11 Ekim 2007
DÜNYADA tüm ekonomiler rahatsız. Almanlar dışında, hiç kimse parasının değerinden memnun değil. Herkes faizlerin yanlış yerde tutulduğunu iddia ediyor. Doğrusunun ne olduğunu ise bilen yok, laf eden çok. Ekonomi politikalarının bir ilke çerçevesinde uygulanması yerine, el yordamı ile götürülmesi tercih ediliyor. Neredeyse tüm ülkelerde, ekonomik dengelerden memnuniyetsizliğin giderilmesi görevi merkez bankalarına verilmiş durumda.
Kısa vadeli faizlerle oynanınca, sorunlar çözülecekmiş gibi bir hava doğdu. Ekonomilerde yıllardır süregelen yapısal sorunlar yokmuş gibi davranılıyor. Bütçe açıklarını gündeme getiren pek kalmadı. Dış açıklar sorun değilmiş gibi kabul ediliyor. Varsa, yoksa para politikası. Para politikasının son dönemde "aspirin" görevi göreceği sanılıyor. Al iki tane, sabaha bir şeyin kalmaz!
DÜNYA
Amerikan Merkez Bankası (FED) kısa vadeli faizleri yarım puan düşürdü. Enflasyon baskısı artarak devam ederken, birdenbire dümen kırıldı. Ekonomik durgunluk olasılığı öncelik kazandı. Piyasanın istediği oldu. Şimdi, piyasalar faiz indirimlerinin devamını bekliyor. Beklemekte de haksız sayılmazlar!
Avrupa ve İngiliz merkez bankaları daha tedbirli davranmayı tercih ettiler. Onların da üzerinde, FED kadar olmasa da, kısa vadeli faizleri indirme baskısı vardı. Ama, faizleri sabit tuttular. Şimdi, Amerikan doları ile Euro ve İngiliz sterlini arasındaki kısa vadeli faiz marjı azaldı. Yatırımlar son üç yıldır kan kaybeden dolardan diğer paralara kaymaya başladı. Dolayısıyla, dolar tarihinin en düşük değerlerine geldi.
FED faizleri düşürmeye devam eder, diğer belli başlı merkez bankaları sıkı duruşlarını devam ettirirlerse, dolar değer kaybetmeye devam edecektir. Başta Fransa olmak üzere bu gelişmeler bazı büyük Avrupa ülkelerini rahatsız edecektir. Bu aşamada, dolara müdahale gündeme gelebilecektir. Ama, Avrupa’nın faizleri FED kadar cömertçe düşürebileceği olasılığı çok yüksek görünmemektedir.
TÜRKİYE
Türkiye’de farklı bir dinamik çalışmaktadır. Finans piyasalarının hakim oyuncusu yabancı yatırımcılar olduğundan, özellikle sabit getirili yatırım araçlarında, önemli olan kağıt üzerindeki getiriler değil, fiyatların artmasıyla (faizlerin düşmesiyle) elde edilmeye çalışılan sermaye kazancı (capital gain) olmaktadır.
Faizlerin düşmesiyle yatırımcıların sermaye kazançları artmaktadır. Faizlerin düşmeye devam edeceği beklentisi yabancı yatırımcılar açısından Türkiye gibi ülkeleri çok daha cazip kılmaktadır. Yani, hakim görüşün aksine, faizleri düşürmek ve düşüşlerin devam edeceği beklentisi kısa dönemde yabancı yatırımcıyı soğutmamakta, aksine daha da ısındırmaktadır.
Merkez Bankası’nın üzerinde kısa vadeli faizleri düşürme baskısı her geçen gün artmaktadır. Öyle ki, artık piyasaları 0.25 değil, 0.50 puan dahi kesmeyecekmiş gibi bir hava yaratılmaktadır. Merkez Bankası’nın olmasa da, piyasaların "enflasyon" gibi bir sorununun olmadığı gayet açık anlaşılmaktadır.
