17 Ağustos 2006
DOĞRU makro politikalar uygulandığında, serbest sermaye hareketleri çerçevesinde yabancı yatırımcıların ülke ekonomisine güveni artıyor. Yabancı yatırımcılar geliyor. Döviz bollaşıyor. Ülke parası değer kazanıyor. Merkez bankalarının ülke parasının değer kazanmasını durdurmaları bekleniyor.
Para politikasının kılavuzu olarak "enflasyon hedeflemesi" ni seçmiş merkez banakları açısından döviz kurlarının değerlenmesi enflasyonun kontrolüne katkı yaptığı gibi, kurların değerlenmesini önlemeye çalışmak enflasyon hedefiyle de çelişebilmektedir. Çünkü, başka hiçbir şey yapılmadığı taktirde, merkez bankalarının döviz kurlarının değerlenmemesi yönünde yaptığı müdahaleler para basmak anlamına gelmektedir. Ülke parası cinsinden varlıklara dış talebin artması mutlaka bir ekonomide para talebinin de artması anlamına gelmemektedir.
VARLIKLARIN İDARESİ
Bir merkez bankası döviz kurlarının yükselmesini istiyorsa, ya da döviz kurlarının düşmesini engellemek istiyorsa, piyasaya girip dövize ek talep yaratarak döviz alması gerekir. Merkez bankasının döviz alması demek karşılığında piyasaya ulusal parayı pompalamak anlamına gelir. Bilançosunda döviz varlıkları arttığından toplam varlıkları yükselir. Buna karşılık, döviz karşılığında ulusal parayı piyasaya pompaladığından, yükümlülük kalemlerinden biri artar (artan kalemin mutlaka emisyon olması gerekmez, bankacılık sisteminin merkez bankasından olan alacakları da artabilir).
Merkez bankasının bilançosunun büyümesi bankacılık sisteminin krediler yoluyla daha fazla para arzı yaratmasına neden olur. Para arzı artar. Artan para arzı, para talebi de aynı hızda artmadığında, enflasyon üzerine olumsuz etki yapar. Artan enflasyon baskısı enflasyon hedeflemesiyle çelişebilir. Merkez bankasının bilançosunun esnek olması gerekliliği burada devreye girer.
Dövize alım yoluyla müdahaleyle artan döviz varlıkları yoluyla şişen varlıklar bir başka varlığın elden çıkarılmasıyla düşürülebiliyorsa, merkez bankası bilançosu esnek demektir. Merkez bankaları artan döviz varlıkları karşısında ulusal para cinsinden varlıklarını azaltabiliyorlarsa, döviz alımları yoluyla piyasaya verdikleri ulusal parayı ulusal para cinsinden varlıkları ellerinden çıkararak geri çekiyorlar demektir.
Böyle bir esnekliği kullanabilen merkez bankaları dövize alım yönünde müdahale etseler de, para arzı genişlemesinin enflasyon üzerine olumsuz etkilerini engelleyebilirler. Bu strateji elbette sonsuza kadar uygulanamaz.
Sonuçta, merkez bankalarının ellerinden çıkarabilecekleri ulusal para cinsinden varlıklar bu varlıkların toplamıyla sınırlıdır. Ulusal para cinsinden olan tüm varlıklar elden çıkarıldığında, döviz alımları yoluyla çıkan parayı kalıcı olarak geri çekecek araç kalmamış demektir. Geçmişten gelen sorunlar bir çok ülkedeki merkez bankalarının bilançolarını esnek olmaktan uzaklaştırmıştır.
KALICI ÇÖZÜM
Bankacılık sistemine ve devlete kredi vermeyen merkez bankalarında genellikle durum böyledir. Çünkü, merkez bankaları yalnızca bankacılık sistemi ve devletle çalışırlar. Bu çeşit merkez bankaları genellikle ulusal para cinsinden yükümlülüklerinin vade yapısıyla oynayarak para politikasına esneklik kazandırmaya çalışırlar.
Örneğin, piyasadaki fazla para çok kısa vadeli repo ya da depo ihaleleri yoluyla değil, vadesi üç ayla altı ay arasında değişen ve bankalar arasında alış verişi yapılabilen mevduat sertifikası çıkararak merkez bankaları piyasadan daha uzun vadeli bir perspektifte para çekebilirler.
