sabah erken kalktım Kırıkkale’yi şöyle bir dolaştım. Esnafla oturdum sohbet ettim. Sonra tekrar trene geldim. Bu sefer Kırıkkale Valisi Mustafa Demirer, Emniyet Müdürü Salim Akça trene geldiler. Kırıkkalespor altyapısının bütün çocukları da oradaydı. Bana çiçek verdiler, hatıra fotoğrafı çektirdim. Herhalde en az bin kişiyle fotoğraf çektim. Sonra Vali Mustafa Demirer, "Hocam, Kızılay’ın kan bağışı haftası var. Bizimle olursan çok memnun oluruz" dedi. Hep beraber şehrin içinden yürüye yürüye kan vermeye gittik.

Ben veremedim ameliyatlı olduğum için, vali, emniyet müdürü ile herkes kan bağışı yaptı. Tabi bu arada Fenerbahçe-Galatasaray muhabbetleri bitmiyor. Sonunda bu güzel trenden ayrıldım Ankara’ya döndüm. Aslında vaktim olsa bu trene bir-iki defa daha binmek isterdim. Çünkü, inanılmaz güzel gazetecilik malzemeleri vardı trende. Çünkü, her gün başka bir yere giden tren resmen arı kovanı gibi haber peşinde. Ama boş zamanlarda trenden inip içerilere girmek lazım. Caddelere ve yan mahallelere. Kahvelere, parklara hatta evlere.

Ama benim ona vaktim kalmamıştı. Ben üzüle üzüle treni terkettim. Arkamdan üzüldüler mi, sevindiler mi onu bilemem.

KİM HAKLI?

KAYSERİ Emniyet Müdürü Orhan Özdemir, "Aile içi şiddet" dersini çok iyi çalışmış. Diyor ki, "TV seyrederken kadın kumandayı ister, erkek vermezse, bu aile içi şiddete girer. Ama, erkek ister kadın vermezse bu aile içi şiddete girmez." Bunu söylediğinde bizim Hürriyet Treni projesi görevlilerinden Emel Armutçu hemen tepki koydu. "Müdür bey doğruyu söylemiyor" diye. Müdür de ısrar etti. Ben de şaşırdım ve söz verdim. Bu konuda oturup ders çalışacağım. Sonra da ahkam keseceğim. Bakalım kim haklı?

Gidilecek yol belli

SPOR malzemeleri satan dükkanlara, spor komplekslerine bayılırım. Uzun zamandır duyduğum ama göremediğim Kayseri Stadı’nı görmesem çatlardım. Altan Tanrıkulu ile beraber bizim Oktay Ensari aldı, beni stada götürdü ve gezdirdi. Bende de hastalık var ya mutlaka bir kulp bulurum. Bir hata bulurum. Beni ilgilendiren yer olan soyunma odalarını gezdim. Nitekim hataları da buldum. Stat müdürüne ilettim. Eksikleri söyledim. Yaparlar mı bilmem, onlar bilir. Ama stat da çok güzel oluyor. Yüzme havuzu ve kapalı spor salonu ile atletizm pisti harika olmuş.

Müteahhit işi bitirememiş ama adama da yazık olmuş. Çünkü geçen sene 900 YTL olan demir, şu an 1900 YTL. Yani ilk çıktığında kırarak aldığın miktar şu anda iki mislini geçmiş durumda. Buna hiçbir müteahhit dayanamaz. Çünkü, stat çelik konstrüksiyon. Bittiği zaman enfes bir şey olacak. Böyle bir statta top oynamak da büyük keyif, seyretmek de. Türk insanı da bunları hakediyor. Aslında Hasan Doğan yaşasaydı en az 10 stadı toptan olarak TOKİ’ye devredip, yine o stadı toptan olarak TOKİ’ye yaptırmaktı niyeti. Hatta bunun için TOKİ Başkanı’nı ziyaret etmişti. Ama TOKİ Başkanı’nın cevabı onu üzmüştü. "Başbakan benden yılda şu kadar konut istiyor. Onun için bu işlerle uğraşamam" demişti. Hasan Doğan da sabırsızdı. "Hocam bu statları tek tek yaptırmaktansa bir elden yaptırmak daha iyi" diyordu. Ama, ne yapalım şu anda Hasan Doğan yok. İnşaallah onun arkadaşları, onun yolundan yürürler.

Zoru yapacaksın

KIRIKKALESPOR can çekişiyor. Bir zamanlar ilçe takımıyken 1. Lig’de top oynuyorladı. Şimdi il oldular, üçüncü kongrede başkan adayı çıkmadı. Dördüncüde de çıkmazsa lağvedilecekler. Ama, herhale Belediye Başkanı el koyacak.

