Erdal Sağlam

Merkez yönetimi neden istifa etmeli?

22 Ocak 2015
DÜN Afrika’ya giderken konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası’nın son faiz indirim kararını değerlendirdi ve bu kararın hiçbir işe yaramayacağını, vatandaşları kandırmaması gerektiğini söyledi.

Bu işin tadı iyice kaçtı ve bence artık kesin bir karar verme zamanı geldi... Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan ve bakanlarla konuşup Merkez Bankası’nın bu tavrını sürdürmemesi gerektiğini söyleyeceğini de kaydetti.
Bence bu noktada top artık Merkez Bankası yönetimine geçti. Başkan Erdem Başçı’nın göreve devam edip etmemeyi, ciddi olarak değerlendirme zamanı geldi. Merkez Bankası’nı, köklü birikim ve deneyime sahip kurumundan aldığı destekle birlikte yöneten, genelde başarılı bir yönetim sergileyen Başçı’nın ayrılma zamanı gelmiş olabilir. İstifa etmezse, görev süresi bitene kadar görevden alınamaz ama artık “istifa ile ayrılma” zamanı gelmiş olabilir.
Cumhurbaşkanı çıkıp sürekli fırça atıyorsa, Başbakan yardımcılarından biri “Hükümet politikası ile Merkez Bankası’nın politikaları artık uymuyor” diyorsa, Cumhurbaşkanının ekonomi danışmanı çıkıp “Cesaretin yoksa bu işi bırak” çağrısı yapabiliyorsa, artık bir karar almak zamanı gelmiş demektir. Bu kararın çok zor olduğunu biliyorum. Erdem Başçı ve yakın çalışma ekibinin yurt içinde veya yurt dışında, çok daha iyi maaşlarla iş bulabileceğini herkes biliyor. Ancak bu görevleri yaparken bir sorumluluk üstlenirsiniz ve istifanız halinde olabilecekleri iyi hesap etmeniz gerekir. Bazen objektif, bazen ise sübjektif değerlendirmelerle, “görevden ayrılmamam ülke için daha iyi olacak” diyerek istifadan vazgeçme eğilimine girebilirsiniz.

BABACAN’DAN DESTEK

Başcı ve ekibi istifa ederse nasıl kötü şeyler olabileceğini biliyorum. Her şeyden önce Başçı’nın kişisel ve ekibi açısından, daha fazla yıpranmaması için, şimdi istifa etmesinin kendi açısından yerinde olacağı açık. Çünkü politika çok acımasız ve baskılar çeşitlenip Başçı’nın dayanamayacağı noktalara gidebilir. Ülke için hangisi daha iyi derseniz elbette kalması iyi derim ama kaldığı takdirde verimli çalışma imkanının kalmadığını da artık görmek gerek. Bu şartlarda Merkez Bankası ne karar alırsa alsın, ne siyasi iradeye ne de piyasaya yaranabilecektir. Sonunda kendi bildiğini okuyor görünse de, bu hava kararların uygulamada amacına ulaşmasını engelleyecek noktaya geldi.
Başçı’nın en büyük destekçinin, uzun yıllardır arkadaşı, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan olduğu, Babacan’ın bu istifayı istemeyeceği açık. Ancak Babacan, kendisine ve Başçı’ya yapılan baskı ve tacizlerin çeşit ve yoğunluğunu iyi bildiği için, hem kendi için artık bunu düşünmeli, hem de Erdem Başçı için.
Başbakanın, içeride ne diyor bilmiyoruz ama, kamuoyu önünde Başçı’ya açıkça destek verdiğini görmedik. Bence Başçı’nın, hukuki ve idari olarak kendi üstleri olan, Başbakan Yardımcısı Babacan ve Başbakan Davutoğlu ile konuşup, artık ciddi olarak istifasını gündeme getirmesi lazım. Başçı’nın istifası piyasalarda çok kötü karşılanır. Hele Babacan da ayrılırsa telaş iyice büyür ve ekonomi çok büyük zarar görür. Başbakan her şeyde olduğu gibi ekonomiyi de Erdoğan’a bırakmış görünüyor. O nedenle zaten Babacan ve Başçı’nın Haziran’dan sonra olmayacağını tüm piyasalar görüyor. Yerine ise belli ki şimdi Merkez’e çatan kişilerden biri getirilecek.