Ama, asıl çözüm merkez bankalarının piyasadan borç alan değil, piyasaya borç veren bir kurum haline getirilmesidir. Merkez bankalarının bilançosunu esnek yapan asıl olgu budur. Böyle bir süreçte, bir merkez bankasının döviz kurlarının düşmesi ya da artmaması konusunda çözüm üretmesi çok kısıtlıdır. Yarın son.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2006
ULUSLARARASI sermaye hareketlerinin yönüne göre oluşan döviz kurlarındaki oynaklıkla mücadelede merkez bankalarına az ya da çok görev çıkmaktadır. Ama, merkez bankaları aynı zamanda fiyat istikrarını da kollamak durumunda olan kurumlardır. Bu iki görev çoğu zaman birbiriyle çelişebilmektedir.
Özellikle, açıkça enflasyon hedeflemesini para politikasının kılavuzu yapan merkez bankalarında bu çelişki çok daha açık bir biçimde yaşanmaktadır. Çünkü, enflasyon hedeflemesi uygulayan merkez bankalarında, "enflasyon üç beş puan fazla olsa da olur, kurların istikrarlı olması gerekir" gibi bir seçenek yoktur. Olduğunda, uygulanan para politikasına "enflasyon hedeflemesi" diyemeyiz.
Önemli olan enflasyonun hedeflenen doğrultuda gerçekleşmesidir. Enflasyon hedeflemesinde dalgalı kur rejimi uygulamasının "olmazsa olmaz" şartlardan biri olmasının nedeni budur. Kurların istikrarı için para politikasından taviz verilmesi arzu edilmez.
ÖNYARGI
Enflasyon hedeflemesi merkez bankalarını döviz kuru oynamaları konusunda farklı önyargılara (bias) itmektedir. Örneğin, uluslararası sermayenin ülkeye girmesiyle değerlenen ülke parası aynı zamanda fiyat istikrarını sağlamakta bir ölçüde yardımcı olmaktadır. Buna karşılık, yabancı sermayenin çıkmasıyla ülke parasının hızla değer kaybetmesi kurlardan fiyatlara geçiş mekanizmasına göre enflasyon üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır. O halde, enflasyon hedeflemesini benimsemiş merkez bankaları ülke parasının değerlenmesine daha müsamahalı davranırken, ülke parasının değer yitirmesine aynı şekilde kayıtsız kalamamaktadır. Bu anlamda, enflasyon hedeflemesini seçmiş merkez bankalarının döviz kurlarının değerlenmesi yönünde bir önyargıları vardır.
Parasal kontrol açısından da, merkez bankaları aynı paralelde bir önyargı taşımaktadırlar. Ülke parasının daha fazla değer kazanmaması yönünde döviz alımı yoluyla yapılan müdahale merkez bankalarının piyasaya para pompalaması anlamına geldiğinden enflasyon baskılarını artırıcı bir etki yapmaktadır. Dolayısıyla, döviz rezervlerini artırmak dışında, döviz alımları yoluyla yapılan müdahaleler enflasyonu gözeten bir merkez bankasının tercih ettiği bir olgu değildir. Enflasyon görünümünü tehdit etmediği sürece döviz rezervlerinin artırılması gündeme gelir.
Buna karşılık, ülke parasının değer yitirmesi durumunda, döviz satışı yoluyla yapılan müdahaleler merkez bankasının piyasadan para çekip bilançosunu küçültme anlamına gelmektedir. Yani, hem paranın değer yitirmesi yoluyla enflasyon üzerine gelecek baskılar önlenmekte hem de piyasadan para çekerek enflasyon baskıları hafifletilebilmektedir. Bu yolla döviz rezervleri azalmaktadır. Ama, döviz rezervleri güçlü bir merkez bankası açısından bu olgu kaygı verici olmamaktadır.