Aslında çok takımın durumu Kırıkkale’den farklı değil. Haluk Ulusoy devrinde hiçbir şey yapılmadı. Bu federasyonun çok acil tedbirlerle bunların üzerine gitmesi lazım. Amatörler ise bir facia. Bir konuşuyorsunuz, bin ah dinliyorsunuz. Kayseri’de demiryolculardan, Kırıkkale’de Kırıkkalesporlular’dan dinlediğim dertlerle, kasetler doldurulur ama Türkiye’nin her tarafı aynı.

Federasyon Başkanı ve kurul üyeleri devamlı gezmeliler. Yerine gitmeliler. Olayı yerinde görmeliler. İsterseniz bir gidin bakalım. Hasan Doğan, ne kadar sürede nerelere gitti. Hakikaten vefat eden Hasan Doğan’dan sonra başkanlık yapmak zor. Ama kolayı herkes yapar. Mühim olan zoru yapmak.
Yazının Devamını Oku

Genelkurmay Başkanı demokrat olmamalı

16 Temmuz 2008
BAZI ŞEYLER oluyor, yaşanıyor. Bazı ŞEYLERİN çoğunluğu ani olmuyor. Hazırlanıyor, büyüyor ve patlıyor. Veya patlamıyor, organize yapılıyor. Türkiye’deki bu "ŞEY" kavramı müthiş bir ŞEY. "ŞEY" deyince aklınıza ne geliyorsa geliyor. O ŞEY; bu ŞEY, olacak ŞEY, olmayacak ŞEY. Hangi şeyi ararsan o ŞEY var. Mesela bugünlerde polis, savcılık istemiyle askerlerimizi tutukluyor, siviller tutuklanıyor. Savcılar, hakimler hakkında suç duyurusunda bulunuyorlar. Üç, dört tane hakem uluslararası maçlara gönderilmiyor. Bu ŞEYleri yani örnekleri artırabiliriz. Peki bunlar çabuk olan ŞEYler, ani olan hareketler mi? Kesinlikle hayır.

Hamile kalırsan, yandın

Öncelikle şu kavramları fazla uzatmadan, evelemeden, gevelemeden konuşalım. Hükümetin polisi olmamalı, devletin polisi olmalı. Partinin askeri olmamalı, devletin askeri olmalı. Federasyon Başkanı’nın veya grubunun hakemi olmamalı, federasyonun hakemi olmalı.

Bu kavramları net halledersek veya bu yolda yürürsek zaten sorunlar olmaz. Çoğu ŞEYİ hallederiz.

Mesela sen hakem olarak Federasyon Başkanı’ndan veya onun yandaşları veya kulüp başkanlarından veya yandaşlarından, "Beni FIFA hakemi listesine alın.", "Beni, 1. klasman hakemi yapın.", "Beni Süper Lig hakemi yapın" diye istekte bulunursan veya hamile kalırsan, bunun diyetini senden isterler. Eğer yerine getirmezsen, bu sefer senin suratına derler ki, "Ben olmasam sen oralarda olmazdın. Yapacaksın arkadaş".

Polis teşkilatıyla, askerlik ayrı bir olgu. Polis, İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Yani devletin polisi. Ama polisteki kadroları yapanlar kimler. Bir yerde siyasi idare. İşte burada tarafsız davranılırsa, yani polis kadrolarıyla oynanılmaz, polis devletin polisi olursa sorun kalmaz. Yani, polisi siyasete bulaştırmayacaksın. Aynı cümleleri, adalet mekanisması için de söyleyebiliriz. Savcıların, hakimlerin tayinleri siyasi olmamalı. Bütün Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları gözü kapalı, bu gruplara güvenmeliler. Askerinki tamamen başkadır. Çünkü orası emir-demir komuta zinciridir. Polise siyaset az veya çok karışabilir. Futbola siyaset az veya çok karışabilir. Ama askere siyasetin karışmasını bırakın, "S" harfi olmamalı. Çünkü orası emir-komuta zinciriyle yürüyen, ismi üzerinde askerlik yapılan bir yer. Orada emir demiri keser.

Askerlik ölme-öldürme sanatı. Emir-komuta zinciri. Askerde, "Dur" deyince durursun, "Rahat" deyince rahatlarsın. "Rahat" demeden ayağını yana açamazsın. Yani emir komutada demokratlık yoktur. Emir-komuta siyasi değildir.