Yazının Devamını Oku

Merkez kurdan korktu faizde orta yolu seçti

21 Ocak 2015
ÜZERİNDEKİ siyasi baskıların arttığı Merkez Bankası yönetimi, dünkü Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında, diğer faiz oranlarını değiştirmezken, haftalık repo ihale faizinde yarım puanlık indirim yaptı.

Bu karar Merkez’in faiz koridorunda bir değişikliğe ihtiyaç duymadığını gösteriyor. Bunun en önemli nedeni ise Merkez Bankası’nın kurlarla ilgili korkusu. Kurlardaki aşırı hareket halinde fonlama faizini yükselterek dövize olan talebi engellemeye devam etmek istiyor.

Merkez sıkı para politikasına devam edeceğini söylüyor ama yarım puanlık repo faiz indirimi bu amaca ters düşüyor. Dolayısıyla yarım puanlık indirimin aslında Merkez’in planladığı bir indirim olmadığı, siyasi baskılar nedeniyle bu yola gidildiği yorumu yapılabilir. Yani Merkez kurdan korktuğu için temkinli olup, faiz indirmek istemiyordu ama siyasi otorite ile arayı bulmak için, böyle bir karar almış gibi gözüküyor.
Peki, bu indirim siyasi otoriteyi memnun edecek mi derseniz; etmesi çok zor. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan belli ki en az 1,5-2 puanlık indirim bekliyordu. Buna karşılık Merkez’in bu kararıyla piyasayı tatmin ettiğini söyleyemesek bile, “piyasayı fazla tedirgin etmeyecek bir karar olduğunu” söyleyebiliriz.

Bu kararların etkisi ne olur denilirse; fazla bir değişiklik beklenmiyor. Dün PPK kararının ardından Hazine kağıdı faizleri çok küçük bir oranda düşerken, kur yukarı çıktı.

Piyasa uzmanları koridorun üst sınırının sabit tutulmasının, TL’nin değerinin korunması açısından olumlu olduğunu, ancak kısa dönem etkisi geçtikten sonra, sorun olabileceği görüşündeler, Çünkü “Merkez siyasi baskılara karşı dik durmak yerine orta yolu tercih etti” diye algılanacak.

Yazının Devamını Oku

Merkez indirim yapmazsa piyasa faiz oranları düşer

20 Ocak 2015
TÜM gözler bugün yapılacak Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında.

Her şeyden önce şunu söyleyeyim; ne karar çıkarsa çıksın tartışmalar devam edecek. Çünkü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve bazı bakanlar, toplantı öncesi yaptıkları açıklamalarla kararı tartışmalı hale getirdiler.
Merkez Bankası gerçekten bağımsız olsa, gelinen bu noktadan sonra, faiz indirim kararı vermez ve bu karar yanlış olmaz. Çünkü bu tartışmalardan bağımsız yapılacak toplantıda böyle bir karar çıkma ihtimali yüksekti. Bazı piyasa uzmanları küçük oranlı indirimler beklerken, bazı uzmanlar ise bu ayki toplantıyı da pas geçip, gelişmelere bakarak, Merkez Bankası’nın önümüzdeki ay indirim kararı vermesini daha büyük ihtimal görüyordu.
Dolayısıyla kimse de çıkıp, “Aslında şartlar gerektiriyordu ama Merkez Bankası inat edip indirim kararı vermedi” diyemez. Aksine, “Merkez Bankası tüm baskılara rağmen direndi, bağımsızlığını gösterdi, demek ki Türkiye piyasalarına güvenebiliriz” algısı yayılır. Bir başka deyişle Merkez bugün faiz indirim kararı vermezse, piyasadaki faiz oranları kesinlikle düşer, TL değer kazanır.
Merkez Bankası’nın 0.25 ya da 0.50’lik indirim kararı halinde piyasanın telaş olacağını sanmıyorum. Ancak 1 puanı bulacak bir faiz indirimi piyasaları telaşlandırabilir. Çünkü bu takdirde “Merkez’in baskıya boyun eğdiği algısı” pekişecektir. Daha yüksek oranlı indirimler ise piyasaları iyice bozar.
Merkez Bankası’nın faiz indirimi yapmadığı son dönemde piyasa faiz oranlarının hızla aşağı geldiği ortada. Bence Merkez’in faiz indirimi için biraz daha beklemesi yönündeki işaretler de bir hayli fazla.
Rusya’nın durumunun giderek kötüye gittiği bunun Türkiye’ye bulaşıcı etkisi olacağı açık. Bunun yanında son günlerde ortaya çıkan en önemli risklerden biri İsviçre Frangının euro’ya bağlı olmaktan çıkması. Son birkaç günde görüldü ki; İsviçre frangının bağımlılığı euro’nun gücünde önemli bir faktördü. Bu faktörün devreden çıkmasıyla Euro’nun dolar karşısındaki değer kaybı hızlandı. Avrupa Merkez Bankası’nın bu hafta alacağı tahvil alım kararının ne getireceği bilinmezken, İsviçre’den gelen bu karar, euro’yu iyice zora soktu.
Euro/dolar paritesinin Türkiye açısından önemi ortada. Türkiye ihracatını Euro, ithalatını dolar ağırlıklı yapan bir ülke ve dış ticareti, euro’nun hızlı değer kaybından ciddi derecede olumsuz etkilenecek.

