İlah gibi kadın zannederdim, evdeki hanımdan farkı yokmuş

KAR nedeniyle iki gün eve kapanıp, televizyon kanallarıyla hiç yapmadığım kadar haşır neşir olunca, geçmiş, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Kanaların sayısının ve içeriğinin çeşitlenmesiyle beraber, bizim de yaşamımızda önemli değişimlerin oluştuğunu ve hız çağının hepimizi ne kadar etkilediğini düşündüm.

Radyonun başına ailece oturup, hoparlörden gelen o cızırtılı sesi saatlerce dinlemek artık çok eskilerde kaldı. Şimdi insanlar bir kaç işi aynı anda yaparken bile yaşamının durağan olmasından şikayet ediyor. Hızlı çalışıyor, hızlı yemek yiyor, hızlı yürüyor, hatta kelimeleri yutarcasına hızlı konuşuyoruz. Bu ortamdan her ne kadar şikayet etsek de, evde üç günden fazla oturunca hemen canımız sıkılıyor.

Gelelim bu hız çağının televizyon yaşamımıza getirdiği değişikliklere. Artık insanlar saatlerce gözlerini televizyona dikip, aynı kanalın programlarını peş peşe izlemekten hoşlanmıyor. Erkekler maç ve haberlere, hanımlar ise dizi, yarışma, klasik filmler gibi programlara yönelip aradığını bulana kadar o kanaldan bu kanala saniyelik geçişler yapmaktan hoşlanıyor.

Çok değil, bundan 16-17 yıl öncesine kadar her şey çok farklıydı. İstiklal Marşı’yla başlayan TRT yayınları, "Lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayın" yazısı görünene kadar en ince detayına kadar izlenirdi. Koltuğuna mıhlanmış pozisyonda siyah-beyaz ekranına kendini kaptıran aile reisi, "Kaçak" dizisinden gözünü alamayıp yemeği ateşte unutan evin hanımı ve yatmamakta direnip film seyretmeye çalışan çocuklar günlük yaşamımızdan birer kesitti. Televizyon izleme üzerine kavgalar ise kanal seçimi için değil, ses ayarı ya da koltuğuna serilmiş kişinin önünden eğilmeden geçip, geçmeme üzerine olurdu.

Ben bu süreci, hem ekran önünde, hem de TRT stüdyolarında geçirme şansı bulmuş kişiler arasındaydım. Hürriyet Gazetesi’nin televizyon sayfalarına ve o zamanın en çok satan haftalık yayınlarından olan TV’de 7 Gün Dergisi’ne haber üreten muhabirlerden biriydim. Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen meslektaşlarımla TRT mensubu kadar kurumun iç yapısını bilir, stüdyolar arasında mekik dokurduk. Şimdi kimsenin umursamadığı bazı programların ekran arkasını gazete ve dergi sayfalarına yansıtmak çok önemliydi. Bilgi yarışmasında bir yarışmacı üst üste kazanmaya görsün, hemen röportajlar yapar ve adeta Einstein muamelesine tabi tutardık.

Şimdilerde çok komik gelen bu gazetecilik anlayışı o günler için çok popülerdi. Zira tek düze yaşamımızı renklendiren tek şey TRT kanalıydı ve sihirli camda kolu görünen kişi bile sohbetlerimizin konusuydu. Haberleri sunan spikerlerin tüm yaşam kesitini bilir, ailemizin bir ferdi gibi görürdük. Aslında giyimden yaşam tarzına kadar o ünlü spikerlerin bizden farklı yanı yoktu. Ama, onlar ekranda görünmenin faturasını acı bir şekilde öderlerdi. Aldıkları memur maaşıyla, dar bütçelerine rağmen değişik kıyafetler giymek, güzel görünmek için saç rengini değiştirmek gider kalemleri arasındaydı. Ekranda zengin görünür, ama kamera arkasında ellerinde kağıt kalem aylık bütçesini yapmakta zorlanırlardı. Kısacası onların görünen ile görünmeyen yönleri arasında büyük uçurumlar vardı ve televizyon yayıncılığının gelişmesi için özverileri çok fazlaydı. İptidai stüdyolarda cirit atan farelerden korunmak için ayaklarını sandalyenin üzerine çekip, belden yukarı görüntüsüne aksetmeden haber sunan spikerlere çok rastlamışımdır.

