Siyasi baskılar sonucu Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yitirmesinin, piyasada yarattığı paniği son bir haftada yaşadık. Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, bu algıyı yaratan demeçlerinden çark ederek, 4 Şubat’ta olağanüstü toplantı yapmaktan vazgeçti. Piyasaların tepkisi üzerine Merkez Bankası’nın hatasını düzeltmesi üzerine piyasalar biraz rahatladı.
Tam piyasalar sakinleşti derken bu kez uzun zamandır siyasi otoritenin açıkça hedef haline getirdiği Bank Asya’daki yüzde 63’lük hissenin kullanımı Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) na geçti. Hemen yönetim kurulu görevden alınıp yeni yönetim atandı. Bu kararı alan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) yönetimi. Karar açıklanmadan, bir tweeter hesabından operasyonun yapılacağı duyuruldu, aynı kapsamda BDDK Başkan vekiline 7 Haziran’daki seçimler için milletvekilliği sözü verildiği iddia edildi.
Herkes biliyor ki “paralel” tartışmaları kapsamında 1 yıldır Bank Asya’nın Fona devredilmesi istendi, politikacılar bunu açıkça kürsülerden dile getirdiler. BDDK yönetimi uzun süre yasalara aykırı olur korkusuyla politikacıların bu talebini yerine getiremedi. Hatta Kurumun Başkanı hastalandı, emekliliğini istedi.
Şimdi yönetime el koyulurken ortaya sürülen gerekçenin, yani ortaklar hakkında bilgi alınamaması gerekçesinin, karar için yeterli olamayacağını, bunun bahane olduğunu tüm piyasa kabul ediyor. Piyasalar bu kararı “Politikacı istedi BDDK aldı” olarak görüyor. Buna karşılık hiçbir piyasa oyuncusunun çıkıp da “Siyasi karar” demesini beklemeyin, çünkü herkes kendi başına gelmesinden korkuyor. Resmi açıklamalarda “teknik bir konu” diye olayı geçiştirmeye çalışsalar da, tüm AKP’liler de biliyor ve kabul ediyor ki; bu siyasi bir karar...
YABANCI SERMAYE GELMEZ...
Özetle; teknik karar alacağı konusunda, ekonomi kurumlardan hiç birisine tam olarak güven kalmadı. Enerji piyasasında son dönemde yapılanlar belli, Sermaye piyasasında, Borsa yönetiminde siyasetin etkili hatta belirleyici olmadığını kimse söyleyemez. Rekabet Kurulunda bankalara verilen cezalar ortada. Bunlar sözde bağımsız kurumlar, yani uluslararası sermayenin Türkiye’ye gelebilmesi için, siyasi etkilerden uzak çalışmalarını garantiye almak için bağımsız kılınan kurumlar.
Çoğu zaman olduğu gibi, son tartışmalarda da siyasi etki altında kaldığı gerekçesiyle siyasi itibarı tartışmaya açılmıştı.
Ancak dün açıklanan ocak ayı verileriyle birlikte, siyasi nedenlerle itibar kaybının yanında, teknik olarak da Merkez Bankası’nın itibarının tartışmaya açıldığını kabul etmemiz lazım. Çünkü Merkez Bankası Başkanı çıktı; ocak ayı sonu itibariyle yıllık enflasyonda hızlı düşüş beklediklerini, ilk verilerin buna işaret ettiğini belirtip, bunun üzerine 4 Şubat’ta olağanüstü toplantı yapıp faizleri indirebileceklerini söyledi. Cumhurbaşkanı’nın “faiz indir” baskısı üzerine, durup dururken yapılan bu açıklama üzerine piyasalar karıştı, kurlar zıpladı.
Dün Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ocak ayı enflasyonunu açıkladı; Merkez Bankası ve piyasa beklentilerinin dışında, ocak ayı tüketici fiyatlarının yüzde 1.1 oranında artış gösterdiğini saptadı. Merkez Bankası tahminleri tutmadı, yıllık enflasyon oranında 1 puanın üzerinde düşüş yaşanmadı, Yıllık TÜFE artışı yüzde 8.2’den yüzde 7.24’e indi.
