4 Eylül 2007
IMF Başkanı Rato ekim ayında görevini bırakıyor. IMF’ye yeni bir başkan aranıyor. Çok kritik bir dönemde IMF’ye bir başkan aranıyor. Atmış yıllık tarihinde dünya ekonomilerinin istikrarı için önemli görevler üstlenmiş bu kurum değişen küresel ekonomik tehditler altında kendine yeni bir rota çizmenin eşiğinde. Bu yönde Rato önemli çalışmalar yaptı. Şimdi bu çalışmaları daha ileri götürüp uygulamaya koyacak IMF’nin başına yeni bir vizyoner yönetici aranıyor.
SİYASİ MANEVRALAR
Yazılı olmayan kurala göre Dünya Bankası Başkanı Amerikalı, IMF Başkanı Avrupalı oluyor. Bu kural artık eskidi. Dünyanın dengeleri değişti. İhtiyaçlara cevap vermiyor. Dünya Bankası Başkanlığı için Avrupalılar da aday olmak istiyorlar. IMF Başkanlığına gelişmekte olan ülkeler talip. Japonya iki kurumda da söz sahibi olmak istiyor. Bir ölçüde başarılı da oluyor.
Herkesin kendine göre haklı nedenleri var. Amerika, zaten bu kurumların en büyük ortağı olarak, başkanları kim olursa olsun, kararlarda söz sahibi olan bir ülke konumunda. Çoğu zaman, bu kurumlar, Amerika’nın dış ekonomik ilişkiler bacağı gibi çalıştığı iddiasıyla eleştiriliyorlar. Eleştiriler çoğu zaman haksız da sayılmaz.
Gelişmekte olan ülkeler, IMF ile en fazla muhatap olan ülkeler olarak bu kurumda daha fazla söz sahibi olmak istiyorlar. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar" anlayışıyla, bu kez IMF Başkanı’nın gelişmekte olan ülkelerden seçilmesini öneriyorlar.
Avrupa’nın liderliğine soyunan Sarkozy kendi vatandaşı, Fransa eski Maliye Bakanı Dominique Strauss-Kahn’ı aday gösterdi. Avrupa Birliği Sarkozy’nin adayını desteklediğini açıkladı. Avrupa’ya karşı tutumu giderek sertleşen Rusya başka bir adayla ortaya çıktı. Putin, Çekoslovakya eski Merkez Bankası Başkanı ve Başbakanı (Çekler Slovaklardan ayrılmadan önce) Josef Tosovsky’yi aday gösterdi. Putin’in IMF Başkanlığı için kendi vatandaşını değil de AB vatandaşı bir Çek’i aday göstermesi "üzüm yemekten çok bağcıyı dövmek" olarak yorumlandı.
Putin’in gizli ajandası ne olursa olsun, gösterdiği aday, Sarkozy’nin adayından çok daha kabul edilebilir bir kişilik. Ama, IMF gibi bir kurumun başkanlığı için bugüne kadar yalnızca iki adayın öne çıkmış olması, adayların gösterilmesinin arkasındaki arayışın yetkinlik kriterinden çok siyasi manevranın bir parçası olması, IMF’yi kurum olarak yıpratıcı bir olgu.
Dünya ekonomilerindeki denge bu çeşit ayak oyunlarını kaldırabilecek kadar rahat değil. IMF’ye, IMF’yi daha da ileriye götürebilecek bir lider bulunamaması yalnızca gelişmekte olan ülkeleri değil, gelişmiş ülkeleri de zora sokabilecektir. Artık riskler de küreseldir.
IMF HARCANMAMALI
Küreselleşme ekonomik çalkantılarının ülkeler ve kıtalar arası bulaşıcılığını artırmıştır, giderek artırmaktadır. Asya ve Rusya krizleri gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkeleri vurabileceğinin örneklerindendi. Amerika’da yaşanmakta olan sıkıntılar da gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri çok kısa bir sürede sallayabileceğinin örneği oldu.