Merkez Bankası’nın bu baskılara boyun eğip eğmeyeceğini bilemeyiz. Ama, faizler piyasanın görmeyi arzuladığı boyutlarda düşürüldüğünde, döviz kurları daha da düşecektir. Bunun üzerine Amerikan dolarının uluslararası piyasalarda değer yitireceği olasılığı da eklendiğinde, dolar kurunun Türkiye’de nerelere gelebileceğini tahmin etmek çok zor değildir.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
AĞUSTOS ayında toplam sanayi üretimi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.1 arttı. Aynı dönemde, imalat sanayi üretimindeki artış yüzde 5.2 oldu. Yılın ilk sekiz ayında geçen yılın aynı dönemine göre ortalama sanayi üretimi büyümesi yüzde 5.3 olurken imalat sanayi üretimi yüzde 4.6 arttı. Geçen yılın aynı dönemine göre büyüme yüzde 1 puan kadar düşmüş görünüyor. Yine de, bu yılın performansı 2005 yılının aynı döneminin üzerinde görünüyor.
Haziran ayından bu yana sanayi üretiminde göreli bir hızlanma söz konusu. İthalat rakamları da bu eğilimi doğruluyor. Tarımsal üretimde önemli bir düşme olmadığı taktirde, bu yılın üçüncü çeyreğindeki milli gelir büyümesi ikinci üç aylık döneme göre daha yüksek olabilecektir.
ALT SEKTÖRLER
Enerji üretimi geçen yılın üzerinde artmaktadır. 2005 yılının ortasına kadar yıllık ortalama imalat sanayi üretimindeki artış aynı bazdaki enerji üretimi artışının üzerinde seyretmişti. Hizmetler sektörü üretimi artışı hızlandıkça, bu eğilim tersine döndü. Şimdi, imalat sanayi üretim artışı yıllık ortalama yüzde 5 civarında giderken, enerji üretimindeki artış yüzde 10 civarında devam ediyor.
Tekstil ve hazır giyim sektörlerindeki üretim artışları bir yıl öncesine göre daha iyi. Çin parası değerlendikçe, Çin’de enflasyon hızlandıkça, Türkiye’de tekstil sektörünün göreli rekabetçi gücü artmış görünüyor. Son yıllarda küçümsenmeyecek boyutlarda düşen tekstil üretimi büyüme eğilimine girdi. Son aylarda tekstilde yıllık ortalama üretim artışı yüzde 3-4 düzeylerine geldi. Hazır giyim sektöründe ise üretim düşüşü yavaşladı.
2003 yılından sonra imalat sanayi sektöründe yıldızlaşan kimya sektöründe üretim (toplam imalat sanayi üretiminin yüzde 10’u) artışı son dönemde yavaşladı. 2005 yılı sonunda yıllık bazda ortalama yüzde 40’ın üzerinde artan kimya sektörü üretimi son dönemde yüzde 2-5 arasında artışlar yaşıyor.
Motorlu taşıtlar ve radyo-TV sektörlerindeki üretim artışlarında da belli bir yavaşlama gözleniyor. Geçmişte bu sektörlerdeki üretim artışları yıllık yüzde 40’ların üzerindeyken, son dönemde radyo-TV ürerimi azalırken, motorlu araçlar üretimindeki artışlar ise yüzde 6’lara geriledi.
YELPAZE GENİŞLİYOR
Genelde, sanayi üretimi küçümsenmeyecek düzeylerde artıyor. Geçmişle karşılaştırıldığında, alt sektörler bazında, sanayi üretiminin büyümesi daha geniş bir yelpazeye yayılmış görünüyor. Geçmişte kimya, motorlu yaşıtlar, radyo-TV üretimi imalat sanayi üretim büyümesinde başları çekerken, şimdi tekstil, petrol ürünleri ve metal eşya gibi üretimler sanayi üretimi büyümesine katkı yapmaya başladılar.
Genelde, kurlardan ve faizlerden şikayet ediliyor. Kurlar düştükçe, ihracat artıyor. Reel faizlerin yüksekliği iddia edildikçe, üretim büyüyor. Bu gelişmeler açıklamaya muhtaç gibi görünüyor. Şikayet eden kesimler şikayetçi oldukları dengelerin performanslarını şimdiye kadar neden o denli olumsuz etkilemediğini de açıklamalılar. Açıklamadıkları sürece, şikayetlerinin ciddiyeti azalacaktır.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2007
ULUSLARARASI yatırımcılar açısından Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş piyasalar şimdiye kadar "sakin liman" rolünü oynarken gelişmekte olan piyasalar "yüksek getiri-yüksek risk" sınıfındaydı. Bu bakış açısıyla, yatırımcıların risk iştahı azaldığında, gelişmekte olan piyasalardan çıkılıp gelişmiş piyasalara ilgi artardı.
