Son haftalarda çeşitli iş kollarındaki toplu sözleşmeler haber olmaya başladı. Hem kamu hem de özel sektörde işçi-işveren anlaşmazlıkları gözleniyor.
Çalışanlar haklı olarak daha fazla ücret artışları almaya çalışıyorlar. Sosyal haklarının genişletilmesini talep ediyorlar. İşverenler ise rekabetçi olabilecek maliyet yapısını koruma çabasındalar (rekabetçi maliyet yapısı rekabetçi konumu sürdürebilmek için gerekli yatırımların bir bölümünü finanse etmeye yönelik gerekli kárı da içerir). Bazıları zaten rekabetçi maliyet yapısından uzaklaştılar. Devletin iş barışını koruma yanında, bir de makro ekonomik istikrarı koruma gibi bir sorumluluğu var.
KİM HAKLI?
İşçi ile işveren arasında çıkarlar çatışıyormuş gibi görünse de, aslında çıkar çatışması o denli güçlü değil. İşverenlerin rekabetçi üretim yapısını koruyamamaları çalışanların işsiz kalması anlamına gelir. Dolayısıyla, ücret ve diğer sosyal haklar üzerindeki müzakereler çalışılan iş kolundaki rekabetçi maliyet yapısına odaklanmak zorundadır. Aksi taktirde, iki taraf için de arzulanmayan sonuçlar kaçınılmaz olacaktır.
Çalışanların daha fazla ücreti hak ettikleri yönünde ileriye sürebilecekleri önemli konular vardır. Örneğin, son yıllarda birçok sektörde reel ücret artışları ortalama ekonomik büyümenin gerisinde kalmıştır. Yani, çalışanlar ekonomik büyümeden hak ettikleri payı alamamışlardır.
Bazı sektörlerde reel ücretler düşmüştür. Ücret tartışmaların en önemli parametrelerinden enflasyon kişiden kişiye değişmektedir. Ortalama enflasyon yıllık bazda yüzde 7 civarında olsa da, bazı gelir gruplarının tüketim kalıplarının faklı olmasıyla, hissedilen enflasyon daha yüksek olabilecektir. Dolayısıyla, tüketim kalıplarına bağlı olarak çalışanlar ortalama enflasyonun hissedilen enflasyon olmadığını iddia ederek ücret artışlarının hissedilen enflasyona baz edilmesini isteyebileceklerdir.
Bütün bunlar haklı gerekçelerdir. Ama, işverenlerin de kendilerine göre haklı gerekçeleri vardır. Türkiye’de üretim, özellikle ihracata yönelik üretim, giderek daha az katma değer yaratmaktadır. Uluslararası rekabet üretimi bu yönde zorlarken, Çin’in ucuz işçiliği tüm ülkelerde maliyet sorunu yaratmaktadır. Yatırım planları işgücü maliyetinden tasarruf etmeye yönelik olmaktadır. Yani, uzun dönemde üretim yapısı giderek daha az işgücü kullanımına kaymaktadır. İşçi-işveren müzakerelerinden çıkacak sonuçlar bu süreci hızlandırmamalıdır.
Bu şartlarda, ücret artış taleplerinin hem mikro hem de makro sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekir. Ücret müzakereleri, sonunda işsizliği daha da artıran, genç işgücünü üretim dışında bırakan ve iş yerlerini rekabetin dışına iten bir aşamaya getirilmemelidir. Sendikacılık mantığı içinde, önceliğin çalışanların refahının artırılması olduğu bilinmektedir. Ama, bugün çalışan statüde olanların yarın işsiz de olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. İşverenler yurt dışında üretim yapmaya zorlanmamalıdır. Rekabetçi olmayan ücret artışlarıyla, Mal ithalatı yoluyla dolaylı ucuz işçi ithalatını teşvik etmemeliyiz.
KÜRESEL EĞİLİM DEĞİŞİYOR
Çin olgusu işverenler üzerinde olduğu kadar, çalışanlar üzerinde de bir tehdittir. Bütün dünyada bu tehdit yaşanmaktadır. O kadar ki, Almanya gibi ekonomilerde "kalıcı işgücü" kavramından "kiralık işgücü" kavramına geçilmektedir.
Bu geçişler maalesef çalışanların lehine olmamaktadır. Birçok ülkede çalışanlar giderek daha fazla sosyal haklardan mahrum kalmakta ve daha az ücrete razı olmak durumunda kalmaktadır. Bu çeşit yaklaşımlar küresel bir eğilim haline gelmektedir. Aklımızı başımıza almazsak, Türkiye de bu eğilimin dışına kalamaz.
Bu konuların hatırlatılması "işçi düşmanlığı" olarak algılanmamalıdır. Aslında, küresel rekabetin geldiği noktada, bu konuların göz ardı edilmesi çalışanların haklarının korunmaması anlamına gelmektedir.