Bunun üzerine Merkez Bankası dün bir açıklama yapıp, 4 Şubat’ta olağanüstü toplantı yapıp faiz indirim kararına gerek olmadığını söyledi.
TÜİK’in yaptığı, “Küçük bir payla Merkez Bankası’nı kurtaran rakam açıklaması” tabi ki dikkatlerden kaçmadı. TÜİK’e güvensizliğin sonu çok kötü olabilir. O nedenle TÜİK’in bilerek hata yapmadığını düşünmek zorunda hissediyoruz.
TÜİK Mİ, MERKEZ Mİ YANILDI?
Yani yine Hükümetin, daha doğrusu Cumhurbaşkanının, yaptığı “faiz indir” baskısı ile piyasanın gereklilikleri arasında bir noktayı bulmaya çalışıyor.
Özetle; Merkez Bankası yönetiminin tümüyle teknik gerekçelerle karar almak yerine, siyaseti de gözeterek piyasayı bozmayacak karar alma alışkanlığı devam edecek gibi gözüküyor. Daha önceleri, yani küresel ortam bu kadar kritik halde olmayıp, Cumhurbaşkanının da Başkanlık hırsı ile her alandaki baskısını bu kadar artırmadığı bir ortamda, Merkez’in orta yol kaygısıyla karar vermesi piyasalar tarafından tolere edilebiliyordu. Hatta, “Böyle bir siyasi tavra rağmen, yine de gerekene yakın noktada durabildiği için” piyasa Merkez’in çabalarını hoş karşılıyordu.
Ancak öyle görülüyor ki; piyasalar artık eskisi kadar hataları tolere eden bir tavır içinde olmayacak. Merkez yönetimi her zaman olduğu gibi yine ortayı bularak işi götürebileceğini tahmin ettiği için, Cumhurbaşkanını fazla sinirlendirmeyip, piyasayı da bozmayacak bir karar almaya hazırlanıyor.
Merkez Bankası’nın bence henüz tam olarak göremediği, piyasaların tavrının artık daha keskin olabileceği. Aslında Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, geçen hafta yaptığı “Enflasyon yüksek oranlı düşerse, olağanüstü toplantı yapıp faizleri 1 puan civarında düşürürüz” demecinden sonra piyasada yaşananları iyi değerlendirse, eskisi kadar rahat olamayacağını anlardı. Eskiden olsa piyasalar böylesine bir demece bu kadar sert tepki vermezdi. Ya da küçük oranlı bozulmalar olur, örneğin biraz döviz satarak bu keskin yükselişi önleyebilirdi. Ancak bu sefer piyasalardaki hareketin çok güçlü olduğunu görüp, döviz satışına bile cesaret edemedi. Yani artık işlerin eskisi kadar kolay yürümeyeceği, son piyasa hareketleri ile kendini belli etti.
Başçı, dün yurt dışından yaptığı açıklamada, enflasyondaki düşüşün hızına bakıp olağanüstü faiz toplantısı yapıp yapmamaya karar vereceklerini söylemiş. Bence açıklama Başçı’nın son kur hareketine gereken önemi vermediğini gösteriyor.
YARIM PUAN İNDİRİM ZORLANIR
Yönetimdeki kimi politikacı piyasaya müdahale ile düşürülen faizlerin nelere yol açacağını görüp bu hırsını frenlemiş, kimisi ise “bir şey olmaz” diye hareket etmiştir. Faizleri zorla düşürmenin hepsinin sonu da hüsranla bitti. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de 1994 Tansu Çiller başbakanlığında bu nedenle girilen ekonomik krizdir.