ÇELİŞKİLİ GÖREV
Kısacası, enflasyon hedeflemesini benimsemiş merkez bankaları açısından ülke parasının değer kazanmasına kayıtsız kalınabilirken, ülke parasının değer yitirmesine aynı kayıtsızlıkla bakılmamaktadır. Bunun sonucu olarak, yabancı sermaye girişleri tercih edilen bir durumken, ani yabancı sermaye çıkışlarından hiçbir merkez bankasının hoşnut olması mümkün olamaz.
Bu bakış açısı içinde, dalgalı kur rejimi altında, para politikasının kılavuzu olarak enflasyon hedeflemesini benimsemiş merkez bankaları ülke parasının fazla değerlenmemesi konusunda da göreve çağırılmaktadır. Yani, merkez bankalarının para basıp döviz almaları istenmekte, bunun yanında fiyat istikrarını da tesis etmeleri ya da korumaları beklenmektedir. Bütün bunların olabilmesi için merkez bankalarının bilançolarının oldukça esnek olmaları gerekmektedir. Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2006
ULUSLARARASI sermaye hareketlerini serbest bırakmış gelişmekte olan ülkelerin makro ekonomi politikalarındaki en büyük zorluk olumlu ya da olumsuz dışsal şoklarla mücadele etmektir. Mal ve hizmet piyasalarındaki denge ile mali piyasalardaki denge birbirleriyle uyumlu olmayan farklı dinamiklerden oluşabilmektedir. Sonuçta, mali piyasalardaki dengenin oluşturduğu fiyatlarla mal ve hizmet sektöründe sürdürülebilir bir dengenin oluşması zorlaşabilmektedir. Türkiye gibi ülkeler bu gerçeği çok sık yaşamaktadırlar.
REJİM TARTIŞMASI
Kriz dönemlerinde de, uluslararası sermaye akımlarının gelişmekte olan ülkelere olumlu baktığı dönemlerde de, döviz kurları uluslararası sermaye akımlarının yönüne göre oluşmaktadır. Uluslararası sermayenin ülkeden çıktığı dönemlerde döviz kurları artmakta, ülke parası çok hızlı bir biçimde değer kaybetmektedir. İç dengelerden bağımsız olarak faizler artmaktadır. Aksi durumda, uluslararası sermayenin gelişmekte olan ülkelere bolca geldiği dönemlerde, döviz kurları düşmekte, ülke parası hızla değer kazanmaktadır. Bu kez de faizler düşüş eğilimine girmektedirler.
Uluslararası sermaye akımlarının yönüne göre ülke parasının değer yitirmesi ya da değer kazanması mal ve hizmet üreten sektörlere farklı kanallardan farklı etkiler yapmaktadır.
Uluslararası sermayenin çıktığı dönemlerde, ülke parasının değer kaybetmesi, mal ve hizmetlerin uluslararası rekabet gücünü artırırken, faizlerin artışına paralel olarak ülkedeki kredi piyasasını ve iç talebi daraltmaktadır. Buna karşılık, uluslararası sermayenin geldiği dönemlerde ülke parasının değerlenmesiyle üretimin uluslararası rekabet gücü azalırken, faizlerdeki düşüş eğilimiyle beraber kredi piyasası genişlemekte ve iç talep artmaktadır.
Uluslararası sermayenin çıktığı dönemlerde daralan iç taleple mücadele mümkün olduğunca yurt dışına yönelik mal ve hizmet üretme yoluyla yapılabilmektedir. Buna karşılık, uluslararası sermayenin girdiği dönelerde reel sektör açısından iç pazar giderek daha cazip hale gelmektedir.
Sermaye hareketlerinin sıkça yön değiştirdiği bir konjonktürde döviz kurlarındaki oynaklık ve oynaklığın mal ve hizmetler sektöründeki yansımaları döviz kuru rejimini gündeme getirmektedir. Dalgalı kur sistemi gerçekten sürdürülebilir ekonomik büyümenin yakalanabilmesi için iyi bir kur seçimi midir? Dalgalı kur rejimi gerçekten uluslararası sermaye akımlarının düzenlenmesine yardımcı olmakta mıdır?
PARA POLİTİKASI
Dalgalı kur rejimi altında uluslararası sermaye akımlarının serbest olduğu gelişmekte olan ülkelerdeki iki farklı ve birbiriyle çelişebilen dengeler (mali piyasalarda ve reel sektörde) zamanla merkez bankalarının döviz piyasasına doğrudan ya da dolaylı müdahale etmesi gerektiğini de yaratmaktadır. Merkez bankalarına görev çıkmaktadır.
