28 Şubat 2005
<B>FİNANS </B>piyasaları tahminlerin ötesinde çok iyimser. Bu iyimserliğe sanayi kesimi de katılıyor. Böyle bir ortamda, iyi haberler satın alınıp fiyatlara olumlu yansıyor. Faizler ve kurlar düşüyor. Kötü haberler ise satın alınmıyor. Yalnızca izleniyor.
İyimserliğin iki önemli nedeni var. Birincisi, bugüne kadar yapılan reformları bir şekilde gerçekleştiren siyasi irade programlanan reformları da bir şekilde yapacağına yönelik olarak piyasalarda bir inancın olmasıdır. İkinci önemli neden, dış piyasaların da aynı şekilde düşünüp Türkiye piyasalarına yatırım yapmaya devam etmesidir.
Türkiye ekonomisi çok acı çekerek bugünlere geldi. Toplumun her kesimi küçümsenmeyecek özverilerde bulundu. Hatta, yaşananların siyasi faturası da oldu. Gelinen noktada, bütün bunları unutup Türkiye’nin yeniden saçmalayabileceğini hiç kimse düşünemiyor. Düşünemediği için de iyimser olunuyor.
REFORM YORGUNLUĞU
İyimserlik elbette arzulanan bir duygudur. İyi idare edilmesi gerekir. İyi idare edilemediğinde, aşırı iyimserlik aşırı dalgalanmalara da neden olabilir.
Ekonomide iyimserliğin hakim olması aynı zamanda eşi bulunmaz fırsatlar da yaratabilir. İleride zor durumda kalarak alınması kaçınılmaz kararları alıp uygulamak iyimserliğin egemen olduğu ortamlarda çok daha kolaydır. Çünkü, alınması gereken kararların kısa dönemde acı verebilecek sonuçları iyimserliğin yarattığı finansman olanakları ile hafifletilebilir. Karar alıcıların itibarını artırır.
Acı kararları almanın doğru ortamı iyimserliğin egemen olduğu dönemlerdir. Zorunluluk dolayısıyla, yani başka seçenek kalmadığı için alınan acı kararlar ancak IMF gibi kuruluşlardan şartlara bağlı alınacak finansman desteği ile alınabilir hale gelir. İşi işten geçtikten sonra alınan bu kararlar acı verir. Bunlar Türkiye’de iyi bilinmesi gerekir.
Siyasetçiler konunun bu yanını görmezlikten gelirler. Siyasetçiler iyimserliğin egemen olduğu dönemleri başarılarının kanıtı, yapılması gerekenlerin ise gereksizliği yönünde algılarlar. Çok büyük bir yanılgıya düşerler. Reform yorgunluğu yaşarlar. Yorgunluk içinde hareketsiz kalmayı da iyimser hava ile haklı kılmaya çalışırlar.
EVRENSELLİK
Siyasetçilerde görülen bu yaklaşım bize özgü değil, evrenseldir. Örneğin, petrol fiyatlarının rekorlar kırmasıyla rahatlayan Rusya ekonomisinde son zamanlarda yapısal reform adına hiçbir adım atılmamış olması petrol gelirlerini yiyerek durumu istikrara kavuşturduğunu sanan siyasetçiler yüzündendir.
Aynı şekilde, Avrupa Topluluğu’na tam üye oldukları için artık sorunlarını aştığını düşünen Macaristan’daki siyasetçiler de yapısal reformları ertelemeyi tercih etmektedirler. Ekonomik istikrarı perçinleyerek faizleri düşürmek yerine Merkez Bankası’na hükümet yanlısı üyeler atayarak sorunlarını çözmeye çalışmaktadırlar.
Arjantin ya da Brezilya’da da durum farklı değildir. Ekonomideki iyimser hava, siyasetçileri tembelliğe itmekte, siyasi açıdan popüler olmayan kararları almaktan alıkoymaktadır. Bu durum iyimserliğin zorlanmasıdır. Oysa, iyimserlik zorlamaya gelmez. Zorlandığında, balon mutlaka patlar.
İyimserliğin egemen olmasına güvenerek oluşturulan pasif stratejiler hep başarısız olmuşlardır.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2005
<B>REKABET, </B>piyasanın ya da ortamın kuralları içinde yapılır. <B>Oyunu kurallarına göre oynamayanlar cezalandırılır</B>. Hukuk sisteminde <B>suç ve ceza önceden bilindiğinden</B>, piyasanın oyuncuları kendilerini rekabet içinde belli bir şekilde konumlandırırlar. Rekabetin tüm oyuncular için adil olabilmesi için aynı suç için aynı cezayı yüklenme ilkesi tüm oyuncular için geçerli olmak zorundadır. Aksi taktirde, bazı oyuncular kayrılıyor (ödüllendiriliyor) ya da ek olarak cezalandırılıyor demektir. O taktirde, rekabet adil (fair) olmaktan çıkar. Kuralların çiğnenmesi olağan bir olay haline gelir. Artık rekabetten söz edilemez.