Şimdi benzer bir siyasi baskı dönemi yaşıyoruz. Daha doğrusu son 4-5 yıldır bu baskı arttı ama 2000’deki reformlarla bağımsızlığı pekişen Merkez Bankası sayesinde bu baskılar şimdiye kadar sonuç vermemişti. Öyle anlaşılıyor ki; artık yeni bir seçime girilirken baskılar sonuç vermeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, idari sistemde olmayan biçimde, seçimi başkanlığı için hayati bir konuma koyup, kendini meydanlara atması, faizleri de bu yolda önemli bir araç olarak görmesi, belli ki önümüzdeki dönemde başımıza bir hayli iş açacak.
Daha önce Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, hatta Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın bu baskılara karşı, ülke ekonomisini korumak için, gerekirse istifa etmeleri gerektiğini söylemiştim. Bu istifanın aynı zamanda, kendi kişisel kariyerlerini korumak için de, hâlâ geçerli bir yol olduğunu düşünüyorum.
Ya Babacan ve Başçı, tüm baskılara karşı dik durmaya devam edip, bunu dile getirerek piyasalara yeniden güven verecekler, ya da zaten eninde sonunda çekip gidecekler. Çünkü Başbakan inisiyatif almıyor, tüm yetki ille de faiz indirimi isteyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a geçmiş gözüküyor. Daha hafta sonunda “beni çıldırtacaklar” diyerek, “enflasyonu faiz belirler, düşür faizi” diye çıkıştı...
Son haftada piyasalarda yaşanan kur hareketi, Merkez Bankası’nın “4 Şubat’ta olağanüstü toplantı yapıp, faizi 1 puan daha indiririz” demeye getirmesiyle başladı. Piyasalar bu açıklamayı, “Erdoğan’ın kararlarının ekonomide geçerli olacağına ilişkin kuvvetli işaret” olarak algılayıp, o nedenle panik oldular.
Özetle; ekonomide kötü yönetimin faturası kurlarla çıkmaya başladı...
Bu tedbirler için Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın takdimi ve belki de gönlümüzden öyle geçtiği için, “yapısal tedbirler” diyorduk ama sonuncusu da açıklandıktan sonra gördük ki; hiç de öyle değil. Bu tedbirlere yapısal tedbir demek, gerçek yapısal tedbir kavramının içini boşaltmak olacak. Umduğumuz gibi; mevcut tıkanıkları aşacak, ekonomiye yeni yön vererek, küreselleşmeye uyumu artırıp halkın refahını yükseltecek, çağdaş kurumsallaşmış ekonomi kurmak için atılan adımlar değil. O nedenle artık yapısal tedbir demeyeceğiz.
Başta 1000 tedbir olacak derken tedbir sayısının 1400’e yaklaşması zaten iyi düşünülüp dizayn edilmiş, çalışılmış bir paket olmadığını ortaya koydu. Demek ki biraz daha gecikseler, tedbir sayısı 2 bini rahatlıkla bulacaktı.
Baştan inşaat sektörü yerine reel sektöre kaynak artırımını artırmak, kayıtdışı ve yolsuzlukla mücadele gibi temel alanlarda yapılacağı söylenenler pakette yer almadı. Bu bile ne kadar ciddiyetsiz bir paket olduğunu ortaya koyan bir unsur. Yanısıra geçen süre içinde herkesin bir yanından pakete müdahale ettiği, yaklaşan seçim nedeniyle popülist vaatlerin de pakete dahil edildiğini gördük ki bu işin amacından iyice saptığını ortaya koyan bir başka tabloyu ortaya koydu.
Önceki gece müteahhitlerle toplanan Başbakan Davutoğlu, konut alımında yüzde 15 devlet desteği gibi bir tedbir açıkladı. Dün son proje toplantısında soru üzerine konu açıldı ki; hiç de sunulduğu gibi değil, sadece yeni evlilere ilk ev için, o da 5 yıl bankada konut için para biriktirdiği zaman bu destek verilecek. Bence konut için Cumhurbaşkanını tatmin etmek, bu arada tasarrufları artırma adına pakete sonradan dahil edilmiş bir tedbir ortaya çıktı. Seçim öncesi destekleme alımı, esnafa ucuz kredi gibi kullanılacak bir tedbir oldu.
