25 Ekim 2007
IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantıları ABD’nin başkenti Washington’da yapıldı. Bu toplantılar yalnızca resmi heyetlerin görüşme zemini değil, aynı zamanda bankacıların da buluşma yeri oluyor. Finans piyasaları açısından bu yılki toplantıların ilginç olacağı düşünülüyordu. Çünkü, ABD’nin konut piyasasında başlayıp diğer gelişmiş ülke piyasalarını da içine alan krizin nasıl çözülebileceği yönündeki öneriler, akademik dünyanın konuya yaklaşımları, yetkililerin ve dünyanın büyük bankalarının bu konulardaki görüşleri önemliydi.
DENGELER İKİNCİ PLANDA
Dünyanın belli başlı bankalarının kurduğu, şimdi elliye yakın ülkeden 400’e yakın üyesi olan Uluslararası Finans Enstitüsü (Institute of International Finance - IIF) bu yıl yirmi beşinci yılını kutladı. IMF-Dünya Bankası toplantılarıyla beraber IIF bünyesinde de çeşitli etkinlikler yapılıyor.
Latin Amerika’daki banka risklerinin daha yakından analiz edilmesine yönelik çalışmalar yapması amacıyla 1982 yılında kurulan IIF kuruluşunun dördüncü ayında Latin Amerika’da patlayan Borç Krizi ile işe başladı. Daha sonra çalışma alanını genişletti. Şimdi tüm gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak çalışmalar yapıyor.
Kuruluşunun yirmi beşinci yılı IIF için heyecanlı bir yıldı. Bu kez, Borç Krizi, analiz ettiği gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde patlamıştı. Ama, toplantılarda konuşulanlar bu heyecanı yansıtmaktan uzaktı.
Büyük bankaların başkanları, ülkelerin maliye bakanları, merkez bankaların başkanları ve gözetim ve denetim kuruluşlarının sorumluları sorunları irdeleyip çözüm yolları üzerinde fikirlerini paylaşmak yerine sorun yokmuş gibi davranmayı tercih etti. Bu davranışlarıyla aslında sorunun düşünüldüğünden de daha büyük olabileceği izlenimi verdiler. Panik yaratmaktan korktuklarını gösterdiler.
Sanki, kısa dönemde dünya ekonomilerinin istikrar içinde büyümesinin önündeki en önemli sorun Çin parasının uluslararası değeriymiş gibi, Çin’in parasını değerlendirmesi gerektiği sıkça dile getirildi. Onlar da "hemen olmaz" deyip durdular.
Halbuki, gelişmiş ülkelerde yaşanması olası bir ekonomik durgunluğun nasıl aşılabileceği önemliydi. Ekonomik durgunluğun önlenmesine yönelik alınabilecek önlemlerin zaten artan enflasyon baskısını daha da artırmadan nasıl başarılabileceği tartışmaya değerdi. Bunlar yerine, dünya piyasalarında likiditenin önemi vurgulandı. Ölüm-kalım mücadelesinde kimsenin makro ekonomik dengelere aldırış etmediği gibi bir durum ortaya çıktı. Gelecekten çok, geçmişten söz edildi.
Gelişmekte olan ülkeler için de çok ciddi politika zorlukları söz konusu. Birçok gelişmekte olan ülkenin parası değerleniyor. Döviz rezervleri şişiyor. Merkez bankaları bo ortamda fiyat istikrarını sağlamakta güçlüklerle karşılaşıyorlar.
SORULAR
Bu sorunların nasıl aşılabileceği üzerinde kafa yormak yerine gelişmekte olan ülkelerde elde edilen başarılar öne çıkarıldı. Ama, o başarıyı sağlayan küresel şartların hızla değiştiği göz ardı ediliyor.
Örneğin, gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme durursa, gelişmekte olan ülkelerdeki büyüme devam edecek mi? Hammadde ve emtia fiyatları düştüğünde, gelişmekte olan ülkeler ne yönde etkilenecekler?
Uluslararası likidite kurumaya başlarsa, yüksek oranda cari işlemeler açığı veren Avrupa’daki gelişmekte olan ülkeler olumsuz büyüme ve enflasyon ortamını nasıl aşabilirler?
IMF’nin değişen şartlarda rolü ne olabilir? IMF alışıldığı üzere yine kurtarıcı rolünü mü oynamalıdır?