Konu ne olursa olsun, işlenmiş bir suça verilen cezanın af edilmesi böyle bir olaydır. Çünkü, hak edilen cezanın affı cezadan korkup kurallar içinde çalışan kişi ya da firmaları ek olarak cezalandırmak demektir. Bu taktirde, kuralsızlığın kural haline dönüşmesi riski ortaya çıkar. Böyle bir durumun sayısız sakıncaları vardır.
AFLARIN SONUÇLARI
Türkiye’de birçok alanda kuralsızlığın egemen olmasında çeşitli zamanlarda çıkarılan afların önemli bir payı olduğu inkar edilemez. Belki tarihsel nedenlerle, ama mutlaka demokratik ortamda siyasetçilerin işine geldiği için, devlet af edici rolü oynamayı çok sevmektedir. Bu nedenle de, en ufak bir baskıda af çıkarmak adet haline gelmiştir.
Vergi affı vergi vermeyeni ödüllendirmek, vergi borcunu zamanında ödeyenleri cezalandırmaktır. Rekabeti bozmaktadır. Vergi kaçıranları ve vergiden kaçınabilenleri rekabette bir adım öne taşımaktadır. Dolayısıyla, ekonominin önemli bir bölümünün kayıt dışında kalmasını hem teşvik etmektedir hem de kolaylaştırmaktadır. Konunun bir diğer komik yanı da, vergi aflarıyla, vergi verenlerin vergiden kaçıp affa uğrayanların neden olduğu zararları ödemeleridir. Yani, vergi verenler iki kez cezalandırılmaktadır.
Öğrenci affı da aynı işlevi görmektedir. Derslerini zamanında çalışıp başarılı olan öğrenciler bir anlamda cezalandırılmaktadır. Derslerini iyi öğrenmenin teşvik edici unsuru ortadan kalkmaktadır. Dolayısıyla, eğitimin kalitesi kaçınılmaz olarak düşmektedir.
Borçların ya da borç faizlerinin affedilmesi de benzer, belki de çok daha ağır yaralar açan bir uygulamadır. Borçlar ya da faizleri affedildiğinde, borçlunun sorumluluk duygusu hafiflemekte, hatta kaybolmaktadır. Borçlarını zamanında ödeyenler ‘aptal,’ ödemeyenler ‘uyanık’ olmaktadırlar. Bir süre sonra aptallar da uyanmaya başlamaktadırlar. Toplumda ‘borç ahlakı’ çökmektedir.
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Affedici rolü oynayarak cezalandırmaktan kaçınmaya çalışan devlet, cezanın caydırıcılığını kendi elleriyle yıktığından, doğal olarak, başka caydırıcı unsurlar getirmeye çalışmaktadır. Kredi kartlarında yapılmaya çalışılan değişiklikler de bu bakış açısını yansıtmaktadır. Bankaların alması gereken kararların ne olması gerektiğini yasalarla devlet ‘her şeyi ben bilirim’ yaklaşımıyla tespit etmektedir. Devlet, üzerine vazife olmayan bir işle kendini vazifelendirmektedir.
Her şeyin en iyisini devletin bildiği bir ortamda elbette rekabet olmaz. Olacağı, devletin baba rolü oynayıp bazen sevmesi bazen dövmesidir. Galiba, alıştığımız da budur. Çünkü, olur olmaz kendimizi sevdirmeye çalışırken arada bir dayak yediğimizde, söyleyecek lafımız kalmamaktadır.
Yasaların üstünlüğü ile değil, hukukun üstünlüğü ile rekabet yeşerir ve kendisinden beklenen yararları sağlar. Aksi taktirde, ne olduğu belirsiz rekabet işleri daha da bozabilir.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2005
<B>BUGÜNE </B>kadar <B>kayıt dışı ile mücadele</B> gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin önceliklerinden biri olarak görülmüştür. Ama, <B>hiçbir hükümet bu konuda cesur adımlar atamamıştır</B>. Çünkü, ekonomi batar diye kayıt dışı ile mücadeleden bilerek kaçınılmıştır. Kayıt dışı ile mücadele genellikle vergi gelirlerinin yetmediği dönemlerde dile getirilir. Sonra, zaten kayıt içinde olanlarla sorun çözülmüş gibi görününce, konu unutulur. Kabul etmek gerekir ki, kayıt dışı ile mücadelenin en önemli hedeflerinden biri küçük ve orta ölçekli işletmeler olacaktır. Onların üzerine gitmek yerine, yeni teşvikler düşünülür.