Yarın kimin kimi sallayacağı pek belli değil. IMF gibi bir kuruluş dünya ekonomilerinde istikrarın yerleşmesi ve pekişmesi açısından sayısız işlevler görebilecek bir kurumdur. Uluslararası siyasi manevralara kurban edilip IMF’nin güçsüz, etkisiz ve itibarsız hale getirilmesi ileride ortaya çıkabilecek sıkıntıları aşabilmeyi zorlaştıracaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2007
Küresel çalkantının henüz başında Avrupa ve Amerika merkez bankalarının dile getirdiği görüşler çalkantının ortasından kamuoyu ile paylaşılınca moraller bozuldu. Her iki merkez bankası başkanı da çıkıp durumun değiştiğini, o görüşlerin bugün için geçerli olmayabileceğini açıklamak zorunda kaldılar. Bütün bunların üzerine, Amerika’da konut kredileri zararların ve batıkların kamusallaştırılabileceği haberleri moralleri düzeltti. Kısa vadeli faizlerin Amerika’da düşürüleceği, Avrupa’da artırılmayacağı beklentileri güçlendi. Borsalar arttı. Faizler düşüş eğilimine girdi. Bizim gibi ülkelerde ulusal paralar yeniden değer kazandı. Bütün bunlar yalnızca beklentilerdeki güçlenmenin sonucuydu, hacimlerdeki yükselişlerin değil.
DÜNYA EKONOMİLERİ
Asıl soruya yanıt hala bilinmiyor. Amerika’da kredi sorunu ortada duruyor. Bazı finans kurumlarının ve yatırım fonlarının mali bakımdan zayıfladıkları gizli bir bilgi değil. Kredi değerliliği fazla yüksek olmayan kesimlerde kredi daralması söz konusu. Bir anlamda, Amerika’da iç talep büyümesini canlı tutan mekanizmalar ya durdu ya da tersine döndü. Bunun sonucunda, Amerikan ekonomisinde bir yavaşlama beklentisi giderek yayıldı.
Uzun zamandan beri Amerikan ekonomisinde bir yavaşlama zaten bekleniyordu. Ama, bunu tetikleyen mekanizmanın son dönemde yaşananlar olabileceği olasılığı düşük görülüyordu. Yine uzun dönemdir tartışılan yavaşlamanın ne denli sert ya da yumuşak olacağı henüz kestirilememekte. Bu konuda kimileri daha iyimser, kimileri daha kötümser. Ama, herkes bir yavaşlama bekliyor.
Amerikan ekonomisinde hızlı bir daralma bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri çok yakından ilgilendiren bir sorundur. Bizim açımızdan konunun iki boyutu vardır. Birincisi, Amerikan ekonomisinin durgunluğa girmesiyle Amerika’nın çektiği diğer ülkelerdeki büyümenin de tepe taklak aşağı gitmesidir. Dünya ekonomisindeki durgunluk ya da beklenenin altında büyüme hammadde fiyatlarını düşürecektir.
Konunun ikinci boyutu gelişmekte olan ülkelerin algılanan riskinin artmasıdır. Konunun bizi en yakından ilgilendiren tarafı da budur. Bugüne kadar artan hammadde fiyatlarıyla büyüme rekorları kıran dünya ekonomileri bundan sonra düşen hammadde fiyatlarıyla durgunluk, hatta resesyon yaşayabileceklerdir. Bu senaryonun gerçekleşme olasılığı artık çok artmıştır.
TURKİYE
Bu senaryoda eskisi kadar mali yabancı sermayenin Türkiye’ye geleceği beklenmemelidir. Dolayısıyla, cari işlemler açığının finansmanı eskiye göre daha zor olabilecektir.Gelişmiş ülkelerin borçlanmalarıyla gelişmekte olan ülkelerin borçlanmaları arasındaki faiz farkı açılacaktır.
Doğrudan yabancı sermaye akışında bir sıkıntı olmayabilecektir. Çünkü, borçlanma yoluyla sağlanan yabancı fon akımlarıyla doğrudan yabancı sermaye akımını sürükleyen dinamikler çoğu zaman farklıdır, daha da farklılaşabilecektir. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi açısından doğrudan yabancı sermaye akımlarının önemi daha da artacaktır.
Çok daha oynak bir döneme girdik. Bizden kaynaklanmasa da, ekonomi yeniden kur-faiz-borsa üçgenine sıkıştı. Piyasalarda dalgalanmalar devam ettiği sürece, bu kapandan kaçış yok gibi görünüyor. Bu dönemler iç talep büyümesinin kendiliğinden dizginlendiği dönemlerdir. Bir anlamda olumludur. Ama, zaten artan piyasa oynaklıklarına kendimize özel katkılar yapmadığımız sürece, küresel sıkıntıları en az zararla atlatabiliriz.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2007
İSTANBUL gibi büyük kentlerin en önemli trafik sorunlarından biri trafik kazalarının tüm trafiği kilitlemesidir. İki araba birbirine dokununca, olduğu yerde arabalar durdurulup trafik polisi beklenir. Polis geldiğinde, rapor tutulur. Kabahatli tespit edilir. Böylece, onarım maliyetinin hangi arabanın sigortası tarafından karşılanacağı belirlenir.