Adına dalgalı kur rejimi dense de, sermaye hareketlerinin yönüne göre mali piyasalarda oluşan dengenin yerine ve hızına yönelik olarak merkez bankalarının döviz kurlarına müdahalesi kaçınılmaz olarak söz konusu olmaktadır.
İşin içine merkez bankalarının girmesi para politikasının gözlerini nereye dikmesi konusunu da gündeme getirmektedir. Merkez bankaları fiyat istikrarını mı yoksa döviz kurlarında mali piyasalardaki dengenin reel sektörde sürdürülebilir büyümeyi engellemeyeceği bir düzeyi mi hedeflemelidir? Konjonktüre bağlı olarak bu iki hedef de bir ölçüde gözetilebilir, ama çoğu zaman merkez bankaları açısından bu iki hedef birbirleriyle çelişki içinde olabilir. Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2006
AMERİKA’da kısa vadeli faizlerin iki yıl süren artışı durdu. Ama, faiz artışlarının durması bundan sonra faizlerin artmayacağı anlamına gelmiyor. Aksine, Amerika’da kısa vadeli faizlerin yakın dönemde artma olasılığı çok fazladır. Amerikan Merkez Bankası (FED) kabul edilebilir bir enflasyon ile kabul edilebilir bir büyüme arasında tercih yapmaya çalışıyor. Büyümenin yüksek olduğu dönemlerde daha düşük bir enflasyonu yakalamaya çalışırken, büyümenin kabul edilebilir düzeyin altına gelmesi durumunda daha yüksek bir enflasyona razı olmak gibi bir seçenek yelpazesi ile karşı karşıya kalıyor.
YENİ ŞARTLAR
Enflasyon-büyüme arasındaki bu tercih enflasyon askılarını hafifletmek için kullanılan kısa vadeli faizleri artırma politikasının ekonomik büyümeye bir süre sonra olumsuz etki yapmasından kaynaklanıyor. Ama, büyüme düştükçe,büyümenin enflasyon üzerindeki olumsuz etkisi de azalıyor. Bu konuda birçok merkez bankası gibi, FED de bir ikilem içinde kaldı.
İki yıl evvel FED kısa vadeli faiz oranlarını artırmaya başladığında, yani FED faizi yüzde 1 iken, Amerika’da yıllık bazda enflasyon yüzde 3, çekirdek enflasyon ise yüzde 2’nin altındaydı. Aradan geçen iki yılda, FED faizleri yüzde 1’den yüzde 5.25’e çıkardı, enflasyon ise yüzde 4.3’e, çekirdek enflasyon yüzde 2.6’ya geldi. Şimdi, FED kısa vadeli faizleri aynı bırakmayı tercih etti.
İki yıl evvel yıllık bazda yüzde 3’e gelen enflasyona müsamaha etme niyetinde olmayan FED, faiz artırımlarını durdurarak bir anlamda yüzde 4’ün üzerindeki enflasyona razı olmuş görüntüsü vermekte. Ekonomik büyüme de bu arada yüzde 4’lerden yüzde 3’ün altına gerilemiş görünüyor.
FED’in faiz artırımlarını durdurmasının ardındaki en büyük etken ekonomik büyümenin yavaşlama eğiliminde olduğu yönündeki izlenimdir. İç talep artışının zayıflamasıyla enflasyon üzerindeki baskıların azalacağı beklentisi vardır. Bundan sonra enflasyonun daha da tırmanıyor görünmesi ve/veya iç talep artışının beklendiği kadar zayıflamadığı yönünde veriler açıklandığında, faiz artırımları yeniden başlayabilecektir.
OYNAK DÖNEM
Şimdi bütün dünya Amerikan ekonomisinden gelecek verilere odaklanacaktır. Yayınlanan her veri FED’in faiz artırımlarına yeniden başlayıp başlamayacağına yönelik bir işaret olarak alınacaktır. Ekonomik faaliyetlerin arttığı ya da yeterince azalmadığı yönünde gelebilecek güçlü veriler FED’in faiz artıracağı beklentisini güçlendirecektir.