Vergi gelirleri kaybının yanında, kayıt dışılık, rekabeti bozan en önemli unsurlardan biridir. Aynı sektörde çalışan bir işletme kayıt içinde kurallar içinde çalışırken, bir diğeri kayıt dışında kalarak vergiden tasarruf edebilmekte ve maliyetlerini düşük tutabilmektedir. Vergiden kaçınmak rekabetçi olmakla eşit anlama gelmiştir.
GELİR TANIMI
Gelir vergisi toplamanın birinci ayağı gelir kavramının vergi hukukunda iktisadi açıdan doğru tanımlanmasıdır. Geliri vergiye matrah olan gelir kalemlerinin toplamı olarak tanımlamak yeterli değildir. Bu şekilde tanımlanan gelirin karşılıklı kontrol edilebilme olanağı yoktur. Gelirin beyanı ile sınırlı kalınır.
Gelir, iki dönem arasındaki servet artışı ile aynı dönemdeki tüketimin toplamıdır. Yani, geliri bulabilmek için serveti de tüketimi de bilmek gerekmektedir. Türkiye’nin takıldığı yer de burasıdır. Yani, daha işin başında kayıt dışı ile etkili mücadelenin en önemli ayağını kaybediyoruz.
Kayıt dışı ile mücadelenin ikinci ayağı parayı harcayanın, parayı kabul edenin kontrol edilmesinde kullanılmasıdır. Yani, Maliye Bakanlığı bir şekilde vergi mükelleflerinin harcamaları konusunda bilgilendirilmelidir. Harcama bilinmeden gelir bilinemez. O halde, harcamalar vergi matrahının bir şekilde önemli bir parçası olmalıdır.
Sorun elbette bununla çözülmemektedir. Mali sistem, özellikle bankacılık sektörü vergi denetimlerinin önemli bir parçası haline gelmelidir. Bugüne kadar ‘sır’ kalkanı arkasında ticari faaliyetleri devletten saklamak sanki meşru bir hale getirildi.
Kayıt dışı ekonomik faaliyetler gizli yapılmıyor. Alışveriş herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Fatura kesilmiyor. Malın bedeli nakit tahsil ediliyor. Çek karşılığında alışveriş yapılıyorsa, çekler ya hamiline yazılıyor ya da bir şahsın adına kesiliyor. Bu çekler daha sonra şirketin aldığı kredilerde bankalar tarafından teminat olarak kabul edilebiliyor. Yani, kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin ödemeyi ilgilendiren yönü aşikar yapılıyor. Ama, devlet bu bilgiye ulaşmak istemiyor ya da ulaşamıyor.
Belli bir miktarın üzerindeki ödeme yükümlülüğünün banka havalesi yoluyla yapılmasını zorunlu kılmak bir çözüm değildir. Çeklerin hamiline kesilmesinin yasaklanması sorunu çözmüyor. Hamiline çek yazılmasını yasaklamakla kayıt dışı ile mücadele edildiği sanılıyorsa, yanılgıya düşülüyor.
NAKİT GEREKSİZLİĞİ
Bu konudaki doğru yaklaşım, karşılığında fatura olsun ya da olmasın, bir kişi ya da kurum adına kesilen çekler ya da yapılan ödemeler, aksi kanıtlanamadıkça, o kişinin ya da kurumun gelirlerinin bir parçası olarak kabul edilmesidir.
Konuya böyle yaklaşıldığında, piyasa elbette allak bullak olacaktır. Ama, kayıt dışı ile mücadelenin nazik bir yöntemi de yoktur. Bugünkü ortamda, kayıt dışı yollarla elde edilen meblağların nakit olarak tutulmasının dahi gereği yoktur. Çünkü, bankacılık sistemi kayıt dışılığı gizleyen en büyük mekanizmadır. Mevduat sahibinin kimlik bilgilerinin alınmasıyla sorun çözülmüyor. Bilginin kullanılması önemlidir.