Şimdi, işler biraz tersine dönmüş gibi görünüyor.
Gelişmiş piyasalar göreli olarak daha riskli olarak algılanmaya başlandı.
Risk iştahı gelişmekte olan piyasalara kaydı.
Gelişmiş piyasaların göreli olarak riskli görülmesinin en büyük nedeni Amerika ve Avrupa’da finans sistemindeki kayıpların boyutlarının henüz tam olarak bilinmemesi. Yatırımcı "sürpriz" görmek istemiyor. Amerika’daki konut kredilerine yatırım yapmış olan finans kurumları yatırımlarının fiyatı düştüğü için zarar ediyor. Konut kredilerine yatırım yapmamış olanlar son dönemde borçlanma maliyetleri arttığı için kardan zarar yazmaya başladılar.
DAHA AZ KIRILGANLAR
Merkez bankaları piyasalara para pompalıyor. Ama, merkez bankalarından göreli olarak ucuz borç alabilenler dönüp borçlanamayanlara para aktarmıyor. Aktaranlar, fiyatı pahalı tutuyorlar. Çünkü,
hiç kimse karşısındakinin riskini kabul edilebilir bir güven aralığında ölçemiyor. Geçmişte ölçülen kredi değerliliğinin hiçbir anlamı kalmadı.
Gelişmiş piyasalardaki karmaşanın yanında gelişmekte olan ülkeler eskiye göre çok daha sağlam görünüyorlar. Tablo’da gelişmekte olan ülkelerde bölgesel
bazda kırılganlık göstergeleri veriliyor. Türkiye verileri bu tabloda ayrıca gösterildi. Türkiye’nin 2007 yılı verileri tahmin değil, haziran ayına aittir.
Tüm bölgelerdeki gelişmekte olan piyasalar özellikle 2000 yılından sonra kırılganlıklarını dış borç/milli gelir oranı ve kısa vadeli dış borçlar/döviz rezervleri oranı olarak azalttılar. Özellikle Asya ve Afrika/Ortadoğu ülkeleri 1994 yılına göre dış borç/milli gelir oranını yarı yarıya azaltırken, Avrupa ve Latin Amerika’daki gelişmekte olan ülkeler 2000 yılına göre ciddi düzetmeler yaptılar.
Neredeyse tüm ülkelerde, hem kısa vadeli dış borçların azalması hem de döviz rezervlerinin artmasıyla, kısa vadeli dış borçlar/döviz rezervleri oranı çok hızlı düşüş gösterdi.
1990’lı yıllarda döviz rezervleri ortalama kısa vadeli dış borçların ancak yarısını karşılayabilirken, bugün döviz rezervleri kısa vadeli borçların iki katından fazla (Asya ülkelerinde 5 katı)
hale geldi.
Türkiye iki kırılganlık göstergesinde de tüm bölgelerdeki gelişmekte olan piyasaların ortalamalarının üzerinde görülüyor. Avrupa bölgesini diğer bölgelere göre daha kırılganmış gibi gösteren rakamların arkasında Türkiye önemli bir yer kaplıyor. Yıllar itibariyle bakıldığında,
özellikle 2000 yılından sonra, bu göstergeler bazında Türkiye ekonomisi eskiye göre çok daha az kırılgan hale geldi.
Bu verilere bakarak gelişmekte olan ülkelerin mutlak anlamda "
sakin liman" haline geldiği anlaşılmamalıdır.
Ama,
küresel bir çalkantıda, gelişmekte olan ülkelerin bir anlamda gelişmiş ülkelerden olumlu yönde ayrışmasının arkasında gelişmekte olan ülkelerdeki kırılganlıkların ciddi boyutlarda azalmış olması azımsanamaz.Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2007
Geçmişte uluslararası yatırımcıların risk alma iştahı kaçtığında, uluslararası sermaye gelişmekte olan ülkelerden çıkıp gelişmiş ülkelere giderdi. Son aylarda durum tersine döndü. Uluslararası sermayenin gelişmiş ülkelere yönelik risk alma iştahı kaçtı. Sermaye gelişmekte olan ülkelere doğru akmaya başladı. Türkiye başta olmak üzere, gelişmekte olan ülke paraları yeniden değer kazanmaya başladı. Amerikan dolarının değeri tarihinin en düşük düzeylerine geldi.
