23 Eylül 2007
1970’li yıllarda Amerikan ekonomisi çok bocaladı. Modern tarihinde ilk kez, Amerika ekonomik durgunlukla beraber yükselen enflasyon yaşadı. Ekonomik durgunluğa para politikası yoluyla çare bulmaya çalışırken enflasyon daha da azdı. Gidişatı tersine çeviren, başkanlık seçimlerine az kala Demokrat Carter İdaresi tarafından Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı olarak atanan Paul Volcker oldu. Volcker’la beraber Amerika’da para politikası ekonomik büyümeye değil, fiyat istikrarına odaklandı. Enflasyon düşerken ekonomik büyüme yeniden canlandı.
BİR ŞEY DEĞİŞMEDİ
Başarıyı gören bir sonraki Cumhuriyetçi Reagan İdaresi Volcker’ı süresi dolduğunda yeniden atadı. Paul Volcker, fiyat istikrarına odaklanan para politikasıyla 1980 yılından bugüne Amerikan tarihinin en uzun ekonomik büyüme dönemlerinden birinin temellerini atmış oldu.
Reagan’ın ikinci kez seçilmesinden az önce hükümetin etkin isimlerinden James Baker faizlerin düşürülerek ekonomik büyümenin daha da artırılmasından yanaydı. Paul Volcker’ı buna ikna edemedi. Faizleri tespit eden komitenin önemli üyelerini ikna etti. Başkan’a rağmen, FED para politikası komitesi faizleri indirmeye çalıştı. Çalışma esasları çerçevesinde, FED Başkanı olarak Volcker kararı oylatmadı. Faizler değişmedi.
FED açısından bir kriz yaşandı. Para politikasının en yetkili sözcüsü para politikası kararını alan komitede azınlıkta kalmıştı. Bundan sonra politika kararlarını alan komitenin desteğinden yoksun Başkan piyasalara ne anlatacaktı? Piyasalar Başkanı ne denli ciddiye alacaklardı? Bir merkez bankası başkanının en önemli kaygısı budur.
Paul Volcker duruşunu değiştirmedi. Bir anlamda Amerika’da para politikası kilitlendi. Ama, kilit "daha az fiyat istikrarı, daha fazla büyüme" yönünde değil, "yalnızca fiyat istikrarı" yönünde vuruldu. Desteğini kaybeden Volcker dönemi bittiğinde bir daha atanmak istemediğini Reagan İdaresi’ne iletti. Yerine, Alan Greenspan atandı. Greenspan büyük ölçüde Volcker’ın devamı oldu. Reagan İdaresi FED’e istediğini yaptıramamış oldu.
Bugün Paul Volcker Amerika’nın efsaneleşmiş FED başkanlarından biridir. Mali piyasaların en saygı duyduğu isimlerdendir. Uluslararası platformlarda konuşmalarına en fazla dikkat edilen simalardandır. Seksen yaşına gelmiş olmasına rağmen, itibar edilmesi gereken çalışmalara ihtiyaç olduğunda, dünya kamuoyu Paul Volcker’ı göreve çağırmaktadır.
KURUMU YALNIZLAŞTIRMAK
Merkez bankası başkanlarının beraber çalıştıkları karar verici mekanizmalardaki insanlarla ya da hükümetlerle ters düşmeleri (aynı görüşte olmamaları) yeni değildir, doğaldır da. Doğal olmayan, para politikası gibi önemli bir konuda politikaları kamuoyu önünde anlatan, kamuoyunu ikna etmeye çalışan Başkan’ı ters köşeye yatırmaktır. Onu kamuoyu önünde yalnız bırakmaktır. Doğal olan ise, Başkan’ı ikna etmeye çalışmak, eğer kabul ederse, Başkan’a kamuoyu önünde manevra yapabilecek zamanı tanımaktır. Başkanı yalnız olan bir merkez bankasının kendisi de yalnızdır.
T.C. Merkez Bankası geçenlerde kısa vadeli faizleri 0.25 puan düşürdü. Başkan’ın kamuoyu önünde yaptığı açıklamalara bakarsak, faizleri düşürmek en azından şimdilik Başkan’ın fikri değildi. O açıklamaların sahibi kamuoyu önünde yalnız bırakıldı. Bu, çok vahim bir durumdur.