Örneğin, geçen haftanın sonuna doğru yayınlanan perakende satış verileri satışların temmuz ayında beklenenin üzerinde arttığını gösterdi. Üç gün önce faizlerin aynı kalmasına karar veren FED’in kırk gün sonra yeniden faizleri artırıp artırmayacağı konuşulmaya başlandı. Amerika’da Hazine tahvili faizi arttı. Dolar değer kazandı.
Aynı şekilde, ortalama ya da çekirdek enflasyondaki artışlar da faiz artırım beklentilerini yeniden ateşleyecektir. Beklentilerin oluşması ve gerçekleşmelerin yaşanması arasındaki zamanda da finans piyasalarında oynaklıklar gözlenecektir.
Herhangi yönde gelen bir veri yatırımcıların bizim gibi ülkelere olan risk iştahını kısarken, bir başka veri risk iştahını artıracaktır. Kısacası, Amerika’da enflasyon kontrol altına alınana kadar "faizler artar mı ya da aynı kalır mı?" yönündeki beklentilerle finans piyasaları dünyada da, bizde de oynak bir döneme girmiş görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2006
TÜRKİYE ekonomisinin kanayan yaralarından biri hiç şüphesiz tarım sektörüdür. Verimlilik gibi yapısal sorunların yanında, tarım kesiminin desteklenmesi adına tarım kesimi giderek piyasa şartlarının dışına taşınmıştır. Kısa vadeli çözümler tarım sektöründe uzun vadeli sorunlar yaratmıştır. Yıllar boyu piyasa fiyatının üzerinde destekleme alımları yaparak devlet doğrudan ya da dolaylı yollarla tarım ürünleri yelpazesini çarpıtmıştır. Tarım kesiminden ekmek yiyenler için önemli olan mümkün olduğu kadar fazla üretim yapıp devlete satmak olmuştur. Talep olsun ya da olmasın, belli bir ürünün azami üretimi köylünün sigortası haline gelmiştir.
AL AMA SATMA
Tarımda yaşanan sorunların büyük bir bölümü devletin yanlış destekleme politikalarından ya da doğru destekleme politikalarının yanlış uygulamalarından kaynaklanmaktadır.
Ders kitapları tarımın iklim şartlarından etkilenmesi nedeniyle üretimin bazı yıllar talepten fazla bazı yıllarda da talepten az olabileceğini söyler. İklim şartları çiftçinin muhatap olduğu ürün fiyatlarını oynak hale getirir. Büyük bir olasılıkla tarım gelirleri de iklim şartlarına göre düşer ya da artar.
Fiyatlarda ve gelirlerde istikrarı sağlayabilmek için destekleme politikasının bir parçası olarak devlet piyasaya girer. Ürünün fazla olduğu yıllarda devlet alıcı olur. Yani, ek talep yaratarak fiyatların çok düşmesini önler ve ürünü stoklar. Ürünün kıt olduğu yıllarda ise devlet piyasaya satıcı olarak girer. Stoklardan ürün satarak fiyatların çok yükselmesini önler. Bu hikayeden üretici de tüketici de korunuyor gibi bir anlam çıkmaktadır.
Kağıt üzerinde bu politika mükemmel bir destekleme stratejisi gibi görünür. Ama, uygulama çok farklıdır. Ürünün çok olduğu yıllarda devlet alıcı olarak piyasaya girer. Fiyatların düşmesini önler. Ürün her yıl fazla olduğunda, devletin her yıl piyasaya alıcı olarak girmesi beklenir. Fiyatlarda istikrar değil, fiyatların reel olarak düşmemesi hedef haline gelir. Devletin elinde biriken stoklar tüketilemez hale gelir ve imha edilir.
Bir başka senaryoda, ürün kıt olduğu yıllarda devletin satıcı olarak piyasaya girmesi istenmez. Çünkü, zaten ürünün kıt olduğu bir yılda devletin satıcı olarak piyasaya girmesiyle fiyatların yeterince yükselmemesi çiftçinin toplam gelirini olumsuz etkiler. Dolayısıyla, tarım politikası, ürün bolken devletin alıcı olmasına, kıtken piyasaya karışmamasına dönüşür.
