27 Ağustos 2006
İKTİSATTA temel amaç sahip olunan kaynakların en verimli bir şekilde kullanımıyla toplumun refahını azamiye çıkarmaktır. İktisat diye bir bilimin ortaya çıkmasının tek nedeni kaynakların sınırlı, buna karşılık arzuların sınırsız olmasıdır.
Sınırlı kaynakların kullanımıyla refahın azamiye çıkarılması aslında tüketimin azamiye çıkarılması anlamına gelir. Tüketmeyen bir toplumun refahından söz edilemez.
Günlük hayatta en çok kullanılan cümlelerden biri "yatırımı unuttuk, hep tüketiyoruz" gibi ne anlama geldiğini pek bilmediğimiz kalıplaşmış yargılardır. Aslında, yatırım, kıt kaynaklarla üretilen malların belli bir dönem içinde tüketilmeyen kısmıdır. Yani, toplum, üretilen bazı malları tüketmeyerek belli bir dönemde daha az refah içinde yaşamaya razı olmuş demektir.
KISA VADECİLİK
Toplumların belli bir dönemde tüketmeyip yatırım yapması ilerideki dönemde daha fazla tüketebilme arzusundan kaynaklanır. Kısacası, yatırımın da amacı tüketimi belli bir süre içinde azamiye çıkarmaktır.
Belli bir dönemde daha fazla yatırım aynı dönemde tüketimden fedakarlık anlamına gelir. Toplumlar bu fedakarlığı ancak ileride daha fazla tüketebileceklerine inandıklarında yaparlar. Amaç, her zaman belli bir zaman boyutunda tüketimi azamiye çıkarmaktır.
Özellikle gelişmekte olan toplumlarda tüketimi ayıp bir şeymiş gibi göstermek moda olmuştur. Halbuki, iktisadi refah tüketim yoluyla gerçekleşmektedir.
Gelişmekte olan ekonomilerde tüketim düzeyi gelişmiş ekonomilere göre mutlak anlamda çok azdır. Bu ekonomiler de tüketimlerini azamiye çıkarıp gelişmiş ekonomiler düzeyinde refaha, yani tüketim düzeyine erişmeyi arzu etmektedirler. Bu iki farklı gelirdeki ekonomiler arasında bir anlamda bir yarış söz konusudur. Yarış, daha fazla tüketme üzerine kuruludur.
Gelişmekte olan toplumların çoğu kısa vadecidir. Kısa vadecilik aslında bir yılda değil de, daha uzun bir dönemde refahı azamiye çıkarabilmenin önündeki en büyük engeldir. Kısa vadecilik, örneğin, bugün bir birim fazla tüketmeyi yarın iki birim fazla tüketmeye göre daha çekici yapmaktadır. Toplumun bakış açısı böyle olunca, uzun bir dönemde toplam tüketimin azamiye çıkarılması yerine içinde yaşanan dönemde tüketimin azamiye çıkarılması tercih edilmektedir. Bunun anlamı her hangi bir dönemde yatırımlar yoluyla tüketimden fedakarlık etme eğiliminin az olduğudur.
KAYNAK YARATILMASI
Her yıl tüketimini azamiye çıkarıp yatırımlarını asgaride tutan bir toplum, örneğin on yıllık bir perspektif içinde, başlarda daha az tüketip daha fazla yatırım yapan bir topluma göre, toplamda daha az tüketmek durumunda kalacaktır. Çünkü, bugün yatırım yaparak kıt kaynakları artırmak her yıl tüketimini azamiye çıkarmaya çalışan bir toplumda çok fazla mümkün olmayacaktır. Yatırım, üretimde kullanılacak kaynakların artırılmasıdır.
Toplumlar kısa vadede değil, orta-uzun vadede refahını azamiye çıkarma gibi bir strateji içinde olduklarında vade perspektifi önemli bir parametre olmaktadır. Kısa vadecilik üretimde kullanılacak kaynakların yaratılmasını sınırlamaktadır. Çok uzun vadecilik ise nesillerin kabul edemeyeceği bir feragat anlamına gelebilmektedir.