Para politikasının inandırıcılığı yara almıştır. Para politikasının çığırtkanlığını yapma durumunda olan makam yara almıştır. Dolayısıyla, para politikasının fiyat istikrarını sağlayacak yönde oluşacağına dair beklentiler hırpalanmıştır. Para Politikası Kurulu çok acemice bir tutum takınmıştır.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2007
GELİŞMİŞ ülkelerde finans sistemi çatırdıyor. Bunca gözetim ve denetime rağmen, bankalar ve diğer bazı finans kurumları batma noktasına gelebiliyor. Kurtarılmayı bekliyorlar. Çatırtının nerede duracağı hakkında da otoritelerin fazla bir bilgisi yok.
Herkes Batı’da finans kurumlarının sorumsuzca riskler aldığından söz ediyor. Sorumsuzca riskler alınırken, gözetim ve denetim otoriteleri uyuyor muydu?
Alınan risklerin sorumsuzca olduğunu sonradan tespit etmek kolaydır. Halbuki, gözetim ve denetim otoritelerinden beklenen, risklerin alınması sırasında yeterli sorumluluğun (müdebbirliğin) gösterilip gösterilmediğinin tespitidir. Ne derse densin, bu alanda bir başarısızlık söz konusudur.
SAĞLAMLIK GÖRELİDİR
İngiltere’de bir bankada müşterilerin güvenmeyip mevduatlarını çekmeye başladıkları gözleniyor. Şimdilik, bu olay bir banka ile sınırlı. Ama, ardından birkaç banka daha gelirse, sorunun yaygınlaşması hiç de azımsanacak bir olasılık değil. Bazı finans kurumlarının hisse senedi fiyatlarının hızla düşüş göstermesi iyiye alamet değil. Majestelerinin Hazinesi konut kredilerinde uzmanlaşmış bankaların borçlarına tam güvence getirerek sorunu çözmeye uğraşıyor.
Bizim gibi ülkelerin "sorun gelişmiş ülkelerin finans sisteminde" diyerek rahat etmeleri mümkün değildir. Aksine, zaman, bazı risklerin yeniden gözden geçirilip bazı risk parametrelerinin olası risklere göre yeniden tespit edilmesi zamanıdır.
Unutmayalım ki, gelişmekte olan ülkelere akan mali sermaye son üç yıldır yılda 500 milyar dolara ulaşmıştı. Bu para akımının yaklaşık yarısından biraz fazlası gelişmekte olan ülkelerin mali piyasalarında değerlendiriliyor.
Daha önce de vurguladığım gibi, bizim gibi ülkeler açısından en büyük risk gelişmiş ülkelerdeki ekonomik birimlerin bizim gibi ülkelerdeki mali yatırımlarını kısa dönemde "likidite kaynağı" olarak görmeleridir. O taktirde, bizim gibi ülkelerden yoğun sermaye çıkışı yaşanması olasılığı gündeme gelebilecektir. Paniklemek gerekmez, ama "bize bir şey olmaz" söylevi ateş bacayı sardığında işe yaramaz.
Türkiye açısından konu değerlendirildiğinde, bankacılık sisteminin şimdiye kadar hiç olmadığı kadar iyi durumda olduğunu belirtmek gerekiyor. Yine de, dikkat etmemiz gereken konular var. Batı’da bankalar düne kadar çok iyiydi. Yüksek sermaye yeterlilik oranlarıyla övünüyorlardı. Varlıkların fiyatı değiştiğinde, sermaye yeterliliklerinin övünülecek düzeylerde olmadığı anlaşıldı.
LİKİDİTE
Türkiye’de bankacılık sistemi risk idaresi açısından iki alana yoğunlaşmak durumundadır. Birincisi, bankalarımızın aldığı piyasa riskinin göreli büyüklüğüdür. Portföylerdeki menkul kıymetlerin değerlerinin önemli oranda düşmesi durumunda bankalarımız ciddi boyutlarda öz kaynak erimesi ile karşı karşıya kalabileceklerdir. Batı bankalarında şimdi bu sorun yaşanmaktadır.
İkinci risk alanı bilançolarındaki vade uyumsuzluğunun boyutudur. Bankalarımızın varlıklarının ortalama vadesi yükümlülüklerinin ortalama vadesinin oldukça üzerindedir. Alacaklılar paralarını istediklerinde, bankaların alacaklarını geri toplaması daha uzun süre alabilecektir. İki alan da sonunda likidite sorunu yaratabilecek risklerdendir.