TAHKİM
Bu yapıdaki bir destekleme programında fiyatlar hep yüksek kalır. Fiyatların yüksekliğini gören köylü doğal olarak o üründen daha fazla ekmeye başlar. Orta-uzun dönemde ürünün daima bol olacağı bir ortam böylece yaratılmış olur. Türkiye’de zaman içinde köylü daha fazla fındık ve tütün üretmeye teşvik edilmiştir. Devlet hep fazla ürünün alıcısı olmuştur. Alınan fazla ürün çoğu zaman devletin elinde patlamıştır. Bu ürünleri alan devlet kuruluşları ürün alımının finansmanı için kullandıkları kredileri geri ödeyemeyince çok sevdiğimiz "kamu borçlarının tahkimi" hakkında bir yasa çıkarılıp tüm borçlar Hazine’nin borcu haline getirilir.
Halbuki, ders kitapları devletin alıcı olduğu yılda kredi kullanıp alım yapacağını, satıcı olduğu yıllarda da kazandıkları paralarla daha önce aldığı kredileri geri ödeyeceğini yazar. İşin kredi alma kısmı uygulanır, krediyi geri ödeme kısmında zorlanılır. Çünkü, devlet elindeki stokları satmakta zorlanır ya da stoklar zararına satılır.
Sürdürülemez duruma gelen destekleme programına yeni öğeler eklenir. Ekim alanlarının sınırlandırılması gündeme gelir. Sayfalarca raporlar yazılır. Bu strateji de artık üretim fazlası olan ürünün ekileceği alanlarda başka ürünlerin ekilmelerini gerektirir. Yani, köylü için yeni bir yatırım gerektirir. Bunda da çok başarılı olunamaz.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2006
TÜRKİYE tarihi boyunca sürdürülebilir ekonomik büyümeyi sağlayabilmek için birçok ekonomik model denemiştir. Kimi modeller yanlış olduğu için kimi modeller de yanlış uygulandığı için başarılı olamamışlardır. Hangi ekonomik model uygulamada olursa olsun, uyulması gereken en önemli ekonomik ilkelerden biri kamu maliyesinde orta dönemde cari harcamaların cari gelirlerle karşılanmasıdır. Borçlanma ekonomik hayatın bir parçasıdır. Ama, hangi kaynaktan olursa olsun, sürekli olarak borçlanma yoluyla sürdürülebilir bir ekonomik denge yakalayabilmek mümkün değildir.
Türkiye "sosyal devlet" kavramından her zaman mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarının altında tüketiciye ulaşmasını anlamıştır. Aynı mantıkla, tarım ürünlerinin piyasa fiyatlarının üzerinde değerli olmasıyla üreticilerin refahının artacağı düşünülmüştür. Dolayısıyla, ekonomik sorunları aşmaya yönelik olarak doğrudan ya da dolaylı olarak fiyat kontrolü aklımıza gelen en kolay çözümlerden biri olmuştur.
NE DÜZENLENİYOR?
Dünyada petrol fiyatları artarken, ülkemizde petrol ürünleri fiyatlarının artmaması ya da çok daha az artması sosyal politikaların bir parçası sanılmıştır. 1970’li yıllar bu yolda feda edilmiştir. Bu dönem krizle sonuçlanmıştır.
Tabiat şartlarından kaynaklanan fiyat oynamalarına karşı üreticiyi koruma amacıyla uygulamaya konan tarım destekleme politikaları kaynağı olmayan harcamalara dönüşmüştür. Tarımda rekolte ne olursa olsun, dünya fiyatının iki katına kadar çıkan fiyatlarla tarım ürünlerine destekleme yapılmıştır. Tarıma ucuz kredi sağlanmıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllar da bu şekilde feda edilmiştir. 2001 Krizi’nde devlet borçlarının milli gelirimizin yüzde 100’üne yaklaşmasının ardında bu politikaların önemli bir payı vardır.
