18 Mart 2005
<B>Ekonomik </B>dengeler üzerine beklentilerin önemini sistemli bir biçimde ilk analiz eden 20. yüzyılın başlarında <B>Irwing Fisher</B> adında bir iktisatçıdır. Fisher nominal faizler üzerinde ileriye dönük beklentilerin önemini incelemiştir. Zaman içinde reel faizlerin sabit olduğu hipotezini ortaya atmıştır. Daha sonra, bu hipotezin uzun dönemde geçerli olabileceği yönünde yeterli kanıt bulunamamıştır.
Beklentiler konusunu analizlerinin orta yerine koyup makro ekonomik dengeleri analiz eden ilk girişim ise Nobel ödüllü iktisatçı Robert Lucas’ın öncülüğünü yaptığı 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan akıllı beklentiler (rational expectations) okuludur. Bu okul sayesinde beklentilerin değişmesinin ekonomik dengelerin gelişimi üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılır olmuştur.
J-EĞRİSİ
Özellikle, finans piyasalarının zaman içinde serbestleşmesi ve kısa dönemdeki makro ekonomik dengeler üzerinde mal piyasalarına göre finans piyasalarındaki dengenin çok daha çabuk tesis edilmesinin getirdiği etkenlerle ekonomik dengeler üzerinde beklentilerin önemi çok arttı.
Ekonomik analizlere beklentilerin sokulması bir anlamda standart iktisadi düşünceyi dahi değiştirdi denebilir. Çünkü, normal şartlarda belli bir politika uygulamasının sonuçları belli bir biçimde beklenirken, tam tersi sonuçlarla karşılaşılabilir oldu. Kısa dönemli terslikler ancak beklentiler yoluyla ya da piyasaların kısa dönemde dengeye gelememesiyle açıklanabilir oldu.
Kısa dönemli bu çeşit tersliklere iktisat yazınında ‘J-eğrisi’ deniyor. Yani, başta dengeler olması gerekenin tersine oluşuyor. Belli bir süre sonra, başkaca bir etki olmadığında, dengeler olması gereken yönde gelişiyor. Etkiler hep aynı yönde geliştiğinde, J-eğrisinin alt kısmında uzun süre kalınabiliyor.
Örneğin, bir merkez bankasının faizleri indirmesinin etkisi yerli paranın değer kaybetmesidir. Çünkü, faiz düştüğünde, yerli para yabancı paralara görme daha az getiri getireceğinden, yabancı para talebi artacak ve/veya yerli para talebi düşecektir. Dolayısıyla, kurlar artacaktır.
Halbuki, piyasalar faiz düşüşünü ileriye dönük gelişmelerin daha da iyi olacağı şekilde yorumlaması durumunda, faizlerin daha da düşebileceği beklentisi güçlenecektir. Faizler daha da fazla düşmeden yerli paraya talep artacak, yabancı paradan çıkışlar yaşanabilecektir. Bu şekilde, bir merkez bankası faizleri düşürdüğü halde, orta dönemde beklenilenin aksine döviz kurları düşecektir.
BEKLENTİLERİN İDARESİ
Son birkaç yıldır Türkiye’de döviz kurları konusunda yaşananlar bu açıklamaya gayet iyi uymaktadır. Merkez Bankası’nın kendi faizlerini düşürmesi ekonomik birimlerin beklentilerini giderek daha da olumlu hale sokmuştur. Faizler daha da düşmeden Türk Lirası piyasasına girişler hızlanmıştır. Sonuçta, kurlar düşmeye devam etmiştir.
Piyasaların ters tepki vermeleri (J-eğrisi tepkisi) beklentilerin bozulduğu dönemlerde de tam tersi işlevi görmektedir. Faizlerin artırılması beklentileri daha da bozabilmektedir. Faizler ne kadar yükselirse yükselsin, bir paradan diğerine kaçış önlenemeyebilmektedir. Yüksek faiz düzeylerinde bazı durumlarda piyasalarda arz-talep dengesinin dengeyi sağlanamayacağı konusunda Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz önemli katkılar yapmıştır.