Bankacılıkta kar-zarar görünümü orta vadeli bir kaygıdır. Kısa vadede en önemli kaygı likiditedir. Batı bankaları şimdi bu kaygıyı yaşıyor. Likidite bulamazsa, çok karlı bir banka dahi batabilir (örneğin, Northern Rock). Likidite bulabiliyorsa, zarardaki bir banka yüzmeye devam edebilir. Dolayısıyla, içinde yaşanan şartlarda, bugün likit gibi görünseler de, Türkiye’de bankacılık sisteminin likiditeye çok daha fazla önem vermesi gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2007
AMERİKAN Merkez Bankası (FED) kısa vadeli faiz oranını 0.5 puan düşürdü. Piyasa beklentilerinin faiz indiriminin giderek 0.25 puan olacağına odaklandığı bir dönemde, herkes memnun oldu denebilir. New York Borsa’sı fırladı. Avrupa, Amerika’yı takip etti. FED galiba biraz da 1990’lı yılların sonundaki deneyimi göz önünde tuttu. O dönemde, piyasa beklentilerinin altında kısa vadeli faizleri değiştiren FED, New York Borsası’nda tarihinin en büyük hisse senedi fiyatları düşüşlerinden birine neden olmakla suçlanmıştı. Bir anlamda, FED kamuoyu baskısına fazlasıyla boyun eğdi.
ORTA YOL
Böyle dönemlerde para politikasının nasıl şekillenmesi gerektiği konusunda farklı kafalardan farklı sesler çıkar. Para politikasının alması gereken konum hakkında herkes farklı şeyler söyler. Şimdi de öyle oluyor.
Para politikasında uzmanlaşmış akademisyenler ve bazı merkez bankacılar gelişmiş ülkelerde yaşanan finans krizine para politikasının bir tepki vermesinin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Dolayısıyla, FED’in faiz indirimine, en azından büyük bir indirime karşı çıktılar. Fiyat istikrarının temel hedef olarak korunmasının önemini vurguladılar.
Piyasaları çok daha yakından izleyen iktisatçılar ve finans piyasaları uzmanları ise piyasalardaki yangını söndürmek için merkez bankalarını göreve çağırdılar. Onlara göre, FED faizleri 1.0 puan kadar düşürmeliydi. Çünkü, varlık fiyatlarının hızlı düşüşüyle, gelişmiş ülke ekonomileri çok ciddi bir duraklama eğilimi içine girmek üzereydi.
FED iki görüşün ortasında bir yol tuttu.
Merkez bankaları ekonomik büyümeye odaklanmalı mıdır? Piyasa bu soruya elbette "evet" diyor. Para politikasında uzmanlaşmış iktisatçılar ve merkez bankacıların çoğu ise "fiyat istikrarı hedefiyle çelişiyorsa, hayır" diyorlar.
Bu kesim 1970’li yıllarda yaşanan Amerikan deneyimine vurgu yapıyorlar. O dönemde, FED ekonomik büyümeye ağırlık vermiş, enflasyonu azdırırken, ekonomik durgunluğa çare olamamıştı. Ekonomik büyüme 1980’li yıllarda fiyat istikrarına odaklanmış para politikasının genişleyici mali politikalarla birleşmesiyle sağlanabilmişti.
Bu deneyimden yola çıkarak fiyat istikrarını boşlayan bir para politikasının ekonomik büyümeye katkı yapamayacağı iddia ediliyor. Diğer ülke deneyimleri de bu iddiaya destek veriyor. Aslında, bu tartışmalardan ve deneyimlerden bizler de ders almalıyız.
O halde, FED, bu faiz indirimiyle ekonomik durgunluk riskini azalttı mı? Açıklamalarında, amaçlarının bu olduğunu söylüyorlar. Ama, haklı olduklarını sanmıyorum.
FED, faiz indirimiyle, kısa dönemde olumsuz beklentileri körükleyerek krizin daha da derinleşmesini engelledi. Ama, orta dönemde, varlık fiyatlarında oluşan balonun sönmesiyle oluşacak şartları değiştirecek bir şey yapmadı. Çünkü, varlıkların yanlış fiyatlandırılmasının neden olabileceği gelişmeler büyük ölçüde faizlerden bağımsız olacaktır.
DÜŞÜŞE DEVAM
Alınan risklerin gerçekleşmesiyle gelişmiş ülkelerin finans sistemindeki kuruluşlarında sermaye yeterliliği sorunu oluştu. Sermaye yeterliliği sorunu ya sermayedarın daha fazla sermaye koymasıyla ya da kurumların sermayesi daha bol kesimlerce sahiplenilmesiyle çözülür.