Bazı makro ekonomik dengelerin oluşumunu, kısmen de olsa, "kısa vadecilik" perspektifiyle açıklamak mümkün olabilmektedir. Bu konulara daha sonra gireceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2006
DÜNYANIN belli başlı ekonomilerinde ekonomik büyüme yönündeki beklentilere göre dünyada spekülatif petrol talebinin alacağı pozisyon belirginleşecektir. Amerika ve Çin gibi ekonomiler geçmişteki hızda ya da buna yakın büyüdüğü taktirde, petrol fiyatının varil başına 100 doları görmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Buna karşılık, ekonomik büyümenin yavaşlaması stoktaki petrolün piyasaya çıkmasıyla petrol fiyatını varil başına 10 dolarlara indirebilecektir.
Bir anlamda, üzerinde oturulan dengede, ekonomik büyüme ile enflasyon arasındaki tercih giderek daha belirgin hale gelmektedir. Petrol fiyatlarının artması enflasyon için önemli bir risk teşkil ederken, ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla düşen petrol fiyatları enflasyonun kontrolünü kolaylaştıracaktır.
BÜYÜMEDE KÜÇÜLME
Konuya fiyat istikrarını kollamaya çalışan para politikası açısından bakıldığında, önümüzdeki dönem ekonomik büyümenin kabul edilebilir düzeylerde gerilemesi gereken bir dönem olacaktır. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle artan enflasyon baskısı Amerika, Avrupa ve Japon Merkez Bankaları’nı tedirgin etmektedir.
Dolayısıyla, ekonomik büyümenin düşmesiyle yumuşayacak petrol fiyatları yoluyla enflasyon baskısından kurtulmak kolaylaşacaktır. Büyük ölçüde, Avrupa Merkez Bankası da dahil olmak üzere, belli başlı merkez bankaları yükselttikleri kısa vadeli faizler yoluyla ekonomik büyümeyi makul sınırlar içine çekme çabasındadırlar.
Bu politikanın devamı olarak, büyük ekonomilerde ekonomik büyümenin yeteri kadar düşmemesi durumunda kısa vadeli faizlerin artmaya devam edeceğini tahmin etmek çok zor değildir. Bu ekonomilerde iç talep büyümesinin önü kesilene kadar kısa vadeli faizler artacaktır. Örneğin, kısa vadeli faizlerin Amerika’da yüzde 6’yı geçmesi, Euro Bölgesi’nde yüzde 3’ü aşması, Japonya’da yüzde 1’e yaklaşması, İngiltere’de yüzde 5’i geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Buna karşılık, bugünkü kısa vadeli faizler civarında (belki yüzde yarım daha yukarıda) iç talep büyümesinin önüne geçilip dünyanın belli başlı ekonomilerinde büyümenin yavaşlamasıyla petrol ve diğer hammadde fiyatlarında yaşanabilecek dramatik düşüşler merkez bankalarının elini güçlendirecektir. Böyle bir durumda, petrol piyasası uzmanlarının beklentilerinin paralelinde petrol fiyatının çok düşmesi ise enflasyon tehdidini tamamen ortadan kaldıracağından, bu ülkelerde gelecek yıl kısa vadeli faizlerin düşmeye başlaması dahi söz konusu olabilecektir.
DAHA AZ SPEKÜLASYON
Kısa vadeli faizlerin kademeli olarak düşme eğilimine girmesi petrol ve diğer hammadde fiyatları üzerinde hangi kademede baskı oluşturacağına bağlı olarak sürebilecektir. Ama, bu senaryo içinde, kısa vadeli faizler düştü diye petrol fiyatlarının yeniden bugünkü düzeylere ulaşması olasılığı az görünmektedir.
Son beş yıldır, gelişmiş ekonomilerdeki tarihi düşük faiz oranları, getirilerini artırmaya çalışan yatırımcıları yalnızca gelişmekte olan ülkelere yatırım yapmaya yöneltmedi, aynı zamanda hammaddelere yatırım yapmaya da yöneltti. Belli başlı merkez bankaları ekonomik büyümeyi yumuşatmada başarılı olabildikleri taktirde, hammadde üzerinde yapılan spekülasyonlar da gerileyecektir. Aynı paralelde, gelişmekte olan ülkelere akan sermayede de bir istikrar söz konusu olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2006
DÜNYA ekonomilerini son yıllarda tehdit eden en önemli unsurlardan biri artan petrol fiyatları ve petrol fiyatlarının gelecekteki seyri konusundaki belirsizliklerdir. Dünya ekonomileri 1970’li yıllarda petrol fiyatlarının hızlı artışı ile çok acı deneyimler yaşamıştır. Özellikle petrol ithal eden ülkeler, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, doğrudan ya da dolaylı yollarla artan petrol fiyatlarının faturasını ekonomik daralma ve/veya borç krizleri yoluyla ödemişlerdir.