Bugüne kadar gösterilen tavırla, nezaket içinde, kayıt dışına göz yummaktan başka seçeneğimiz yoktur.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan piyasalara (<B>emerging markets</B>) mali sermaye akımı devam ediyor. Geçen yıl <B>250 milyar doların üzerinde tahmin edilen bu ülkelere giden fon akımının bu yıl da artarak devam edeceği tahmin ediliyor</B>. Amerika’da faizlerin artmaya başlamasıyla gelişmekte olan piyasalara giden fonlarda bir azalma olacağı tahmin ediliyordu. En azından böyle bir risk söz konusuydu. Ama, risk şimdilik gerçekleşecekmiş gibi görünmüyor.
O dönemden bu yana, Amerika beş kez faizleri artırdı. Gelişmekte olan piyasalara giden fonlar da arttı. Bu ülkelerin bonolarının fiyatları yükseldi, getirileri azaldı.
BALON MU?
Gelişmekte olan piyasalarda devlet bonolarının getirilerine bakarak hesaplanan J.P. Morgan endeksine göre, Amerikan bonosuyla gelişmekte olan ülkelerin çıkardığı bonolar arasındaki faiz farkı (spread) ortalama yüzde 3.5’e düştü. Söz konusu fark Rusya Krizi döneminde yüzde 14’e yaklaşmıştı.
Gelişmekte olan piyasalar içinde Arjantin, Venezüella, Uruguay gibi ülkeler sorun olmaya devam ediyor. Örneğin, Arjantin’in alacaklılarla yaptığı borçlarının bir bölümünü yapılandıran anlaşmaya göre geçmişte (5-7 yıl önce) 100 dolara Arjantin bonosu alanların bugün 34 doları olacak. Yani, uluslararası yatırımcılar Arjantin’den ciddi bir dayak yediler, daha da yiyecekler gibi görünüyor.
Piyasalar Arjantin olayını diğer gelişmekte olan piyasalardan ayırıyorlar. Dolayısıyla, Arjantin’in borçlarını ödememekte ısrar etmesi bizim gibi ülkelere giden fonlarda bir kesinti yaratmıyor. Belli ki, Amerika’daki faizlerin artması uluslararası yatırımcılar için hala yeterli bulunmuyor.
Böyle bir ortamda, gelişmekte olan ülkeler ekonomik büyümede rekorlar kırıyorlar. Döviz rezervleri katlanarak artıyor. Birçok gelişmekte olan ülke cari işlemler fazlası verdiği halde, özel sektör borçlanmaları yoluyla göreli olarak ucuz borçlanmaya devam ediyorlar. Bu arada, işlerin iyi gitmesi gelişmekte olan ülkelerin yapması gereken reformları da geciktiriyor. Bir anlamda, bu ülkeler şımarıyor. Rusya, Hindistan, Pakistan, Macaristan ve hatta Türkiye buna en iyi örnekler.
İşlerin bu kadar iyi gitmesinden de doğal olarak şüphelenmek gerekiyor. Yaşananlar ve gözlenenler, ‘acaba bu bir balon mu?’ sorusunu da doğal olarak akıllara getiriyor. Balonsa, bu balon patlar mı yoksa söner mi? Sönmesi çok ürkütmese de, patlarsa, ne zaman patlar?
Hiç kimse balonun patlamasını beklemiyor. Piyasaların en büyük güvencesi de, Amerika’da FED (Merkez Bankası) Başkanı Greenspan’in kendisi. Bu piyasalarda Greenspan’in konuyu ustalıkla yöneteceği beklentisinden kaynaklanan bir iyimserlik söz konusu.
TÜRKİYE DE RAHAT
Gelişmekte olan ülkelere giden fon akımlarından yararlanan önemli ülkelerden biri de Türkiye. Alışılmamış boyuttaki bir cari işlemler açığını Türkiye geçen yıl çok rahat bir biçimde finanse edebildi. Büyük bir olasılıkla, içinde yaşanan şartlarda, bu yıl da benzer boyuttaki bir cari işlemler açığını finanse etmek zor olmayacaktır.
Kabul edilmelidir ki, son üç yıllık yüksek ekonomik büyüme performansının arkasında, diğer şartların yanında, Türkiye’nin uluslararası piyasalardan rahatlıkla borçlanabilmesi gerçeği de vardır. Bu gerçek bizleri bir ölçüde tembelliğe itmektedir.