Sorun, bu aşamaya gelmiş görünmektedir. Bazı finans kurumları önümüzdeki dönemde el değiştirecektir. Teknik terimiyle, gelişmiş ülkelerin finans sisteminde ciddi bir "konsolidasyon" eğilimi artarak devam edecektir. Bunun anlamı varlık fiyatlarının daha bir süre daha düşmeye devam etmesidir. FED günü kurtarmıştır.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2007
YAKLAŞIK son iki aydır yaşanan ve şimdiye kadar "yurt dışındaki çalkantılar" dediğimiz olaya artık "kriz" diyebiliriz. Göreli olarak büyük bankalar da ciddi sıkıntı içine girdiler. Her şeyden önemlisi, halk bu bankalara güvenini kaybetti.
Geçen hafta ortasında İngiltere’nin göreli olarak büyük bankalarından, konut kredilerinde uzmanlaşmış Northern Rock zora girdi. İngiliz Merkez Bankası bankaya destek vereceğini açıkladı. Buna rağmen, tasarruf sahipleri kuyrukta bekleyip mevduatlarını bu bankadan çekmeye başladı. Söylenene göre, 4 milyar sterlin kadar mevduat çekildi. Bu, bir bankanın başına gelebilecek en büyük felakettir.
SON AŞAMA
Merkez bankacılar arasında entelektüel düzeyde bir tartışma yaşanıyor. Amerikan-Alman ekolü diyebileceğimiz taraf yaşanan olayları geçici bir likidite sorunu olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla, merkez bankalarının piyasaya likidite vererek (bankalara kısa vadeli borç vererek) sorunun aşılabileceği düşünülüyor.
İngiliz-Kanada ekolü daha derin düşünme taraflısı. Onlar, bugün yaşanan likidite sıkıntısının mali kurumların sorumsuzca aldıkları risklerden kaynaklandığını iddia ediyorlar. Büyük ölçüde de haklılar. Dolayısıyla, merkez bankalarının ek likidite vererek bu kurumların ayakta kalmalarını sağlamaya çalışmalarının sorumsuzca risk alınmasını teşvik edeceğini düşünüyorlar. Kaldı ki, bir aşamada, merkez bankalarının pompaladıkları ek likiditenin enflasyonist olabileceği de bir gerçek.
Kaderin cilvesine bakın ki, belli bir finans kurumunun ayakta kalmasını sağlamaya yönelik ilk likidite pompalanması teklifi İngiliz Merkez Bankası’ndan geldi. Amerikan ve Avrupa merkez bankaları belli bir kuruma yönelik değil, bugüne kadar sistem bazlı bir risk karşısında likidite veriyorlardı. Banka kurtarma sırası elbette Avrupa ve Amerikan merkez bankalarına da gelebilir.
Geçen haftaya kadar bankalar arası para piyasası sorunluydu. Bankalar birbirlerine borç vermekten çekiniyorlardı. Birbirlerine olan kredi limitlerini ya kapatmışlardı ya da azaltmışlardı. Çok kısa vadeli borçlanma piyasasında faizler rekorlar kırmıştı. Şimdi, güvensizlik, halka sıçrama eğilimi gösteriyor. Bu, dört-dörtlük bir bankacılık krizinin en son aşamasıdır. Bu krizin içinden çıkmak en çok zordur hem de çok maliyetlidir. Banka müşterileri arasında tedirginlik daha da artmadan çözüm bulunması gerekir. En kestirme çözüm de merkez bankalarının desteği altında o kurumların sahipliğinin değişmesidir.
ASIL RİSK
Bu çeşit olaylar başka ülkelerde de yaşanabilir. Sorun çok çabuk yayılabilir. En azından, sorunun yayılma olasılığı yönündeki beklentiler giderek artmaktadır. Dolayısıyla, bundan sonraki gelişmelerin, beklentiler bazında değil de, gerçekler ışığında yönlendirilebilmesi için başta bankalar olmak üzere mali kurumların son durumlarının açıklanması (şeffaflık) en akılcı yol olarak görülüyor. Halkın tepkisi başlamadan soruna çözüm bulmak hem daha kolaydır hem de daha az pahalı.
Şimdi Avrupa ve Amerika’da yaşananlar Türkiye gibi ülkeler için elbette ciddi riskler taşımaktadır. Dünyada likiditenin azaldığı bir ortamda Türkiye’ye gelecek likidite de doğal olarak daralacaktır. Ama, bizler için asıl risk, gelişmiş ülke piyasalarının bizim gibi piyasaları "likidite kaynağı" olarak görmeye başlamalarıdır.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2007
ENFLASYONUN yüksekliği ekonomideki belirsizlikleri artırıyor. Yurt dışındaki piyasalara endeksli döviz kurlarındaki oynaklıklar bu belirsizlikleri katlıyor. Böyle ortamlarda, ekonomik birimler kararlarını çok çabuk değiştirebiliyorlar. Beklentiler çok çabuk kırılgan olabiliyor. Olumlu ya da olumsuz yöndeki beklentilerdeki kırılganlıklar hem enflasyon beklentilerine yansıyor hem de ekonomik birimlerin yatırım ve tüketim kararlarına. Doğal olarak, iç talepteki değişmeler ve ekonomik büyüme performansı beklentilerdeki kırılmalarla şekilleniyor.