Olay yerine mutlaka o bölgeden sorumlu trafik polisinin gelmesi gereklidir. Bir başka polis tesadüfen olay yerinden geçiyorsa, herhangi başka bir arabaymış gibi kazaya bakıp geçmekten başka bir şey yapmaz. Türkiye’de her işin bir sorumlusu ve uzmanı vardır!
Bu arada kaza yerinin gerisinde trafik yoğunlaşır. Çünkü, bir ya da daha fazla şerit kullanılamaz hale gelmiştir. Üç şeritli yol iki, hatta bir şeride inmiştir. Hatta, tüm yolun kapanması dahi mümkündür. Görevli trafik polisi beklenmektedir. Binlerce araba boşuna yakıt tüketmektedir. İnsanlar randevularına gecikmektedir. Tarifeli araçlarla yolculuk yapacak olanlar uçağa ya da otobüse yetişememektedir.
Boğaz köprülerinin üzerindeki ya da girişindeki bir kaza İstanbul’u felç edebilmektedir. İstanbul’un iki yakası birbirinden kopmaktadır. Zaten yoğun olan bu arterde, kazaya uğrayan araçlar çekildikten sonra dahi, trafiğin yeniden eski akışkanlığına ulaşması saatler almaktadır. TEM üzerindeki bir kaza hava limanı trafiğini felç etmektedir.
Kısacası, trafik kazalarında kabahatliyi tespit edebilmek için çok ciddi toplumsal maliyet yüklenilmektedir.
ZORUNLU SİGORTA
Bütün bunlar trafik kazasında kabahatlinin kim olduğunu tespit edip maliyetin hangi tarafın yüklenileceğinin tespiti için yapılmaktadır. Ama, bu arada yüklenilen toplumsal maliyet ucu açık bir biçimde bırakılmaktadır. Bu çeşit düzenlemeler, düzenlemenin neden olabileceği toplumsal maliyetleri de hesaba katarak yürürlüğe konmalıdır. Türkiye’de kamusal düzenlemeler işin bazen bu tarafını ihmal etmektedir.
Her şeyden önce, önemli olanın trafik kazasında kimin kabahatli olduğunun bir kamu otoritesince tespitiyse, olay yerine en yakın polis bu görevi görebilmelidir. Kabahatlinin tespitinin derin bir uzmanlık alanı olduğu herhalde düşünülemez. Kaldı ki, görevli polis de tarafları dinleyerek raporunu hazırlamaktadır. Burada çabukluk önemlidir. Trafiğin acilen açılması kamu otoritesinin ve uygulamadaki düzenlemelerin en önemli hedefi olmalıdır.
Trafik kazasının araçların kullanılmasını olanaksız kılacak hale getirmesi durumunda araçların daha tenha bir bölgeye çekilmesine çalışılmalıdır. Bunu sağlayacak bölgesel kurtarma istasyonları oluşturulmalıdır.
Daha da ileri giderek, aslında kabahat hangi tarafın olursa olsun, herkesin kendi sigortasının kendi hasarını ödemesi ilkesinin getirilmesi düşünülebilir. Önce, tüm arabaların kasko sigortası alması zorunlu kılınmalıdır. Trafik sigortası dahi almaktan kaçınan bir toplumda bu uygulamanın ne şekilde zorlayıcı hale getirileceği elbette soru işaretidir. Sonuçta, kasko sigortası olmayan zarar edecektir. O da şahısların bileceği bir iştir.
KAMUSAL ÇIKAR
Kabahatli kim olursa olsun, herkesin kendi sigortasının kendi arabasındaki hasarı ödeyecek olması sigorta primlerini biraz artıracaktır. Yani, kişisel bir maliyet artışı söz konusu olacaktır. Ama, İstanbul gibi büyük kentlerde trafiğin durmasıyla yüklenilen toplumsal maliyetin bunun çok üzerinde olması söz konusudur.
Bu öneri kaza yapma olasılığı çok düşük bireyleri elbette olumsuz etkileyecektir. Ama, kamusal çıkarları kişisel çıkarların önünde tutan her türlü öneri bir şekilde bazı kişilerin zarar etmesini içerecektir. Bu kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2007
GELİŞMİŞ ülke merkez bankaları üzerinde kısa vadeli faizleri indirme ya da en azından artırmamaları yönünde küçümsenmeyecek bir baskı var. Bir anlamda, yeni şartlar altında merkez bankalarının kendilerine önceden belirledikleri rotadan sapmaları bekleniyor.
