Başka zaman değil de tam seçim yaklaştıkça, halka şirin görünmek için tavan fiyat uygulaması başlatılıyor. Tavan fiyatı belirleyip gazetelere “halkımızın daha ucuz benzin mazot alması için buna mecbur kaldık” demeçleri veriyorlar.
Faiz oranlarına müdahale neyse, akaryakıttaki tavan fiyat de odur ve piyasa ekonomisine devlet müdahalesinin adıdır. Bir başka deyişle otoriterleştikçe doğal olarak devletçi olan popülist yönetimlerin müdahale kılıflarından biridir. Madem halkı düşünüyorsunuz; o zaman niye sadece seçim dönemi uyguluyor, başka zaman uygulamıyorsunuz? Bağımsız olması gereken Enerji Piyasası Kurumu (EPDK) nasıl oluyor da “oy için” Hükümete hep bu kıyağı yapıyor.
Bir yandan enerji piyasası liberalize oldu deyip, öte yandan akaryakıt fiyatlarına narh koyacaksınız. Kaldı ki; akaryakıt enerji piyasası içinde en piyasaya açık hale getirilen bir alan. Bir de yıllardır söz verilmesine rağmen hala piyasaya açılamayan doğalgaz ve elektrik alanlarını düşünsenize. Tam bir kötü yönetim.
Hükümetin piyasaya müdahale etmeden yapacağı iş; dünya fiyatlarındaki düşüş kadar vergi indirimi yapıp, halka ucuz benzin temin etmektir. Düşen dünya piyasaları nedeniyle Maliye Bakanı vergi tahsilatı azalacak diye yakınıyor ama maktu vergi nedeniyle, düşen fiyattan tam olarak yararlandırılmayan halkın gördüğü zarar çok daha fazla. Hükümet de halka yararlandırmadığı indirimler yerine, piyasayı bozarak popülizm uyguluyor.
Özetle; ilkesizlik ve kötü yönetimin faturası bu. Halkın zararına olmasına rağmen göz boyadıkları yetmiyor, akaryakıt bayilerini iflasa sürüklüyorlar.
BENZİNLİK KALMAYACAK
GEÇEN ayın bütçe rakamlarını yazılı açıklaması ile değerlendiren Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “şimdiye kadar olduğu gibi seçimlere rağmen mali disiplin korunacak” şeklinde, altı çizili olarak sunulan sözleri dikkatimi çekmişti. Durup dururken böyle bir ibareye ihtiyaç yoktu ama Bakan böyle bir yolu seçmişti.
Dün CNN Türk’e çıkan Mehmet Şimşek’in aynı söylemi devam ettirdiğini gözlemledim. Değişik toplumsal kesimlere “müjde paketleri” adı altında açıklanan bu harcama artırıcı kalemlerin aslında 2013 yılı ortalarından beri planlanan paketlerin bir gereği olduğunu söyledi. Açıklamanın şimdi olması nedeniyle seçim ekonomisi uygulaması gibi gözüktüğünü belirten Şimşek’in bunların faturası hakkında bilgi vermemesi, geçiştirmesi dikkat çekti.
Maliye Bakanı Şimşek’in söylemi, aslında piyasalarda konuşulup oluşmaya başlayan seçim ekonomisi algısından ne kadar çekindiklerinin kanıtı gibiydi.
“Yiğidi öldür hakkını ver” diyerek, bir çok seçim geçirdiklerini, sadece geçen yıl 2 seçim atlattıklarını ama mali disiplinden taviz vermediklerini hatırlattı. AK Parti hükümetleri şimdiye kadar, seçimlerde ne kadar harcama artırsalar da, bunu dengeleyip mali disiplinin bozulmamasını sağladılar. Piyasalarda bu konuda bir güven oluşmuştu.