Son yıllarda artan petrol fiyatları, büyük ölçüde doğru makro ekonomik politikalar sayesinde, gelişmiş ülkelerde benzer bir etki yapmamıştır. Aksine, petrol ve diğer hammadde üreticileri gelişmekte olan ülkeler artan ihracat gelirleriyle ekonomik büyümelerini hızlandırabilmişlerdir. Diğerleri de, artan uluslararası sermaye akımları sayesinde, artan petrol faturasını kolaylıkla ödeyebilmişlerdir.
Bütün bunlar risklerin yok olduğu anlamına gelmemektedir.
10-100 DOLAR ARALIĞI
Son yıllardaki petrol fiyatlarındaki artışlar, geçmiş deneyimlerin tersine, arz değil, talep şoklarıyla tetiklenmiştir.
Petrol fiyatlarını yönlendiren birbiriyle ilişkili iki parametreden söz etmek mümkündür. Parametrelerden biri dünya ekonomilerinin büyümesi olmaktadır. Özellikle Amerika ve Çin ekonomilerindeki büyüme görünümü petrol talebini belirleyen en önemli unsur haline gelmiştir. İkinci parametre gelecekteki ekonomik büyüme ile artacağı beklenen petrol talebinin körüklediği spekülatif petrol talebidir.
Son yıllarda petrol dahil genelde tüm hammaddelerde çok ciddi spekülatif talep artışları yaşanmıştır. Kurumsal yatırımcıların bugünlerde 100-120 milyar dolar kadar hammadde yatırımlarının (metaller ve petrol) olduğu hesaplanmaktadır. Bu rakam üç yıl evvelin iki katıdır. Söz konusu yatırımların 2000 yılından önce 6 milyar dolar olduğu düşünülürse, spekülatif yatırımın ne denli arttığı çok daha iyi anlaşılacaktır.
Petrol fiyatlarının ileride nasıl bir seyir izleyeceği spekülatif yatırımcıların alacakları pozisyonla çok yakından ilgili hale gelmiştir.
Dünyanın belli başlı ekonomilerinde ekonomik büyüme eğilimlerinin devam edeceği beklentisi altında, spekülatif petrol talebinin daha da artacağı beklenmekte ve petrolün varil fiyatının 100 doları görebileceği öne sürülmektedir.
Başta Amerika olmak üzere ekonomik büyümenin yavaşlayacağı beklentisi piyasalara hakim olursa, petrole olan spekülatif talebin ortadan kalkacağı ve petrol stoku yapan yatırımcıların stokları piyasaya dökeceği düşünülmektedir. Bu yöndeki bir gelişmede, petrolün varil fiyatının kısa bir süre için dahi olsa 10 doların altına gelebileceği ileri sürülmektedir. Görüldüğü gibi, beklentiler şartlara göre çok geniş bir aralıktadır.
ENFLASYON GÖRÜNÜMÜ
Bütün bu fiyat oynaklığının bir yıl içinde olabileceğinin de beklentiler dahilinde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kısacası, petrol fiyatlarının önümüzdeki yıl nerelere gidebileceği büyük ölçüde dünya ekonomisinin büyüme performansıyla ve beklentilerle yakından ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Spekülatörlerin davranışları ise fiyatın hangi yönde gideceğinin belirleyicisi olacaktır.
Benzer beklentiler çinko, bakır gibi diğer madenler dahil olmak üzere tüm hammadde fiyatları için de geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, ekonomik büyüme önümüzdeki dönemde üretimi giderek pahalılaştırırken, ekonomik büyümedeki yavaşlama tüm hammadde fiyatlarını alt-üst edebilecektir.
Dünyanın belli başlı ekonomilerindeki ekonomik büyüme görünümü ve petrol fiyatlarının seyri küresel düzeyde para politikasına ve enflasyon görünümüne de şekil verecektir. Bu konulara yarın gireceğim.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2006
2001 Krizi’nden sonra İstanbul Yaklaşımı icat edildi. Son rakamlara göre, İstanbul Yaklaşımı’na 331 şirket girdi. Bankacık kesimiyle şirketler arasındaki yeniden yapılandırılan toplam borç miktarı da 6 milyar dolar oldu.