Amerikan Merkez Bankası (FED) üzerinde kısa vadeli faizlerin indirmesi yönünde baskı oluştu. Baskı neredeyse bir tehdide dönüştü. Normal olarak eylül ayının ortasında faizler konusunda bir karar vermesi beklenen FED’in bu kararı olağanüstü toplantı yaparak da daha önce alabileceği konuşuluyor.
Gerçekten de, FED’in olağan toplantısı öncesi kürsel piyasalarda yeniden bir panik havası oluşursa, FED’in piyasaları yatıştırmak için kısa vadeli faizleri aceleyle indirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Küresel rahatsızlıklar doruğa ulaşmadan yapılan bir toplantının tutanakları piyasaların tedirginliklerine değil de, enflasyon görünümüne ağırlık veriyor diye piyasaları karıştırmaya yetti. Finans piyasaları miyoptur denir. Bu tavır miyopluğu da geçti. Piyasalar sinir hastası oldu.
Avrupa Merkez Bankası (AMB) küresel çalkantı öncesi yaptığı açıklamada kısa vadeli faizleri eylül ayında 0.25 puan artırıp yüzde 4.25 yapabileceğinin sinyalini vermişti. Yaşananlar AMB’nin faizleri artırmaması yönünde baskı oluşturdu. Geçenlerde AMB Başkanı daha önceki görüşlerin küresel çalkantı öncesi açıklandığını vurgulayarak durumun değiştiği ve faizlerin artırılarak "pişmiş aşa su katma" durumunda olmayabileceklerinin sinyalini verdi.
Benzer bir biçimde, Japon Merkez Bankası da (BoJ) kısa vadeli faizleri artırma yönünde sinyaller veriyordu. Durdular. Bekliyorlar. BoJ bu konuda diğer merkez bankalarının takipçisi olacaktır.
İTİBARI KURTARMA
Merkez bankalarının faizler konusunda rotalarını değiştirme durumunda kalmaları uzun süredir sözünü ettikleri enflasyon tehdidinin geçmiş olduğu anlamına gelmiyor. Duraksama, çizilmiş rotada ilerlemenin küresel çalkantıyı data da derinleşmesine katkı yapma olasılının yükselmiş olmasından kaynaklanıyor.
Merkez bankaları açısından müsamaha edilemeyecek en önemli risklerden biri finans piyasalarında istikrarın kaybolmasıdır. İstikrarsız bir piyasada para politikasının etkinliği azalacaktır. Fiyat istikrarı hedefine varmak zaten zorlaşacaktır. Dolayısıyla, merkez bankalarının geçici bir süre için önceden belirlenmiş rotada bir duraklamaya girmeleri enflasyon tehdidini boşladıkları şekilde yorumlanmamalıdır.
Rotadaki duraklamanın enflasyonist tehditleri azdırıp azdırmayacağı ise önemli bir bilinmeyendir. Küresel piyasalardaki çalkantıların durulmasının hemen ardından bu konu gündeme çok daha kalıcı bir biçimde oturacaktır.
Zaten gündemde olan, ama son çalkantıların şimdi daha da öne çıkmasına neden olduğu konu ekonomik durgunluk olasılığının artıp artmadığıdır. Küresel bazda iç talepte yaşanan durgunluk enflasyon tehdidini azaltabilecektir. Buradan yola çıkarak Amerika’nın büyük şirketleri enflasyon tehdidini bir kenara bırakıp FED’in enflasyona değil, ekonomik durgunluk olasılığına odaklanması gerektiğini savunmaktadır.
Merkez bankalarını tedirgin eden bir diğer konu kredi çözülmesi sorununun boyutları hakkında fazla bir şeyin bilinmemesidir. Şimdilik piyasaları likit tutarak yatıştırılmaya çalışılan tedirginliklerin daha da artması durumunda merkez bankaları çok ciddi bir itibar sorunu ile karşı karşıya kalabileceklerdir.
Küresel çalkantının durulma noktasından uzak olması merkez bankalarını da doğal olarak yeniden düşünmeye zorluyor. Bu şartlarda, itibar sorununu asgaride tutacak yaklaşım, FED’in faiz indirmesi, Avrupa ve Japonya’nın ise bir süre beklemede kalması gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2007
Son haftalarda çeşitli iş kollarındaki toplu sözleşmeler haber olmaya başladı. Hem kamu hem de özel sektörde işçi-işveren anlaşmazlıkları gözleniyor. Çalışanlar haklı olarak daha fazla ücret artışları almaya çalışıyorlar. Sosyal haklarının genişletilmesini talep ediyorlar. İşverenler ise rekabetçi olabilecek maliyet yapısını koruma çabasındalar (rekabetçi maliyet yapısı rekabetçi konumu sürdürebilmek için gerekli yatırımların bir bölümünü finanse etmeye yönelik gerekli kárı da içerir). Bazıları zaten rekabetçi maliyet yapısından uzaklaştılar. Devletin iş barışını koruma yanında, bir de makro ekonomik istikrarı koruma gibi bir sorumluluğu var.
