9 Aralık 2007
"BANKACILIK, serbest piyasa dinamiklerine bırakılamayacak kadar nazik bir sektördür." Bu lafı ben değil, serbest piyasa ekonomisinin en büyük savunucularından Milton Friedman etmiş. Bu yargının ardında birbiriyle iç içe geçmiş birkaç neden var.
Birinci neden: Bankalarla müşterileriler arasında bilgi asimetrisi vardır. Bankalar müşterilerini çok iyi tanıyabilirler, ama müşteriler bankalarını o denli iyi tanıyamazlar. Müşterilerin bankaları hakkında tam bilgi sahibi olmaları maliyetli bir süreçtir.
İkinci neden: Bankaların batması, bankaları hakkında çok fazla bilgisi olmayan mevduat müşterilerinin de kaybı anlamına gelir. Bu haliyle bankalar normal ticari şirketlerden farklıdır. Şirketler battığında, kredi veren bankalar da zarar görürler. Ama, bankalar kredi verirken aldıkları riskleri ölçebilecek durumdadırlar. Mevduat müşterileri için aynı şeyi söyleyemeyiz.
SORUMLULUKLAR
Bu nedenlerle bankacılık yapabilme lisansa bağlanmıştır. Devlet, belli kurumların bankacılık yapabilmesine izin verir. Verilen izin, mevduat müşterileri açısından, bankalara para yatırmalarının risksiz olduğu anlamına gelir. Yani, devletin bankalar üzerinde zımni bir güvencesi söz konusudur.
Devletin bankalar konusunda verdiği zımni güvence aynı zamanda devlete bankaları gözetleme ve denetleme hakkı yaratır. Bankaların devletin verdiği güvenceye layık bir biçimde çalışıp çalışmadığı ve güvenceye layık olabilmek için nasıl çalışması gerektiği devlet tarafından tespit edilir.
Devletin bankalar üzerindeki gözetim ve denetimi bankaları idare etmek anlamı taşımaz. Bankalar kendi aralarında rekabetçi kurumlardır. Hepsi devletin güvencesi altında çalışsalar dahi, biri diğerlerinden farklı alanlarda kendini ayrıştırarak daha fazla iş yapma yarışı içindedir. Amaç, devletin koyduğu sınırlamalar içinde azami kár etmektir.
Rekabet içinde ne kadar risk alınacağı, verilecek servisin kalitesi, yoğunlukla pazarlanacak bankacılık ürünleri ve servis ağı gibi konular bankaların kendileri tarafından tespit edilir. Bunlar iş kararlarıdır. Devletin görevi, bankaların kendilerine yönelik aldıkları iş kararlarının bankaların sağlığını ne denli etkilediğinin; alınan risklerin bankaya konulan sermaye ile uyuşup uyuşmadığının; bankanın faaliyetlerinin sistem riski yaratıp yaratmadığının; ve bankaların evrensel bankacılık kuralları içinde çalışıp çalışmadığının tespitidir. Bu tespitler sonucunda devlet bankaların zımni güvenceye layık olup olmadığına karar verir. Gerektiğinde, yaptırımlar uygular.
Kısacası, devlet, bankaların evrensel bankacılık ilkeleri içinde kendilerine çizdikleri iş stratejisini belirleyemez. Bankaların belirlediği iş stratejisinin evrensel bankacılık ilkeleri ve bankanın sermayesiyle uyumlu olmasını temin etmek devletin görevidir.
ŞAPKALAR KARIŞMAMALI
Bu çerçevede, sermayesine normal getiri elde eden bir bankanın yöneticilerine ne kadar ücret ve ikramiye verdiği devleti ilgilendirmez. Bu konu bankanın sermayedarlarını ilgilendirir.
Aynı şekilde, bankaların müşterilerine sundukları hizmetler karşısında talep ettikleri ücretlerin düzeyi bankaların gözetim ve denetimi ile sorumlu devlet kurumunu ilgilendirmez. Bu konu bankaların müşterilerini ilgilendirir. Müşteriler, fiyatını beğenmediği servisi almaz. Rekabette kaybeden bir takım bankalar olur.
Eğer bankalar, tümüyle ya da aralarında bazıları bir araya gelerek, bir takım faaliyetlerinde piyasada "hakim durum" yaratarak rekabeti bozuyorlarsa, bu konu gözetim ve denetimi değil, bu konularda uzmanlaşmış rekabet otoritesini ilgilendirir.