Toplantıda Davutoğlu’na sorulunca “Şimdi bu toplantıya geçmeden içeride konuştuk, 5 yıldan kısa sürede ev alınırsa aşamalı bir şey olsun dedik” diyerek, 3 yılda çekilirse yüzde 10, 4 yılda çekilirse yüzde 12 destek olabilir, bu rakamlar değişebilir” dedi. Yani detayı daha önce düşünülmeden popülizm olsun diye bir tedbiri bu paket içine alelacele koydukları böylece ortaya çıkmış oldu.
Babacan bunu istememiştir ama sonuç yararlı değil aksine zararlı olabilir.
“Başbakan arada Cumhurbaşkanına da brifing vermemi istedi”, ardından “İstiyorsanız Cumhurbaşkanından hemen randevu talep ederim” gibi sözleri, aslında bu dönüşün de ciddi ipuçları gibiydi. Başçı’nın verdiği bu yeni hava piyasalara da yansıdı ve hızlı faiz indirimini duyunca sevinen piyasalar, daha sonra tablonun daha temel sorunlar içerdiğini gördü, dolar kuru yükseldi.
Başçı’nın “enflasyonun biraz üzerine ineriz” demesi, 7.75’lik politika faizinde yüzde 1-1.25 gibi bir indirimi, 4 Şubat’ta yapacağı beklentisi oluşturdu. Belli ki Başçı, bu faizi hemen artırmak durumunda kalmamak için, koridorun üst sınırında daha düşük bir indirim yapacak. Yani bir seçim öncesi faizleri hızla düşürmüş görünecek ama koridoru fazla indirmeyip, gerekirse fonlama faizini yükseltecek ama faizi artırmamış olacak.
Başçı’nın bu planı açıktır ki teknik değil politik bir plan. Konuşmasında aşırı iyimser tavrı dikkat çeken Başçı’nın, yüzde 5’lik enflasyon hesabı yaparken petrol fiyatlarındaki düşük seyrin devamını, birikimli kur etkisinin azalmasını, gıda enflasyonun normale dönüşünü, bunların tümünü birden hesaba katıyor. Kurlarda yukarı hareket olursa, hangi rezervle kurun fiyatını durdurup, kur etkisini azaltacağını ise söylemiyor. Başçı’nın 4 Şubat’ta toplanıp yüklü faiz indirim kararı vereceğini, “Bu Başkan olarak kişisel vaadimdir” diye açıklaması, kendisinden şimdiye kadar görmediğimiz, daha çok politikacılara uygun bir söylemdi.
Bu sonuçlar radikal eğilimlerin iktidara yürümesi ve küresel finans sistemi için mevcut sosyal politikaların gözetilmesi açısından da tartışılacak.
Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki; 2008 küresel krizi sonrası bir türlü toparlanamayan Avrupa, tam parasal genişleme için ciddi adım atmaya karar vermişken bu siyasi dalgaya yakalandı. Avrupa genişlemede geç kalmanın bedelini birlik içinde siyasi radikalleşme ile ödüyor ve bu radikalleşme sonunda alınabilen kararların uygulanmasını zora sokuyor.
Bence olaya sadece radikal sol eğilimli Syriza’nın seçim kazanması olarak bakmayıp, Birlik içindeki ülkelerdeki ırkçı eğilimlerin yükselmesini de aynı kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Yani Avrupa’nın krize karşı karar almakta gecikmesi sosyal tepkileri artırıp, ülke halklarının yönetimlerine olan güvenini kaybettirdi. Bu da merkezden kaçarak radikalleşme eğilimini artırdı.
Yunanistan seçimlerinde, AB’nin sıkı politikalarına tepki ve yeniden pazarlık vaadinin kazandığı açık. İşte bu tablo krizin Avrupa’ya faturasını büyütecek gibi gözüküyor. Aslında büyük ölçüde Avrupa’nın yükünü çeken Almanya’nın yükünü artıracak demek daha doğru olabilir. Dolayısıyla da Yunanistan’ın AB ile pazarlığında kilit rolü Almanya oynayacak.