KİM HAKLI?
İşçi ile işveren arasında çıkarlar çatışıyormuş gibi görünse de, aslında çıkar çatışması o denli güçlü değil. İşverenlerin rekabetçi üretim yapısını koruyamamaları çalışanların işsiz kalması anlamına gelir. Dolayısıyla, ücret ve diğer sosyal haklar üzerindeki müzakereler çalışılan iş kolundaki rekabetçi maliyet yapısına odaklanmak zorundadır. Aksi taktirde, iki taraf için de arzulanmayan sonuçlar kaçınılmaz olacaktır.
Çalışanların daha fazla ücreti hak ettikleri yönünde ileriye sürebilecekleri önemli konular vardır. Örneğin, son yıllarda birçok sektörde reel ücret artışları ortalama ekonomik büyümenin gerisinde kalmıştır. Yani, çalışanlar ekonomik büyümeden hak ettikleri payı alamamışlardır.
Bazı sektörlerde reel ücretler düşmüştür. Ücret tartışmaların en önemli parametrelerinden enflasyon kişiden kişiye değişmektedir. Ortalama enflasyon yıllık bazda yüzde 7 civarında olsa da, bazı gelir gruplarının tüketim kalıplarının faklı olmasıyla, hissedilen enflasyon daha yüksek olabilecektir. Dolayısıyla, tüketim kalıplarına bağlı olarak çalışanlar ortalama enflasyonun hissedilen enflasyon olmadığını iddia ederek ücret artışlarının hissedilen enflasyona baz edilmesini isteyebileceklerdir.
Bütün bunlar haklı gerekçelerdir. Ama, işverenlerin de kendilerine göre haklı gerekçeleri vardır. Türkiye’de üretim, özellikle ihracata yönelik üretim, giderek daha az katma değer yaratmaktadır. Uluslararası rekabet üretimi bu yönde zorlarken, Çin’in ucuz işçiliği tüm ülkelerde maliyet sorunu yaratmaktadır. Yatırım planları işgücü maliyetinden tasarruf etmeye yönelik olmaktadır. Yani, uzun dönemde üretim yapısı giderek daha az işgücü kullanımına kaymaktadır. İşçi-işveren müzakerelerinden çıkacak sonuçlar bu süreci hızlandırmamalıdır.
Bu şartlarda, ücret artış taleplerinin hem mikro hem de makro sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekir. Ücret müzakereleri, sonunda işsizliği daha da artıran, genç işgücünü üretim dışında bırakan ve iş yerlerini rekabetin dışına iten bir aşamaya getirilmemelidir. Sendikacılık mantığı içinde, önceliğin çalışanların refahının artırılması olduğu bilinmektedir. Ama, bugün çalışan statüde olanların yarın işsiz de olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. İşverenler yurt dışında üretim yapmaya zorlanmamalıdır. Rekabetçi olmayan ücret artışlarıyla, Mal ithalatı yoluyla dolaylı ucuz işçi ithalatını teşvik etmemeliyiz.
KÜRESEL EĞİLİM DEĞİŞİYOR
Çin olgusu işverenler üzerinde olduğu kadar, çalışanlar üzerinde de bir tehdittir. Bütün dünyada bu tehdit yaşanmaktadır. O kadar ki, Almanya gibi ekonomilerde "kalıcı işgücü" kavramından "kiralık işgücü" kavramına geçilmektedir.
Bu geçişler maalesef çalışanların lehine olmamaktadır. Birçok ülkede çalışanlar giderek daha fazla sosyal haklardan mahrum kalmakta ve daha az ücrete razı olmak durumunda kalmaktadır. Bu çeşit yaklaşımlar küresel bir eğilim haline gelmektedir. Aklımızı başımıza almazsak, Türkiye de bu eğilimin dışına kalamaz.
Bu konuların hatırlatılması "işçi düşmanlığı" olarak algılanmamalıdır. Aslında, küresel rekabetin geldiği noktada, bu konuların göz ardı edilmesi çalışanların haklarının korunmaması anlamına gelmektedir.