Ancak bu kez durum biraz farklı gibi gözüküyor. Hiçbir zaman seçim öncesinde bu kadar harcama paketi açıklanmamıştı. Ayrıca toplumsal olarak gerginlik o kadar büyüyor ki; normal dönemde “nasıl olsa bir yolunu bulur hallederler” denilen seçim harcamaları, biraz da bu nedenle göze çarpmaya başladı. Ayrıca çözüm sürecinde de bu kadar kritik noktaya gelinmemişti. Bu gerginlik arttığı takdirde, Hükümetin çeşitli toplumsal kesimlere müjde paketleri vermeye devam etmesinden, faturanın daha da büyümesinden korkuluyor. Üstüne üstlük Merkez Bankası üzerindeki baskı da bu kadar yoğunlaşmamıştı. Bu nedenle piyasalarda oluşan bu yeni algı Maliye Bakanını da korkutuyor. Bana sorarsanız, Bakan da, aksini söylese bile, bu ihtimaldan çekiniyor.
Bence Bakan Şimşek, savunduğu güvenlik paketine karşı tepkiyi, yarattıkları güvensizlik havasını, bunun ekonomide büyük tahribatlar yaratma ihtimalini hafife alıyor.
GELİRLER AZALACAK İTİRAFI
Kısa dönemde, örneğin yaz aylarında hizmetler sektörü etkisiyle iniş çıkışlar yaşanabilir ama genel trend yukarı. Orta vadede, ek önlemler alınmazsa, işsizlik oranları düşmez, aksine artabilir.
Çünkü ekonomi ve siyasete ilişkin beklentiler kötümser. 7 Haziran seçimleri yaklaştıkça, hükümetin düşen dış talep yerine iç talebi ikame etmeye çalışacağı açık. Başbakan sürekli “müjde paketleri” açıklayarak seçimlere kadar popülist davranacağını gösteriyor.Maliye Bakanı Mehmet Şimşek dün ocak bütçe verilerinin olumlu olduğunu söyledi. Seçim ekonomisi algısı nedeniyle “her zaman olduğu gibi bu seçim döneminde de mali disiplin korunacak” deme gereği de duymuş.
İç talebe katkı yapar mı bilmiyoruz ama bu tür müjdelerin genel trendi değiştirmeyeceği, ileriye dönük riskleri artıracağını da unutmamak gerekir. Genel büyüme trendinin artacağı beklentisi olmadığı için işsizlikte de umut yok. Bunun önemli nedenlerinden biri hükümetin batı nezdinde itibarının zayıflamış olması. Demokrasi ve insan haklarında geri gidiş yabancı sermayeyi etkilemeye başladı. Tek adam görüntüsüyle kritik öneme sahip kurumların bağımsızlığında geri gidişler olduğu artık açıkça görünüyor. Kurumsallaşmış bir ekonomi yolunda ilerlemek yerine geri gidişler yaşanması, işsizliğin azalmasına asıl etkiyi yapacak, kalıcı yabancı sermaye yatırımlarını caydırır noktaya ulaştı. Batı sermayesinin yanında dış politika hataları nedeniyle Arap sermayesinin ilgisinin azalmaya başladığı da çok açık.
Siz uzun zamandır “Türkiye’ye yatırım yapacağım” diyen kararlı bir ciddi yabancı sermaye gördünüz mü? Aksine bölgede Türkiye yerine başka ülkelere kayış var, hatta yerli sermaye de başka ülkelere yatırımlarını hızla artırıyor...
POLİTİKACININ GÖREVİKısacası; Türkiye tasarruf açığı olan, büyümesi, dolayısıyla işsizliğini azaltması için yabancı kaynağa ihtiyaç duyan bir ülke. Uygulanan ekonomik ve siyasi politikalar ise bu tabloya tümüyle ters. Mümkün olduğunca küresel ekonomiye eklemlenmek, öncelikler saptayarak yatırım çekmek yerine “Osmanlı” hayaliyle, başta sermaye gelecek ülkeler, neredeyse tüm dünyaya kafa tutma yolunu seçtik.
Şurası açık; Türkiye’nin dış politikası böyle gittiği sürece, konjonktürel sıcak para girişleri dışında, büyümeye katkı yapacak yabancı sermayeyi görmesi zor. Ekonomi politikaları konusunda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan anlayışının devreden çıkıp, kalıcı büyüme oranlarını artıracak, ciddi yapısal tedbirlerin biran önce uygulanması gerekiyor. Aksi takdirde, bırakın kalıcı yabancı sermaye yatırımlarını, sıcak para girişlerini bile zor görür noktaya gelebiliriz.