Genelkurmay eski başkanımız Hilmi Özkök Paşa bir konuşuyor, bir cümle sarfediyor. Nereye çekersen, oraya gider. Ete, soğan doğramaktan bahsediyor. Kuru soğan mı, yeşil soğan mı (taze soğan), kırmızı soğan mı belli değil. (Ayıptır söylemesi eski meslek dalım da.) Bu sefer başka bir soru yöneltiyorlar, cevap olarak, "Vardır da diyemem, yoktur da diyemem" diyor.

Ben de bir Türk vatandaşı olarak şunu söylüyorum. Benim emekli de olsa faal de olsa Genelkurmay başkanlarım bir cümleyi söyleyince net anlamalıyım. O cümle hakkında yorum yapmamalıyım. O cümle yoruma açık olmamalı. Lafı uzatmadan eveleyip gevelemeden net söylemeli. Kasaptan alırsın ya, "Ver şuradan bir kilo kemiksiz kıyma" diye. Yani benim Genelkurmay Başkanlarım demokrat olmamalı. Fazla demokrat olursan, o lastiği uzatır da uzatırsan, işte bugünlere geliriz.

(Pazartesi günkü Hürriyet’teki köşesinde Ahmet Hakan yorum yapıyor. Soruyor, hangisi doğru. Kendi cevaplıyor. Belki de yorumun ikisi de yanlış. Sonra da yazının sonuna geliyor, kendi yorumlarına göre, demokrat kalemlerden cevap istiyor. Benim emekli Genelkurmay başkanımın her konuşması yorum. Civciv de çıkar, kuş da çıkar. Veya et mi, balık mı, tavuk mu belli olmaz.)

Vah benim ülkeme...


Benim Genelkurmay Başkanım eğer doğruysa, sefer tasıyla yemek götürmüş makamına. Ben Genelkurmay Başkanı olsam, eğer sefer tasıyla oraya yemek götürüp yemek yiyorsam, bu haber doğruysa eğer. (Şu ana kadar yalanlama oldu mu? Bilmiyorum.) Ben, Türk vatandaşı olarak zaten yanmışım.

Vah benim ülkeme...

NOT: Pazar günkü Yılmaz Özdil’in yazısına da 10 üzerinden 9.5 verdim. 0.5 niye vermedim? Bakarsınız Yılmaz Özdil yarın daha farklı bir çıkarma yapar, o hakkı kullanmak için.

Futbolumuzun geleceği için Erdoğan’dan faydalanmalıyız

SEVGİLİ Hasan Doğan vefat ettiğinde yurtdışındaydım. Uzaklarda. Yakında olsaydım da farketmeyecekti. Zaten, Hasan Doğan’ı kaybetmiştik. Yurda dönüp, gazetelere bir baktım. Gözlerime inanamadım. Hasan Doğan’ın hakkında aylarca "Hükümetin adamı, Başbakana yakın. Futbol, politikaya battı. Öldük" diyenler Hasan Doğan’ı yerlere, göklere koymuyorlar. Rahmetli öbür taraftan bunları görüyorsa, "Ulan hepinizi tanıyordum. Ama bu kadar da dönek ve kıvırtkan olduğunuzu tahmin etmiyordum" diyordur kesin, tahmin ediyorum. Cenazesinde bulunamadım ama dua yemeğine katıldım. Başbakan ile el sıkıştık. O da hala üzgündü. Ailesi perişandı. Helal olsun Başbakan’a. Başbakan olması onun dostuna zaman ayırmasında en ufak bir mani olmamış.

Hükümet gücü

Haluk Ulusoy’dan sonra Futbol Federasyonu Başkanlığı yapmak kolaydı. Çünkü Ulusoy ve ekibi futbolda güvensizliğin ve kaosun simgesi oldular. Hasan, sağlam kişiliğiyle ağzından çıkan kelimelerin ve cümlelerin arkasında durmasıyla bu güvensizliği kısa sürede yok etmeyi başardı. Şans da ona yardım etti. Zaten şans doğruya yardım eder, sahtekara değil. Sahtekarlara da ettiğini gördüm ama sonra daha fazlasını kaybettiler.

Aslında buradaki önemli nokta şu. Haluk Ulusoy’dan sonra başkanlık yapmak belki zor değildi. Ama şimdi Hasan Doğan’dan sonra başkanlık yapmak çok zor olacak. Öyle veya böyle Hasan Doğan’ın arkasında bir hükümet gücü vardı. Anlamak mümkün değil. Hükümetin gücü olması federasyon için kötü müdür, iyi midir? Siz federasyon olarak siyaseti mümkün olduğu kadar az sokarsanız, avantajı var. Hasan Doğan yaşasaydı, eğer 4 sene başkanlık yapsaydı, Türk futbolunu 20-25 yıl ileri götürecekti.