Yazının Devamını Oku

Yabancı faizde siyasi kararın çıktığını görürse...

19 Ocak 2015
UZUN süredir dediğimiz gibi; faiz oranları konusunda hükümetin daha doğrusu siyasi iradenin oynadığı oyun, sürekli bir çatışma havası verilmesi piyasaları bıktırdı.

Tayyip Erdoğan önce başbakanlığı şimdi de cumhurbaşkanlığı makamında sürekli olarak faiz baskısı yapıyor, piyasalar tedirgin oluyor. Tedirgin oluyor ama sonunda Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Merkez Bankası yönetiminin “gerekeni yaptığını” görünce rahatlıyor.
Şimdiye kadar hep böyle oldu; siyasi otorite sürekli “faizleri indirin, ne bekliyorsunuz, yeterince indirmiyorsunuz” dedi ama buna rağmen piyasalar önce tepki verip sonra normale girdi. Çünkü Merkez Bankası kendi bildiğini okuyor, teknik karar veriyor görüntüsünü vermekte başarılı oldu. Zaman zaman siyasi otorenin baskısına boyun eğdiği de görüldü ama daha sonradan toparladı.
Şimdi yine aynı oyun sahnede. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta genç işadamlarına “Gerekirse Merkez Bankası’nı çağırıp konuşacağım” diyerek, faizleri hızla indirmesini istedi hatta yüzde 5’e indirmesi yönünde imada bulundu. Bununla da yetinmedi; ”Merkez Bankası bağımsızsa ben de bağımsızım” dedi.
Şimdi gözler yarın yapılacak Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında. Merkez Bankası’nın yarın alacağı faiz kararı yine kritik bir hal aldı. Bugün eğer cumhurbaşkanı, dediği gibi, karardan bir gün önce Merkez Bankası yönetimini çağırıp konuşursa, daha doğrusu fırça atarsa, bu haberin duyulması bile bugün piyasaları bozar. Umarız böyle bir şey yapmaz...
Asıl önemli olan ise yarın çıkacak faiz kararı. Cumhurbaşkanı söylememiş olsa da Merkez’in bir miktar faiz indireceği piyasalarda konuşuluyordu. Ancak bu indirim oranının yine küçük bir oran olması bekleniyordu.
Yarın Merkez faizde nasıl bir kararı alınır bilinmez; bence yatırımcı için önemli olan “indirim yapsa da bunun oranıyla birlikte, faizde siyasetin etkili olup olmadığı” olacak. Tabi ki 1 puan ya da daha fazla bir indirim olursa, bu kararda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın baskısının olduğu söylenecek. Ancak 1 puandan az bir indirim piyasalar tarafından “Merkez Bankası yine bildiğini yaptı” diye algılanıp, piyasaların bozulması engelleyebilir.
Yani asıl önemli olan Merkez Bankası kararlarında, şimdiye kadar olmadı diye bakılan, siyasi otoritenin baskılarının geçerli olup olmayacağı.