Yeniden yapılandırılan borçların akıbeti konusunda rakamlar bazında fazla bir bilgimiz yok. Ama, genel olarak, şirketler İstanbul Yaklaşımı’na girdi diye durumlarını düzeltemediklerini biliyoruz. Durumlarını düzeltenler zaten İstanbul Yaklaşımı’na girmeselerdi de düzeleceklerdi. Çünkü, alacaklı bankalar zaten bu şirketlerin düzelebilecekleri hakkında izlenimleri vardı. Kısacası, İstanbul Yaklaşımı kendinden bekleneni veremedi, veremezdi de. Bazı kesimler bu yaklaşım yoluyla "koruma" almış oldular.
Alacaklı daima borçlunun mali durumunun düzelmesini ister. Bu konuda umut varsa, alacaklı zaten gereken her türlü kolaylığı gösterir. Alacaklının borçluyu yok etmek gibi bir dürtüsü olamaz. Çünkü, ortadan yok olan bir borçludan borçlarını tahsil etme olanağı yoktur. Önemli olan iktisadi kuralların işlemesi ve işletilmesidir.
ÜÇÜNCÜ TARAF
Bugünlerde yeni bir yaklaşım üzerinde çalışılıyor. Anadolu Yaklaşımı adı altında küçük ve orta ölçekli (KOBİ) çok borçlu şirketlerin bankalara olan borçlarının yeniden yapılandırılması konusunda bir çerçeve oluşturulmaya çalışılıyor.
Anadolu Yaklaşımı’nın da akıbeti İstanbul Yaklaşımı’ndan farklı olmayacaktır. Kurutulabilecekler kurutulacaklardır. Anadolu Yaklaşımı da, aynı İstanbul Yaklaşımı’nda olduğu gibi, bankalara ve şirketlere zaman kazandıracaktır. Yeniden yapılandırmanın bazı mali yükleri hafifletilecektir. Bir süre "koruma" sağlanacaktır. Ama, iktisadi anlamda, aksi taktirde yaşayamayacak şirketleri yaşatabilmek mümkün olamayacaktır.
Bu yargı bir falcılık değil, iktisadi ilkelerin bir sonucudur. Borçlu ile alacaklı arasında bulunabilecek en iyi çözüm iki tarafın başkalarının baskısı olmadan kendi aralarında bulacakları çözümdür. Bankalar yaşayabilecek borçlularını zaten yaşatabilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Yaşayamayacak olanlara ise hiçbir şey yapmamaktadırlar.
Örneğin, İstanbul Yaklaşımı’na giren şirketlerin bir çoğuna bankalar ek kredi olanağı tanımamışlardır. Zaten borç batağında olan bir şirket "yaşama suyu" olmadan dönebilir mi? Belki de, İstanbul Yaklaşımı bu şirketleri daha da kötü durumlara düşürmüştür.
YENİDEN YAPILANDIRMA GEREKLİ
Devlet, medeni kanunu, borçlar kanunu, icra ve iflas kanununu hazırlar ve uygulamaya koyar. Bu kanunların ne alacaklıyı ne de borçluyu kayırma gibi bir amaçları olmamalıdır. Devletin borçlu-alacaklı ilişkisini düzenleme konusundaki en önemli sorumluluğu burada başlar ve burada biter. Gerisi, borçluları ve alacaklıları ilgilendirir.
Borçlu ve alacaklı ilişkisine devlet gelişigüzel karışmaya başladığında, iktisadi ilkeler bir kenara atılıp ayırımcılık ve kayırıma başlar. Ayrımcılık ve kayırmanın olduğu bir ortamda, taraflardan biri mutlaka kaybeder. Halbuki, çok taraflı bir ilişkide ideal çözüm, iki tarafın da kazanması veya taraflardan hiçbirinin daha kötü duruma düşmemesidir. Devletin böyle bir rolü oynaması da, çözümü bulabilmesi de olanaksızdır.
KOBİ’ler Türkiye’nin üzerinde özenle durması gereken üretken ekonomik birimlerdir. Bu alanda yeniden yapılandırma şarttır. Ama, üzerinde çalışılması gereken yapılandırma biçimi KOBİ’lerin borçlarının yeniden yapılandırılması değil, KOBİ’lerin kendilerinin yeniden yapılandırılmasıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2006
DOLAR kuru 1.30’lar civarındayken şikayet ettik. Hazine yıllık bazda yüzde 13’lerden borçlanıyordu, faizlerin yüksekliğinden yakınıyorduk. Sonra üzerimizden bir dalga geçti. Hepimizi ıslattı.