Şimdilik, büyük Amerikan bankalarının kurmayı planladıkları 80 milyar dolarlık fon yoluyla sorunların çözülebileceğini düşünerek avunuyoruz.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2007
Ağustos ayı itibariyle son bir yıllık cari işlemler açığı 33.2 milyar dolar oldu. Geçen yıl sonunda cari işlemler açığı aynı bazda 32.9 milyar dolardı. Geçen yılın ağustos ayında ise açık 30.7 milyar dolar olmuştu. Ekonomi büyümeye devam ediyor. Bu yılın ilk yarısında milli gelir geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5.2 büyüdü. Büyük bir olasılıkla, yılın ilk dokuz ayındaki milli gelir büyümesi de yüzde 5 civarında gerçekleşti. Buna rağmen, cari işlemler açığındaki büyüme geçmişe göre çok daha makul düzeylerde kaldı.
ALT KALEMLER
Cari işlemler dengesi iki farklı dengenin toplamıdır. Birinci denge dış ticaret dengesidir. Dış ticaret dengesi fob bazında (nakliye ve sigorta haricinde mal alım ve satımının tutarları) ihracat ve ithalatın farkıdır. Ekonomik büyümenin doğrudan etkilediği denge dış ticaret dengesidir.
Cari işlemler dengesini oluşturan ikinci denge hizmet alım ve satımları ile çeşitli transferleri içerir. Hizmet alım satımları turizm, nakliye ve müteahhitlik gibi sektörleri içerir. Cari transferler yabancı şirketlerin kar transferleri, Türk şirketlerinin yabancı ülkelerdeki karlarını yurda getirmeleri gibi para transferleridir.
Türkiye ekonomisi geleneksel olarak dış ticaret açığı verirken hizmetler ve cari transferler dengesi fazla verir. Dolayısıyla, cari işlemler dengesi çoğunlukla açık verir, ama açık, dış ticaret çığından daha küçüktür.
Örneğin, bu yılın ilk sekiz ayında, dış ticaret açığı (fob) 30.1 milyar dolar olurken, cari işlemler açığı 23.3 milyar dolarda kalmıştır. Çünkü, hizmetler ve cari transferler dengesindeki fazla 6.8 milyar dolar olmuştur.
Hizmetler ve cari transferler dengesinin en belirleyici unsuru Türkiye’nin turizm gelirleridir. Bu yılın ilk sekiz ayında turizm gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 9.7 artarak 12.3 milyar dolar oldu. Geçen yılın tümünde toplam turizm gelirleri 16.9 milyar dolar olmuştu. Bu yıl bir kazaya uğramazsa, büyük bir olasılıkla, turizm gelirlerinde 20 milyar dolara çok yaklaşacağız.
Cari işlemler dengesini yakından ilgilendiren bir diğer kalem işçi dövizleri denen yurt dışındaki Türk vatandaşlarının Türkiye’ye gönderdikleri paralardır. Geçmişte bu kalem çok daha önemliydi. Belki, turizm gelirlerinden de önemliydi. Son on yıldır önemini göreli olarak yitirdi. Örneğin, geçen yılın tamamında işçi dövizleri 1 milyar dolar civarındayken, bu kalemden Türkiye’nin elde ettiği gelir 1990’ların sonunda yılda 5 milyar dolar civarındaydı.
HİZMET TİCARETİ ÖNEMLİ
Geçen yıl ile karşılaştırıldığında, özellikle son aylarda, hizmetler ve cari transferlerdeki fazla geçen yıla göre daha büyük gerçekleşiyor. Dolayısıyla, dış ticaret dengesindeki açık artmaya devam etse de, cari işlemler açığındaki artış göreli olarak daha düşük gerçekleşiyor. Yılın ilk sekiz ayında, dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 4.4 artarken, hizmetler ve cari transferler dengesindeki fazla yüzde 15.4 arttı.
Cari işlemler açığını makul düzeylerde tutabilmek için özellikle hizmetler sektöründeki fazlanın artması Türkiye ekonomisi açısından hayati bir önem kazanmaya başlamıştır.
Seyahat nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2007
Türkiye ekonomisi 2001 Krizi’nden bu yana yıllık bazda yüzde 7.5 büyüdü. Bu yıl hedeflenen doğrultuda ekonomik büyüme devam ediyor. İhracat son beş yıldır dolar bazında yılda ortalama yüzde 22.2 büyüyor. Ağustos ayı itibariyle ihracattaki yıllık büyüme yüzde 22.7 oldu.