Zafer Bayramı hepimize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2007
AMERİKA’daki konut kredileri sorunu herkes için çeşitli dersler çıkaracak nitelikte. Böyle bir sorunun şimdilik bizde çıkması olasılığı yok. Ama, Türkiye’de de konut kredileri piyasası geliştikçe, benzer sorunların tohumlarını da ekebiliriz. Yaşanan konut kredileri sorunun arkasında üç önemli parametre olduğunu vurgulamıştım: yanlış değerlendirme (misjudgement), yanlış yönlendirme (misguidance) ve yolsuzluk (corruption). Başımıza bir şey gelmesini istemiyorsak bu üçünden de kaçınmalıyız. Kaçınamadığımız durumlarda, bu etkenleri asgaride tutmaya çalışmalıyız.
ALTYAPI
Türkiye’de konut kredileri piyasası daha çok küçük. Ama, piyasanın hızlı bir biçimde büyüme potansiyeli var. Dolayısıyla işi baştan sıkı tutmakta sayısız yararlar var.
Şimdilik, bankalarımız kendi kaynaklarından konut kredilerini finanse ediyorlar. Bazıları küçümsenmeyecek vade uyumsuzluğuna müsamaha gösteriyorlar. İki ay vadeli mevduatlardan elde ettikleri paraları yedi yıllık konut kredilerine tahsis ediyorlar. Bu kredilerin toplam içindeki payının düşük olması şimdilik önemli bir tehdit teşkil etmiyor.
Bazı bankalarımız yine kısa vadeli döviz mevduatlarından ya da dış borçlanmalarından elde ettikleri dövizler karşılığında (swap) yurt dışından uzun vadeli Türk Lirası krediler alıyorlar. Bu paralarla uzun vadeli konut kredileri veriyorlar. Bir anlamda, dolaylı vade uyumsuzluğu yaratıyorlar. Ama, faiz risklerini asgaride tutuyorlar denebilir.
Bankalarımız tarafından verilen konut kredileri henüz başka finans kuruluşlarına satılma aşamasına gelmedi. Geldiğinde, bankalarımız verdikleri konut kredilerini başkalarına (büyük ölçüde yurt dışında bu konuda uzmanlaşmış finans kurumlarına) satarak kaynak yaratacaklardır. Bu kredileri satın alan kurumlar varlığa dayalı menkul kıymetler ihraç ederek bankalarımızdan satın aldıkları konut kredilerini finanse etmeye çalışacaklardır. Bu şekilde, köşe başındaki bir banka şubesinden alınan konut kredisi aslında Türkiye’nin dünya haritasında nerede olduğunu bilmeyen bir takım yatırımcılar tarafından finanse edilmiş olacaktır. Bizim bankalarımız da bu menkul kıymetlere rağbet edeceklerdir.
Bu sistemin yapısal olarak sorunsuz çalışabilmesi için kredi verilen ev depreme, yangına ve diğer afetlere sigortalı olmak zorundadır. Bu şekilde, varlıklar dış risklere karşı korunmaya çalışılacaktır. Kredi verilen evin piyasa değerinin doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Geçekten piyasa değeri 100 bin YTL olan bir eve kağıt üzerinde 200 bin YTL fiyat biçip 150 bin YTL kredi verilmesi sorunların başlayacağının işaretidir.
RİSKLERİ AZALTMAK
Daha bu noktalardan uzaktayız. Uzakta olmamız olası sorunları asgaride tutabilecek yapıyı oluşturabilmemiz için bir şanstır. Bu şansı iyi kullanmamız gerekir. Özellikle, konut değerleme şirketlerinin gözetim ve denetimi çok önemli olmaktadır.
Konutların fiziksel sağlamlığı ve yakın gelecekte ihtiyacı olabilecek ek yatırım giderlerinin tahmini de önemlidir. Her şeyden önemlisi, konut kredisi alan hane halkının krediyi ödeyebilme gücünün iyi değerlendirilmesi gereklidir.
Kısacası, yanlış değerlendirme ile yanlış yönlendirmeyi asgaride tutacak önlemler alınırken, yolsuzluğa meydan vermeyecek bir yapının kurulması önemlidir. Amerikan piyasasında yaşananlar bize bunu çok yakından göstermiştir.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
BUGÜNLERDE en çok konuşulan konulardan biri Amerika’daki konut kredilerindeki (mortgage) batıklar. Bu alanda oluşan batıklar küresel düzeyde sorun oldu. Neden? Amerikan bankalarının müşterilerine verdikleri konut kredileri, krediyi veren bankalar tarafından bu işin toptancılığını yapan finans kurumlarına satılıyor. Toptancılar aldıkları konut kredilerini paketleyerek varlığa dayalı menkul kıymetler çıkarıyorlar. Menkul kıymetler yatırımcılara pazarlanıyor. Tüm dünya bu menkul kıymetleri alıyor.