Şapkaları karıştırmamak gerekir. Şapkalar karıştığına, bankalar üzerindeki gözetim ve denetimin gerçek etkinliği giderek azalır.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2007
YOLDAN geçene konut kredisi verilmiş. Şimdi o kredilerin çoğunda geri ödeme sorunları yaşanmaya başlamış. Bu çeşit krediler paketlenip yeni yapılandırılmış yatırım araçları oluşturularak tüm dünyaya satılmış. Konut kredilerini alanların ödeme güçlüğü içinde olduğu anlaşılınca yatırım araçları değer yitirmeye başlamış. Alıcısı kalmamış. Yani, ikinci piyasası ölmüş.
Olay yaygınlaşmış. Yalnızca konut kredilerinin paketlenmesiyle oluşan yatırım araçları değil, buna benzer diğer yatırım araçları ile özel sektör şirketlerinin çıkardıkları finansman bonolarının piyasaları da kurumuş. Finans piyasalarında faaliyet gösteren kurumlar ellerinde nakde dönemedikleri yatırım araçları ile kalmışlar.
ZARARLARIN TELAFİSİ
Bu durumun iki önemli sonucu ortaya çıkıyor. Birincisi, ellerindeki varlıkları satamayan kurumlar likidite sıkıntısına giriyorlar. İkincisi, ellerindeki yatırım araçlarının fiyatları düştüğünden zarar ediyorlar. Açıklanan zararlar kurumların likidite ihtiyacını daha da artırıyor.
Finansal istikrarı koruma adına gelişmiş ülkelerin merkez bankaları piyasaya para pompalıyorlar. Amerikan Merkez Bankası (FED) likidite sıkıntısını atlatabilmeleri ve zararların büyümemesi için bankalara hem para pompalıyor hem de kısa vadeli faizleri düşürüyor. Faizlerin düşmesiyle yapılandırılmış yatırım araçlarının değerinin düşmesinin önüne geçilmek isteniyor. Konut sektöründen başlayabilecek bir ekonomik durgunluk olasılığı düşürülmeye çalışılıyor.
Avrupa ve Japonya faizleri artırmaya hazırlanırken, finans piyasalarında çıkan karışıklıkla faiz artırımlarını durdurdular. Piyasaya para pompalamaya başladılar. Ama, faizlerin artırılmasını gerektiren ortam daha da kötü hale geldi. Son verilere göre, enflasyon Euro bölgesinde son altı yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Almanya’daki enflasyon baskısı giderek daha fazla hissediliyor.
Bankacılıkta batan kredi sermayeden düşülür. Yani, bir bankanın batırdığı kredi kadar sermayesi azalır. Buna karşı ilaç, geçmişe göre daha ucuz da olsa, borçlanmak değildir. Borçlanma ile zarar finanse edilebilir. Ama, firmanın karlılığı düzelmez. Zararın telafisi ancak sermaye artırımı ile olur.
FAİZ POLİTİKASI
Gelişmiş ülkelerdeki sorunun da tek çözümü zarar edip sermayeleri azalan ya da yok olan finans kurumlarının sermayelerinin artırılmasıdır. Merkez bankaları tarafından pompalanan likidite yapılan zararları telafi etmez. Finans kurumlarının yüzmelerine izin verir. Ama, zararların telafi edilemediği bir ortamda, finansal istikrarsızlık, her zaman olasılığı yüksek bir olgudur.
Faiz indirimleri giderek piyasaların aldığı yatırım pozisyonlarını haklı çıkartmaya yönelik olarak yapılmaya başlandı. Piyasalar FED’in faizleri biraz daha indireceği üzerine kumar oynayarak yatırım kararları alıyorlar.
Bu şartlarda, FED faiz indirmese, yatırımcılar daha da fazla zarar edip finansal istikrarsızlık olasılığı daha da artacak. Bir anlamda, FED faizleri gerçekten indirmek zorunda kendini hissediyor. Faiz indirimleri neredeyse çözüm değil, sorun olma noktasına geliyor.
Kısacası, sorunun asıl çözümü sermayeleri azalan finans sisteminde sermaye artırımına gidilmesidir. Sorunun çözümü için başlatılan faiz indirme süreci (ya da faizleri artırmama baskısı), sorunu daha da ağırlaştırabileceği gibi, para politikasının orta dönemde asıl hedefinden uzaklaşmasına da neden olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2007
SON aylarda çıkan enflasyon rakamlarıyla Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri düşürme sürecine girmesi bir çelişki yaratıyormuş gibi görünüyor. Yıllık enflasyon artıyor. Kısa vadeli faizler düşüyor. Halbuki, enflasyon arttıkça, faizlerin de artması lazım. Bu durum karşısında Merkez Bankası ne yaptığını anlatmaya çalışıyor. Diyor ki; siz şimdi yıllık enflasyonun arttığı görüntüsüne bakmayın; Aslında, 2-3 ay içinde enflasyon düşmeye başlayacak; Kararlarımı ileriye dönük enflasyona bakarak veriyorum. O nedenle de faizleri indiriyorum; Aksi takdirde, bugün faizleri indirmesem, önümüzdeki aylarda reel faizlerin çok yüksek kalmasıyla ekonomik faaliyetler gereğinden fazla yavaşlayabilir.