Kısacası, sermaye hareketlerinin serbest olduğu ortamlarda, bilinen makro ekonomik politikalar kadar önemli bir başka unsur daha ortaya çıkmıştır: beklentilerin idaresi. Beklentiler iyi idare edilemediğinde, kaç yaparken göz çıkarmak mümkün olabilmektedir.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2005
<B>2001 Krizi</B>’nden sonra Türkiye’de iktisadi alanda <B>istikrarı sağlamaya</B> yönelik olarak çok önemli adımlar atmıştır. Elde edilen sonuçlar çok büyük bir başarıdır. Ama, başarının arkasında gelişmekte olan ülkelere giden uluslararası sermaye akımlarının artmasının ve bizim de bu akımlardan yeterinden fazla yararlanmamızın önemi azımsanamaz. Uluslararası sermaye bir anlamda Türkiye ekonomisini ödüllendirmiştir.
Ödüllendiren merci cezalandırabilir de. Dolayısıyla, uluslararası sermaye girişlerinden olumlu etkilendikten sonra uluslararası sermayenin görmek istediklerini bizim görmezden gelmemiz kendimizi cezalandırılmaya mahkum etmek demektir. İleride olası sorunlarımızın sorumlusu olarak yabancı sermaye çıkışlarını gösteremeyiz.
GÜZELLİK YARIŞMASI
Amerikan ekonomisi hakkında ileriye dönük belirsizlikler küresel yatırımcıların kafalarını karıştırmıştır. Amerikan Merkez Bankası, ekonomilerinin gidişi konusundaki uyarılarını giderek sertleştirmektedir. Faizler şimdiye kadar 1.5 puan arttığı halde, Amerika’da daha yüksek faiz artışlarının gündemde olduğu izlenimi giderek yayılmaktadır. Son dönemde bono faizleri beklentilerin üzerinde artmıştır. Bu şartlarda, gelişmekte olan ülkelerden küresel sermayenin belli bir ölçüde çıkması kaçınılmaz olabilir.
Küresel sermaye çıkacaksa, hangi ülkeden ne boyutta çıkacak? İşte, ülke ekonomilerinin sermaye çıkışları sonucunda ne kadar olumsuz etkileneceğini küresel sermayenin bu soruya vereceği yanıt belirleyecek. Küresel sermaye bazı gelişmekte olan ülkelerden belki hiç çıkmayacak, bazılarından ise çok yoğun çıkabilecek. Bizim gibi ülkeler arasında bir güzellik yarışması gibi bir olay yaşanacak. Şimdiye kadar güzellik yarışmasında önlerde yer alıyorduk.
Bu yarışmada Türkiye’nin önlerde bulunması, küresel sermayenin Türkiye ekonomisinden çıkmanın bir kazanç değil, bir kayıp olacağı yönünde düşünmesine bağlıdır. Örneğin, petrol fiyatlarının yüksek seyrettiği bir dönemde küresel sermaye Rusya’dan çıkmak için iyi bir neden görmeyecektir. Ama, IMF ile program yapmakta geciken, gündemdeki yapısal reformları savsaklayan, aksine kamu finansmanını bozabilecek yeni planlar içinde olan ve Avrupa Birliği ile ilişkileri kör-topal götüren bir Türkiye küresel yatırımcılara Türkiye’den çıkmaları için yeterli neden yaratabilecektir.
RİSKLERİ AZALTMAK
Bu hafta başından beri mali piyasalarda gözlenen olağandışı çalkantının nedeni olarak küresel yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerden çıkmaya çalışmaları gösterilmektedir. Büyük ölçüde bu gelişme doğrudur. Latin Amerika ülkeleri de bu rüzgardan olumsuz etkilenmektedirler.
Ama, aynı küresel yatırımcılar Rusya, Macaristan, Romanya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerden şimdilik göreli olarak daha az çıkmaktadırlar. O ülkelerde olumlu beklentiler hala korunmaktadır.
O ülkelerin mali piyasalarındaki çalkantı bizdeki kadar sert olmamaktadır. Çünkü, küresel yatırımcıların o ülkelerden yoğun olarak çıkmaları kazançtan çok, kayıp olarak algılanmaktadır. Halbuki, son birkaç yıldır Türkiye piyasalarından arzulananın ötesinde kárlar edilmiştir. Karları cebe koyup daha sonra Türkiye’deki gelişmeleri izlemek küresel yatırımcılar için daha akılcı bir strateji olmaktadır. Böyle düşünmeleri için nedenleri vardır.