Konut kredilerini alanlar kredileri ödeyemeyince, menkul kıymetlerin arkasındaki varlık çökmüş oluyor. Kredinin verildiği konutun piyasa fiyatı verilen krediden daha az olduğunda, zarar oluşuyor. Menkul kıymetin değeri tepe taklak aşağıya gidiyor.
Nasıl oluyor da, yılların oturmuş Amerikan piyasası bu hale geliyor?
KREDİ NEDEN BATAR?
Bir kredinin batmasında birbirlerini etkileyebilecek üç ana unsur vardır: yanlış değerlendirme (misjudgment), yanlış yönlendirme (misguidance) ve yolsuzluk (corruption). Bunu ben söylemiyorum. Kredi piyasasının deneyimli çalışanlarının sözüdür bu.
Amerikan konut kredileri piyasasında bu üç unsur da değişen ölçülerde rol oynamıştır.
Dünyadaki para bolluğu risklerin değerlenmesinde standartların düşmesine, dolayısıyla yanlış değerlendirmelere (misjudgment) neden olmuştur. Krediyi paketleyip varlığa dayalı menkul kıymetleri piyasaya çıkaranlar ellerindeki mallara müşteri bulabilmek için çok da gerçeği yansıtmayan hikayeler bulup müşterilerine yanlış yönlendirme (misguidance) yapmışlardır. Bu piyasanın oturduğu temel, kredilendirilen konutların değerlendirilmesidir. Zaten artan konut fiyatlarına paralel olarak uçuk değerlendirmeler (corruption) yapılmaya başlanmıştır.
Bu üç etkenin bir araya gelmesiyle, konut kredileri piyasası çökmüştür. Bugün sorun olarak kredi değerliliği zaten düşük konut kredileri (subprime) gösterilmektedir. Ama, sorun giderek kredi değerliliği yüksek konut kredilerine de sıçramaktadır. Çünkü, yüksek gösterilen konut değerlerine göre hane halkları ek krediler (equity financing) aldılar.
Örneğin, 500 bin dolara alınan ev için 400 bin dolar kredi alınmıştı. Evin değeri 800 bin gösterilice, hane halkları 300 bin dolar daha kredi aldı. Bu parayla araba aldı, tatile gitti, hayat standardını yükseltti. 500 bin dolara alınan evin üzerinde toplam kredi 700 bin dolar oldu. Halbuki, evin bugünkü piyasa fiyatı 600 bin dolara indi, hiçbir zaman da 800 bin dolar olmamıştı. Verilen kredinin arkasındaki reel değer kredinin altına geldi. Bu gelişmeler konut kredileri piyasasını çökertti.
Bu gelişmeleri kolayca geri döndürmenin bir yolu yok. Dolayısıyla, sorun bir süre daha derinleşerek devam edecek. Çünkü, kredi piyasasındaki sorunlar konut fiyatlarının daha da düşmesine neden olacak. Konut değerleriyle toplam kredi arasındaki fark daha da açılacak. Bazı finans kurumları piyasa değeri düşük ev sahibi olacaklar.
ZAMAN LAZIM
Sorun burada da bitmiyor. Konuta dayalı menkul kıymetler kendi sınıfındaki diğer menkul kıymet piyasalarını da etkiliyor. Örneğin, özel şirketlerin çıkardıkları finansman bonoları da bu karışıklıklardan nasiplerini alıyorlar. Son iki haftadır Avrupa piyasasında şirketlerin çıkardıkları finansman bonoları piyasasının durmuş olmasının arkasında piyasalar arası bulaşıcılık var. Halbuki, finansman bonolarını çıkarak şirketler sağlam olmuş olabilir.
Kısacası, temel sorun devam ediyor. Bugünlerde yaşanan "işler düzelme yolunda" dedirten havanın geçici olabileceğine yönelik yorumların arkasında temellerin çökmüş olması var. Kredi piyasasında temellerin yeniden sağlam hale gelmesi batıkların tam olarak ortaya çıkmasıyla ve varlık fiyatlarının yeni bir dengeye oturmasıyla sağlanabilecektir. Bu sürecin tamamlanması biraz daha zaman gerektirmektedir.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2007
Son küresel çalkantı eskilerinden farklıydı. Bundan önce, küresel bazda bazı beklentilerin değişmesiyle portföy tercihleri kısa süre için değişmişti. Ama, finans piyasasındaki birimlerin sağlığı (solvency) konusunda şüpheler hiç bu denli yoğun konuşulmamıştı.