Ekonomik birimlerin bu hikayeyi satın alması durumunda bir sorun yok. Bu hikayenin satın alınması demek ekonomik birimlerin de Merkez Bankası’nın beklentileri doğrultusunda beklentilerinin oluşması anlamına geliyor. Galiba, bu konuda sorunlarımız var.
BEKLENTİ UÇURUMU
Enflasyonun artış gösterdiği bir dönemde ekonomik birimler ileride enflasyonun ineceği hikayesini pek satın alamıyor. Üstelik, enflasyonun daha da artabileceği yönde bir sürü de risk var. Ama, Merkez Bankası nominal faizlerin düşmesiyle reel faizlerin daha da düşeceğinin hesaplarını yapıyor. Beklentiler paralel olmayınca, enflasyonu daha da artıran mekanizmalar kendiliğinden devreye girmeye başlıyor.
Açık enflasyon hedefinin uygulamaya geçmesinden bu yana hedef henüz tutturulamadı. Aksine, her yıl gerçekleşen enflasyon hedeflenenden iki mislinden daha yüksek seyrediyor. Bu anlamda, Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi konusunda henüz itibar oluşturabilmiş değil. O nedenle de, ekonomik birimler açısından, duyduğu değil, gördüğü önemli oluyor.
Gelinen noktada, Merkez Bankası, "enflasyon hedefine olabildiğince yaklaşma" ile bunun göreli olarak kısa bir dönemde gerçekleşmesinin neden olabileceği "ekonomik faaliyetlerde yavaşlama, hatta gerileme" arasında bir tercih yapmak durumunda.
Merkez Bankası, "yumuşak enflasyon hedeflemesi" yaklaşımı ile kendini hem enflasyona hem de ekonomik büyümeye bakmak zorunda hissedebilir. Bu yaklaşım çok garip değildir. Sorun, uzun yıllardır yüksek enflasyon ortamında yaşamış bir toplumun enflasyonun söylendiği düzeylere inemeyeceğine kendini inandırması, hatta enflasyonu geldiği düzeyleri geçici ve tesadüfi olarak görmeleridir. Temel beklenti, bir şeyler olup enflasyonun nasılsa tekrar yükseleceğidir. Farklı biçimlerde, enflasyonun artması yönünde toplumun farklı kesimlerinden zaten talepler vardır.
Bu şartlar altında, Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesini baz alan para politikası uyguladığını söyleyip enflasyonun hedeften oldukça uzakta seyretmesi temel beklentileri güçlendiren bir unsur olmaktadır. Ekonomik birimler kendilerinin haklı çıktığını düşünmektedir. Kısacası, Merkez Bankası’nın para politikasını oturttuğu beklentilerle ekonomik birimlerin beklentileri arasında küçümsenmeyecek bir uçurum oluşmaktadır. Oluşan bu uçurum Merkez Bankası’nı enflasyonu hedefleyen bir kurum olmaktan çıkarıp enflasyonu hedefliyormuş gibi yapan bir kurum konumuna getirmektedir.
MALİYETSİZ BAŞARI
Aslında, enflasyonun hedeflenen değil, hedefleniyormuş gibi yapılan bir büyüklük olarak görülmesi enflasyonun düşmesini tek başına geciktiren ve güçleştiren bir neden haline geliyor. O nedenle de, özellikle geçiş dönemlerinde (bizim içinde bulunduğumuz dönem), merkez bankalarının ekonomik büyüme yerine enflasyon hedefinin tutturulmasına çok daha fazla önem vermesi bir gereklilik oluyor.
Bu süreçte, beklentilerin katılığı nedeniyle, hedeflenen enflasyona yaklaşmanın maliyeti yüksek oranda üretim kaybı olabilir. Elbette, üretim kayıpları iktisadi olarak da, sosyal olarak da arzu edilen bir sonuç değildir. Ama, beklentilerin katılığı durumunda, enflasyon hedeflemesinin itibarı ve düşük enflasyonun gerçekleşmesi açısından bu maliyete katlanmaktan başka bir seçenek de yoktur.