Hiç bir şey yapmasa, tesis açısından götürecekti. Çünkü yapacaklarını anlattığında ve uygulamalara geçtiği zamana bakıldığında, süre inanılmaz kısaydı. Basında maalesef bazı kiralık kalemler de var. Dikkatle takip edildiğinde net görüyorsunuz.

Bu iş çocuk oyuncağı değil. Federasyon kurulu kavgalar etmezlerse, birbirlerine dayanırlarsa, yukarıdan da telkinlerle bozulmazlarsa Hasan Doğan’ın ruhunu yaşatırlar. Yoksa Haluk Ulusoy devrinden de kötü oluruz. Öncelikle cesaretli olmalılar.

Siyasilerden gelen baskılar her devirde olmuştur. Hasan Doğan döneminde de ne baskılar geldiğini, ne telefonlar, ne yazılar geldiğini biliyorum. Ve hepsini de elinin tersiyle ittiğini ve uygulamaları çatır çatır yaptığını da biliyorum. Ne oldu? Sonunda halk ona sahip çıktı. Başbakan devreye giremez miydi? Ama girmedi. Sahip çıktı. İnanın bu federasyon iyi niyetle devam etsin, Başbakan yine sahip çıkacaktır. Başbakan’ın siyasi görüşü yani futbol görüşünü ayırmak lazım. Siyasi olarak eleştirebiliriz. Ben futbol mantalitesi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın futbola çok faydalı olabileceği fikrindeyim. Yeter ki futbol camiası ondan faydalansın.

Küçük düşündüler

Size net bir anektot söyleyeyim. Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Doğan girişimleri olmasaydı, bugün Seyrantepe’de yapılan Galatasaray Stadı’nın yerinde yeller esiyordu. Orada hala ormanlık alan vardı. Türkiye’de bazıları o kadar ufak düşünüyor ki, "O yaptı ben yapmayayım, devam etmeyeyim" diye. Hasan Doğan ve Levent Bıçakcı ekibi Tarabya’da bir araziyi Futbol Federasyonu merkezi yapmak için almaya kalktılar. Ayrıldıktan sonra Haluk Ulusoy ve ekibi Levent Bıçakcı ile Hasan Doğan bu işe girdi diye, o işlemlere devam etmediler ve bugün orasını başka bir grup kaptı. Hep böyle düşündük. Ufak olsun benim olsun.

Zaman zaman mağdura sahip çıkar, zaman zaman bir kısım aptallıklar da yapabiliriz. Bazen benim son seçimde yaptığım, "rey" attığım parti gibi. Ama Türk insanı bakmayın siz, bir yerde zekidir, duygusaldır. Aynı vefat eden Hasan Doğan’a sahip çıktığı gibi. Bazı şeyler parayla, pulla olmuyor.

Vatandaşı trafik polisiyle soyuyorlar

BİR aydır dikkatimi yeni çekti. Taksiler, dolmuşlar, halk otobüsleri, kırmızı yandığı an kavşaklarda "zınk" diye duruyorlar. Eskiden yayaların üzerine sürerlerdi, yaya yollarını kapatırlardı hatta ve hatta sola dönüşlerde kavşağa yarıya kadar girip diğer araçların önlerini kapatırlardı. Herkes mum olmuş.

Taksicinin birine sordum "hayırdır" diye. "Erman hocam" dedi. "Kavşaklara gelince kafanı bir kaldırsana. Direklerin üzerinde bazı yerde iki, bazı yerde üç kamera var. Bırak kırmızıda geçmeyi, kavşağa girmeden çizilen beyaz kalın çizgiyi 15 cm geç, eve üç taraftan çekilmiş aile fotoğrafları geliyor. Öyle bir yakışıklı çıkıyoruz ki inanamazsın. Taktığın gözlük, içtiğin sigara, yanınızda oturan ve plaka ayna gibi. Bir de arkadan çekiyorlar. Kımıldama şansın yok. Tıpış tıpış gidip cezayı ödüyorsun."

Her şey şahane. Kimse sağdaki emniyet şeridine giremiyor. Orada da kamera var. Ne trafik polisiyle tartışıyorsunuz ne de trafik polisiyle muhatap oluyorsunuz. İşler tıkır tıkır düzelmiş. Darısı Ankara’nın başına. Niye hala yapılmadı anlamak da mümkün değil.