Ukrayna’da sağlanan ateşkes, ABD’den gelen sert faiz artışını törpüleyen haberler, Yunanistan’da restler çekildikten sonra gelen yumuşama havası piyasaları biraz rahatlattı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir hafta yurtdışında Merkez Bankası’na çatmayınca, iç piyasalar da rahatladı.
Buna rağmen kurlardaki yumuşama nispeten az oldu. Geçen hafta içinde 2.5 TL’yi aşan dolar kuru ancak 2.48 TL’ye geriledi. Bu da aslında hem dış, hem iç gelişmeler için tedirginliğin devam ettiğini gösteriyor.
Piyasalarda gözlerin yavaş yavaş iç siyasi gelişmelere çevrilmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu hafta için Kürt sorununda beklenen adımlar, iç piyasalara da olumlu katkı yapacaktır. HDP ile AKP’nin birlikte yapacağı ortak çağrının ardından, İmralı’dan silahların bırakılmasını da içerecek açıklama bekleniyor. Eğer bu açıklama gelirse bir süre olumlu etkilenecek piyasalar, ardından bu konuda atılacak somut adımlara bakacak ve bu gelişmelerden etkilenecek.
Ancak bu noktada bir tedirginlik de hala mevcut. Cumhurbaşkanı Erdoğan yurtdışından gelirken yaptığı açıklamada geçtiğimiz cuma günü bu açıklamayı beklediğini söylemiş. Birkaç günlük gecikme ile bu açıklama gelirse iyi ama eğer bu beklenti yaratıldıktan sonra bir açıklama gelmezse, hem iç siyasette hava yeniden gerginleşir, hem de bu durum piyasalara olumsuz yansır.
Bununla birlikte bu hafta içinde TBMM Genel Kurulu’na gelmesi beklenen iç güvenlikle ilgili paket de siyaseti ve ekonomiyi germe potansiyeli taşıyor. Bunca eleştiriye, muhalefetin birlikte davranacağını açıklamasına rağmen, Başbakanın açıklamaları paketin mevcut şekliyle TBMM’ye geleceğini gösteriyor. Bunun HDP ile AKP’nin yapacağı ortak açıklamayı baltalama ihtimali bulunuyor. Ancak bu kadarla da sınırlı kalmaz; TBMM’de yoğun kavgalara neden olması, toplumsal olarak protestoların artma ihtimali de büyük.
İKTİDAR PARTİSİNDE OLACAKLARBu arada HDP’nin AKP ile uzlaşmaya varması halinde, parti halinde seçime girip kazanma ihtimalinin azalacağı, AKP’nin de buna oynadığı çok sık konuşulmaya başladı. Yani HDP’nin yeniden bağımsız adaylarla seçime girmesi halinde, tüm piyasa oyuncularının üzerinde çalıştıkları, seçim sonrası muhtemel TBMM oluşumu ve hükümet senaryoları da yeniden gözden geçirilecek.
Önce şunu söyleyeyim; AK Parti’den aday olmak için istifa eden bürokratların çoğu belli bir işaret almadan ayrıldıkları için görevlerine kısa sürede geri dönebilirler.
Bürokrasiden AK Parti dışındaki partilerden aday olmak için ayrılanların sayısı bir hayli az. Ancak ekonomi bürokrasisinden duyduğum ve teyit aldığım bir isim var ki; ekonomiden ayrılan diğer isimlerin tümüne bedel denilebilir.
Kalkınma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Erhan Usta, Devlet Bahçeli’nin davetiyle, MHP’den aday olmak için görevinden ayrıldı. Usta’nın memleketi Samsun ya da Ankara’dan aday olması bekleniyor.
Erhan Usta’nın son dönemi en önemli özelliklerinden biri Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, birkaç gözde bürokratından biri olması. Babacan’ın güvendiği, özellikle makro ekonomik dengeler hakkında en çok danıştığı isimlerden biri.
Babacan’ın Erhan Usta’ya verdiği önemi şuradan anlayabiliriz; Babacan, İbrahim Çanakçı ayrıldıktan sonra Erhan Usta’nın Hazine Müsteşarlığı için kararnameyi hazırladı, başbakana imzalattı ve onay için Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a gönderdi. Cumhurbaşkanı imzalamayacağını söyleyince, geri çektiler.