1984 ile 2000 yılları arasında Türkiye’ye giren doğrudan yabancı sermaye 10.2 milyar dolar olmuştu. 2001 yılından bu yana yurda giren doğrudan yabancı sermaye 52.8 milyar dolar oldu. Yalnızca bu yılın ilk sekiz ayında ülkemize 13.9 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye geldi. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü’nün (UNCTAD) Dünya Yatırım Raporu’na göre, Türkiye en fazla doğrudan yabancı sermaye çeken ülkeler içinde 16. sırada. Gelişmekte olan ülkeler içinde ise 5. sıraya yükseldi.
2002 yılına kadar, son yirmi yılda ortalama enflasyon yıllık ortalama yüzde 50 civarında gerçekleşti. Şimdi enflasyon yıllık yüzde 7 civarında.
Türkiye’de hane halkları mevduat yapıp kredi kullanmayan ekonomik birimlerdi. Şimdi, hane halkları mevduatlarının yaklaşık üçte biri kredi yoluyla yine hane halkları tarafından kullanılmaya başlandı. Hane halkları finans sistemine daha geniş bir yelpazede entegre olmaya başladılar.
Türkiye’de işgücü verimliliği küçümsenmeyecek boyutlarda arttı. İmalat sanayinde 1997 yılında bir işçi bir saatte 100 birim üretebilirken, 2006 yılında aynı işçi aynı sürede 165 birim üretmeye başladı. İşgücü verimlilik artışının çok önemli bir bölümü 2000’li yıllarda gerçekleşti.
Resim böyle. Bu resim Türkiye’nin daha önce aşina olmadığı bir manzarayı göstermektedir. Görmeye alışmadığımız bir tablo ile karşı karşıyayız. Belli ki, alışmakta da zorlanmaktayız.
Bütün bu gelişmelerin olduğu süre içinde hep düşük kurdan ve yüksek faizlerden şikayet edildi. Madem kurlar düşük, faizler dayanılmayacak kadar kötüydü de, bu tablo nasıl oluştu? Borçla değil. Daha önceleri de borç alıyorduk, ama bu resim karşımıza çıkmıyordu.
İTİBAR CELLATLIĞI
Hálá yüksek faizden şikayet ediliyor. Gazetelere kocaman ilanlar verilerek Merkez Bankası üzerinde faizleri yüksek oranda indirmesi için baskı yapılmaya çalışılıyor. Aslında, bu girişimlerle geçmişe özlem dile getiriliyor.
Merkez Bankası üzerindeki bu çeşit baskılar aslında karar vericileri çok zor durumda bırakıyor. Makro ekonomik gelişmeler yüksek bir faiz indirimini haklı gösterse dahi, faiz indirim kararı baskılar sonucunda alındı izlenimi yaratılıyor. Doğruyu yapmak şüphe uyandırırken, şüpheleri haksız çıkarmak uğruna yapılabilecek yanlışlar ülke ekonomisine zarar verebilir.
Merkez Bankası bu şekilde yanlış yapmaya zorlanıyor. Para politikasının itibarı sorgulanır hale getiriliyor. Halbuki, itibar cellatlığının şikayetçi kesimlere de bir faydası yok.
Salı günü Merkez Bankası kısa vadeli faizleri yalnızca yarım puan düşürdü. Yaygara yapanlara pek kulak asmadığını gösterdi sayılır. Yine de, artan belirsizlikler karşısında Merkez Bankası bu faiz indirimiyle küçümsenmeyecek riskler aldı.
RİSKLER
Petrol fiyatları varil başına 90 dolara yaklaşıyor. Uluslararası düzeyde siyasi belirsizlikler artmaya devam ediyor. Gelişmiş ekonomilerden kaynaklanan rahatsızlıklar geçmiş değil. Kamu finansmanındaki gevşemenin makro ekonomik sonuçları henüz makro ekonomik dengelere yansımadı. Kamu sektöründeki olası fiyat ayarlamaları enflasyon görünümünü alt-üst edebilir. İç talep büyümesi yeniden hızlandı.