ÖZEL KESİM TALEBİ
Grafikten görüldüğü gibi, özel kesim tüketim harcamaları bir dönemde reel olarak yüzde 18 gibi artarken, üç ay sonra artış yüzde 3’e gerileyebiliyor. Özel kesim harcamalarının toplam gayri safi yurtiçi hasıla (gsyih) içindeki payının yüzde 90’a yakın olduğu düşünülürse, özel kesim tüketim harcamalarındaki oynaklıkların ekonominin genel performansını ne denli etkileyebileceği daha iyi anlaşılır.
2005 yılının son üç ayından bu yana, bazı dalgalanmalarla beraber, özel kesim tüketim harcamalarındaki artışta aşağı yönde bir eğilim gözleniyor. Bu eğilim geçen yılın ortasında yaşanan çalkantı ve faizlerin yükselmesiyle daha belirgin hale geldi. Sonuçta, geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ikinci çeyreği arasında özel kesim tüketim harcamaları artışı bir önceki yılın aynı dönemlerine göre neredeyse sıfır oldu.
Geçen yıl ortasında artış eğilimine giren enflasyonun kontrolü açısından bu gelişme olumluydu. Yıllık enflasyonda gözlenen iniş eğilimi bu gelişmelerden büyük ölçüde yararlandı.
Talep açısından ekonomik büyümenin motoru hala iç talep büyümesi olsa da, dış talep son dönemlerde önemli olmaya başladı. Son altı yıldır gözlenen yüksek büyüme performansı dönemi içinde, son dokuz aydır ilk kez dış talep büyümesi toplam ekonomik büyümeye olumlu katkı yapmaya başladı. Göreli olarak durağan iç talep şartlarında, dış talebin olumlu katkısı ne denli artarsa, ekonomik büyüme de o denli yüksek olmaya başladı.
Örneğin, geçen yılın son üç ayında gsyih büyümesi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 5.2 büyürken, bunun neredeyse yarısı, 2.5’i dış talepten gelmişti. Bu yılın ilk üç ayında gsyih büyümesi yüzde 6.9’a fırlarken, dış ticaretin katkısı 4.5 (yüzde 65’i) oldu. Yılın ikinci çeyreğinde gsyih büyümesi yüzde 3.9’a geriledi, dış ticaretin katkısı 0.9 oldu.
TEMEL EĞİLİM
Son dokuz aylık veriler iç talep büyümesiyle oluşan gsyih büyümesinin yaklaşık yüzde 3 civarında olduğunu gösteriyor. Gerçekleşen büyümenin yüzde 3 düzeyinin ne kadar üstünde ya da altında olacağı dış ticaretin büyümeye katkısı ile belli oluyor.
Kamu finansman dengesindeki kötüleşmenin iç talep büyümesine önemli bir katkı yapmadığı taktirde ve para politikasının iç talebi artırıcı olmayacağı varsayımı altında, ekonomik büyüme eğiliminin şimdilik yüzde 3 düzeylerinde olduğu söylenebilir.
Beklentilerdeki kırılmanın yönüne göre, bu eğilim iki tarafa da kayabilir.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2007
Merkez Bankası kısa vadeli faizleri düşürdü. Galiba, faiz indirme kararını veren para politikası kurulu üyelerinin dışında herkes şaşırdı. "Düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü?" gibi bir şey oldu. İçinde yaşadığımız iç ve dış konjonktür faiz indirimine izin verebilecek nitelikte değildi. Merkez Bankası Başkanı’nın kamuoyuna yaptığı açıklamalar da Merkez Bankası’nın iç ve dış konjonktürü bu yönde okuduğu izlenimini veriyordu. O halde ne oldu?
Faiz indiriminin mantıklı tek açıklaması para politikasına siyasetin karışmış olabileceğidir. Çünkü, faiz indirimini isteyen siyasetçilerdi.
Para politikasına siyasetçiler karışmışlarsa, Merkez Bankası itibar kaybeder. Siyasetçiler karışmamışsa, Merkez Bankası bu hareketiyle hükümete itibar kaybettirmektedir. Çünkü, hiçbir rolleri olmadığı halde, hükümetin para politikasına karıştığı izlenimi verilmiştir. Her iki olasılık da kaygı vericidir.