TRT çalışanlarının büyük çoğunluğuyla özel yaşamımızda da arkadaştık. Beraber bir kafeye ya da eğlence yerine gidip oturduğumuz ve hesabı ortak yüklenerek zar zor denkleştirdiğimiz günler hiç de az değildi. Oralarda hep şuna rastlardım: O güne kadar ekrandan izlediği birini karşısında gören diğer müşteriler kendi aralarında fikir alışverişine başlardı. "Görüyor musun, aslında boyu ne kadar kısaymış!" ya da "Ben de televizyonda görünce ilah gibi bir kadın zannederdim, evdeki hanımdan farkı yok bunun"

O zamanlar, gerçekten çok idealist bir çalışma ortamı vardı. Rekabet olmadığı için reyting ya da parasal çıkarlar uğruna program yapılmazdı. Ama bu rekabet ortamının olmamasının dezavantajı da şuydu; kıyaslayabileceğiniz bir şey olmadığı için insanlar kendini geliştiriyor mu? anlayamazdınız. Ama her şeye rağmen o zamanki TRT, en güzelini vermeye çalışırdı.

Ve geliyoruz bu günlere. Hız çağının gereği olarak saatlerce bir kanalın esiri olmuyoruz. Dakikalık, hatta saniyelik geçişlerle o kanaldan bu kanala dolaşıp duruyoruz. Bir kanalda sabit kalmamız içinse programın çok etkilemesi gerekiyor. Çıplak kadın, kan, polis ve adliye olayları, maç yayınları, saçma yarışma programları, paparazzi görüntüleri tercih listemizin başında geliyor.

Sonuçta kendi kendime şu soruyu soruyorum; "Tek kanallı, her şeyin temiz olduğu geçmiş mi, yoksa bol kanallı hız çağının televizyonları mı?"

Ankara’nın kaliteli imajı bunları hiç hakketmiyor

BİR çok kişi gibi, uzun süredir sanat dünyasındaki Ankara imajından rahatsızım. Daha doğrusu bir çok Başkentli gibi çok kızgınım. Nedeni ise , "Ankara havaları" üzerine yazılan müstehcen türküler ve Ankaralı Turgut ile Namık, Sincanlı Oğuz Yılmaz gibi, adının önüne Ankara imajı koyarak parçalar yapan bazı sanatçılar. Bir yerde pavyon kültürüyle hareket eden bu insanlar, Ankara kültürünü yozlaştırırken, imajını da fena halde zedeliyorlar.

Çok değil, bundan 10 yıl öncesine kadar Ankaralı sanatçı dendiği zaman ayrı bir köşeye konurdu. Yaptıkları müziğe ve yarattıkları bestelere büyük saygı gösterilir, isimleri neonların en üstüne yazılırdı. Gerek müzik, gerekse sinema dalında kalitenin birer temsilcileri olarak görülürlerdi.

Şöyle bir hatırlamak gerekirse, Kayhan, Füsun Önal, Atilla Özdemiroğlu, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Erol Pekcan, İlhan Feyman, Zerrin Özer, Sibel Egemen, Nükhet Duru, Alpay, Belkıs Akkale, Arif Sağ, Kamil Sönmez, Seçil Heper, Ela Altın, Zekai Tunca, Nurhan Damcıoğlu bu ülkenin her türdeki müziğine damgasını vurmuş Ankara çıkışlı isimlerdi. Opera sanatçısı Ayhan Baran, piyanist İdil Biret, bestekarlar Şekip Ayhan Özışık ile Muammer Sun ise klasiğin vazgeçilmezleri arasındaydı.

Sinema sanatlarında ise başta yönetmenler Ömer Kavur ile Yücel Çakmaklı olmak üzere, Belgin Doruk, Filiz Akın, Ekrem Bora, Kartal Tibet, Cevat Kurtuluş Ankara’dan yola çıkıp, tüm Türkiye’ye mal olmuş sanatçılardı.

Ve geliyoruz bu günlere. Ankaralı dendiği zaman akla Ankaralı Turgut, Namık, Aysel gibi isimler geliyor. Tüm ülkenin beynine kazınan "Ankara Rüzgarı" şarkısının yerine de hilkat garibesi sözlerden oluşan şu şarkılar geçiyor. "Yakacaksın sobayı odayı, saat beşe gelince de göreceksin pompayı", "Arabada 5, evde 15, hoşuma da giderse, bedave!". "Tren gelir düttürür, düdüğünü öttürür, zamanın kızları bir sakıza öptürür", "Ata vurdum belleme, gir koynuma terleme, her yanım senin olsun, uçkurumu elleme"

İşte bu yozlaşmaya ve dolayısıyla da Başkent imajının zedelenmesine şiddetle karşı çıkıyorum. O eskinin kalitesini özlemle anarken de, pavyon kültürünün Cumhuriyetin başkentine hiç yakışmadığını söylüyorum. Haksız mıyım?
Yazarın Tüm Yazıları