Bütün bu riskler karşısında, yaygarayı bırakalım da, Merkez Bankası’nın başarısını ya da başarısızlığını enflasyon hedefine ne denli yaklaşıldığı ile değerlendirelim. Resmi karartmayalım.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2007
ELEKTRİK fiyatının artırılması gündemde. Ama, hükümet, kaçınılmaz gibi görünen bir kararı erteleyip duruyor. "Zam yapan hükümet" görüntüsü vermek istemiyor. Basına sızan haberlere göre, elektrik fiyatlarında yapılması gereken artış hiç de küçümsenecek boyutlarda değil. Yıllardır gerekli fiyat ayarlamaları ertelendiğinden, şimdi sorun daha da büyümüş olarak hükümetin kucağında bekliyor. Zam yapılsa, bir sorun, yapılmasa, bir başka sorun.
Yine basında çıkan haberlere göre, elektrik fiyatının artırmaktan başka bir seçeneği kalmayan hükümet elektrik fiyatlarını bir biçimde serbest bırakmayı planlıyor. Henüz ne şekilde elektrik fiyatlarının serbest bırakılacağının ayrıntılarını bilmiyoruz. Ama, yaklaşım genelde doğrudur.
GEÇMİŞ DENEYİMLER
Siyasi otorite çaresiz kaldığında, sorumluluğu üzerinden atmak için serbestleşmeyi bir seçenek olarak düşünüyor. Aslında, bu iyi bir gelişme. Bu yaklaşım 1980’lerden sonra benimsendi. Yaklaşım şöyle özetlenebilir: "kontrol edemiyorsan, serbest bırak" ya da "artırmak istemiyorsan, bırak piyasa artırsın." Bu şekilde, hükümetler sorumlu olmaktan çıkıp kabahati piyasanın üzerine atabileceğini düşünüyor olabilirler. İşin bu tarafı çok doğru değil.
1987 yılının ortasında Merkez Bankası’nın tespit ettiği mevduat faiz oranlarının artırılması gerekiyordu. Dönemin başbakanı rahmetli Turgut Özal şiddetle karşı çıktı. Çözüm olarak faizlerin serbest bırakılmasını istedi. Teknisyenlerin muhalefetiyle karşılaştı. Kendisi de galiba biraz korktu. Faizlerin birkaç puan artırılmasıyla durum idare edildi.
1988 yılı ortasında benzer bir durum yeniden yaşandı. Bu kez, Turgut Özal faizlerin serbest bırakılmasında kararlıydı. 1988 sonbaharında mevduat faizleri serbest bırakıldı. Bankacılıkta mini bir kriz yaşandı. 1994 bankacılık krizi ile 2001 Krizi’nin arkasında az ya da çok mevduat faizlerinin alt yapısı hazırlanmadan zamansız bir biçimde serbest bırakılmasının etkileri küçümsenemez. Ama, serbestlikle sorumluluğun bittiği anlamı çıkarıldı. Bu yanlıştı.
Petrol ürünlerinin fiyatlarının belli bir formül içinde serbest bırakılması da bu sektörde "fiyat ayarlamaları" yapmanın hükümetleri zorladığı bir aşamada yapıldı. İyi de oldu. Fiyat ayarlamalarındaki gecikmelerden kaynaklanan karmaşa önemli ölçüde giderildi. Şimdi, hükümetler petrol ürünleri fiyatları üzerindeki vergiler yoluyla tüketicilere yansıyan fiyatlarla oynayabiliyorlar.
ÇÖZÜM KAÇINILMAZ
Elektrik fiyatlarının belli bir biçimde serbest bırakılması da, petrol ürünleri piyasasında olduğu gibi, kamu finansmanını rahatlatıcı bir rol oynayabilir. Hükümetler "zam yapan otorite rolü" oynamak istemediklerinden, fiyat artışlarının sorumluluğu piyasalara bırakılabilir. Ama, en önemlisi, ekonomideki kaynak dağılımı gerçek maliyetleri yansıtan bir yapıya kavuşturulabilir.
Bir şekilde elektrik fiyatlarının serbest bırakılması bugünkü soruna çözüm değildir. Fiyatların artması gerekiyorsa, yöntem ne olursa olsun, fiyatlar artacaktır. Aksi takdirde, kamu finansmanı giderek altından kalkamayacağı yükleri üstlenmek durumunda kalacaktır.