Dolar kuru birkaç hafta içinde 1.70’lere tırmanana kadar "dalgalı kur rejiminde her şey olur" diyerek olaya seyirci kaldık. Sonunda, faizler yüzde 20’yi aştı. Enflasyon çift haneli rakamlara geldi. Kurlar çıksın da, ne olursa olsun havası yaratıldı.
Şimdi, ortalık duruldu. Yaz aylarının verdiği rehavetle finans piyasaları da gevşedi. Dolar kuru 1.45’e geriledi. Böyle giderse, 1.30’ları da görecek gibi görünüyor. Ama, faizler yıllık bazda yüzde 18-19 civarında. Enflasyon da çift haneli rakamlarda bir süre daha kalacak izlenimini veriyor. Kurların düşmesi yeniden rahatsızlık yaratmaya başladı.
EK YÜKLER
İster, istemez insanın aklına şu soru geliyor: Dolar kurunun 1.30’dan 1.70’e fırlamasına seyirci kalınmasaydı, acaba faizler hala yüzde 18-19’larda, enflasyon çift haneli rakamlarda olur muydu?
İktisatta bu çeşit sorulara yanıt vermek sanıldığı kadar kolay değildir. Mutlaka bir yanıt vermek gerekiyorsa, döviz kurlarının fırlamasına seyirci kalınmasaydı, enflasyonun hala tek haneli rakamlarda kalabileceği, ama faizlerin yüksek kalacağı söylenebilir. Bu açıdan, döviz kurlarındaki fırlamaya seyirci kalarak enflasyon en azından bir süre feda edildi diye bir yargıya varılabilir. Olan, enflasyon hedeflemesine oldu.
Mayıs ve haziran ayında yaşanan sarsıntının tortusu kaldı. Faizlerin eski düzeylerine kısa sürede düşmesi artık daha zor. Enflasyon beklentileri bozuldu. Enflasyon hedeflemesine odaklanmış para politikası ciddi bir darbe aldı. Bu gelişmelerin maliyeti de geçmişe göre daha yüksek faizler olacaktır.
Yükselen faizler kamu finansmanı açısından küçümsenmeyecek bir tehdit oluşturmaktadır. Türkiye, hala yüksek kamu borçları nedeniyle Brezilya ile beraber en kırılgan ekonomilerden biri olarak gösterilmektedir.
Yükselen faizlerin kamu sektörünün borçlanma ihtiyacını aynı paralelde artırmaması için faiz dışı harcamalarda daha fazla tasarrufa gitmek zorunluluğu doğmuştur. Yükselen enflasyonun neden olduğu ek harcamalar da hesaba katılırsa, gerekli tasarrufun boyutu daha da yükselmektedir.
KIRILGANLIK
Yeni bir kırılganlık alanı meydana gelmiştir. İlkbahar aylarında, siyasi belirsizlikler, yüksek cari işlemler açığı gibi konular kırılganlık alanları olarak gösteriliyordu. Şimdi, bunlara bir de kamu finansmanının bozulma riski gibi hafife alınmayacak yeni bir alan eklenmiştir.
Uluslararası piyasalar olumlu olduğunda, kırılganlık alanlarının tümü göz ardı edilmektedir. Örneğin, mayıs ve haziran aylarında Türkiye ekonomisi diğer gelişmekte olan ekonomilere göre daha fazla darbe yedi. Nedeni olarak siyasi belirsizlikler ve yüksek cari işlemler açığı gösterildi. Bu risklerin hiçbiri bugün yok olmadı, hatta azalmadı. Ama, bu risklerden artık söz edilmiyor. Çünkü, uluslararası piyasaların psikolojisi olumluya döndü.
Olumlu havaya kendimizi çok kaptırmayalım. Hava olumluyken, uluslararası yatırımcıların tercihlerinin değişmesi durumunda en fazla hırpalanan ekonomi olmamak için kırılganlık alanlarını azaltmaya çalışalım. Bugün itibariyle, kırılganlıklarda yenilerini ekleyerek hálá önde koşmaktayız.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2006
YÜKSEK enflasyondan düşük enflasyona geçiş sürecinde en önemli politikalardan biri "gelirler politikası" olmaktadır. Gelirler politikasının en önemli ayaklarından biri geçmiş enflasyona göre değil, hedeflenen enflasyona göre ücret ve maaş ayarlamalarının yapılmasıdır. 2000 yılından bu yana istikrar programı çerçevesinde böyle bir uygulama Türkiye’de de yürürlüktedir. Özellikle kamu sektöründe, ücret ve maaş ayarlamaları üç aşağı, beş yukarı hedeflenen enflasyon doğrultusunda yapılmakta, gerçekleşen enflasyonun hedeflenenden yüksek çıkması durumunda, fark dönem sonunda kapatılmaktadır.