Bilindiği gibi 2014 Eylül ayı başından beri, yani neredeyse 6 aydır bu hayati öneme sahip müsteşarlık makamı boş, Cavit Dağdaş tarafından vekaleten yürütülüyor. Cumhurbaşkanı, duyduğumuza göre Dağdaş’ı da kabul etmiyor…
Kalkınma Bakanlığı Müsteşarı Kemal Maden, bir süre Erdoğan’ın engellemesinden sonra, Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilince, Kurumun en deneyimli ismi Erhan Usta’nın bu göreve artık gelmesi bekleniyordu ama Bakan Cevdet Yılmaz, makro değil sektör kökenli, daha az deneyimli bir ismi atadı. Bunun üzerine Usta istifa etmek istedi, Babacan’ın devreye girmesiyle bu kez yorulduğu için ayrılmak isteyen Metin Kilci’nin yerine Enerji Bakanlığı Müsteşarlığı’na atamak istediler. 2 aydır bu kararname de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önünde bekliyor.
TÜSİAD’ın yeni başkanı Cansen Başarır Symes de geçtiğimiz hafta ilk konuşmasında “Merkez Bankası bağımsızlığı mutlaka korunmalı” demişti. Bu açıklamalar iş dünyasının neredeyse tümüyle, Merkez Bankası’nın uyguladığı politikalara güven duyduğunu gösteriyor. Diğer açıdan bakarsak; özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın gündeme getirdiği Merkez Bankası’nın bağımsızlığı tartışmasının ve uygulanan para politikasına karşı çıkışının yersiz olduğu konusunda iş alemi hemfikir gözüküyor.
EN BAŞARILI BAŞKANBirkaç ideolojik dernek tavrını dışarıda tutarsak, TOBB ve TÜSİAD’ın bu konuda tepkilerini, ‘tüm işaleminin tavrı’ olarak görebiliriz. “Türkiye Başkanlığındaki G20 Gündemi” konferansında konuşan, 1.5 milyon üyeyi temsil ettiğinin altını çizen TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Merkez Bankası Başkanı Başçı’nın sadece bir profesör değil aynı zamanda “Küresel kriz sonrasının en başarılı merkez bankası başkanlarından biri” olduğunu ifade etti. Başçı’nın G20 Merkez Bankası Başkanlarının dönem başkanı olduğunu, iki gün boyunca sürecek toplantılardan gelecek işaretleri bekleyeceklerini kaydeden Hisarcıklıoğlu, “Larry Summers’ın dediği gibi ‘Güven en düşük maliyetli teşviktir’ ve bizler de bu teşvike bu dönemde büyük bir ihtiyaç duymaktayız” şeklinde konuştu.
Herkes gördü ki; sivil toplum kuruluşları artık Hükümete, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı demeç veremiyorlar, çünkü teftiş başta olmak üzere, çeşitli devlet müeyyideleri hemen devreye girebiliyor. İşte bu nedenle özellikle iş dünyası örgütleri uzun zamandır pek eleştiri yapamıyorlar. Bu açıdan düşündüğümüzde Başçı’ya verilen desteğin anlamı daha da büyüyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Erdem Başçı da dün aynı toplantıda dolaylı olarak Cumhurbaşkanı’na bir yanıt gelmiş oldu. İyi ki de geldi; çünkü açıklamaların ardından dolar kuru hafif de olsa geri geldi.
Doların 2.5 TL olmasının bir psikolojik eşik olduğu konusunda yaygın bir kanı var. Teknik analistler değişik direnç seviyeleri verirler ama 2.5 TL’lik dolar kuru, hem vatandaş hem de işadamları nezdinde psikolojik bir sınır. Her zaman olduğu gibi; yine euro ya da başka bir döviz cinsindeki harekete değil, ekonominin gidişatı için, dolar kuruna bakılmaya devam ediyor.
“Dolar nereye gider?” sorusu son aylarda tekrar çok sorulmaya başlamıştı ama son günlerde artık neredeyse günlük sohbetlerin başlıca konusu haline geldi. Bunun ekonomideki istikrar açısından hiç de iyi bir gösterge olmadığını, geçmiş deneyimlerimizden çok iyi hatırlamamız gerekir.