Bu olgunun bilincinde olarak uluslararası piyasaları çok iyi takip etmek zorundayız. Çünkü, gelişmekte olan piyasalara giden fon akımı düzeyi bir balon olup patlamaya kalkarsa, bizde de ciddi patlamalar yaşanabilecektir.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2005
<B>İKTİDAR, </B>ekonomik düzelmenin kitlelere arzulandığı kadar yansımadığı için kendini zor durumda hissediyor. <B>Son iki yıldır işler düzeliyor deniyor; ama halk düzelmeyi hissetmiyor</B>. Doğal olarak, iktidar, <B>düzelmeyi yansıtacak mekanizmalar bulmaya çalışıyor</B>. Ekonomi son üç yıldır reel olarak yüzde 25’e yakın büyüdü. Ama, istihdam yerinde sayarken, çalışma yaşına gelenlerin sayısı hızla artıyor. O halde, ekonomik büyümenin yüksek olmasının halka ne yararı var? Kimse de çıkıp eğer ekonomik büyüme bu denli büyük olmasaydı, şimdi sizler de işsiz kalacaktınız diye gerçekleri anlatamıyor. Yani, ‘halinize şükredin’ demeye siyasetçilerin dilleri varmıyor.
Enflasyon düştü deniyor; ama halk pahalılıktan şikáyet etmeye devam ediyor. Enflasyon düşmeseydi, halk şimdi alabildiklerini de alamayacak durumda olacaktı. Bunu da anlatabilmek mümkün olmuyor. Ama, siyasi takvim de ilerlemeye devam ediyor.
ESKİ ALIŞKANLIKLAR
Gerçekler anlatılamayınca, anlatılabilecekler gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Örneğin, kamunun kontrol ettiği fiyatları, sabit tutmak bir yana, düşürülmesine çalışılıyor. Ücretlerin enflasyonun çok üzerinde artırılması arzulanıyor. Emeklilere daha bol artışlar planlanıyor. Yeni teşvikler gündeme getiriliyor.
Anlatılabilenlerin gerçekleştirilmesi zaten ekonomik istikrarı bozup bizleri bugünlere getiren uygulamalardı. Eski iktidarlar da bol keseden teşvik vererek halkı rahatlatmak istediler. Onlar da kamu bankaları yoluyla krediler dağıtarak istihdam sorununu çözmeyi hedeflediler. Halk rahat etsin diye sosyal güvenlik sisteminin açıklarını büyüttüler, büyümesini hızlandırdılar. Köylü rahat etsin diye bol keseden taban fiyatlar tespit ederek Ziraat Bankası’nın içini boşalttılar.
Bu yollarla halkı rahatlatmanın faturası devlet borçlarının milli gelirimizin yüzde 90’ını aşmasına neden oldu. Bu çeşit uygulamalar reel faizlerin yüzde 50’ye fırlamasına yol açtı. Bu nedenle enflasyon yüzde 100’e yaklaştı. Bütün bunların nedenlerini yolsuzluklara bağlayamayız. Nasılsa yolsuzlukları önlüyoruz diye eski uygulamalara devam edip ekonomik istikrarın kalıcı olacağına da düşünemeyiz. Yolsuzlukları yeşertenin de bu çeşit uygulamalar olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.
REHBER
Halkı rahatlatacak uygulamalar ekonomik istikrarı kalıcı kılıp istikrarı artık bizlerin bir hayat tarzı olarak benimsememiz gereken uygulamalardır. Yani, kamu finansmanında disiplin devam etmelidir. Kamu sektöründe mali disiplini bozacak mekanizmalar ortadan kaldırılmalıdır. Yani, gündemdeki yapısal reformlar tamamlanmalıdır. Kamu bankaları bankacılık yapmalıdır. Para politikası bağımsız olmalıdır. Devlet müdahaleci olmaktan kaçınmalıdır.
Ekonomik istikrarı kalıcı kılacak uygulamaları bir hayat tarzı olarak benimsediğimiz söylenemez. Galiba, bu nedenle IMF gibi bir ‘çapa’ yanımızda olup bizi gözetlemesi ve denetlemesi gerekiyor. IMF’nin uyarıları da bu konuda yoğunlaşıyor. Bu uyarılara ‘vurdumduymaz’ taktiği ile yaklaşırsak, ne kalıcı istikrarın sağlanmasını becerebiliriz, ne de IMF’den arzuladığımız biçimde kurtulabilmek mümkün olabilir.