İÇ VE DIŞ ŞARTLAR
Hedeflenen enflasyonun yüzde 4 olduğu bir ortamda son on iki ayda gerçekleşen enflasyon yüzde 7.4 oldu. Anketlerle ölçülen bir yıllık enflasyon beklentisi yüzde 7’nin biraz altında. Enflasyon düşme eğiliminde olsa dahi, hedeften uzakta bir konumda olmak faiz indiriminin sakıncalı olduğunun işaretidir. Bu haliyle, ekonomik birimlerin hedef enflasyona itibar etmesi beklenemez. Zaten, daha geçenlerde Başkan da ekonomik birimlerce hedef enflasyonun eskisi kadar ciddiye alınmadığını vurgulamıştı.
İç talepte kabul edilemeyecek bir daralma gözlenirse, faiz indirimi haklı görülebilir. Halbuki, son açıklanan milli gelir verileri iç talep artışının son dokuz aydır eskiye göre yavaşladığını, ama yüzde 3 civarında artmaya devam ettiğini gösteriyor. Merkez Bankası’nın bugünkü şartlarda iç talepte daha fazla büyüme arzu etmesi zaten abesle iştigaldir. Kaldı ki, yılın ikinci çeyreğinde siyasi belirsizlikler ve seçimler nedeniyle ertelenen talebin şu sıralarda yeniden canlanacağı beklentisi hakim olmaya başladı. Yani, iç talebi artırmak için, en azından şimdilik, faizlerin düşürülmesine gerek yoktu.
Bu yıl kamu finansman dengesinde son altı yılın en olumsuz eğilimi gözlenmektedir. Merkez Bankası da defalarca bu olguyu vurgulamıştır. Son açıklanan bütçe verileri alarm vericidir. Böyle bir ortamda, faizlerin indirilmesi, para politikasının enflasyon odaklı değil, bütçedeki faiz yükünü hafifletme odaklı olduğu izlenimini verir.
Uluslararası mali piyasalar son yılların en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Avrupa’da kısa vadeli bankalararası para piyasasında faizler son on yılın en yüksek düzeyinde seyrediyor. Likidite sıkışıklığı içinde kıvranan küresel piyasalar ihtiyaçları olan likiditeyi sağlayabilmek için her an gelişmekte olan ülke piyasalarına saldırabilirler. Daha düne kadar son çalkantının Türkiye’yi fazla etkilemediğinin nedeni olarak faiz düzeyini göstermiyor muyduk? Şimdi ne oldu? Küresel piyasalar düzeldi mi? Aksine, yetkililer ve ilgililer küresel piyasalarda yaşanan sıkıntıların daha bir süre geçmeyeceğini vurguluyorlar.
GÖRÜNÜM KARARIYOR
Küresel piyasalar karışıp Merkez Bankası olağanüstü bir toplantıyla yeniden faizleri yükseltmek durumunda kalırsa, çok yazık olacak. Enflasyon sonbahar aylarında artma eğilimine girerse, işlenmemiş gıda fiyatlarıyla hizmet sektöründeki fiyat katılıklarını bahane ederek durumu kurtarmak zorlaşır. Piyasaların Merkez Bankası’na verdiği kredi eriyip biter.
İçte ve dışta durum böyleyken, Merkez Bankası’nın faiz indirim kararın teknik gerekçelerle alındığını iddia etmek zordur. Bu kararın ayrıntılı açıklanmasında Merkez Bankası da zorlanacaktır.
Siyasetin karıştığı para politikası fiyat istikrarı değil, enflasyon üretir. Seçimlerden sonra siyasi açıdan güçlenen hükümetin para politikasına karışıyor izlenimi vermesi talihsizlik olmuştur. Enflasyon görünümünü karartmıştır.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2007
MALTA tipik bir Akdeniz adası. Onlar da keçiyi erken keşfeden adalardan biri. Ağaç fakiri. Bir zamanlar Malta zeytinyağı ile meşhurmuş. Şimdi, adada zeytin ağacı görebilmek için epey aramanız gerekiyor. Malta’nın nüfusu 400 bine yakın. Söylendiğine göre, üniversite öğrencileri dahil, 4 bin kadar Türk yaşıyor. Kişi başına milli geliri 9-10 bin dolar civarında. Avrupa Birliği üyesi oldular. Bu yılbaşında da Euro bölgesine dahil oluyorlar.