Düşmesi hedeflenen enflasyon doğrultusunda, geçmiş enflasyona bakarak ücret ve maaş artırımlar yapılmamakla hem enflasyon üzerinde baskı yaratacak kamu finansman açıkları dizginlenmeye çalışılmakta hem de enflasyon üzerinde artan ücretler yoluyla ekonomik büyümenin önündeki engel kaldırılmaya çalışılmaktadır. Buna karşılık, fark doğduğunda, çalışanların enflasyona ezilmemesi yönünde bir sigorta da devreye sokulmaktadır.
İNANDIRICILIK
2006 yılı gerçekleşen enflasyonun hedeflenenden daha yüksek olduğu bir yıl olmuştur. Çalışanlara enflasyon farkı vermek elbette kamu finansmanı üzerinde ek bir yük yaratacaktır. Hem enflasyon farkı verilip hem de böyle bir ek yükün yaratılmamasına çalışmak kamu finansmanının ödeyeceği bedel olacaktır.
İstikrar programı açısından şu ikilemle karşı karşıya kalınmaktadır: Enflasyon farkı vererek kamu finansmanının bozulmasına izin verilmeli midir yoksa geçmişte toplumla yapılan açık ya da zımni mutabakata uymayarak istikrar politikalarının ve enflasyon hedefinin toplum tarafından ciddiye alınması tehlikeye mi atılmalıdır?
Burada seçim aslında çok açıktır. Hiçbir ekonomide başarılı istikrar programları ekonomik birimlerin güvensizliği üzerine oturtulmamıştır. Aksine, ekonomik birimlerin istikrar programının tümüne ve programın hedeflerine inanmaları ve güvenmeleri esastır. Çünkü, uygulamadaki istikrar programıyla ekonomik birimlerin davranışlarının radikal bir biçimde değiştirmesi hedeflenmektedir. Bu hedef ancak programa itibar sağlama yoluyla olur. Sözünde durmak esastır.
O halde, kamu sektöründe çalışanlara enflasyon farkı verilmelidir. Aksi taktirde, çalışanlara bundan böyle hedeflenen enflasyona göre ücret artışları önermek inandırıcı olmayacaktır. İstikrar programının ileriye dönük bir ayağı sakatlanacaktır.
TASARRUF
İstikrar programına ekonomik birimlerin güveninin devamının bir başka şartı planlanandan daha fazla ücret ve maaş artışı verildiği halde, faiz dışı harcamalarda planlananın üzerinde artışa izin verilmemesidir. Bir başka ifadeyle, nedeni ne olursa olsun, gerçekleşen enflasyonun hedeflenenden fazla çıkması enflasyonu otomatik olarak besleyen bir süreç haline getirilmemelidir. Kamu finansmanında daha fazla tasarruf söz konusu olacaktır. Gerekli tasarruf burada da bitmemektedir.
Mayıs ve haziran aylarında yaşanan çalkantının geride bıraktığı en büyük tortu daha yüksek faizlerdir. Kamu sektörünün finansman maliyeti de artmaktadır. Bütçeden yapılan faiz harcamaları da planlanandan yüksek olacaktır. Böyle bir durumda, "faiz dışı fazla" hedefi tutturuluyor diyerek rahatlayamayız. Toplam bütçe açığı hedefinin de içinde kalmak zorundayız. Bu konuya bir başka yazıda gireceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2006
TÜRKİYE’de bir kamu kurumu, kazara kár ediyor gibi görünürse, parasının üzerine üşüşen çok olur. Önce fiyatlama politikasına karışılır. Ardından, elde ettiği kárlara nasıl el konulacağı üzerine projeler üretilir. Yanlış anlaşılmasın. Hazine’nin kár eden şirketten temettü gelirleri elde etmek gibi ne bir amacı vardır ne de bir arzusu. Zaten, Hazine’den önce, siyasilerimiz kár eden kamu kurumlarının üzerine çullanırlar. Hazine genellikle, "benim üzerime gelmesin, yeter" anlayışındadır. Ama, korkunun ecele faydası yoktur.