Görünürde, Amerikan ekonomisi dünyanın diğer ekonomilerinden ayrıştı. Bu görüntüye fazla aldırmamak lazım. Görüntü kısa dönemli olabilir. Er ya da geç, Amerikan ekonomisinin içine düştüğü sıkıntıların dünyanın diğer ekonomilerine de yansıması olacaktır. Bugüne kadar dünya ekonomisinin büyümesinin motoru Amerikan ekonomisiydi. Motor duracaksa, dünya ekonomileri de bundan nasibini alacaklardır.
DOLARIN DEĞERİ
Amerikan ekonomisi birkaç alanda darbe yemektedir. Konut kredileri sorunu aysbergin görünür tarafıdır. Asıl sorun, konut kredileri sorununun beklentilerin üzerinde hızlandırdığı iç talep daralması ve enflasyon baskısı olarak özetlenebilir. Amerika’da ekonomik durgunluk içinde yükselen enflasyon yaşanması olasılığı artık çok arttı.
Dış şartlar da olumsuz görünüyor. Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) enflasyondan çok ekonomik durgunluk olasılığına daha fazla ağırlık vermesi para politikasının yönünü değiştirdi. Değişen para politikası kaygıları doların düşmesine yol açarken, orta-uzun vadeli faizlerin düşmemesine, hatta artmasına neden oluyor.
Amerikan doları Alman Markı karşısında galiba tarihinin en düşük düzeyini 1995 yılının yaz aylarında 1.38’e düştüğünde görmüştü. Alman Markı’nın Euro’ya olan geçiş paritesiyle hesaplandığında, geçen haftanın başlarında Amerikan dolarının Alman Markı’na karşı değeri 1.37 civarında geldi. Dünyanın en fazla dışa açık ekonomilerinden biri olan Amerika açısından doların değerinin geldiği nokta enflasyon görünümü açısından hoş değil.
YENİ "SAKİN LİMAN"
Çin’in ihracatı 2000’li yılların başında dünya ekonomilerinde enflasyonu dizginleyen önemli etkenlerden biri olarak görülüyordu. Hızla artan ucuz Çin mallarının dünya piyasalarını doldurmasıyla fiyat artışları dizginlenmişti. Son dönemde Çin enflasyon kaynağı olmaya başladı. Çin’de ortalama fiyat artışları hızlanırken, paraları da eskiye göre daha hızlı değerlenmeye başladı. Bunun anlamı Çin’in iyi müşterilerine enflasyon ihraç etmesidir. Amerika bu ülkelerin başındadır.
Amerikan dolarının değerinin göreli olarak istikrarlı gittiği para birimlerinin başında Japon Yeni geliyor. Euro karşısında olduğu gibi, Japon yenine karşı da dolar düşmeye başlarsa, çok uzun bir aradan sonra uluslararası piyasalarda doların değerine müdahale gündeme gelebilir. Müdahalenin olası merkezi Avrupa ve Japonya gibi görünüyor.
Galiba, dünya ekonomilerinde 2000’li yılların ilk altı yılında yaşanan parti bitiyor. Belli başlı dünya ekonomileri tatsız bir döneme girmişken, gelişmekte olan ülkelerin kendilerini izole etmeleri zor görünüyor. Ama, şimdilik, uluslararası yatırımcılar açısından "sakin liman" gelişmiş değil, gelişmekte olan ekonomiler gibi görünüyor. Bunun da bazı nedenleri var. Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2007
SERBEST piyasa ekonomilerinde şeffaflık esastır. Çünkü, piyasalarda oluşan mal ve hizmet fiyatlarının gerçek arz ve talep şartlarını yansıtabilmesinin en önemli unsuru bilgidir. Bilgi, herkese açık, kolayca ve en az maliyetle ulaşılabilen bir meta olmak zorundadır. Aksi takdirde, farklı tarafların farklı bilgileriyle oluşacak arz-talep dengesi gerçeği yansıtmayacak, oluşacak fiyatlar da "çarpık" olacaktır. Bu şekilde oluşturulan ekonomik yapı aslında serbest piyasa ekonomisi değil, kayırmacı ve bilgiye ulaşabilenlerin ulaşamayanları sömürdüğü bir ekonomik düzen olur.