Onlar da şikayetçi

Ankara’daki o Eskişehir yolunda, ODTÜ’lüler, Bilkentliler, Başkent Üniversiteliler ölüm zikzakları çizerek yarış yapıyorlar. Koyarsın kameraları, hız kontrollerini. Vatandaşa tuzak kurmadan, radar kurmadan işi halledersin. Çıkıyorsun şehirlerarası yola, basıyorsun otobanda 110 km. 10 kilometrede artı veriyorsun 120’yi geçince cezayı yazıyorlar. Şu anda o otobanlarda 3-5 yaşındaki arabalar 5. vitesi 120’de geçiyorlar. Eğer bazı düzeltmeleri yapıyorsanız, otobanlardaki ve çift yollardaki hız limitlerini artırmanız gerekir.

Maalesef trafik polisleri bile bu konuda şikayetçiler. "Haklısınız ama ne yapalım" diyerek cezaları yazıyorlar. Yani tuzak cezaları. Yani devlet vatandaşını tuzak kurarak haksız yere soyuyor. Silah zoruyla değil. Trafik polisiyle. Ama, benim trafik polisim de halkının mağdur olduğunu biliyor. Onlar ne yapsınlar. Emir demiri kesiyor.

Kafalar kumda...

AYNI gün ben Hürriyet’in spor ilavesinde yazıyorum. Yine aynı gün Beşiktaş’ın eski futbolcusu ve menajeri Ali Gültiken gazetelere beyanat veriyor. İki yazıyı yan yana koyun. Sanki arada karbon kağıdı var. Peki ben müneccim miyim? Hayır. Bu işin içinde yıllarca yaşamışsan, görüntü bu olur. Onun için de ne Beşiktaş Yönetimi, ne Sinan Engin, ne de Ertuğrul Sağlam kaptanlar savaşında kafalarını kuma sokmasınlar. Çünkü kalçalar kabak gibi dışarıda duruyor. Ali Gültekin’i de görmeyeli ve konuşmayalı telefon dahil herhalde 2 yıl olmuştur.

Üşenmeyin, deneyin

ARAGONES’in, Fenerbahçe’ye geleceği kesinleştikten sonra futbolcuların onun hakkında söylediklerini isterseniz üşenmeyin bir kenara yazın. 3 ay sonra, 6 ay sonra, bir sene sonra yine Aragones, Fenerbahçe’den gidince o futbolcuların veya o futbolcular Fenerbahçe’den ayrılınca söylediklerini bir yazın. Sonra karşılaştırın ve bunları tarih tarih açıklayın. Bakın neler göreceksiniz. Denemesi bedava.

NOT: Bu işlemi bazı spor yazarlar için de yapabilirsiniz. Onlarınki daha uzun yıllar sürebilir. 3 sene, 5 sene. Bir gün kırmızı, bir gün mor, bir gün sonunda beyaza döndükleri için.
Yazının Devamını Oku

Yüreğiyle, fikriyle kapı gibi adamdı

7 Temmuz 2008
BİR yakınım vefat etseydi ancak bu kadar üzülürdüm. Ortak bir dostumuz vasıtasıyla geç tanıştık. Federasyon Başkanı olmadan önce ve olduktan sonra ne zaman bir şeye takılsak, Hasan Doğan ile telefonlaşır Ankara’da veya İstanbul’da bir yerde buluşur yemek yerdik. Saatlerce sohbet ederdik. Söylediklerinin çoğunu mesleğimde kullanmadım. Bunun için de köküne kadar her şeyi konuşurduk.

Birkaç tane yazdığım olayı da ondan öğrenmediğim için yazdım. Konuşmalarımızın haricinde olduğu için yazdım. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Söylediği ve anlattığı bütün olayların arkasında durdu. Çok zeki ve akıllıydı. Bu her insanda olmaz. Ya biri ya diğeri olur. Daha da önemlisi çok dürüsttü.

Yaşarken değer vermiyoruz

Mükemmel projeleri vardı, futbol için hep daha fazlasını isterdi. Kimseye diyet borcu olmadığı için de futbol için her pazarlığı yapar ve alırdı. Mükemmel işler yapacaktı, şansı da yaver gitmişti. Avrupa üçüncüsü olduk. İsviçre maçından sonra, "Bu hanımı getiriyoruz maçlara ama korkuyorum bir gün hanımı kaybedeceğiz" demişti.

Hem yüreğiyle, hem fikriyle kapı gibi adamdı. Hem de adam gibi adam. Allah’tan bu cümleleri o ölmeden önce de dile getirdim, konuştum ve yazdım. Türkiye’de bu tip insanlara yaşadıklarında değer vermiyoruz. Öldüklerinde anlıyoruz. Ailesi adına, kendisi adına, Türk futbolu adına çok yazık oldu. Türkiye, çok değerli bir evladını kaybetti. Toprağın bol olsun Hasan Doğan.
Yazının Devamını Oku