Örneğin her kriz öncesi dolar kuru yükselmeye başladığında, bazen Merkez Bankası başkanları, bazen Başbakanlar ve bakanlar “Dolar alanın eli yanar” gibi sözler ettiler ama hiçbir seferinde de dolar alanın eli yanmadı. Geçen hafta Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin “Döviz kurlarının artmasından endişe etmeye gerek yok, ihracatımız artar” gibi sözlerini duyunca, bu aşamanın bir adım gerisine geldiğimizi düşündüm.
Aynı Bakanın Keynes’le ilgili söylediklerini duyunca, Bakanın döviz kurları için söylediklerine de önem vermenin doğru olmayacağını bir kez daha anladım ama kendisi bu Hükümetin, dolaylı da olsa, ekonomiyle ilgili bakanlarından biri...
Zeybekci’nin hep Cumhurbaşkanı’nın ardından bu konulara girdiğini, sürekli Cumhurbaşkanı’nı teyit edip, söylediklerini pekiştirir biçimde konuştuğunu hatırlarsak, dile getirdiği bu görüşlere biraz önem vermemiz gerekiyor.
Merkez Bankası bağımsızlığı, faiz tartışması, imar rantının vergilendirilmesinin iptali gibi, doları bu seviyeye taşıyan hususlar aynı yerlerden dillendirildi.
Özetle; dolar 2.5 TL’lik sınıra, kötü yönetim yüzünden geldi. Doların bu seviyeye gelmesi öyle dedikleri gibi ihracatı filan artıracak bir seviye olamaz. Çünkü aşağı ya da yukarı yönlü istikrarsızlık, bırakın ihracattaki gelişmeyi, iç ticareti bile durduran bir unsurdur. Piyasalar önce önünü görmek isterler...
Merkez Bankası konusunda zaten baştan beri görüş ayrılığı mevcut. Ancak Tayyip Erdoğan Başbakanlığı döneminde bu ayrılığı daha dolaylı ve yumuşak biçimde, daha doğrusu Babacan’ı fazla yıpratmayacak biçimde dile getirirdi. Buna karşılık Babacan da, “Aslında Başbakanımız şunu demek istedi” der, ortalığı yumuşatacak sözler eder, durumu idare ederdi. Piyasalar da Erdoğan’ın söylediklerine rağmen Babacan’ın dediği olduğu için, temel hatalar yapılmadığı için, bu tartışmayı uzaktan seyredip, fazlaca dert etmezdi.
Ancak Erdoğan Cumhurbaşkanlığı ile birlikte hiç denge gözetmeden, Merkez yönetimini zor durumda bıraktığını düşünmeden, üslubunu iyice sertleştirdi. Sonunda Merkez Bankası bağımsızlığından açıkça şikayet edip, “Başkanlık olduğunda Merkez Bankası bağımsız olmayacak” imasında bile bulundu.
Sadece Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, faiz kararları konusunda değil, bir çok ekonomik konuda görüş ayrılıkları zaten vardı. Son olarak dün Hürriyet’te Nuray Babacan’ın haberiyle öğrendik ki; imar rantının içinde bulunduğu şeffaflaşma planı da seçim sonrasına ertelendi. Bu, aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan istemedi diye Hükümetin bundan vazgeçtiği anlamını taşıyor…
Bu karar Babacan’ın Başbakan Davutoğlu’na kabul ettirdiği, öncelikli projeler adı altında açıklanan yapısal tedbirlerin de kadük olduğu anlamına geliyor. Çünkü Babacan imar rantını, yapısal tedbirlerin temeline koyuyor ve ekonomideki üretim yapısının sanayi odaklı yeniden yapılanmasını amaçlıyordu.
YAPISAL TEDBİRLER ÖLÜ DOĞMUŞ SAYILIR
Özetle; Babacan’ın ekonomiye ilişkin tüm planları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağırlığını koymasıyla, suya düştü. Öyle anlaşılıyor ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyasette olduğu gibi ekonomide de şimdiye kadar sağlanan başarıların tümünü kendi varlığına bağlıyor. Bir başka deyişle, Babacan’ın şimdiye kadarki ekonomik başarıda en önemli payı olan aktör olduğunu kabul etmiyor.