FİNANS MÜHENDİSLİĞİ
Önce, zarar eden kamu kurumları, ilişkide oldukları kár eden kamu kurumlarına borç takmaya başlarlar. Bu süreç siyasilerin gayri resmi onayı ile başlar. Zarar eden şirkete bu yolla kaynak bulunmuş olur. Faizsiz borç bir süre zarar eden kamu kurumlarını ayağa kaldırmış gibi görünür. Ama, zararlar devam ettiğinden borç takacak yeni kurumlar aranır.
Bu arada, alacaklarını tahsil edemeyen ve geçmişte kár eden kamu kurumları da zor duruma düşerler. Alacaklarını tahsil edemediklerinden nakit sıkıntısına düşerler. Onlar borç takacak başka kurum bulamadıklarından finans sisteminden borçlanmaya başlarlar. Finansman maliyetleri şişer. Onlar da zarar etmeye başlarlar. Böylece tüm kamu kurumlarını en kötüde birleştirmiş oluruz.
Türkiye kamu kurumlarının finansman yapılarını bozmakta ustadır. Ülkemiz "finans mühendisliği" konusunda uzman birçok bürokrat yetiştirmiştir. Bu bürokratlar siyasetçinin kısa dönemli sorunlarını Ali’nin külahını Veli’ye giydirme yoluyla çözdüklerinden el üstünde tutulurlar. Sonra, aynı bürokratlar deniz bitip işler kilitlendiğinde bir "tahkim yasası" önerirler. Tüm borçlar Hazine’ye aktarılır. Temettü alması gereken Hazine, borçlu çıkar. Bunun adına kamu finansmanı deriz. Bu yolla devlet bize ucuza hizmet sağlar!
2001 krizinin ortaya çıkardığı pislikler ondan önceki birkaç yılın yanlış politikalarından kaynaklanmadı. Bir kaç on yıllın pislikleri, 2001 krizi ile birlikte saklanamaz hale geldi.
BORÇLAR ZİNCİRİ
Benzer bir finans mühendisliği oyunu galiba elektrik sektöründe sahneye konmuş gibi görünüyor. Belediyeler elektrik dağıtım şirketine (TEDAŞ) borç takmış. Normaldir. Kaldırımları yenilemekten elektrik faturalarını ödeyecek paraları kalmamıştır. Vatandaşa hizmet her şeyin önünde gelir!
Belediyelerden paralarını alamayan TEDAŞ elektrik ticaret ve taahhüt şirketinden (TETAŞ) aldığı elektrik parasının üzerine yatmış. Bunun üzerine TETAŞ da elektrik üretim şirketine (EÜAŞ) olan borçlarını ödeyemez duruma düşmüş. EÜAŞ da BOTAŞ’dan aldığı doğal gazın parasını ödememiş. BOTAŞ da maaş ödeyemez duruma gelmiş. Bu şekide zincir tamamlanmış.
Halbuki, BOTAŞ yakın zamanlara kadar karlı bir şirketti. Belli ki, kaldırım yenileme projelerini BOTAŞ üzerinden yapıp elektriği de ucuza sağlama yolu, bu çeşit finans mühendisliği yoluyla bulunmuş. Ama, yolun sonuna gelinmiş.
Şimdi, hükümet artık yeni hiçbir vergi olmayacak dese de, aydınlatma vergisi (ya da adına vergi dememek için aydınlatma ücreti) getirilecekmiş. Ama, yeni vergi belediyelerin kasasına değil, TEDAŞ’a gidecekmiş. TEDAŞ, TETAŞ’a bu yolla borcunu ödeyecek, TETAŞ da ÜEAŞ’a olan borçlarını kapatacak ve sonunda BOTAŞ da ÜEAŞ’dan alacaklarını tahsil edebilecek duruma gelecekmiş. Ne çok AŞ var değil mi?
Çıkan haberlere göre, ortada 6.8 milyar YTL tutarında bir borç zinciri var. Büyük bir olasılıkla fatura daha kalabalıktır. Çözüm de gazetelere yansıyan kadar basit değildir.