Geçmişin uygulamaları, nelerin yapılmaması konusunda en sağlam rehberimiz olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2005
DAHA önce görülmemiş bir olayla karşılaşıyoruz. Yurtdışındaki yabancı bankalar YTL cinsinden borçlanma senetleri ihraç ediyorlar. Bu bankaların çoğu yatırım bankası. Vadesi iki yıl ile on yıl arasında ihraç edilen borçlanma senetlerinin toplamı şimdilik 2.5 milyar YTL’yi biraz aştı. Yabancı bankalar Türkiye piyasasına girmek istediklerinde ellerindeki dövizi bozdurup Türk parasına geçerler ve Hazine bonosu ya da hisse senedi alırlardı. Yani, Türk parası borçlanmazlar, kendi paraları cinsinden borçlandıkları parayı Türk parasına dönerlerdi. Türkiye piyasasına girdiklerinde kur riski alırlardı. YTL cinsinden borçlanma senetleri çıkararak yabancı bankalar bu yolla artık kur riski almak zorunda kalmıyorlar.YTL cinsinden çıkarılan borçlanma senetlerinin toplamı henüz çok düşük. Ama, miktar büyüdüğünde, Türkiye’deki mali piyasaların işleyiş tarzı da, bazı ekonomik ilişkiler de değişmeye başlayacaktır. REKABET ŞARTLARIYTL cinsinden yükümlülük yaratan yabancı bankaların elde ettikleri YTL’yi ne yaptıkları konusunda henüz kesin bir bilgimiz yok. Ama, Hazine bonosu piyasasına ve hisse senedi piyasasına girmeleri bu yolla mümkün. Ayrıca, beş-on yıl vadeli borçlanılan YTL daha kısa vadeli olarak, örneğin üç-beş yıl vadeli, Türkiye’deki bankalara borç verilebilir. Teknik deyimiyle, YTL borçlanan yabancı yatırım bankaları Türkiye’deki bankalarla YTL-döviz üzerinden swap (para değiş-tokuşu) yapabilirler. Yurtdışında olup da YTL borçlanan bankalar kredi değerliliği yüksek bankalar olduklarından (çoğu A ile AAA arasındaki bankalar) daha ucuz borçlanıp daha pahalı plasman yapabilme gücündedirler. Bu bankalar daha ucuza çalışmaktadırlar.Konunun bu yanı Türkiye’deki bankalar arasındaki rekabet şartlarını ileride değiştirebilecek niteliktedir. Zaten aracılık faaliyetlerinin yüksek olduğu Türkiye ekonomisinde yurtdışındaki yabancı bankaların YTL üzerinden bizim bankalarımızla rekabet etmeye başlaması sektörü ileride sıkıntıya sokabilecektir.PARA POLİTİKASIKonunun bir başka boyutu yurt dışındaki YTL hareketinin para politikası üzerindeki olası yansımalarıdır. Yabancı bankaların bir arada YTL varlık ve yükümlülük yaratmalarının para politikası açısından olumlu ve olumsuz yönleri vardır.Olumlu yönü vadeye göre faiz oluşumunun işlevsellik kazanmasıdır. Böyle bir piyasanın güçlenmesi (derinleşmesi) ve yaygınlaşması kısa ve orta-uzun vadeli faizlerin işlevlerini de güçlendirecektir. Bu açıdan, Merkez Bankası’nın etkilemek istediği kısa vadeli faizlerin ekonomiyi etkileme gücü artacaktır. Para-faiz-reel ekonomi üçgeni daha uyumlu bir yapıya kavuşacaktır. Dolayısıyla, para politikası daha da güçlü olacaktır. Konunun olumsuz yanı Merkez Bankası’nın kontrol etmek istediği para arzının bir bölümünün Merkez Bankası’nın müşterisi olmayan bir grup banka tarafından yaratılabilmesidir. Her ne kadar kısa vadeli faizler yoluyla Merkez Bankası’nın bu grup bankaların da davranışlarını etkileme gücü olacaksa da, beklentilerden kaynaklanabilecek dönemsel dalgalanmalar Merkez Bankası’nın işini güçleştirebilecektir. Bir anlamda, finans piyasasının bir bölümünün döviz üzerinden olmasının yarattığı zorluklara ek bir zorluk söz konusu olabilecektir.Bütün bunların gerçekleşmesi açısından zaman henüz erkendir. Ama, üzerinde düşülmesi gereken oluşumlarla da karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir.
button
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2005
<B>GEÇEN </B>hafta ekonomik ve siyasi haberlerin bol olduğu bir haftaydı. Mali piyasalar bu haberlere verdikleri tepkilerle oldukça hareketliydi. <B>Yurtiçinden ve yurtdışından kaynaklanan haberler mali piyasaları dalgalandırdı</B>. Yaşanan dalgalanmalara bakarak panik yapmanın bir gereği yok. Ama, bazı konuları da görmezlikten gelemeyiz. Aksine, bir takım gelişmeleri öncü ikazlar olarak almamızda büyük yararlar vardır. İstikrarı korumak birinci hedef olmalıdır.