Yazının Devamını Oku

‘Şeffaflık bir zihniyet meselesi’ sözü ve dün yaşananlar

15 Ocak 2015
BAŞLIKTA tırnak içinde verdiğim sözler, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na ait. Dün “Kamuda Şeffaflık Paketi”ni açıklarken söyledi.

Pakette yer alan tedbirlere baktığımızda siyasi partilerin gelir ve harcamalarının açıklanması, mal bildirimi verme süresinin 5 yıldan 2 yıla indirilmesi, parti il başkanlarına mal bildirim beyanı şartı getirilmesi, bürokratları ihbar mekanizmasında değişiklik ve imar rantından belediyeler pay alınması gibi hususlar yer alıyordu.
Alınan tedbirler yerinde ancak şeffaflık için yetersiz olduğunu, iyi bir hazırlık yapılmadığını, bir bütünlük içinde ele alınmadığını görebiliyorsunuz. Sanki imar rantının vergilendirilmesine kılıf için şeffaflık adı verilmiş gibi duruyor.
Paketi açıklayıp Brüksel’e AB yetkilileri ile görüşmeye giden başbakanın, sanki oraya gittiğinde “satacak bir şeyleri olsun” diye hazırlanmış bir paket izlenimi verdiği de söylenebilir.
Evet, başbakan çok haklı; şeffaflık bir zihniyet meselesidir. Bu nedenle tek başına ele alınacak bir kavram da değildir. Şeffaflıkla birlikte yolsuzlukla mücadele, hesap verilebilirlik, yolsuzlukla mücadele, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, iyi yönetişim, kurumsallaşma, bunların hepsi birlikte ele alınması gereken, çağdaş demokrasilerin vazgeçilmez kavramlarıdır.
Şimdi, Başbakanın bu paketi açıkladığı gün yaşanan birkaç olaya bakalım:
* Cumhuriyet gazetesinin matbaası gece yarısı polis tarafından basıldı ve polis Charlie Hebdo dergisinden hangi karikatürlerin alınıp yayınlandığını denetledi. 12 Eylül dönemlerindeki matbaa basma operasyonlarını hatırladık.
* Suriye’ye giderken Adana’da yakalanan TIR’larda ne olduğuna ilişkin halk haberdar olamadı, çünkü yayın yasağı konmuştu. Önceki gece bazı sosyal medya hesaplarında bu TIR’larda bulunan silahlara ilişkin resmi belgeler yayımlandı. Bunun üzerine dün bazı Facebook ve twitter hesaplarını dondurmak için mahkeme kararı çıkartıldı, yoksa bu mecraların kapatılacağı bildirildi.

Yazının Devamını Oku

İç kutuplaşma aşılmadan yüksek büyüme zor

13 Ocak 2015
GÜNDEMDEKİ son gelişmeler bana Dünya Bankası’nın Türkiye’nin deneyimlerine ilişkin yazdığı son raporu ve bazı saptamaları hatırlattı.