Zaten bozulan kamu finansmanı vergilendirilen kesimlerin daha da fazla vergilendirilmesi yoluyla düzeltilmeye çalışılırken, elektrik gibi ekonomideki kanayan yaraların tedavi edilmelerinin ertelenmesi sorunları daha da ağırlaştıracaktır.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
IMF ile her masaya oturuşta faiz dışı fazla hedefi siyasi otorite tarafından bir biçimde gündeme getiriliyor. Neredeyse, faiz dışı fazla hedefini düşürmek hükümet açısından siyasi bir zafer kriteri oluyor. 2003 yılı başında faiz dışı fazlanın düşürülmesi istendi. IMF kabul etmedi. 2005 yılında sorun yine gündeme geldi. Yine kabul görmedi. Önümüzdeki yılın başlarında "IMF ile yola ya tamam ya devam" aşamasına geleceğiz. Konu yine gündeme geliyor.
Neden faiz dışı fazla bir sorunmuş gibi görünüyor?
BİR ÖRNEK
Faiz dışı fazla, devletin gelirlerinin, borç faizleri dışındaki harcamalarından daha büyük olmasıdır. Daha düşük faiz dışı fazla vermeyi hedeflemek ya devletin gelirlerinin azaltmayı ya borç faizleri dışındaki harcamaları artırmayı ya da ikisini birden yapmayı hedeflemek anlamına gelir. Yani, faiz dışı fazla hedefini düşürerek hükümet, "bırakın, kamu finansmanındaki disiplini biraz bozalım" demek istemektedir.
Konuya bir başka açıdan bakalım. Bir tüccar düşünün ki, aldığı 100 YTL borcu bankasına zamanında geri ödeyemiyor. Borcun vadesi geldiğinde, bankasından anapara borcu için 100 YTL yeni borç istiyor. Bu tüccar vadesi gelen borcunun 25 YTL tutan faizini de ödeyemiyor. Faizi için de borç istiyor. O da yetmiyor. Zararlarını finanse etmek için 50 YTL de taze borç istiyor. Yani, 100 YTL borcunun vadesi geldiğinde 175 YTL borçlanma ihtiyacında oluyor. Aslında bu tüccar müflis durumundadır. Bankalar bu tüccara borç vermekten kaçınırlar. Verdikleri borcu geri almanın yolunu aralar. Devletin finansmanı ile bir paralellik kurarsak, bu tüccarın faiz dışı açığı söz konusudur. 1990’lı yılların önemli bir bölümünde Türkiye’de kamu finansmanı bu haldeydi.
Diyelim ki, bu tüccar borcunun vadesi geldiğinde anapara borcu için 100 YTL, faizi için 10 YTL borç istiyor. Faizin 15 YTL’lik bölümünü kendi kaynaklarıyla ödeyebiliyor. Demek ki, bu tüccarın borçlanma ihtiyacı 110 YTL oluyor. Faiz dışı fazlası 15 YTL oluyor. Ama, kamu finansmanı diliyle, bu tüccar hala 10 YTL bütçe açığı vermektedir.
Bu tüccarın 100 YTL borcunun vadesi geldiğinde, 25 YTL faizini ve 20 YTL ana parayı kendi kaynaklarından geri ödeyebilecek durumda olduğunu düşünelim. Bu durumda, tüccarın borcunun vadesi geldiğinde, yeni borçlanma ihtiyacı yalnızca 80 YTL olacaktır. Kamu finansmanı ile bir paralellik kurduğumuzda, bu tüccar aslında 20 YTL bütçe fazlası vermektedir.
HEDEF NE?
Bu örnekten şu anlaşılmaktadır: Bütçe açığı verdiğiniz sürece, faiz harcamalarından daha düşük faiz dışı fazla verseniz dahi, borcunuzun vadesi geldiğinde, hala hem ana para hem de faizin bir bölümü için borçlanmak durumunda kalıyorsunuz. Kaynaklarınız aldığınız borcun faizini ödeyebilecek durumda değil. O halde, faiz dışı fazla hedefini düşürmek, borçlarınızın faizlerinin daha büyük bir bölümünü borçlanarak ödemeyi planlamak anlamına gelmektedir. Yani, giderek "müflis tüccar" düzeyine gelinmesi hedeflenmektedir.
Faiz dışı fazla hedefi devletin borç artışını disiplin altına almaya yönelik bir parametreydi. Bu alanda bir başarı sağlandı. Ama, artık bütçe açığı hedeflenmelidir. Hatta, beş yıllık bir perspektif içinde bütçenin dengelenmesi hedeflenmelidir.