İlk kez son çalkantıda, beklentilerin değişmesi değil, belli başlı yatırımlarda yoğunlaşan finans piyasası birimlerinin hayatlarını idame ettirip ettiremeyecekleri gerçeği ile karşı karşıya kalındı. Bu noktaya elbette birden bire gelinmedi. Geçmişteki her çalkantı bu çeşit kurumları biraz daha zayıflattı. Bir anlamda, son çalkantı "bardağın taşması" gibi oldu. Tekke düştü. Kel yavaşça görünmeye başladı.
HERKES NASİBİNİ ALDI
Finans piyasası iç içe geçmiş birimlerden oluşur. Bunlar bir motordaki birbirlerini döndüren dişliler gibidir. Bu piyasada bir takım kurumların birbirine olan güvenleri kalmadığında, likidite sorunu yaşanır. Yani, motordaki dişlileri sessizce ve düzgün bir biçimde döndürmeyi sağlayacak yağ kalmaz. Likidite sıkışıklığı finans kurumlarının batışına neden olur. Zaten hiçbir firma zarar ettiği için batmaz. Zararları finanse edemediği (likidite bulamadığı) için batar.
Temmuz ayı sonundan bu yana Amerika ve Avrupa’da böyle bir süreç yaşandı. Finans kurumlarının birbirlerine olan güveni kayboldu. Bazı piyasalar kurudu. Elinde milyarlarca dolar özel sektör tahvili ya da senedi olan finans kurumları pazarda müşteri bulamadıklarından varlıklarını elden çıkaramadılar. Varlıkları ellerinde tutmak için gerekli borçlanmaları yapamadılar. Gelişmiş ülke merkez bankalarının bu süreçte piyasaya para pompalamaları ellerindeki varlıkları satarak nakde dönmek isteyen finans kurumlarına "hayat öpücüğü" gibi oldu. Dişlilerin kırılması bir ölçüde önlendi. Piyasanın yaratamadığı likidite bir ölçüde merkez bankaları tarafından verilmiş oldu.
Bu haliyle, küresel çalkantı aslında gelişmiş ekonomilerin sorunuydu, gelişmekte olan ülkelerin değil. Gelişmekte olan ülkeler de sarsıldı. Sarsılmalarının bir nedeni likidite bulmak için gelişmekte olan ülkeler iyi bir kaynaktı. İkinci neden ise, yatırımcıların "gelişmiş ülkelerde böyle oluyorsa, gelişmekte olan ülkelerde kim bilir ne olacak" beklentisiydi. Bir ölçüde gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkelerdeki sorunlardan kaynaklanan çalkantıdan nasiplerini aldılar. Türkiye de bunlardan biriydi.
DÜZELTME OLACAK
Türkiye’de de borsa düştü. Faizler ve döviz kuru yükseldi. Ama, bu süreç Türkiye açısından geçen yılın ortasında yaşanan çalkantıya göre çok daha az acılı oldu. Döviz kurları önlenemez bir yükseliş eğilimi göstermedi. Faizler zaten olmaları gereken düzeylere (spekülatif düzeylere değil) oturdular. Dolayısıyla, bugünkü haliyle, son çalkantının Türkiye ekonomisinde yaratacağı olumsuzluklar asgari ölçüde olacaktır. Bu açıdan, "Türkiye ekonomisi iyi not almıştır" denebilir. İyi notun arkasında siyasi ve makro ekonomik istikrar kadar Merkez Bankası’nın geçen yılki çalkantıdan sonraki duruşu da önemli rol oynamıştır. Ama, bundan sonrası da önemlidir.
Şu anda durumun böyle olması her şeyin geçtiği ve düzeldiği anlamına gelmiyor. Avrupa’da ve Amerika’da finans kurumlarının yapısal sorunları çözülmüş değil. Bir ölçüde çözülen, sistemdeki oksijensizliktir. Ama, oksijenin olması hayatın devamlılığını sağlamaya yetmeyebilecektir. Bazı finans kurumlarının ve piyasaların sağlığı sorgulanmaya devam edecektir.
Dünyada varlık fiyatlarında bir düzelme kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Düzeltme oksijenli bir ortamda olduğu taktirde, küresel finans piyasalarındaki kırılganlıklar asgaride tutulabilecektir. Merkez bankalarının yapmaya çalıştığı da budur.
Yazının Devamını Oku