Şimdilik, bu faturayı elektrik kullananların bir biçimde ödemesi planlanıyor. Ama, sorunun kökü kazınmaya çalışılmadığından, birkaç yıl sonra aynı konuları konuşmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Çünkü, Ali’nin külahını Veli’ye giydirmek hiçbir yerde kalıcı bir finansman politikası olamaz.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2006
SON üç gündür uluslararası sermaye hareketlerinin serbest olduğu ve "enflasyon hedeflemesi"ni para politikasının kılavuzu olarak seçmiş gelişmekte olan ekonomilerde ekonomik denge ve o ülkelerdeki merkez bankalarının kısıtlarını vurgulamaya çalıştım. Birinci sorun yabancı sermaye akımları yoluyla mali piyasalarda oluşan dengeleri farklı bir yere oturtmaya çalışmanın çoğu zaman enflasyon hedeflemesiyle çelişki içinde olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, enflasyon hedeflemesinde "kurların düşmemesi için biraz daha yüksek enflasyon" diye bir çözüm yoktur. Çelişki burada yatmaktadır.
Sorunun ikinci boyutu bu ülkelerdeki merkez bankalarının bilançolarının yeterli esneklikte olmamasıdır. Merkez bankaları döviz alarak artırdıkları varlıklarını ulusal para cinsinden sahip oldukları varlıkları elden çıkararak kontrol edebilme kabiliyetine çoğu zaman sahip değillerdir. Birçoğu geçmişten gelen sorunları bilançolarında taşımak zorundadırlar.
DÖVİZ İŞLEMLERİ
Bizim Merkez Bankası’nın bilançosunu incelediğimizde de bilançoda katılıkları görmekteyiz. Geçen cuma günü itibariyle, Merkez Bankası’nın analitik bilanço büyüklüğü 101.7 milyar YTL civarındaydı. Döviz üzerinden Merkez Bankası varlıkları ise 88.6 milyar YTL civarına gelmişti. Yani, Merkez Bankası varlıklarının yaklaşık yüzde 88’i döviz varlıklarıydı. Ulusal para cinsinden olan varlıklar ise 13 milyar YTL civarındaydı.
Ulusal para cinsinden varlıkların ayrıntılarına girildiğinde, Hazine’nin Merkez Bankası’na 18 milyar YTL borçlu olduğunu görüyoruz. Bu borçların neredeyse tümü 2001 Krizi sonucunda Merkez Bankası’nın Hazine’den aldığı piyasada alış-verişi olmayan uzun vadeli devlet iç borçlanma senetleridir.
Böyle bir bilanço yapısında, Merkez Bankası döviz alımları yoluyla döviz varlıklarını büyüttüğünde, ulusal para cinsinden varlıklarını satarak bilanço büyümesini engelleyememektedir. Bu durum karşısında, döviz yoluyla bastığı paraları ancak çok kısa vadede yeniden borçlanarak piyasadan çekebilmektedir. Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri yoluyla piyasadan borçlandığı para aynı tarih itibariyle 3.8 milyar YTL olmuştur.
Bilanço büyüklüğünün idaresinde Merkez Bankası’nın döviz işlemlerinden başka bir aracı yoktur. Döviz aldığında, bilançosunu büyütmekte, döviz sattığında ise bilançosunu küçültebilmektedir. Yani, bilanço idaresi yalnızca döviz işlemlerine dayandığından, bilançoyu büyültmenin ya da küçültmenin döviz kuru üzerinde doğrudan etkisi olmaktadır.
Merkez Bankası Geçen yılın temmuz ayından bu yılın haziran ayı başına kadar bilançosunu yaklaşık yüzde 44 büyütmüştür. Büyümenin tümü döviz alımlarından kaynaklanmıştır. Buna karşılık, mayıs ve haziran aylarında yaşanan kurlardaki hareketlilik üzerine döviz satmaya başlayan Merkez Bankası haziran ayı başından geçen Cuma gününe kadar bilançosunu yalnızca yüzde 7.6 kadar küçültebilmiştir. Aylık ortalamalar bazında Merkez Bankası bilançosu yıllık olarak hala yüzde 29.5 civarında büyümektedir.
TERCİH MESELESİ
Burada özetlenen yapı, yalnızca döviz işlemleri yoluyla para arzının kontrolü mümkünse, enflasyon hedeflemesini seçmiş bir merkez bankası açısından döviz kuru düzeyi konusunda bir hedef konulamayacağına işaret etmektedir.
Yabancı sermayenin ülkeye girdiği bir dönemde Merkez Bankası’nın belli bir döviz kurunu daha da aşağıya gitmesin diye korumaya çalışması enflasyon hedeflemesinden vazgeçmek anlamına gelmektedir. Yapılabiliyorsa, elbette bu da bir tercihtir.
Yazının Devamını Oku