Kalıcı fiyat istikrarının maliyetsiz elde edilebileceğini düşünüyorsak, bugünkü enflasyon düzeylerini arayacağımız günleri de görmek bizleri şaşırtmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
YIL sonuna yönelik bir enflasyon düzeyi hedefleniyor. Ama, hedefin oldukça uzağında kalınıyor. Önümüzdeki 12-24 ay içinde "hedefin ulaşılabilirliği" üzerine raporlar yazılıyor. Ekonomik birimlerin buna inanması bekleniyor. Bir süre sonra konu o hale geliyor ki, hedef hep ulaşılabilir gibi görünüyor, ama hiç ulaşılamıyor. Hatta, 12-24 ay içinde hedefin altında kalınabileceği olasılığı üzerine faiz politikası oluşturuluyor. Bütün bunların üzerine ekonomik birimlerin gözlemlediği enflasyon artış eğilimine giriyor. Sade vatandaşın kafası karışıyor.
Gelişmeleri anlatmak için süslü akademik gerekçeler sıralanabilir. Ama, bu gerekçelerin hiçbiri, enflasyon hedeflemesi politikasını ciddiye almasını istediğimiz kitleler tarafından kabul edilebilir olamaz. Çünkü, ekonomik birimler, uzun süreli bir ekonomik istikrarsızlık döneminden sonra, gördüğüne inanır hale geliyorlar. Konunun bu yanı çok önemlidir.
ÇIKMAZ YOL
Kasım ayı tüketici fiyatları enflasyonu yüzde 1.95 oldu. Yıllık enflasyon yüzde 8.4’a dayandı. Büyük bir olasılıkla, 2007 yılı sonu enflasyonu yüzde 9-10 aralığında gerçekleşecek. Yani, hedefin iki katından fazla uzakta kalmış olacağız.
Enflasyonun yüksek çıkmasının ardında, artan dolaylı vergiler, su fiyatlarındaki artışlar, bozulan kamu finansman dengesi (zaten dolaylı vergiler bu nedenle artırıldı), gıda fiyatlarının önlenemeyen yükselişi ve hizmet fiyatlarındaki katılıklar sayılabilir. Bunların hepsi doğrudur.
Bazı nedenler bir kereye mahsus fiyat artışlarını getirmiştir. Dolayısıyla, bir yıl sonra aynı nedenlerle fiyatlar yine artmayacaksa, yıllık enflasyon rakamları bu bir kereye mahsus enflasyonu artıran olgulardan arınmış olacaktır. Böylece, enflasyondaki yükseklik geçicidir de denebilir. Ama, bu şekilde ekonomik birimleri ikna edemeyiz.
Hedeften bu denli uzakta kalmak hedefin ciddiyetini yok etmektedir. Enflasyon hedeflemesi politikasını laçka etmektedir. Bu yaklaşımı anlamsızlaştırmaktır. O kadar ki, Merkez Bankası’nın itibarının korunması amacıyla enflasyon hedeflemesinden vazgeçilmesi artık enflasyonla mücadeleden vazgeçilmesi olarak algılanacaktır. Yani, para politikası ciddi bir çıkmaza sürüklenmektedir.
KAFAYI TAŞA VURMAK
Böyle bir ortamda, daha başka riskler de olduğu halde, Merkez Bankası kısa vadeli faizleri daha da düşüreceği yönünde piyasaları ikna etmiş görünüyor. Piyasalar da kárlarını artıracağı beklentisiyle bu tutuma alkış tutuyorlar. Ama, ekonomik birimler gözünde enflasyon hedeflemesi politikası hızla itibar yitiriyor. Doğal olarak, Merkez Bankası’nın itibarı da aynı yönde gidiyor.
Öyle görünüyor ki, Merkez Bankası, kendi rızasıyla tespit edilen "enflasyon hedefi" ile bu hedefle tutarlı para politikasının yaratabileceği "ekonomik faaliyetlerde yavaşlama riski" arasında bocalamaktadır. 2006 yılının başına kadar böyle bir sorun yoktu. Düşen enflasyon ortamında yüksek ekonomik büyüme gerçekleşmişti.
Şimdi, diğer dışsal etkenlerle beraber, enflasyon ile ekonomik büyüme arasında kısa dönemde bir tercih yapılması gereği ortaya çıkıyor. Bu tercih zorunluluğunda, Merkez Bankası’nın enflasyon ve ekonomik büyümeye vereceği göreli ağırlık ölçüsünde enflasyon hedeflemesi ya laçka olacaktır ya da ekonomik birimler Merkez Bankası’nın enflasyon hedefi konusunda ciddi olduğunu başlarını taşa vurarak öğreneceklerdir.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2007
ULUSLARARASI Para Fonu’nun (IMF) esas sözleşmesinin 8. maddesinde üye ülkelerin bir ilke olarak kambiyo rejimlerinde bir kısıtlamaya gidemeyeceği yazılıdır. Çeşitli iktisadi nedenlerle kambiyo rejiminde kısıtlamaya gitmek zorunda olan IMF üyesi ülkeler kendilerinin 8. maddeden geçici olarak muaf tutulmalarını talep ederler.