KAMU OTORİTESİNİ KULLANMA
Adamın biri soy ağacını çıkarmak istiyormuş, ama beceremiyormuş. Arkadaşı tavsiyede bulunmuş. Politikaya gir, gazeteciler senin soy ağacını senden kolay çıkarırlar.
Fıkra önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Kamu otoritesini kullanan kurum ve kuruluşlarının idarecileri kamuoyunun gözetimi ve denetimi altında olmaz zorundadırlar. Bundan kaçış yoktur. Kamu otoritesini kullanan kurum ve kuruluşların yöneticilerinin yalnızca maaşları değil, tüm gelirleri ve servetleri kamuoyunca bilinmelidir. Şeffaflık bunu gerektirir.
Halka açık şirketlerin yöneticilerinin şirketten elde ettikleri tüm gelirler şirketin tüm ortakları tarafından bilinebilmelidir. Hakim orağın bilip küçük yatırımcıların bilmediği bu çeşit bilgiler hakim ortağın küçük ortakları sömürme olasılığını artırır. Sermaye piyasasını düzenleyen kamu otoritesinin en önemli görevlerinden biri küçük ortakların büyükler tarafından aldatılma olasılığını sıfıra yaklaştırmaya çalışmaktır. Çözüm şeffaflıktır.
Kamu otoriteleri tarafından ayrıcalık tanınan (lisans verilen) tüm kurumların yöneticileri hakkındaki tüm bilgiler kamuoyuna açık olmalıdır. Bankacılık kamu otoritesinin bazı şirketlere tanıdığı bir ayrıcalıktır. O halde, bankaların yöneticileri hakkındaki tüm bilgiler de kamuoyuna açık olmalıdır. İdarecileri şeffaf olmayan kurumların kendilerinin şeffaf olmaları beklenemez.
Kamu otoritesinin kendisi de şeffaf olmalıdır. Düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar düzenledikleri ve denetledikleri sektörlerdeki kurumlar hakkındaki bilgileri kamuoyu ile paylaşmak durumundadırlar. Batmak üzere olan bir bankanın gerçek durumu çeşitli bahanelerle kamuoyu ile paylaşılmaktan kaçınıldığında, hem o bankanın müşterileri, hem o bankanın küçük sahipleri, hem de devlete vergi verenler kandırılıyor demektir. Çözüm şeffaflıktır.
Merkez Bankası ekonomideki en ayrıcalıklı ve güçlü kurumlardan biridir. Para Politikası Kurulu toplantılarının zabıtları kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Ekonomiyi en fazla ilgilendiren faiz gibi bir konuda Kurul üyelerinin farklı mı yoksa aynı mı düşündükleri ekonomik birimler açısından çok önemli bir bilgidir.
SİSTEMİN TEMİNATI
Şeffaflığın olmadığı yerde yalan, dedikodu ve kötü niyetli yönlendirme vardır. Serbest piyasa ekonomisini en fazla yaralayan etkenlerin başında da bunlar gelir.
Şeffaflık talepleri genellikle "daha hazır değiliz" diye cevaplandırılır. Önemliymiş gibi görülen bilgileri saklamayı bir hayat tarzı olarak benimsemiş kurum ve toplumlar hiçbir zaman şeffaf olmaya hazır olamazlar. Çünkü, saklamaya değer görülen bilgi her zaman saklayana önemli ya da önemsiz bazı avantajlar sağlar ya da sağladığı düşünülür.