Siyasi açıdan, etrafımız fazla ısınmaya başladı. Lübnan eski başbakanının öldürülmesiyle Suriye-ABD ilişkilerindeki gerginlik daha da görünür oldu. ABD-İran ilişkileri zaten bozuk. Seçimler yapılmış olsa da, Irak sorunun yakın bir vadede çözülemeyeceği artık anlaşıldı. Kısacası, içinde yaşadığımız coğrafya daha da sıcak hale geldi. Ekonomi açısından bu durum potansiyel bir tehdittir.
GEREKSİZ GERMELER
Tahmin edildiği gibi, IMF yapısal reformları uygulamaya koymamız için artık her zamankinden daha fazla ısrarcı olmaktadır. Gündemdeki yapısal reformlar 2000 yılından beri masada olup uygulamaya söz verdiğimiz reformlardır. Şimdiye kadar savsakladık. Makro ekonomik göstergelerin tahminlerin ötesinde iyi gitmesiyle IMF bu konuda çok fazla ısrarcı olmadı. Ama, artık durum değişti.
Ekonomik alanda elde edilen kazanımların kalıcı olmaları açısından yapısal reformların uygulamaya konması şarttır. Aksi taktirde, büyük çabalarla kamu finansmanında elde edilen iyileştirmelerin kalıcı olmaları mümkün değildir. Konuyu savsaklamaya devam ediyoruz. Geçmiş deneyimlere bakarak iyi ya da kötü bu konuda da yol alınacağı anlaşılıyor. Ama, savsaklar bir görünüm vererek yurtiçinde ve yurtdışlında ekonomik birimleri boş yere geriyoruz.
Son aylarda yaşanan olağanüstü olumlu havanın en önemli unsuru Avrupa Birliği perspektifinin yarattığı rüzgarla yabancı mali sektör yatırımcılarının Türkiye ekonomisine artan ilgisi oldu. Türkiye ekonomisi, iktisadi alanda IMF, siyasi kanatta AB çapalarına güvenen yabancı mali sektör yatırımcılarının gözdesi oldu.
Tam bu noktada, uluslararası finans piyasalarının çok yakından takip ettiği Wall Street Journal’ın kurum görüşlerini yansıtan sayfasının kıdemli yazarının Türkiye’yi çok sert bir biçimde eleştiren yazısı yayınlandı. Robert Pollock, Türkiye’yi, ucuzcu, korkak, küçük düşünen ve kıymet bilmeyen bir ülke olarak yeniden Avrupa’nın hasta adamı olmaya aday olacakmış gibi hazmedilmesi zor bir biçimde eleştirdi.
Böylesine ağır bir yazı tutucu olarak tanınan ve Türkiye’ye her zaman destek veren bir gazetede yayınlandı. En azından, bu gazeteyi herkes böyle tanıyor. Dolayısıyla, hem yazarın kimliği açısından hem de yazının yayınlandığı gazete açısından, konu hafife alınabilecek bir olay değildir. Yazı, Türkiye ile ilgilenen yabancı yatırımcıların dikkatini çeken ve bakış açılarını çarpıtabilecek bir üsluptadır. Kısacası, ekonomik açıdan ciddiye alınması gereken bir tehdittir.
KIVILCIM YARATMAMAK
Etrafımızda bu çeşit tehditler dolaşırken, hiç ortada yokken teşvikler konusunda yurtiçinde ve uluslararası kuruluşlarla yaratılan tartışma son derece gereksiz ve yıpratıcı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Siyasi açıdan kendini bu konuya bağlamış gibi görünen hükümet de zor durumda kalmıştır.
Ekonomik dengeler, ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, kırılgandır. Bazen, küçük bir kıvılcım hiç beklenmedik yangınlara neden olabilir. Dolayısıyla, yangın nasılsa çıkmaz varsayımıyla kıvılcım çıkartmayı önemsememek gibi bir hataya düşmememiz gerekiyor. Beklentiler ne kadar iyi ise, önemsizmiş gibi görünen kıvılcımların yangın çıkarma olasılığı o kadar fazla olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2005
<B>GERÇEK </B>hayattaki uygulamalar kitaplarda yazdığı gibi olmuyor. Tam rekabet dendiğinde, <B>piyasaya giriş ve çıkışın serbest</B> olduğu ve <B>çok sayıda satıcının</B> bulunduğu piyasalardaki rekabet anlaşılır. Ama, gerçekte, bir piyasaya girmek söylediği kadar kolay olamayacağı gibi, piyasada rekabet edenlerin sayısı da çok olmayabilir.