Faiz dışı fazla hedefini düşürmeye çalışmak kamu finansmanında saçmalamaya başlanacağının habercisi olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2007
Bu yazı dizisinin başında siyasi otoritelerin iktisadi sorunların çözümünde para politikasına görev çıkarmayı tercih ettiklerini vurgulamıştım. Bunun örneklerini yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her ülkesinde görebiliriz. Konut kredilerindeki sorunların su üzerine çıkmasıyla Amerikan ekonomisinin durgunluğa doğru sürüklenme olasılığı arttı. Hemen para politikasına görev çıkarıldı. Ama, yıllardır artan bütçe ve cari işlemler açıkları konusunda siyasi otoritenin ortaya koyması gereken elle tutulur hiçbir öneri gündeme gelmedi.
Türkiye’de de yüksek cari işlemler açığı sorununa döviz kurlarından kaynaklanan bir sorun olarak bakmak benzer bir bakış açısından kaynaklanıyor. Siyasi otorite her durumda Merkez Bankası’na dönüp "siz parasal önlemleri alın biz siyasi kararları alırız" der. Parasal önlemler alınsa da, arkası gelmediğinden, bazen daha kötü sonuçlar dahi yaratılabilir.
FİYAT İSTİKRARI TAKINISI
Dünkü yazıda merkez bankacıların genelde tutucu olduklarından söz ettim. Tutucudurlar, çünkü yapabilecekleri hatanın daha yüksek enflasyon yaratma riskini asgaride tutmaya çalışırlar. Bu bakış açısı çoğu kez merkez bankacıların bazı şeyleri görmeden inanmamalarına neden olur.
Merkez bankalarının en yakından takip ettikleri gelişmelerden biri kamu finansmanıdır. Bütçe açıklarını merkez bankalarının finanse etmediği ülkelerde de bütçe açıklarının artması finans piyasalarına yaptığı baskı yoluyla enflasyonist olabilmektedir.
Olumsuz beklentilerin tohumlarını atmamak için maliye bakanları çıkıp ileriye dönük yapacaklarını anlatırlar. Ama, merkez bankacılar stratejilerini anlatılanların üzerine değil, yapılanlar üzerine kurarlar. Bir anlamda, "para otoritesiyle siyasi otorite arasında birçok ülkede para otoritesinin nazik konumundan kaynaklanan bir güvensizlik vardır" dense konu fazla abartılmış olmaz.
Dünyada para otoritelerine en sık yöneltilen suçlamalardan biri kafalarını fiyat istikrarına takıp çoğu zaman ekonomik büyüme koşullarına aldırış etmemeleridir. Para politikasının oluşumunda açıkça "enflasyon hedeflemesi" ilkesini benimsemiş ülkeler açısından bu eleştiri çok anlamlı değildir. Ama, Amerika gibi ülkelerde, para otoritesinin dikkat etmesi gereken gelişmeler yalnızca fiyat istikrarıyla sınırlı tutulmayıp ekonomik büyüme de açık hedeflerden biridir. Orada dahi, benzer eleştiriler gündemdedir. Neden?
SİYASİ UFUK
Siyasi otoritenin ekonomik konulardaki ufku iki seçim arasıyla sınırlıdır. Para otoritesinin fiyat istikrarı içinde ekonomik büyüme idealine yönelik ufku çok daha uzundur. Çatışma da genellikle buradan çıkar. Kısa dönemli büyüme için fiyat istikrarından fedakarlık etmek aslında uzun dönemli ekonomik büyümeyi sınırlayan bir stratejidir. Para otoriteleri açısından fiyat istikrarının önceliği buradan kaynaklanır.
Fiyatların durmadan arttığı ve yüksek oynaklıklar gösterdiği ortamlarda güvenilir tahminler yapmak zorlaşır. İktisadi açıdan anlam ifade eden tüketim ve yatırım kararları vermek olanaksızlaşır. Dolayısıyla, fiyat istikrarının bozulduğu ortamlarda ekonomik büyüme, eğer gerçekleşirse, potansiyelin ciddi biçimde altında olur.
Türkiye bunu otuz beş yıl yaşadı.