İsteyerek ya da alışkanlıktan, bu bilgi asimetrisini bozmak bilgiyi saklayanın işine gelmezmiş gibi görünür. Halbuki, çok iyi çalışmasını arzu ettiğimiz piyasa ekonomisi sisteminin teminatı şeffaflıktır.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2007
EYLÜL ayı itibariyle son on iki ayda tüketici fiyatlarındaki ortalama artış yüzde 7.1 oldu. Enflasyon yılın başında çift haneliydi. Yılbaşına göre, enflasyon düştü. Eylül ayında tüketici fiyatlarındaki ortalama artış ağustos ayına göre yüzde 1.03 oldu. Yaz aylarına göre, eylül ayında aylık enflasyondaki artışın mevsimsel nedenlerden kaynaklanan tarafı var.
Genel eğilimlere bakıldığında, yıllık enflasyon hala yüzde 7 civarında direncini sürdürüyor. Fiyatları mevsimsel dalgalanmalar gösteren ürünler dışarıda bırakıldığında (A-endeksi) bu yılki eylül ayı tüketici fiyatları enflasyonu 2005’den de, 2006’dan da daha yüksek çıktı. Ramazan ayının önemli bir bölümünün bu yıl eylül ayına gelmesi etkenlerden biri olabilir.
FAİZ İNDİRİMİNE DEVAM
İşlenmemiş gıda fiyatlarındaki artış bu yılın eylül ayında geçen iki yılki yaklaşık düzeylerinde gerçekleşti. Merkez Bankası’nın para politikasının doğrudan etkilediğini düşündüğü mal fiyatlarından oluşan endeks, H-endeksi, bu yıl eylül ayında ağustos ayına göre yüzde 0.87 arttı. 2005 yılı hariç, bu endeksin hesaplandığı 2003 yılından bu yana eylül ayı H-enflasyonu en düşük bu yıl gerçekleşti.
Grafikte, aylık bazda son üç aylık ortalama H-endeksinin bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde değişmesi gösterilmektedir. Geçen mayıs ayından bu yana, üç aylık ortalama H-endeksindeki artış düşüş eğilimi göstermektedir. Ama geçmiş yılların eylül ayları ile karşılaştırıldığında, bu yılın eylül ayında gelinen nokta geçen yıllardan o denli düşük değildir. Bu rakam bu yıl yüzde 6.8 olurken, geçen yıl döviz kurlarındaki artışa rağmen yüzde 7.9, 2005 yılında yüzde 7.7, 2004 yılında yüzde 8.4 oldu. Eğilim düşüş yönündedir.
Bu yıl sonunda H-enflasyonunun yüzde 5.5 ile yüzde 6 arasında gerçekleşmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Diğer makro riskler dışarıda bırakıldığında, bu görünüm Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirmeye devam edebileceğine işaret etmektedir. Ama, kısa dönemde, ortalama tüketici enflasyonunun hedeflenin üzerinde kalacağı açıktır. Zaten, Merkez Bankası da belirlenen hedefe kısa vadede değil, orta dönemde (1.5-2 yıl sonra) ulaşmayı düşündüğü yönünde görüş beyan etmektedir.
ÜRETİCİ FİYATLARI
Üretici fiyatları endeksi verileri bazı mikro risklere işaret etmektedir. Döviz kurlarının nominal olarak düştüğü, Türk parasının reel olarak küçümsenmeyecek ölçüde değer kazandığı son iki ayda ortalama üretici fiyatları yüzde 1 civarında artmaktadır. Döviz kurlarına oldukça duyarlı olan imalat sanayi fiyat endeksi bu dönemde ayda yüzde yarımın üzerinde arttı. Bu açıdan, rakamlar şaşırtıcıdır.
Tarım fiyatları eylül ayında yüzde 3 arttı. Bu artış, 2003 yılından bu yana, 2004 yılının nisan ve mayıs ayları hariç, aylık en yüksek artıştır. Yıllık bazda tarım fiyatlarındaki artış eylül ayında yüzde 11’i aştı. 2004 yılının ilk yarısı ve geçen yılın yaz ayları hariç, eylül ayında yıllık bazda tarımda en yüksek fiyat artışı gerçekleşti. Bu rakamlar işlenmemiş gıda fiyatlarının ortalama enflasyon için mikro düzeyde risk olmaya devam ettiğine işaret ediyor.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2007
Kamu finansman dengesindeki bozulma dikkat çekici boyutlara geldi. Dış açıklardaki bozulma ise artık "ne olacak bu işin sonu?" dedirtmeye başladı. Son yayınlanan verilere göre, ağustos ayı itibariyle son on iki ayda ihracat 98.9 milyar dolar, ithalat 156.9 milyar dolar oldu. Son bir yılda dış ticaret açığı 58 milyar dolara ulaştı. Geçen yıl sonu bu rakam 54 milyar dolardı.