TURİZM
Malta’nın en büyük endüstrisi doğal olarak turizm. Akdeniz güneşinin en iyi alınabileceği yörelerden biri. Ada’nın çok zengin bir tarihi var. Kültürleri Arap, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın karışımı. Araplar istila etmiş. Ardından Romalılar gelmiş. Birkaç yıl Fransızların istilası (1798-1800) altında kalmış. Yaklaşık yüz seksen yıl (1800-1979) İngiliz kolonisi olarak yaşamış. İngilizler trafiği sola almışlar, kendi elektrik prizlerini yerleştirmişler. Bütün bunlara rağmen, Malta, Türkler tarafından istila edilememesiyle övünüyor. Duyduğumda, bana çok komik geldi.
Turistik bir ada, ama, turistlere verilen servisin kalitesi beklenenin çok altında. Beş yıldızlı otellerde üç yıldızlı servis alıyorsanız, şanslısınız. Lokantalarda istediğiniz yemeği ya da içkiyi masanızda görüyorsanız, yine şanslısınız. Servis hızlıysa, torpiliniz var demektir. Bu şansızlıklar yalnızca bana olmadı. Aksi, takdirde, yazmazdım.
Maltalılar bahşişi seviyorlar, ama bahşişi hak ettikleri söylenemez. Bana öyle geldi ki, Maltalılar önlerine çıkan turistlerin bir daha Malta’ya gelebileceklerini düşünmüyorlar. Kötü servis verdiklerini kendileri de biliyorlar. Ama, pek aldırış etmiyorlar. Hatta, kötü servis aldığınızı hissettirdiğinizde, size kızıyorlar.
FUTBOL VE SUTOPU
Malta’da oynan Malta-Türkiye futbol maçına gittik. Otuz yıl önce oynanan Türkiye-İngiltere maçlarına benziyordu. Otuz yıl önce biz İngilizlere futbol oynatmamaya çalışırdık, geçen hafta da Malta bize futbol oynattırmamaya çalıştı. Başarılı oldular.
Malta bizim otuz yıl önceki halimizdi. Biz de kendimizin on beş yıl önceki. Maçın sonunda Malta seyircisinin ve milli takımının sevinç gösterileri ilginçti. Biz de otuz yıl önce İngiltere ile berabere kalınca, Malta’nın geçen hafta sevindiği gibi sevinirdik.
Bence maçtan daha ilginci, maçtan önce, Malta’da yaşayan Türk seyircilerin stat önündeki tezahüratlarıydı. Kızlı erkekli Türk seyirciler ağza alınmayacak küfürlerle bağırıp çağırıyorlardı. Maltalılar Türklerin şarkı söylediğini sanıyordu. Türbanlı kızların dahi dahil olduğu bu rezalet utanç vericiydi.
Malta’da asıl bulunma nedenim Türkiye genç milli erkek sutopu takımının Avrupa Şampiyonası turnuvasındaki maçlarının bazılarını izlemekti. Oğlum da bu takımda. Öncelikle, çocuklarımız Malta’ya gitmeye hak kazanarak tarih yazdılar. İlk kez genç milli erkek sutopu takımı Avrupa’nın ilk 16 ülkesi arasına girerek şampiyonluk turnuvasına katıldı. Bu sporda bu yaşlarda en güçlü ülkeler eski Yugoslavya Cumhuriyetleri ve Macaristan. Zaten onlar da ilk beşe girdiler.
17-18 yaşındaki gençlerimiz ülkelerinin ilk kez katıldığı bir turnuvada başları dik, ellerinden geldiğince oynadılar. Hırvatistan ve Karadağ’ın olduğu güçlü bir gruba düştük, grubumuzda üçüncü olduk. İlk sekize giremedik. Halbuki, farklı bir grupta olsaydık, turnuvayı 6. ya da 7. bitirebilirdik.
Son maçımızda İspanya’ya 9-8 yenildik ve onuncu olduk. Hocaları ve idarecileriyle, çocuklarımız bizleri gururlandırdılar, gözlerimizi yaşarttılar. Gelecek yıl İstanbul’da yapılacak aynı turnuvada çok daha iyi sonuçlar alabileceğimizi umuyorum.
Konunun üzücü yanı futbolda taraftarları gaza getirmekte uzmanlaşan yazılı ve görsel spor basınımızın Malta’da tarih yazan çocuklarımızı izlemeye değer bulmamalarıydı. Bir Avrupa şampiyonası turnuvasını Amerika’da öğrenebilmek ve izleyebilmek mümkündü, ama Türkiye’de gazetelerde okuyabilmek ve televizyonlarda seyredebilmek mümkün olmadı. Yazıktır!