IMF, üye ülkelere yaptığı dönemsel ziyaretlerde 8. maddeden muaf tutulan ülkelerde muafiyet nedenlerinin haklı olup olmadığına da bakar. Haklı gördüğünde, muafiyetin devam etmesine karar verilir. Türkiye 1990 yılında kambiyo rejimindeki kısıtlamaların neredeyse tamamını kaldırarak 8. maddeden muaf tutulma talebini geri çekti. Popüler deyimiyle, IMF’nin esas sözleşmesinin 8. maddesindeki tanım çerçevesinde Türk Lirası "konvertibl" oldu.
REKABET
1990’lı yıllar tüm dünyada kambiyo rejimlerinin serbestleşmesi akımına sahne oldu. Dünya ekonomilerinin yüzde 20’si serbest kambiyo rejimine sahipken 2000’li yıllarda dünya ekonomilerinin yüzde 60’ı serbest kambiyo rejimi altında çalışmaya başladı.
Serbest kambiyo rejimi kaynakların en ekonomik bir biçimde kullanılmasını sağlamak açısından doğru bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım yerli parayla yabancı paraların serbestçe rekabet edebileceği bir ortamda kendinden istenen sonuçları verir. Dünya’da ortalama enflasyon yüzde 3’ken Türkiye yüzde 50’nin üzerindeki enflasyonuyla kendi parasını yabancı paralarla rekabete sokmuştur. Bu rekabette çok zorlanmıştır. Hala da zorlanmaktadır.
Amerika’da da kambiyo rejimi serbesttir. Ama, dış ticaret yapan şirketlerin Amerika’da yerleşik bankalarda yabancı para cinsinden mevduat açabilmelerine ancak 1990’lı yıllarda izin verilmiştir. Dış ticaret faaliyeti olmayanların dolar dışında Amerika’da yerleşik bankalarda döviz mevduatı açabilmesi söz konusu değildir. Amerika’da yerleşiklerin tasarruflarını yatırım fonları yoluyla yurt dışındaki bono ya da hisse senetlerinde değerlendirmeleri serbesttir. Yabancıların da Amerika’daki bono ve hisse senetlerine yatırım yapması serbesttir.
Serbest kambiyo rejimleri genelde kendi ülkesinde yaşayanların yerli parayı kullanmalarını, yabancıların da gelip yerli parayı kullanmalarını teşvik edecek şekilde düzenlenir. Bizde yabancıların yerli parayı kullanmaları teşvik edilirken, yurt içinde yerleşiklerin de doğrudan yabancı para kullanmaları teşvik edilmektedir. Aslında buna izin verilmektedir. Teşvik, Türk parasının içinde bulunduğu durumdan kaynaklanmaktadır. Türk Lirası çoğu zaman yabancı paralarla rekabet etmekte zorlanmaktadır.
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Şimdi de böyle bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem o kadar da çabuk geçmeyecek. Geçmişten kalan alışkanlıklarla, Türkiye’deki iktisadi birimler, göreli getirileri ne olursa olsun, dövizden Türk Lirası’na geçmek istemiyorlar.
Örneğin, son beş yıldır dövizin getirisi neredeyse sıfır, hatta eksiyken, iktisadi birimler döviz varlıklarını belli bir miktarın altına (toplam varlıklarının yaklaşık üçte biri) düşürmediler. Hatta, döviz kurları belli bir düzeye geldiğinde, dövize geçmeyi bir fırsat olarak gördüler. Böyle bir ekonomide yerli paranın itibarını tesis etmek, eğer olanaksız değilse de, çok zor olmaktadır. Bu da para politikasının etkinliğini azaltan en önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Çözüm, serbest kambiyo rejiminden vazgeçmek değil. Ama, bu konulardaki serbestliğin de sınırları olması doğal olmalı. Bu açıdan, döviz kazandırıcı faaliyetleri olmayan şirketlerin döviz borçlanmalarının önünü açmak değil, piyasa şartları içinde bu kredileri geriye bakarak karlı olmaktan çıkaracak mekanizmalar üzerine kafa yormalıyız.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2007
KAMBİYO rejimi en serbest olan ülkelerden biriyiz. İstikrarsız bir paranın ortada dolaştığı bir dönemde kambiyo mevzuatını tamamen serbestleştirdik. İstikrarsız bir parayı istikrarlı paralarla rekabete soktuk. O dönemde ne yaptığımızın tam farkında olup olmadığımızdan emin değilim.