Eskiden dış açıkların korkutucu yanı geldiği büyüklüktü. 2001 yılında dış ticaret açığının milli gelire oranı yüzde 7.1’den 2005 yılı sonunda yüzde 11.8’e çıkınca, bu açık nasıl finanse edilecek diye kaygılar oluşmaya başladı. Şimdi bu oran yüzde 14’e fırladı. Finanse etmeye devam ediyoruz. Finanse etmekte zorlandığımızı da söyleyemeyiz.
SÜRDÜRÜLEMEZ DİNAMİK
Konunun kaygı verici yanı, artık dış açıkların geldiği boyut değil, dış açıklarda sürdürülemez bir dinamiğin oluşmuş olmasıdır. Bir yıldan diğerine milli gelirden çok daha hızlı artan dış açıklar bir noktada kaçınılmaz olarak tıkanmaya neden olacaktır. Uluslararası piyasalar ne denli elverişli olursa olsun, dış açıklardaki dinamik finansman olanaklarını da zorlamaya başlayacaktır.
2006 yılı ortasındaki çalkantıdan sonra dış ticaret açığındaki artışta hafif bir durulma yaşanmıştı. Son aylarda dış ticaret açığı yeniden artmaya başladı. Yatırım malları ithalatındaki artış durmuş gibiydi. Yılın ikinci yarısında yatırım malları ithalatındaki artış yüzde 8’lere ulaştı. Tüketim malları ithalatı azalıyordu. Yılın ikinci yarısından itibaren tüketim malları ithalatı da artmaya başladı. Ara mallar ithalatında kayda değer bir değişme zaten gözlenmemişti. Şimdi de, ara malları ithalatı yıllık bazda yüzde 23 civarında artmaya devam ediyor.
Petrol dışı ara malları ithalatı milli gelirden çok daha hızlı artıyor. Grafikten de anlaşılacağı gibi, 1 milyar dolarlık petrol dışı ara malları ithalatı karşısında 1990’lı yılların sonlarında 1987 yılı fiyatlarıyla 5 milyar YTL’den biraz az milli gelir üretebilirken, bugün aynı dolar miktarındaki petrol dışı ara malları ithalatıyla aynı bazda 1.6 milyar YTL milli gelir üretebilmekteyiz.
SEÇENEK VAR MI?
İhracatımızın önemli bir bölümünde giderek artan ithal ara malları kullanıldığını biliyoruz. Ama, mutlak dolar olarak petrol dışındaki ara malları ithalatındaki artış tarım dışı ihracatımızdan daha hızlı artmaktadır. Dolayısıyla, petrol dışı ara mallar ithalatının artmasının tümünü ihracattaki artışa bağlamak doğru olmamaktadır.
Ekonomide yaratılan toplam katma değerin giderek ithalata daha fazla bağımlı olmasının arkasında Türk Lirası’nın reel olarak değerlenmesinin etkisi elbette küçümsenemez. Ama, dış ticaret açığındaki büyümenin arkasında iç talep büyümesi de en az döviz kurları kadar önemli görünmektedir. Çıkmazımız, döviz kurları ile büyüme arasında bir seçeneğimizin olmamasıdır.
Bir başka olasılık da, milli gelir büyümesinin son altı yılda ölçülenin çok daha üzerinde olabileceğidir. Yoksa, ölçülenden çok daha yüksek milli gelirimiz mi var?