Bu şartlarda, Türkiye’nin çabuk hareket edip yatırımcıların kafalarında soru işaretleri yaratan uygulamalardan ivedilikle kaçınması gerekmektedir. IMF ile bir programı başlatmak, AB ile ilişkileri olumlu adımlarla yoğunlaştırmak ve ekonomide yapısal reformları yeniden gündemin orta yerine taşımak Türkiye ekonomisini kısa dönemde çok ciddi risklerden koruyabilecektir.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2005
<B>KAMUOYUNDA ‘torba yasa’</B> olarak takdim edilen yasanın bir bölümü kamu sektörünün finansmanında hükümete çeşitli uygulamalar için yetki veriyor. Kamu sektöründeki bazı kurumların rahatlaması öngörülüyor. Kamu kurumlarının borçlarının silinmesi öngörülüyor. Yani, bu kurumların borçları Hazine tarafından üstlenebilecek. Hazine’ye ‘bütçe dışı ikraz’ yapabilmesine izin veriliyor. Yani, Hazine’nin bazı kamu kuruluşlarından üstlendiği borçlar karşısında nakit dışı borçlanma olanağı gündeme getiriliyor.
İlk bakışta, bu çeşit yasalar masumdurlar. Kamunun zararlarını Hazine’nin üzerine yıkmak da olağandır. Yasanın ek bir mali yük getirmeyeceği yönündeki açıklamalar da mutlaka doğrudur. Yük zaten gelmiştir. Pislikler temizlenmek istenmektedir.
Olağan uygulamalar ve doğru analizler yapılanların da mutlaka doğru oldukları anlamına gelmiyor. ‘Torba yasa’ sayesinde birçok kamu kuruluşu finansman açısından rahatlayacaktır. Geçmişin yükleri üzerlerinden kalkacaktır. Sorun, Hazine’nin sorunu haline gelecektir.
AYNI FİLM
İşte sorun burada başlıyor. Finansman açısından rahatlayan kamu kuruluşları yeni yükler almaya ve bu yükleri kaldırmaya hazır hale gelecektir. Önce yük kaldırılacaktır. Ardından yeni yükler getirilecektir. Zaten, bu nedenle yeni hükümetler ‘beyaz sayfa açma’ adı altında önce geçmiş yükleri temizlemeyi tercih ederler. Ardından, kendi siyasi tercihleri doğrultusunda kamu kuruluşlarına yeni yükler yaratırlar.
Geçmişin yüklerini boşaltmak kamu kurumlarının borçlarını Hazine’ye devretmektir. Yeni yükler ise ilk başta kamu kuruluşlarının kendi sorunlarıymış gibi takdim edilir. Sonradan, onlar da Hazine’nin sorunu haine gelirler. Bu filmi daha önce çok gördük.
Türkiye ekonomisi yıllarca yüksek enflasyon altında doğru iktisadi kararlar aldığı halde yaşamadı. Alınan kararlar hep enflasyonu düşürmeye yönelik ‘beyaz sayfa açmak’ olarak takdim edildi. Sonuçta, ‘beyaz sayfa açma’ enflasyonla yaşamayı kolaylaştırıcı bir mekanizma haline geldi.
Bu deneyimler sonucunda ‘torba yasa’ girişimi doğal olarak kamuoyunun belli bir bölümünü rahatsız etmektedir. Kamuoyu haklıdır. Bu film geçmişte birden fazla izlenmiştir. Ezberlenmiştir. Sonuçları iyi bilinmektedir.
‘Torba yasa’ girişiminin zamanlaması da doğru olmamıştır. IMF ile üç yıllık ekonomik program henüz sonuçlandırılmamıştır. Birden bire ‘teşvik yasası’ diye kamu finansmanını bozabileceği yönünde tohumlar taşıyan bir başka yasa gündeme bomba gibi düşmüştür. Bu açıdan, ‘torba yasa’ hükümet içinde olumsuz bir eğilime işaret verip vermediği konusunda kamuoyunun kafasını karıştırmıştır. Niyet böyle olmasa da, zamanlama eski hatıraları canlandırmıştır.
TEDİRGİNLİK
Kamuoyu içinde bulunduğumuz şartlarda son derece duyarlı hale gelmiştir. Döviz kurlarının geldiği düzey, ilgili ya da ilgisiz herkesin dikkatle izlediği bir olgudur. Ekonomik büyüme yüksek dendiği halde, büyümenin günlük hayata yansıması sınırlıdır. Enflasyon düşüyor dendiği halde, enflasyonun düştüğüne inanların sayısı azdır. Yani, toplumun büyük bir bölümü anlamadığı bir filmi seyrediyormuş gibi bir izlenim içindedir. Makro ekonomik veriler olumlu gibi görünürken, kamuoyunu tatmin etmek zorlaşmaktadır.