Döviz krizlerinden çıkışta kambiyo mevzuatın serbestleşmesi krizlerden çıkışı kolaylaştırıyor. Ama, aynı serbest rejim istikrarı tesis etmede önemli zorluklar çıkarabiliyor. Türkiye, şimdi olabildiğince serbest bir kambiyo rejimi altında parasına istikrar getirmeye çalışıyor. Ama, olabildiğince serbest kambiyo rejimi istikrarı hedefleyen para politikası araçlarının etkinliğini azaltıyor.
KRİZLERE ENDEKSLENME
Türk Lirası faizleri göreli olarak düşük olarak algılandığında, tasarruflar dövize kayıyor. Kredi kullanmak isteyenler Türk Lirası üzerinden kredi kullanmak istiyorlar. Türk Lirası faizleri göreli olarak yüksek olarak algılandığında, tasarruflar Türk Lirası’na kayıyor. Kredi ihtiyacı içindekiler döviz kredisi almayı tercih ediyorlar. Mevzuat nedeniyle Türkiye’deki bankalardan doğrudan döviz kredisi alamayanlar Türkiye’deki bankalardan aldıkları teminat mektupları karşılığında yurt dışındaki bankalardan döviz kredisi kullanıyorlar. Yani, kaçacak bir delik buluyorlar.
Enflasyonla mücadele amacıyla Merkez Bankası faizleri artırdığında, şirketler kesimi döviz kredisini tercih ediyorlar. Ülkeye döviz girdikçe zaten döviz kurları da düşme eğilimine giriyor. Döviz kredisi çok daha ucuza gelmeye başlıyor. Dolayısıyla, Türk Lirası faizlerinin artmasının iç talebi sınırlaması işlevi zayıflıyor. Ekonomik birimler göreli faiz düzeylerine göre varlıkları ve yükümlülüklerinin farklı paralardan oluşan kompozisyonunu istedikleri gibi oluşturabiliyorlar. Bu serbestlik para politikası araçlarının göreli etkinliğini azaltıyor, hatta yok edebiliyor. Balonun bir tarafına basıldığında, diğer tarafı şişiyor. Balonun içindeki havayı almak her zaman mümkün olmuyor. Havayı krizler alıyor.
Ekonomi kitaplarında "faizler yükselirse, ekonomik büyüme düşer" şeklinde bazı analizlerden söz edilir. Halbuki, Türkiye ekonomisinde Türk Lirası faizleri göreli olarak yüksek olduğu dönemlerde ekonomik büyüme rekorlar kırmaktadır. Bugün de durum aynıdır. Nedeni kambiyo rejiminin sağladığı kolaylıklardır. Bunun sonucu da kendi ekonomik birimlerine kendi parasının kullanmasını mecbur tutamayan bir ülkede kendi parası cinsinden istikrarın oluşturulmasının çok zor olması gerçeğidir. Ekonominin soğulabilmesi bu şartlarda ancak krizler yoluyla olabiliyor.
SORUN BİZLERİZ
Söylentiler doğruysa, kambiyo rejimini düzenleyen 32 sayılı Bakanlar Kurulu kararında bir değişime gidilerek Türk şirketlerinin (en azından belli sektörlerdeki), Türkiye’deki bankalardan döviz kazandırıcı faaliyetleri olup olmadığına bakılmaksızın döviz kredisi kullanmasının önü açılmak istenmektedir. Bu şekilde, özel sektörün dış borçlarının artışının önüne geçileceği düşünülmektedir. Halbuki, yapılması gereken, ekonomik konjonktürden bağımsız olarak, yurt dışı borçlanmaların maliyetini Türk Lirası kredilerin maliyetine eşitleyecek ya da yaklaştıracak bir mekanizmanın oluşturulmasıdır. Aksi takdirde, istikrarı sorgulanan bir paranın istikrarlı olduğuna inanılan paralarla rekabet edebilmesi mümkün değildir.
Asıl sorun, yabancıların paralarını getirip götürmeleri değil, istikrara yönelik ekonomi politikalarının etkinliği açısından, yurt içinde oturanların kendi paraları ile yabancı paralar arasında gidip gelmeleridir.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
TÜRKİYE’de döviz üzerinden işlem yapmak serbest. Mali tasarruflar döviz olarak tutulabilir. İstenirse, yurtdışında mevduat yapılabilir. yurtdışından kredi alınabilir. Kısacası, "Türkiye’de yerleşik kişi ya da kurumların yurt içinde ya da yurtdışında TL üzerinden yapabilip de döviz üzerinden yapamayacağı hiçbir işlem yoktur" dense abartılı olmaz.