Zaman buldukça, para otoriteleri üzerine genel gözlemlere devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2007
Para politikasının beklenen sonuçlarını ekonomide göstermesi zaman aldığından, para otoritesinin orta dönemli bir bakış açısına sahip olması zorunludur. Orta vadeli bakış açısı doğal olarak ileriyi iyi tahmin edebilmeyi gerektirmektedir. Tahmin varsayımlara dayanır. Ekonomik dengelerin oluşmasında çok önemli etkenlerden ve tahminlerde kullanılacak olan varsayımlardan biri olan "ekonomik birimlerin beklentileri" para otoritesinin ihmal edemeyeceği bir olgudur.
Para otoritesinin ileriyi tahmin yöntemleri ne denli iyi olursa olsun, beklentilerin farklılaşmasıyla para otoritelerinin orta dönemde görmek istediği resim darmadağın olabilir. Bu nedenle, para otoriteleri için "beklentilerin idaresi" hayati bir önem taşır.
İTİBAR
Ekonomik birimlerin beklentilerinin para otoritesi gibi bir kurum tarafından etkilenebilmesi için tek önemli şart vardır: Ekonomik birimler gözünde para otoritesinin itibarı olmalıdır.
İtibar, zor kazanılan, ama çabuk kaybedilebilen bir meziyettir. O nedenle, para otoritesinin itibarlı olması; zaman ister, uygulamada tutarlılık ister, kararlılık ister, teknik donanım ister, yöneticilerinde dirayet ister, söylediğini yapmayı, yaptığını anlatabilme yetisi ister. Kısacası, itibarlı bir para otoritesi konuştuğunda, herkes susar, dinler, dinlediğine inanır ve ona göre hareket eder.
İtibarlı bir para otoritesi ekonomik birimler gözünde ve genel kamuoyu önünde güçlüdür. Bu güç kaba kuvvetle elde edilen bir güç değildir. Yani, "astığı astık, kestiği kestik" konumunda değildir. "Sağ gösterip sol vurmak" gibi bir uygulama tarzı da yoktur.
Aksine, hangi şartlarda nasıl hareket edeceğini topluma çok iyi anlatarak para otoriteleri ekonomik birimler için ileriye dönük "sürpriz" kaynağı olmaktan kaçınırlar. İtibarlarını pekiştiren önemli öğelerden biri de budur. Ancak bu şekilde, ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerini kendi hedefleriyle uyumlu bir biçimde oluşmasını sağlayabilirler.
HEDEF
Her para otoritesinin, zamana göre değişebilse de, bir hedefi vardır. Hedef, genellikle fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir. Kimisi bu hedefi bir rakam telaffuz ederek açıkça kamuoyu ile paylaşır. Bizde olduğu gibi, buna "enflasyon hedeflemesi" deniyor. Çoğu para otoritesi de hiçbir rakam telaffuz etmeden "fiyat istikrarı" diyerek hedefini ortaya koyar. Bunlar aynı amaç için farklı yaklaşımlardır.
Merkez bankacılar arasında genel kabul görmüş fiyat istikrarı tanımı yıllık yüzde 2 civarında enflasyondur. Buna baş parmak kaidesi de diyebiliriz.
İster açık, ister zımni olsun, para otoritelerinin hedefe yaklaşmaları için kullandıkları politika araçlarının hedefi etkileyebilme gücüyle sınırlıdır. Teknik dilde, araçtan amaca giden yola "aktarım mekanizması" deniyor. En kaba haliyle, para otoritelerinin etkileyebildiği ilk büyüklük, tanımı çok da açık olmayan "para miktarı" büyüklüğünü hedefi doğrultusunda ayarlamaktır. Bunun aracı da kısa vadeli faizlerin düzeyidir.
Kısa vadeli faizlerden piyasadaki para miktarına, piyasadaki para miktarından enflasyona giden yol, yani aktarım mekanizması, hem uzun hem de karmaşıktır. Aktarım mekanizmasındaki karmaşıklık işleri zorlaştıran bir olgudur, ama hedefin tutturulamaz olduğuna işaret etmez. Diğer tüm şartların olumlu olmaları halinde, para otoritelerinin kullandığı tahmin metotları ne derece gerçeği yansıtan yapıdaysa, öngörüler ne derece gerçekçiyse, para otoriteleri o derece başarılı olurlar.