Böyle bir dönemde eski bilinen uygulamalar kafaları daha da karıştırmakta, uygulanan doğru politikalara olan güveni sarsmaktadır. Anlaşılamayan bir filmin içine bilinen ve anlaşılan filmden parçalar koymak ekonomik birimleri tedirgin etmektedir.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2005
<B>FİYAT istikrarını </B>hedefleyen para politikasında, hedefleme örtülü de olsa, Merkez Bankası’nın <B>faiz kararları</B> hedeflenen enflasyonla ve eğilimlerle tutarlı olmak zorundadır. Merkez Bankası da bu noktayı her açıklamasında ısrarla vurgulamaktadır. Enflasyonu tahmin etmek çok kolay bir iş değildir. Ama, tahmin için gerekli bazı ipuçları vardır. Örneğin, geçmiş enflasyonu ve diğer ölçülebilir verileri kullanarak istatistiksel (ekonometrik) olarak ileriye doğru tahminler yapmak mümkündür.
İleriye dönük olarak alınacak ekonomik önlemlerin enflasyon üzerindeki etkilerini içeren analizler enflasyon tahminini daha da anlamlı hale getirecektir. Enflasyon beklentileri bir şekilde ölçülebiliyorsa, tahminlerdeki yanılma payı biraz daha düşürülebilir.
ÖDÜLLENDİRME
Merkez Bankası’nın da ısrarla vurguladığı gibi, bu şekilde oluşturulan analiz çerçevesinde, enflasyondaki düşme ya da yükselme eğilimlerine göre faiz kararları alınır. İstatistiksel olarak enflasyonda düşme eğilimi saptansa dahi, enflasyonun düşmesi yönünde uygulanması gereken politikaların uygulanmasında bir gecikme olduğunda ya da enflasyon eğilimlerini olumsuza çevirecek rakamsallaştırılamayan gelişmeler gözlendiğinde, istatistiksel tahminlerin fazla bir anlamı olmayabilir.
Böyle bir ortamda, yalnızca istatistiksel tahminler bazında alınacak faiz kararları ters tepebilir. Enflasyondaki eğilimleri radikal bir biçimde değiştirebilir dahi. Dolayısıyla, Merkez Bankası hükümetin ekonomi politikaları uygulamalarını çok yakından takip etmesi gerekmektedir. Bir anlamda, Merkez Bankası’nın faiz kararları, kararların fiyat istikrarına etkileri doğrultusunda, hükümetin doğru kararlarını ödüllendirmek, yanlış kararlarını cezalandırmak anlamına gelir.
Merkez Bankası’nın son faiz indirme kararı, enflasyondaki olası eğilimler açısından, hükümetin ekonomi politikalarının uygulanmasında gösterdiği ataletin ödüllendirilmesi olmuştur. Çünkü, yılbaşından bu yana hükümet birçok konuda vites küçültmüş gibi görünmektedir. Hükümetin iktidara geldiği ilk aylarda gözlenen bir kararsızlık söz konusudur. Hükümetin geçmişteki olumlu hareketleri zaten ödüllendirilmişti.
Şubat ayında uygulamaya konulması gereken üç yıllık IMF destekli ekonomik programın ön şartları hala tamamlanamamıştır. Bu şartların tamamlanması bir yana, hükümet teşvikleri genişleterek programı daha başında delme eğilimleri göstermiştir. ‘Torba Yasa’ altında kamuoyunda oldukça fazla yankı bulan maliye politikalarında disiplini gevşetici uygulamalar enflasyonu kalıcı olarak tek haneli rakamlara indirmeyi hedefleyen bir hükümetin düşüneceği konular değildir.
ÖNCE GÖRMEK
Merkez bankaları genellikle verilen sözleri değil, hükümet tarafından alınan kararları baz alarak kendi politikalarını oluştururlar. Çünkü, verilen sözlerin tutulmadığı zaman ortaya çıkacak olumsuzlukların arlında daima merkez bankaları kalırlar.