Kambiyo rejimindeki bu sınırsız serbestliğe önemli birkaç sınır vardır. Bunlardan en önemlilerinden birisi Türkiye’de yerleşik bankaların ancak döviz kazandırıcı faaliyetlerde bulunan Türkiye’de yerleşik şirketlere döviz kredisi verebilecekleridir.
Örneğin, ihracatı olan bir firma bir Türk bankasından döviz kredisi kullanabilir. Ama, ihracatı ya da başka bir döviz kazandırıcı faaliyeti olmayan bir şirket Türkiye’de yerleşik bankalardan döviz kredisi kullanamaz. Onlar yurtdışındaki bankalardan döviz kredisi kullanabilirler ya da yurt içindeki bankalardan dövize endeksli kredi alabilirler.
YURTDIŞI BORÇLANMAYA ÇÖZÜM
Son yıllarda yurtdışından şirketlerin borçlanmaları arttı. yurtdışından borçlanmaların artmasının arkasındaki en önemli neden döviz kurlarının düşmesiyle döviz kredisinin YTL kredisine göre çok daha ucuz olması. Geçmişe göre yapılan hesapla ucuz görünen döviz kredilerine doğal olarak talep artıyor. Döviz kazandırıcı faaliyeti olmadığı için yurt içindeki bankalardan döviz kredisi alamayan şirketler doğal olarak yurtdışından kredi alıyorlar. Bir başka açıdan, döviz kazancı olmayan şirketler kur gelişmeleri üzerine kumar oynuyorlar. Bu kumar bir noktadan sonra sistem riski yarattığı halde, birkaç uyarı dışında, şimdilik durumu herkes seyrediyor.
Aslında, yurtdışından alınan kredilerin arkasında yine Türkiye’deki bankalar var. Çünkü, çok az sayıdaki Türk şirketinin doğrudan yurtdışından borçlanabilme kabiliyeti var. yurtdışı borçlanmaların arkasında Türkiye’deki bankaların kefaleti söz konusu. Bir Türk şirketi yurtdışından borçlanma yapmak istediğinde, Türkiye’deki bir banka mutlaka bu krediye kefil oluyor. Şirket, yurtdışına olan borcunu ödeyemediğinde, kefil olan Türkiye’deki yerleşik banka şirketin yurtdışına olan borcunu ödüyor, şirket Türkiye’deki bankaya borçlu kalıyor. Yani, yurtdışı borçlanmalarda da Türkiye’deki bankalar kredi riski alıyorlar.
Her şey serbestken, Türkiye’deki şirketlerin Türkiye’deki bankalardan hiçbir şart olmadan borçlanabilmesinin önündeki bu engelin kaldırılması yıllardır gündemdedir. Özellikle, Türkiye’deki bankaların döviz varlıklarının çok olduğu dönemlerde (bugünkü gibi), bu konu daha sık gündeme gelir. Bankalarımızın isteyene döviz kredi açabilmesi istenir. Bu şekilde, yurtdışı borçlarımızın boşuna artmasının önüne geçilebileceği iddia edilir. Bugünlerde bu kısıdın da kaldırılacağı söylentileri ortada dolaşıyor.
YERLİ PARA KULLANIMI
Konu bu şekilde ortaya konduğunda, kambiyo rejiminde her şeyi serbest bırakan bir ülkenin bu konuda da serbestlik getirmesinin doğal olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama, asıl tartışılması gereken, "daha fazla serbestlik mi?" yoksa "bazı serbestliklerin aslında makro ekonomik dengeleri tehdit edici tohumlar taşıdığı mı?" olmalıdır.
Dünyada kambiyo rejimi en serbest olan ülkelerin başında gelmekteyiz. Aynı zamanda, kendi parası dışındaki paraları en fazla kullanan ülkelerin de başındayız. Yıllar süren ekonomik istikrarsızlıkla kendi paramızı dışlayıp yabancı paralar üzerinden işlem gören bir ekonomi yaratmışız. Şimdi, kendi paramızın iç ve dış değerine istikrar getirerek kendi parasını kullanan bir ülke olmaya çabalıyoruz. Ama, bu çabanın önünde en büyük engellerden biri de yürürlükteki kambiyo rejimi olmaktadır.