Raporda geçmişteki deneyim genel olarak başarılı olarak görülürken, Türkiye’nin orta gelir tuzağından çıkıp, yüksek gelirli ülkeler sınıfına girmesi için yapılması gerekenler de sıralanıyor. Bir başka deyişle Türkiye’nin bir süredir içine girdiği ekonomik tıkanmayı aşıp, sorun çıkarmayan yüksek oranlı büyüme oranlarına ulaşması için gerekenler, genel hatlarıyla da olsa, belirtiliyor.
Türkiye’nin yüksek gelirli bir ülke olmanın kurumsal ön koşullarını oluşturamadığı belirtilen raporda, küresel ekonomik krizden bu yana reform ivmesinin yavaşladığına, Avrupa Birliği reform çabasının kayda değer biçimde yavaşladığına dikkat çekiliyor. Siyasi gerilimlerin ekonominin yönetim kurumlarına yayıldığı, bu durumun, örneğin düzenleyici kurumların bağımsızlığı ile ilgili soru işaretleri doğurduğu kaydediliyor. Küresel kriz sonrası çok miktarda ucuz para girişi olmasının Türkiye’nin rekabet gücünün zayıflamasının görülmesine engel olduğu belirtilirken, “yapısal değişimin (2001 reformları kastediliyor) kazanımları yavaş yavaş kaybedildiği için, şirket düzeyinde üretkenlik artışlarına dayalı bir büyüme modeline ihtiyaç duyulmaktadır” denildi.
“Düşen faiz ödemelerinden kaynaklanan mali getirilerin neredeyse tükenmek üzere olduğu”nun altı çizilen raporda, kamu hizmetlerinin kalitesinde daha fazla iyileştirme yapabilmek için verimlilik üzerinde daha fazla durulması istendi. Raporda, ”başka bir husus” denilerek şu kritik saptamaya yer verildi:
“Yeni orta sınıfın beklentilerinin karşılanabilmesi ve aynı zamanda geleneksel kentsel entelektüel ve iş elitlerinin kaynaklarından ve deneyimlerinden yararlanabilmesi için, Türkiye’nin iç kutuplaşmayı aşması gerekliliğidir. Rekabetçi piyasalar, siyasi ve sivil özgürlükler ve iyileştirilmiş ekonomik yönetişim üzerinde yenilenmiş siyasi bir uzlaşı, Türkiye’nin kurumlarını konsolide etmesine ve bu şekilde yüksek gelire geçişin temellerini atmasına yardımcı olacaktır.”
HÜKÜMETİN BUNU YAPMASI ÇOK ZOR
Hem ekonomideki tıkanmanın, hem de Paris’teki katliamın gündemde olduğu bugünlerde Dünya Bankası’nın bu saptamaları ayrı bir önem kazanıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki törene katılması ve ardından dün Almanya Şansölyesi Merkel ile ortak basın toplantısında söyledikleri “Biz Avrupalıyız” vurgusu, ekonominin geleceği açısından da çok önemli bir tavırdı.
Ancak hükümetin, “Sanki zorlandığı için böyle bir söylem değişikliğine girdiği”ne, aslında olaya hala ideolojik ve dini açıdan yaklaştığına, en azından iç politikaya dönük böyle bir görünüm verdiğine ilişkin ipuçları da yok değil... Örneğin Paris’teki katliamın hemen ardından haber kanallarına, belli ki kendini davet ettirerek, çıkan bir bakanın “Müslümanlara karşı bir tezgah” tezini işleyip, birkaç gün sonra aynı kanallarda “Terörü ‘ama’sız kınamalıyız” demesi, politika değişikliğini gösteriyordu. Başbakanın törenin ardından büyükelçilikteki basın toplantısında, hala ideolojik yaklaşım içinde olduğunu da TV’lerden izledik.

Yazının Devamını Oku

Yüzde 2.5-3’lük büyüme dönemine girdik

12 Ocak 2015
SON sanayi üretim verileri 2014 yılı büyümesi açısından umutları iyice kırdı.

Mart ayında açıklanacak geçen yılın büyüme rakamı için tahminler daha da düştü. Ekonomi bürokratları 2014 yılında yüzde 2.5’un belki biraz üzerinde bir büyüme oranında kalınacağını tahmin ediyor.
Halbuki henüz 3 ay önce tamamlanan orta vadeli program çalışmalarında 2014 yılı büyüme rakamı yüzde 3.3 oranında tahmin edilmişti. Daha geçen hafta Başbakan Yardımcısı Ali Babacan büyükelçiler toplantısında yaptığı konuşmada “yetersiz” dediği 2014 yılı büyüme oranının yüzde 3 olacağını söylemişti.
Halbuki sanayi üretim rakamlarından sonra yapılan tahminler, 2014 yılı büyüme oranının yüzde 2.6-2.7 gibi kesinleşeceğini gösteriyor.
Orta vadeli programda önümüzdeki döneme ilişkin, 2015 yılı büyüme oranı yüzde 4, 2016 ve 2017 yılı için de yüzde 5 hedefleri belirlendi.
2014 yılı performansına bakarsak şimdiden, bu yılki yüzde 4 büyüme hedefinin gerçekleşmesinin çok zor olacağı anlaşılıyor. Çünkü herkes biliyor ki; Türkiye büyümesini dış kaynaklara dayandırmış durumda ve bu yıldan itibaren dış kaynakların azalacak. 2014 yılı nispeten yüksek dış kaynak bulduğumuz bir yıldı ve ona rağmen büyüme oranı yüzde 3’ün altında kaldı.
Bir başka deyişle Türkiye’nin artık yüzde 2.5-3 bandında büyüyeceği bir döneme girdiğimizi söylemek yanlış olmaz. Şahsen; bunun yüzde 2-3 aralığında olabileceğini bile düşünüyorum.
Bu kadar düşük büyüme oranları, hem ekonomik dengeler, hem Türkiye’nin hedefleri, hem de siyasi gelişmeler açısından ilginç sonuçlar verecek.