Gerçekte, rekabet, sektörden sektöre farklılıklar gösterse de, tam rekabet şartlarından uzak ama tekel şartlarına da çok fazla yaklaşmayan bir yerde olmaktadır. Bir piyasada satıcı sayısının azlığı doğal olarak şirketleri piyasa paylarını artırmaya yönelik bir rekabete itmektedir. Piyasa payı kazanmak için yapılan rekabetin amacı da, aslında, rekabet şartlarını kendi lehine çevirmeye çalışmaktır.
BANKACILIK
Birden fazla farklı mal ya da hizmet üreten şirketler arasındaki rekabette piyasa payı rekabeti ürün bazına indirgenir. Bu olgunun en iyi gözlendiği sektörlerden biri de bankacılıktır. Bankacılık sektörü çeşitli bankacılık hizmetleri verir. Bankalar farklı ürünlerde pazar payı için rekabet ederler. Yani, her ürün farklı bir pazarmış gibi görünür.
Örneğin, mevduat bir üründür. Daha fazla mevduat toplayabilmek için bankalar aralarında rekabet ederler. Kredi bir başka üründür. Kredi kartları vermek daha farklı bir üründür. Tüketici kredileri vermek yine bir başka üründür.
Stratejisi gereği, bir banka sunduğu tüm bankacılık ürünlerinde piyasa payını artırmaya çalışmayabilir. Ama, bankacılık sektörünün sunduğu tüm ürünleri her banka vermek zorundadır. Çünkü, piyasa payı olarak iddiası olamasa da, belli bir bankacılık ürününü müşterilerine sunmayan bir banka gerçekten rekabetçi olmaya çalıştığı diğer ürünlerini de satamayabilir. Yani, ürünler arasında bir tamamlayıcılık özelliği vardır.
Örneğin, mevduat piyasasında pazar payını artırmak isteyen bir bankanın otomatik fatura (elektrik ve telefon gibi) ödemeleri konusunda müşterilerine bir servis sunmaması düşünülemez. Çünkü, müşteriler bu çeşit ödemelerinin kolaylığı için mevduatlarını bir bankada tutmak isteyebileceklerdir.
Son zamanlarda, kredi kartları ile yapılan ödemelerde açıkça vade farkı istemeden ya da faiz telaffuz etmeden bankalarca müşterilerine taksit seçeneğinin getirilmesi moda oldu. Aslında, bankalar kredi kartı piyasasında büyümek istediler. O piyasada kıyasıya bir rekabet yaşandı. Rekabet, istenmese de, kredi kartı piyasasında büyümek isteyen bankaları müşterilerine taksit seçeneği sunmaya zorladı. Halbuki, taksit seçeneği, hem kendi içinde pahalı bir üründü hem de risk açısından çok fazla makbul bir ürün değildi. Rekabet bankaları istemedikleri bir noktaya getirdi. Kısacası, hesapsız kitapsız bir rekabete girildi.
ALIŞILAN ÇÖZÜM
Şimdi, kredi kartı ile yapılan ödemelerde taksit seçeneğini başlatan bankalar dahi bu üründen şikayetçi olmaya başladılar. Ama, kredi kartlarında piyasa payı için yapılan rekabet, durumdan şikayetçi olan banka ya da bankaların tek taraflı böyle bir ürünü masadan kaldırmalarını engelliyor. Topluca ve bağlayıcı bir çözüm arzulanıyor.
Rekabet, genelde, piyasayı düzenleyen tek unsurdur. Hesapsız yapılan rekabetin sonucunda bireysel önlemlerle işin içinden çıkılmadığında, yasal ya da topluca anlaşarak alınacak önlemler ise rekabetin ruhuna uygun değildir. Açıkça söylemek gerekirse, bankaların kendi aralarında anlaşıp taksit seçeneği olan kredi kartlarını durdurmaları ya da bu sonucu yasal engeller çıkartarak elde etmeleri de rekabete aykırı bir davranıştır.
Sorun, bankaların kar performansıyla ve piyasa payı rekabetinde geri düşmeleriyle çözülmesi gerekir. Farklı çözümler sektördeki rekabetin farklı şekillenmesine yol açacaktır.
Galiba, alıştığımız bir çözümü arıyoruz: birilerinin birilerini kurtarması.
Yazının Devamını Oku