2000 yılında uygulanan ekonomik programda hükümetin verdiği sözlere güvenerek önceden açıklanmış döviz kurları rejimiyle kendini bağlayan Merkez Bankası, verilen sözler tutulmayıp zamanın hükümeti uygulanan programı sahiplenmeyince, çıkan sorunların altında kalmıştır. Fatura Merkez Bankası’na çıkmıştır.
Birçok açıdan, merkez bankaları gördüğüne inanan kuruluşlardır. Kolayca yanlış yapmazlar, ama çok sık aldatılırlar. Verilen sözlere alkış tutarlar, uygulamayı görmeden hareket etmezler. Son faiz indirme kararı, eğer enflasyona yönelik bir kararsa, Merkez Bankası açısından erken alınmış bir karar gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2005
<B>SON </B>haftalarda para piyasalarında yaşananlar kafalardaki soru işaretlerini artırdı. <B>Merkez Bankası</B>’nın kendi faizlerini artırıp <B>döviz piyasasına müdahale etmesi</B> ise kafalarda yeni soru işaretleri oluşturdu. 2001 Krizi’nden bu yana para piyasalarında TL bolluğu vardı. Merkez Bankası piyasadaki fazla parayı borçlanarak piyasadan çekiyordu. Bolluk zamanla eridi. Ekonomik gelişmelere ve beklentilere paralel olarak TL ihtiyacı arttı. Piyasalar artan TL ihtiyaçlarını Merkez Bankası’ndan borçlanarak değil, portföylerinden döviz satarak karşılamayı tercih ettiler. İleriye dönük beklentiler bunu gerektiriyordu.
PİYASA BASKISI
Merkez Bankası ile para piyasaları arasında karşılıklı bir oyun oynanıyor. Oynan oyunun iki tarafı da farklı açılardan güçlü. Parayı basan kuruluş olarak Merkez Bankası’nın gücü tartışılmaz. Ama, piyasalar da güçlü. Merkez Bankası’nın duyarlı olduğunu düşündükleri fiyatlarla oynayarak mali piyasalar Merkez Bankası üzerinde baskı kurabiliyorlar. Piyasaların kurduğu baskının siyasi kanattan da desek alması normaldir. Dolayısıyla, Merkez Bankası iki kanattan baskı altında kalmaktadır.
Piyasada hazine bonosu faizleri düşmektedir. Merkez Bankası’nın düşen faizleri takip etmesi istenmektedir. Ama, aynı anda, TL likidite isteyen piyasalar döviz satışlarıyla kurları da düşürmektedirler. Dolar kurunun geldiği düzeyde şikayetler artmıştır. Merkez Bankası’nın dövize müdahalesi arzulanmaktadır.
Merkez Bankası’nın TL faizini düşürmesiyle, ‘artık TL fazla getiri getirmeyecek, dolayısıyla dövizlerinizi de artık satmayın’ denmektedir. Bu yetmeyip döviz piyasasına da müdahale edilerek döviz kurunun yükselmesi, en azından daha fazla düşmemesi hedeflenmiştir. Kısacası, faiz indirimi de, döviz kuruna müdahale de, döviz kuru düzeyinin beğenilmemesinden kaynaklanmıştır. Bu aşamada, enflasyon hedefi ikinci planda kalmıştır.
Faiz indirimi, amacı ne olursa olsun, ilginç bir eğilim çizmektedir. Bu yıl Para Politikası Kurulu düzenli olarak toplanmaya başladı. Şimdiye kadar Kurul üç kez toplandı. Her toplantının ertesi günü faiz indirimi gerçekleştirildi. Nisan ayında doğal olarak aynı yönde beklentiler yeniden güçlenecektir.
Dalgalı kur rejimine geçildikten sonra Merkez Bankası yaptığı her açıklamada döviz kuru düzeyi ile ilgilenmediğini, döviz piyasasına ancak aşırı dalgalanmaların olduğu dönemlerde müdahale edebileceğini vurgulamıştır. Açıklama birçok açıdan çok inandırıcı olmasa da, piyasaların buna inanması arzulanmıştır. Piyasalar bu söylevi çok ciddiye almayıp Merkez Bankası’nı döviz piyasasına müdahale etmeye zorlamıştır. Başarılı da olmuşlardır.