Ekonomide her kontrolün bir fiyatı vardır. Fiyatı bir süre ödememek mümkündür. Ama, fiyat bir gün toplu olarak mutlaka ödenecektir. Maliyetler arttığı halde, elektrik fiyatlarının artmasına direnmenin de bir maliyeti vardır. Bu maliyet bugün bütçede görünmese de, yarın mutlaka ya devletin bütçesinde görünecektir ya da elektrik kesintileri yaşanacaktır.
Bu yıl rekolte çok fazla diye tarım ürünlerini devletin satın alıp stok yapması, ilerideki yıllarda da rekoltenin düşmesi durumunda, devletin stokları satarak fiyatların daha fazla yükselmemesi akılcı bir politika gibi görünmektedir. Sonuçta, üretici korunmaktadır.
Ama, uygulama böyle olamamaktadır. Rekolte fazla olduğunda ürünü devlet satın alarak fiyatların düşmesi engellenmekte, ama rekolte düşük olduğunda, fiyatların çıkışına engel olmamak için devletin stoktan ürün satmasına engel olunmaktadır. Zaten ürünü az olan çitçinin önceki yıllardaki fiyattan geliri azalmış olmaktadır. Devlet eliyle buna neden olmak sosyal politikanın bir parçası değildir. Sonuçta, devlet tarım ürünlerinin fiyatlarını devamlı yükseltmek zorunda olan bir düzenleyici durumuna düşmektedir. Ekonomiyi batıran politikalar işte bu anlayışla uygulamada kalmaktadır.
SAĞLAM KAYNAK
Devletin aldığı tütünleri yakması, aldığı ürünleri yarı fiyatına yurt dışına ihraç etmeye çalışması, bazen de stokların çürümesine seyirci kalması hep sosyal politikaların bir uzantısı olmaktadır. Bütün bunlar vergi verenlerce karşılanıyorsa, sorun yoktur. Ama, bu uygulamalar ancak borçlanma yoluyla sürdürülebiliyorsa, bir gün sona gelineceği unutulmamalıdır.
Ekonomiyi batıran modeller iyi niyetle uygulamaya konulurlar. İyi niyetle uygulanırlar. Ama, sonuçları tatsız olur. Tatsızlığı önlemenin tek yolu hangi sektör ne şekilde desteklenecekse, desteğin mali yükünün vergi gelirleriyle karşılanmasıdır.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2006
MİLLİ gelir istatistiklerine göre, bu yılın ilk üç ayında ekonomik büyüme geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.3 olmuştu.
Büyümenin büyük bir kısmı tarım ve sanayi üretimlerinden değil, başta inşaat olmak üzere hizmetler sektöründeki büyümeden kaynaklanmıştı.
Yılın ilk üç ayında, tarım sektörü yüzde 0.6 ve sanayi sektörü yüzde 4.5 artmıştı. Buna karşılık, inşaat sektörünün büyümesi reel olarak yüzde 25’i geçmişti. Geçmişten farklı olarak, 2005 yılının tümünde ve 2006 yılının ilk çeyreğinde, ekonomik büyüme sanayi ağırlıklı değil, hizmetler sektörü ağırlıklı gerçekleşmişti.
BÜYÜME VE İTHALATYeni yayınlanan aylık sanayi üretimi endeksine göre, sanayi üretimi artışı yeniden hızlandı. Bu yılın haziran ayında sanayi üretimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 11.4 artarken, imalat sanayi üretimindeki büyüme yüzde 11.3 oldu.
Üç aylık bazda bakıldığında, sanayi üretimindeki büyüme çok daha çarpıcı bir biçimde görülüyor. Aylık sanayi üretimi endekslerine göre, bu yılın ilk üç ayında (ocak-şubat mart) sanayi üretimi ortalama yüzde 3.4 ve imalat sanayi üretimi yüzde 2.8 artmışken, yılın ikinci üç ayında (nisan-mayıs-haziran) hem toplam sanayi sektörü hem de imalat sanayi üretimi büyümeleri bir önceki yılın aynı dönemine göre ortalama yüzde 9.4 oldu. Kısacası, sanayi sektöründe üretim açısından gaza basmış gidiyoruz denebilir.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2006
SANKİ tartışılacak hiçbir konu kalmamış gibi, geçen haftanın ekonomi kamuoyunu meşgul eden konularından biri Merkez Bankası’nın İdare Merkezi’nin İstanbul’a taşınması fikriydi. Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı kamu bankalarıyla Merkez Bankası’nın merkezlerinin İstanbul’a taşınacaklarını açıkladı. Belli ki, konudan Merkez Bankası’nın haberi yoktu. Bakan altyapısı hazırlanmamış bir fikri ortaya atarak "biz hükümetiz istediğimizi yaparız ya da yaptırırız" havası takınmış gibi oldu. En azından, piyasalar konuyu böyle gördü. Daha Merkez Bankası’nın bağımsızlığının bebekliği döneminde bu davranış pek hoş olmadı.