Merkez bankacılar genelde tutucudurlar. Tutucu olmaları hata yapmaktan korkmalarından kaynaklanmaz. Belli kabul edilebilir sınırlar içinde elbette hata yapılacaktır. Ama, merkez bankacılar açısından, hata yapılacaksa, hatanın daha yüksek enflasyon yaratma yönünde olmaması olasılığını azamiye çıkarılması tercih edilir. Merkez bankacıları tutucu yapan bu kaygıdır.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2007
BAYRAM dolayısıyla ekonomik gündemin boş olduğunu düşünerek birkaç gün merkez bankacılığı konusunda dünyada genel kabul görmüş ya da tartışmalı bazı konuları işlemek istiyorum. Ekonomi ile ilgilenenler ve Türkiye’de ve dünyada para politikaları uygulamalarını yorumlamaya çalışan meraklı okurlar için bu bilgilerin faydalı olacağını düşünüyorum.
BAĞIMSIZLIK
Para politikası, uygulaması kolay ama ekonomideki beklenen sonuçlarını çok çabuk vermeyen bir ekonomi politika aracıdır. Süreç açısından para politikası konularında karar almak göreli olarak kolaydır. Çünkü, karar mekanizmasındaki üç-beş kişinin benzer görüşte olmalarıyla sonuç alınır.
Halbuki, bütçe (maliye) politikaları üzerine karar vermek çok daha geniş bir kitlenin görüş birliğine dayanır. Süreç uzundur. Ama, bütçe politikalarının sonuçlarını almak çok daha az zaman gerektirir. Uygulama açısından para politikasının birinci özelliği budur.
Para politikasının ikinci özelliği kısa sürede vatandaşın cebini doğrudan ilgilendirmemesidir. Özellikle, hane halklarının göreli olarak az borçlu olduğu bizim gibi ülkelerde para politikasının acı vermesi beklenen uygulamaları, bir vergi artışı ya da bir devlet harcamasının kısılması kadar hane halklarını rahatsız etmez. Dolayısıyla, siyasi otorite sorunların çözülmesine yönelik olarak daima para politikasını öne sürme eğilimindedir. Enflasyon olacaksa da, ileride olacaktır. Az ya da çok bütün dünyada bu böyledir. Bu nedenledir ki, faiz düzeyi bütün ülkelerde en sık tartışılan makro ekonomik bir fiyattır.
Gelelim para politikasının bazı inceliklerine. Para politikası devletin harcama politikası ile karıştırılmamalıdır. Devletin daha fazla harcama yapması mutlaka daha fazla para basılması anlamına gelmez. Harcadığı kadar vergi toplayan bir devlet hiçbir zaman para basmak ihtiyacında olmaz. Sorun, gelirinden fazla harcama yapmaya çalışıldığında çıkar.
Demokrasi gereği, devletin icra makamında halka kendini beğendirmeye endekslenmiş hükümetler açısından vergi toplamak sevimsizdir, ama harcama yapmak kendilerini sevimli göstermenin en kolay yoludur. Bu temel eğilim doğal olarak hükümetleri bütçe açığı vermeye zorlar. Para basılarak finanse edilen bütçe açıkları enflasyon yaratır.
Para politikasının siyasi otoritenin karar mekanizmasının dışına çıkarılması ihtiyacının temeli de budur. Bir anlamda, para politikasının siyasi otoriteden bağımsızlaştırılması, para basma makinesinin siyasi güdülerle çalıştırılmasını önlemeye yöneliktir. Siyasetten emir alması engellenen para otoritesi bu şekilde fiyat istikrarının sağlanmasına ve sürdürülmesine odaklanabilir.
DENEYİM KAZANACAĞIZ
Milton Friedman’ın dediği gibi, enflasyon, her zaman ve her yerde parasal bir olaydır. O nedenle para otoritesinin yapabileceği en iyi şey de enflasyonla mücadele etmektir. Bunun dışında para otoritesine verilecek her görevi para otoritesi yüzüne gözüne bulaştırır. Fiyat istikrarı diye bir olgudan söz edemeyiz. Yılların deneyimleriyle, birçok ülkede merkez bankalarına en iyi yapabilecekleri görev verilmiştir.
Türkiye’de bu bakış açısı göreli olarak çok yenidir. Konunun yeni olması yalnızca siyasi otoriteler ya da kamuoyu için değil, Merkez Bankası açısında da yenidir. Dolayısıyla, ekonominin tüm kesimleri uzun süren bir eğitim sürecinden geçeceklerdir. Deneyimlerimiz arttıkça, para politikasından beklentilerimiz ve uygulamalara getireceğimiz eleştiriler daha yerli yerine oturacaktır.
Hepinize iyi bayramlar.
Yazının Devamını Oku