Bir anlamda, kurun düzeyi konusunda kaygılı bir Merkez Bankası karşısında piyasalar döviz piyasasına müdahale ederek kur düzeyini fazla oynatmadan önemli bir YTL fonu yaratmışlardır. Bu arada, Merkez Bankası da, döviz kuru üzerindeki baskılara dayanamayıp bilançosu üzerindeki kontrolden vazgeçebileceği izlenimi vermiştir.
RİSKLİ BİR YOL
Bizim gibi, mali sisteminde oldukça fazla döviz bulunan ülkelerde, uluslararası sermaye hareketlerinin de hareketli olduğu dönemlerde, dalgalı kur rejimi içinde yaşamak çok zordur. Kurların çok artması da, çok düşmesi de önemli bir sorundur. Şimdi bu sorunu bir kez daha yaşamaktayız.
Sorun, para politikası yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır. Bu yolun önemli riskleri vardır. Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2005
<B>20. yüzyılın </B>ikinci yarısında demokratik ülkelerde <B>siyasetin güdümünden çıkarılmış kamu otoritelerinin</B> sayısı arttı. Fiyat istikrarını tehdit etmenin siyasi bir tercih olamayacağı gerekçesiyle, önce merkez bankaları siyasetten bağımsız hale getirildi. Daha sonra, kamu otoritesi kullanan denetleyici ve düzenleyici kamu kurumlar siyasetten bağımsızlaştırıldı.
Bizim gibi ülkelerde bu çeşit kurumlar ‘devlet içinde devlet’ olarak algılandı. Ama, zorla da olsa, son yıllarda bu çeşit kurumların sayısı Türkiye’de de arttı. Siyasetten bağımsız denetleyici ve düzenleyici otoriteler, özel yasaları çerçevesinde, uygulamalarında siyasi tercih kullanılmaması için oluşturuldu. Yani, belli alanlardaki kamu otoritesi siyasi tercihlerin özünde olan ayırımcılık ve kayırıcılıktan uzaklaştırıldı.
EN BÜYÜK TEHDİT
Hukuki anlamda, denetleyici ve düzenleyici kamu kurumlarının siyasetten bağımsız olmasının güvencesi yasalarıdır. Ama, uygulamada, bu kurumların siyasetten bağımsız bir biçimde çalışmaları için yasaları yeterli değildir. Bu kurumlar asıl güçlerini kamuoyu desteğinden alırlar. Bu kurumlara kamuoyu sahip çıkmazsa, yasaları ne söylerse söylesin, uygulamalarının saygınlığı olmayacaktır. Düzenlemelerinin etkisi sınırlı kalacaktır. Kendilerinden beklenen yararlar tam olarak gerçekleşemeyecektir.
Bağımsız kamu kurumlarının kamuoyu desteği kazanabilmesi, kararlarının ve uygulamalarının teknik olarak doğru, ayırımcılık ve kayırıcılıktan uzak olduğu inancının kamuoyu tarafından benimsenmesiyle olur. Bu çeşit kurumlar hakkında ortaya çıkan rüşvet iddiaları bu kurumların varlıklarını tehdit eden en büyük olgudur.
Maalesef, Rekabet Kurumu, ortaya çıkan rüşvet iddialarıyla çok büyük bir yara almıştır. Uygulamalarının ve kararlarının doğruluğu ve haklılığı sorgulanmaya başlamıştır. Çıkar karşılığı ayırımcılık ve kayırıcılık yapmak ile siyasi tercihler nedeniyle aynı şekilde davranmak arasındaki ince çizgide Rekabet Kurumu’nun siyasetten bağımsızlığının anlamı sorgulanmaya başlamıştır.
İtibarlı olmak çok zor kazanılıp çok çabuk kaybedilen bir niteliktir. Göreli olarak çok yeni olan Rekabet Kurumu itibar kazanma sürecindeyken böyle bir talihsizlik yaşaması tüm ekonomi için büyük bir talihsizlik olmuştur. Bu yarayı sarmak kolay olmayacaktır. Konu, sonuçları itibariyle bir imar müdürlüğünde ortaya çıkabilecek rüşvet iddialarından çok daha ciddidir.
FARK YARATMAK
Rekabet Kurumu’nda yaşanan bu talihsiz gelişme bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumların ücret ve personel politikalarını yeniden gündeme getirmelidir. Bu kurumların kaliteli ve ilkeli personel istihdam etmesinin önemi yanında çalışanların aldığı ücret düzeyi de iyi değerlendirilmelidir.