Yazının Devamını Oku

Büyümenin önündeki engel mevcut siyasi anlayış

8 Ocak 2015
ÖNCEKİ gün TEPAV’da Dünya Bankası’nın “Türkiye’nin deneyimleri: Entegrasyon, Kapsama, Kurumlar” başlıklı raporunun tartışması vardı.

TEPAV Direktörü Prof. Güven Sak ile Dünya Bankası Türkiye Direktörü Martin Raiser’ın rapor sunumundan sonra, Bilkent Üniversitesi’nden Prof. Erinç Yeldan ve TOBB-ETÜ‘den Prof. Fatih Özatay ile birlikte raporun tartışıldığı oturuma katıldım. Toplantıda da belirttiğim gibi; Raporun geçmiş ekonomik değişimi sağlıklı ve tarafsız değerlendirdiğini düşünüyorum, özellikle kentleşme, kentleşmenin büyümeye katkısı, orta sınıf ve sosyal yardımlar konusunda üzerinde ciddi tartışılması gereken bulgular ortaya konmuş. Ancak bir çok yabancı raporda olduğu gibi; sayısal ve niceliksel gelişmelere yer verilirken, reformların nitelik olarak değerlendirilmeyip, yapısallarda meydana gelen ciddi geri adımların yeterince incelenmediği yolundaki gözlemimi de aktardım.
Özatay ile Yeldan da, tasarruf oranlarındaki düşüklük başta olmak üzere ekonomik gelişme ve değişimin sürmesi için varolan ciddi risk unsurlarını ortaya koydular. Rapora bağlı genel olarak olumlu bir tablo çizen Dünya Bankası Türkiye Direktörü Martin Raiser, Türkiye’de 2007 yılında yüzde 16 olan doğrudan yabancı yatırımlarının giderek azalarak 1980’lerdeki seviyeye gerilediğini söyledi. Türkiye’nin orta gelir tuzağından çıkarak yüksek gelire geçmesi için gereken zorlukları ve reform ihtiyaçlarını sıralayan Raiser, “Hukukun üstünlüğü, bağımsız düzenleyici kurumların güçlendirilmesi, kamu mali yönetim reformlarının tamamlanması gibi alanlarda kurumsal reformların yapılması lazım ki Türkiye, en iyilerle rekabet edebilsin” dedi.
Güven Sak ise son 30 yılda kentlere ucuz emeği getirerek başarılan ekonomik değişimin artık sonuna gelindiğini belirtip, “Bu noktadan sonra kurumlarımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Şimdi eğitimi, adaleti ucuzlatmamız, yolsuzlukları pahalılaştırmamız gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin aslında kurumsal altyapısını yeniden ele almamız gerekiyor” dedi.
Özetle; Türkiye istikrarlı olmasa da son 30 yılda ciddi büyüme oranları ve gelişmeler sağladı. Ama herkes artık yeni bir tıkanma yaşandığını, istikrarlı büyüme kapasitesinin artırılması gerektiğini, bunun için ciddi yapısal değişimler, kurumsallaşma adımlarına ihtiyaç olduğunun farkında.Şahsi görüşüm; yapılacaklar belli ama mevcut siyasi irade bunlara yapmıyor. Yani büyüme oranlarının dolayısıyla halkın refahının artırılmasının önündeki en büyük engel mevcut siyasi anlayış diyebiliriz.


BAKAN ANAYASA MAHKEMESİ’NE GÜVENMİYORUM DERSE…


Yazının Devamını Oku