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2007
BU yılın ikinci üç ayında milli gelir büyümesi yüzde 3.9’a geriledi. Faiz muhabbeti başladı. Ekonomik büyümeye destek vermeye yönelik olarak Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirmesi isteniyor. Galiba, Merkez Bankası Yasası toplum kesimlerince iyi hazmedilemedi. Yasa, Merkez Bankası’nın misyonunu "Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir" diye tanımlamaktadır. Merkez Bankası’nın internet sitesinin açılış sayfasında da bu cümleye yer verilmektedir. Fiyat istikrarıyla çelişmediği sürece Merkez Bankası diğer ekonomik hedeflere varılmasında yardımcı olabilir.
BÖBÜRLENMEYELİM
Şu anda Türkiye’de fiyat istikrarı sağlanıp sürdürülmekte midir?
Bu sorunun yanıtı enflasyon hedefi ile gerçekleşen enflasyon arasındaki farka bakarak verilebilir. Bu yıl için enflasyon hedefi yüzde 4 olarak saptanmıştır. Ağustos ayı itibariyle son on iki aylık enflasyon yüzde 7.4 olmuştur. Dolayısıyla, bu aşamada Merkez Bankası’na bir başka görev çıkarmak abesle iştigaldir.
Kaldı ki, enflasyon yıllık bazda yüzde 4’e düşse dahi fiyat istikrarının sağlandığını gönül rahatlığı ile iddia edemeyiz. Yüzde 80 enflasyondan yüzde 7 enflasyona gerilemek elbette sevindiricidir. Ama, enflasyonun geldiği nokta mutlak anlamda fiyat istikrarından uzak bir konumdadır. Unutmayalım ki, dünyadaki en yüksek enflasyona sahip ülkelerden biri olmaya devam ediyoruz.
Gelişmekte olan ülkeler arasında, bu yılın ortası itibariyle, enflasyon, Brezilya’da yüzde 3.7, Bulgaristan’da yüzde 5.6, Şili’de yüzde 3.2, Çin’de yüzde 4.4, Kolombiya’da yüzde 6, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 2.5, Hong Kong’da yüzde 1.4, Hindistan’da yüzde 4.4, Endonezya’da yüzde 5.8, İsrail’de yüzde -1.3, Güney Kore’de yüzde 2.5, Malezya’da yüzde 1.4, Meksika’da yüzde 4.4, Filipin’de yüzde 2.3, Polonya’da yüzde 2.6, Romanya’da yüzde 3.8, Slovakya’da yüzde 2.5, Güney Afrika’da yüzde 6.9, Tayland’da yüzde 1.9 oldu. Bazı Afrika ülkeleri dışında bizden daha yüksek enflasyonu olan ülkeler Rusya (8.5), Venezüella (19.4), Macaristan (8.6) ve Arjantin (8.8) oldu. Kısacası, enflasyonu indirme konusunda fazla böbürlenecek bir durumumuz yok.
SUSALIM
Hal böyleyken, eski reflekslerimizle para politikasının her derde deva olacağını düşünmeye devam ediyoruz. Büyümeyi beğenmiyorsak, faizleri indirmesi için Merkez Bankası’na görev çıkarıyoruz. Cari işlemler açığını beğenmiyorsak, döviz kurlarını artırmasını söyleyerek Merkez Bankası’na görev çıkarıyoruz. Kısacası, Merkez Bankası’nın elindeki bir taşla üç-beş kuş vurmasını bekliyoruz. Yok böyle bir lüks!
Fiyat istikrarının sağlanmasını ve sürdürülmesini istiyorsak, toplum olarak Merkez Bankası’nın sırtından inmek zorundayız. Bu konuda özellikle işbaşındaki hükümetler çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. Hükümetler, kur ve faiz muhabbeti yapmak yerine, kamu açıklarını nasıl azaltacaklarını, uluslararası piyasalardaki olumsuzluklarla nasıl mücadele edeceklerini, ellerindeki reform programını nasıl ve zaman uygulamaya koyacaklarını konuşmalıdırlar. Aksi taktirde, susmak çok daha faydalı olacaktır.
Çeşitli ekonomik verilerin açıklanmasından sonra bazı hükümet üyelerinin faiz ve döviz kuru konusunda fikir beyan etmeleri fiyat istikrarını sağlamaya yardımcı olmamaktadır. Aksine, bu çeşit beyanlar Merkez Bankası’nın temel amacına ulaşmasını ve daha sonra diğer ekonomik hedeflere daha yakından bakmasını geciktirmektedir.
Yazının Devamını Oku