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2007
Bugünkü konjonktürde Türkiye’nin IMF’nin parasına ihtiyacı yok. Türkiye ekonomisinin ihtiyacı olduğu şey sağlam makro ekonomik politikaların uygulamada olduğu yolunda uluslararası piyasalara güven vermektir. IMF ile yeni bir yapı altında başka bir program yapmak bunu sağlayabilecektir. Yeni yapı, IMF’nin bir süredir üzerinde düşündüğü kriz olasılığını asgariye indirmeye yönelik ve uluslararası yatırımcılara "bu ülkeye saldırmaya kalkmayın, ekonomi politikaları sağlam ve ayrıca benim desteğimi hak etmiş bir ülkedir" diyen bir yapıdır. Türkiye’nin ihtiyacını karşılayan bir yaklaşımdır. Böyle bir programa döviz rezervleri hedeflemesi demek hem doğru değildir hem de programın mantığına aykırıdır.
İKİ AYAK
IMF’nin uygulamaya koyabileceği yeni yapının iki ayağı vardır. Birincisi, IMF ile bu programa giren ülkenin makro ekonomik politikalarının ekonomik istikrarı hedefleyen yönde olduğunun ve ileride de olacağına inanıldığının dünya kamuoyuna duyurulmasıdır. Bunu sağlamak üzere de IMF dönemsel gözden geçirmeler yapacaktır. Politika önlemleri önerecektir. Uygulamaların program dahilinde gidip gitmediğini kontrol edecektir.
İkinci ayak, IMF’nin bu programı yaptığı ülkelere belli bir borç verme limiti sağlayarak uluslararası yatırımcıların bir ülkeye saldırıp o ülkeden çıkmaya çalışmasını caydırmaktır. Yani, döviz rezervlerine ek yeni borç limitiyle uluslararası yatırımcılara "dövizleri biter diye bu ülkeye saldırmayın, bu ülkede döviz kolayca bitmez" denmeye çalışılmaktadır.
Her programın olduğu gibi, bu programın da eleştirilecek yönleri vardır.
En önemli eleştiri uluslararası yatırımcıların bu programın yapıldığı ülkelerdeki yapısal riskleri göz ardı ederek, yatırımlarını yanlış fiyatlayarak girmeleri ve "çıkmak IMF sayesinde zaten artık kolay oldu" diyerek yatırım disiplininden uzaklaşmalarıdır. Bir anlamda, IMF’nin düşündüğü yeni programı yatırımcıları "çıkmaktan caydırmak" yerine "girmeyi teşvik edici" olmasıdır. Yatırımcılar, çıkmak zaten kolay, döviz biterse, IMF bu ülkeye borç verecek diye düşünebilirler. Kısacası, uluslararası yatırımcılar yeni programı "çıkmanın maliyetini azaltıcı bir program" olarak görebilirler.
Bu risk küçümsenecek bir risk değildir. Ama, böyle bir programın uygulamaya konmaması için de yeterli değildir.
BİR BAŞKA AÇI
Madalyonun bir de diğer yüzü vardır. Gerçekten bir ülkenin IMF’den borç alıp rezervlerinin erimesini engelleyecek bir seçeneği olacak mıdır? Yani, işler sarpa sardığında, IMF borç verip, hatta işler o noktaya gelmeden, program yaptığı ülkenin kendi döviz rezervlerini kullanarak döviz piyasasına müdahale etmesine izin verecek midir? Bu sorunun yanıtı "mutlaka evet" değildir.
Geçmiş deneyimlerden biliyoruz ki, IMF döviz rezervlerinin kullanılmasından çok hoşlanmamaktadır. 2001 yılında Türkiye’nin döviz rezervlerini kullanması engellenmişti. O günden bugüne kadar da, ne zaman döviz piyasasına satım yönünde müdahale yapılmaya kalkılsa, IMF hoşnutsuzluğunu belirtmektedir. IMF’ye göre, dalgalı kur tam anlamıyla çalışmalıdır; Yatırımcılar aldıkları kararlardaki risklerin fiyatını ödemelidirler; Döviz kurlarındaki fırlamanın makro ekonomik dengelere yapacağı etki ikinci plandadır.
Bu bakış açısından, aslında uluslararası yatırımcılarda IMF ile bu programı yapan ülkelerden çabuk ve kolay çıkarım beklentisinin oluşması çok gerçekçi değildir. Dolayısıyla, böyle bir programın ilk ayağı bizim gibi ülkeler açısından yararlı olurken, ikinci ayağı uluslararası yatırımcıları şımartmamalıdır.
Finans piyasaları miyoptur. Yine de, belli olmaz!
Yazının Devamını Oku