Merkez Bankası tepki gösterdi. Yazılı bir açıklama yaparak böyle bir konunun gündemde olmadığını vurguladı. Merkez Bankası da açıklamasında konunun bir yasa değişmesi gerektirdiği ve yasayı yapıp yürütenin de hükümet olduğu gerçeğini göz ardı eden bir görünüm verdi. Bağımsızlığın göstergesi tepki vermeye endekslendi.
Ardından, Merkez Bankası Başkanı Banka’nın İdare Merkezi’nin İstanbul’a taşınması konusunda "bizce mahsuru yok" diyerek bir önceki yazılı tepkiyle bir ölçüde ters düştü. Yazılı açıklamayla Başkan’ın demeci arasında geçen sürede neler olabileceği konusunda gereksiz spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
KİMSEYE FAYDASI YOK
Bakan’ın çıkışı gereksizdi. Banka’nın tepkisi iyi düşünülmeden verilmiş bir tepkiydi. Başkan’ın demeci ise spekülasyon yaratıcıydı. Yabancı basın dahil, konu kamuoyuna "Hükümet Merkez Bankası ile karşı karşıya geldi" şeklinde verildi.
Merkez Bankası’nın bulunduğu konumda, İdare Merkezi’nin nerede olacağı konusu aslında hiç kimseyi ilgilendirecek bir konu değildir. Para politikası konularında gereğinde hükümetlerle karşı karşıya gelmek olağandır. Ama, yasal düzenleme isteyen idari bir konuda kamuoyu önünde hükümet-Merkez Bankası çatışması bir bardak suda fırtına yaratmaktır. Böyle bir durum iki taraf için de yaralayıcıdır ve yıpratıcıdır.
1980’li yılların ikinci yarısında ve 1990’lı yılların başında da bu konular konuşuldu. Özellikle para piyasalarının kurulup çalışmalara başladıktan sonra Merkez Bankası’nın İstanbul finans piyasasına daha yakın olması gerektiği düşünülmeye başlandı. Ama, o dönemde de İdare Merkezi’nin İstanbul’a taşınması fikrinin oluştuğunu ve tartışıldığını hiç hatırlamıyorum.
Levent civarında arsası olan herkese bolca yüksek binalar için imar izni veren belediye o dönemde Merkez Bankası’na da izin verip Merkez Bankası’nın binası yapılmış olsaydı, İdare Merkezi’nin tümü değil ama, para piyasaları bölümünün İstanbul’a taşınması söz konusu olabilecekti. Gelin görün ki, Levent civarında birçok yüksek binalar yapılmış olmasına rağmen, Merkez Bankası aynı yörede hiçbir şey yapamamıştır. Nedeni Merkez Bankası’nın kabiliyetsizliği değil, imar izni verecek olan otoritelerin kabiliyetidir.
ÖNEMLİ OLAN
Birçok ülkenin merkez bankaları ülkenin başkentindedir. Çünkü, ulusal parayı basma yetkisine sahip tek kuruluş aynı zamanda ulusal egemenliğin sembollerinden biridir. Az sayıda ülkede ise, merkez bankaları ülkenin ticaret merkezi olan kentlerde faaliyet göstermektedirler. Örneğin, Almanya, Hollanda ve Hindistan’da merkez bankaları o ülkelerin başkentlerinde değildirler.
Merkez bankalarının nerede olduğu değil, neyi nasıl yaptıkları önemlidir. Konuyu ticari banka perspektifinden irdelemek çok doğru değildir.
Yazının Devamını Oku