İlk bakışta bir çelişki gibi görünen bu konuya yarın gireceğim.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
ORTALAMA fiyatlardaki değişme makro ekonomik bir olgudur. Dolayısıyla, enflasyon görünümünü makro ekonomik büyüklüklere bakarak irdeleyebiliriz. En azından, temel enflasyon diyebileceğimiz "enflasyondaki hakim eğilimler" makro ekonomik büyüklüklere bağlıdır. Petrol ya da gıda fiyatları gibi, ekonomik eğilimlerin dışında hareket edebilen fiyatlar enflasyon görünümüne ancak geçici etki yapabilirler. Buna karşılık, bu fiyatlardaki dışsal etkiler uzun bir zamana yayıldığında, temel enflasyon görünümüne makro ekonomik şartların yanında dışsal unsurların da eklenmesi zorunludur.
PARA, ÜCRET VE İTHALAT
Enflasyon parasal bir olgudur. Dışsal unsurlar bir tarafa bırakıldığında, temel enflasyonun doğrudan ilişkide olduğu büyüklük para arzıdır. Çok farklı para arzı tanımları vardır. Hangi tanımdaki para arzının enflasyon üzerinde daha etkili olduğu tüm ülkelerde tartışılır. Hangi para arzı göz önüne alınırsa alınsın, para arzını yaratan en önemli unsur Merkez Bankası bilanço büyüklüğü ya da onun bir bölümüdür.
Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğündeki artış 2005 yılının ikinci yarısında hızlanmıştı. Artış yıllık bazda 2006 yılının ortasında yıllık bazda yüzde 40’ı geçmişti. Uluslararası piyasalarda çıkan dalgalanmayla Merkez Bankası bilançosunu cömertçe artırmaktan vazgeçti. Bu da enflasyona olumlu yansıdı. Son üç aydır Merkez Bankası bilançosu yıllık yüzde 5-7 arasında artıyor. İleriye dönük enflasyon görünümü açısından, bu eğilim devam ettiği taktirde, temel enflasyonun olumsuz etkilenme olasılığı azdır.
Enflasyon görünümünü yakından ilgilendiren bir diğer unsur ekonomideki ortalama ücretlerin zaman içindeki gelişimidir. Bizde ekonomik analizlerde çok fazla yer verilmese de, reel ücretlerin emeğin verimliliğinden daha fazla artması enflasyon üzerinde arz yönünden olumsuz bir etki yapan unsurlardandır. Tersi bir gelişme de enflasyon görünümünü düzeltir.
Aslında, Türkiye’de enflasyonun hızla tek haneli rakamlara inmesinin arkasında reel ücretlerin emek verimliliğinden daha az artması hatta reel ücretlerin düşmesi olgusu küçümsenemez. Örneğin, 2000 yılında 100 olan imalat sanayindeki reel ücretler 2006 yılı sonunda 85 civarına geldi. Krizle beraber 2002 yılına kadar reel ücretler 80’e kadar hızla düşmüştü. 2002 yılından sonra reel ücretlerde gözlenen istikrara rağmen, emek verimliliğinde küçümsenmeyecek artışlar yaşandı. 2000 yılında 100 olan imalat sanayinde emeğin verimliliği 2006 yılı sonunda 140’lara geldi.
Dışa açık bir ekonomide yurt içindeki enflasyonist fiyatlama alışkanlıklarını değiştiren ya da fiyatlamayı disiplin altına alan unsurlardan biri ithalattır. Krizden sonra uluslararası likidite şartlarının da olumlu gelişmesiyle artan ithalat yurt içindeki fiyat artışlarını büyük ölçüde disiplin altına aldı.
RİSKLER
Sosyal açıdan reel ücret artışlarının emeğin verimliliğinden daha az artması, hatta reel ücretlerin düşmesi elbette sevimsizdir. İthalatın hızla artıp cari işlemler açığının artmasıyla yaratılan finansman riski de ekonomik açıdan olumlu sayılmaz. Ama, bu iki etken de Türkiye’de temel enflasyonu olumlu etkilediler. Yaşanan bu gelişmelere yüksek enflasyondan daha düşük enflasyona geçiş sürecinin sıkıntıları olarak değerlendirebiliriz.
1989 yılındakine benzer şekilde, siyasi kaygılarla, reel ücretlerin kısa bir süre için dahi olsa ciddi boyutlarda artırılması enflasyon görünümü açısından çok ciddi bir risktir. Aynı şekilde, uluslararası likidite şartlarının bozulup artan kurlar ve dış kredi olanaklarının kısılmasıyla ithalat talebinin düşmesi enflasyon görünümünü bozacak risklerdendir.
Yazının Devamını Oku