Piyasalar siyasi uzmanların yorumlarına kilitlenmiş durumda. 12 ve 16 Şubat’ın kritik tarihler olduğu, şubat sonunda yeni borç anlaşmasının yapılacak olması, tartışmaların en az 1 ay daha süreceği anlamına geliyor. Piyasalardaki hareket de bu bir ay süresince belli ki tartışmalara bağlı, çok hareketli seyredecek.
Pazarlık konusunda yorumlar muhtelif. AB liderlerinin radikalleşme eğiliminin daha da yayılmaması için politikalarda esnekliği artırıp Yunanistan ile uzlaşma yoluna gidebileceği belirtiliyor. Buna karşılık Syriza’nın seçim galibiyetinin o ülke halkına zarar vereceğini göstermek, böylece diğer ülkelere de bu eğilimin bulaşmasını engellemek için, daha sert tutuma geçilip Yunanistan’ın Birlik’ten ayrılmasına kadar sürecek sekter bir tutum alınabileceği de söyleniyor.
Syriza’nın AB’ye rest çekmesi halinde çok borçlu Yunanistan bankalarının iflasa kadar gidebileceği, bu takdirde Yunan bankalarına yüklü borç vermiş olan büyük Avrupa bankalarının da zora girebileceğinin de ayrıca altı çiziliyor.
Aslında yılbaşına kadar tüm paket açıklanacaktı ama hem çalışmaların yetişmemesi, hem de yönetim arasındaki görüş ayrılıkları nedeniyle paketin tamamlanması gecikti. Seçime dönük bir sosyal paket olması, bu nedenle son bölümün geciktirildiği de söylenebilir.
Resmi ağızlardan inkar ediliyor ama, yönetimdeki görüş ayrılığı, hem paketin içeriğini hem de zamanlamasını değiştirdi. Örneğin paket içinde yer alan “imar rantına vergi” maddesi, ayrı bir şeffaflaşma paketi ile kamuoyuna açıklandı. Bunun nedeni Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu maddeye itirazı idi. Açıklamadan sonra Cumhurbaşkanının maddeye, paket içindeki parti il ve ilçe başkanlarına mal beyanı getirilmesine de çok kızdığını, milletvekili ve parti yöneticilerine de bunu söylediğini öğrendik. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki Bakanlar Kurulu toplantısı öncesi yapılan ikili özel görüşmesi sonra, Başbakanın kameralara yansıyan “rahatsız surat ifadesi”ni, bu tartışmalara bağlayanlar da oldu.
Sonunda bu hafta tamamlanacak paketin içeriği için tartışmalar var, bence ciddi bir vizyon eksikliği ortada. Hem anlayış farklılığı, hem de hem de çok sayıda tedbir olması kağıt üzerinde kalma ihtimalini güçlendiriyor.
Dolayısıyla açıklanmadan önce heyecan yaratan reform programı için işalemi ve piyasalarda, “yapılabileceği” konusunda umut azalmış bulunuyor.
Geçen hafta gündemin yoğun olması nedeniyle önemi tam ortaya çıkmadı ama göreve devreden TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer çok önemli bir konuşma yaptı. Konuşmasında reform alanlarını içeren bu açıklamalardan memnun olduklarını belirterek, “Ne var ki 1000-2000 arasında düzenleme gerektiren bu dönüşüm programlarının hayata geçmesi ne zaman ve nasıl olacaktır? Bazı tarihler hedef olarak verilmiş ancak yeni bir çalışmayla önceliklerin iyice belirlenmesine ihtiyaç var. Kapsamlı reform için seçimden sonraki 4 yıllık fırsat penceresinden yararlanabiliriz. Bu nedenle siyasi partilerimizle, TÜSİAD’ı bir araya getirip iş dünyası açısından reform önceliklerini sunmak arzusundayız” dedi.
Bence reformların kağıt üzerinde kalmaması için böyle özel çabaya ihtiyaç var.
OSMANLICILIK VE LAİKLİK UYARISI