Namuslu insan yoktur. Namuslu davranan insan vardır. Bir başka deyişle, ahlakı bozulmayacak insan yoktur. Bu gerçekten hareketle, bağımsız kurumlarda çalışanların ahlaklarının kolayca bozulmayacağı bir ortamın oluşturulması zorunludur. Aksi taktirde, bağımsız kurumların işlevi sakatlanacaktır. Seçilmişlerin elinden alınan kamu gücü atanmışların gelişi güzel uygulamalarına terk edilmiş olacaktır. İşin en tehlikeli yönü de buradadır.
Yaşananlar, bizleri, bağımsız kurumların varlığını değil, çalışma ortamlarını tartışmaya zorlamalıdır.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan ülkeler içinde çok kısıtlı sayıdaki ülkelerde cari işlemler açığı var. Bunlardan en önemli üçü, <B>Macaristan, Romanya ve Türkiye</B> geçenlerde bir panelde tartışıldı. İlginç bir sonuç ortaya çıktı. Göreli olarak yüksek cari işlemler açığı verip bunu kolayca finanse edebilmenin arkasında uluslararası sermaye akımları var. Sermaye akımları yavaşladığında, ne yapacakları konusunda üç ülkenin de inandırıcı bir B Planı yok.
BAHANELER
Herkesin neden B Planı olmadığı konusunda kendine göre bir bahanesi var. Dolayısıyla, sermaye akımlarının yavaşlaması sonucunda gerekli uyum piyasalara bırakılmış durumda. Piyasalar uyumu tatlı mı yapar, sert mi yapar belli değil.
Macaristan milli gelirinin yüzde 8’inden fazla cari işlemler açığı veriyor. Göreli olarak tarihlerindeki en yüksek cari işlemler açığı verdikleri halde, açığın finansmanı hiç de zor değil. Artık bir Avrupa Birliği ülkesi oldular. Giriş tarihini ertelemeye devam etseler de, bir gün Euro Bölgesi’ne girmek gibi bir hedefleri var.
Ekonomik büyüme tatminkar düzeyde. Paraları Euro’ya göre istikrarlı. Forint reel olarak değer kazanıyor. Enflasyon tek haneli rakamlarda. Bu dengeyi bozmak istemiyorlar.
Macar otoriteleri artık bir Avrupa Birliği ülkesi olan Macaristan’a uluslararası yatırımcıların farklı yaklaştığını düşünüyorlar. Yakında Euro’ya geçip faiz oranlarının da Avrupa ile aynı olacağı düşüncesiyle, ülkenin borçlanma kapasitesinin arttığını, iktisadi anlamda işlenen günahlara karşı uluslararası piyasaların daha müsamahalı yaklaştığı yönünde bir tespitleri var. Dolayısıyla, cari işlemler açığı sorununa çözüm arıyormuş gibi bir durumları yok.B Planı’na da ihtiyaç görmüyorlar.
Romanya çok yakında Avrupa Birliği üyesi olacak. Cari işlemler açığı milli gelirlerine göre yüksek, ama cari işlemler açığından fazla doğrudan yabancı sermaye alıyorlar. Bu nedenle de cari işlemler açığını haklı olarak bir sorun olarak görmüyorlar. Açığın yarattığı olumlu ekonomik dengenin bu şekilde sürdürülmesinden yanalar. Bu anlamda, en rahat ülke Romanya denebilir.
ÇÖZÜM PİYASALARDA
Türkiye de dahil, bütün ülkelerde cari işlemler açığı sorunun arkasında özel sektörün tasarruflarını kısması ve yatırımlarını artırması var. Kamu sektörü aynı paralelde tasarruflarını artıramadığından, denge cari işlemler açığı vermekle sağlanabiliyor.
Türkiye’de kamu sektörü zaten milli gelirin yüzde 6.5’i kadar faiz dışı fazla vererek ciddi boyutta tasarruf yapmaya çalışıyor. Yüksek ekonomik büyümeye rağmen istihdamın doğru dürüst artmadığı bir ortamda kamu sektörünün daha fazla tasarruf yapmasını istemek siyasi olarak kabul edilebilir bir öneri olmuyor.
Devletin yapamadığını özel sektörün tasarruflarını artırması yoluyla yaptırılması ya faiz artırımını ya da vergi artışlarını gündeme getiriyor. Zaten değerlenen ulusal para karşısında faizleri artırmak kalıcı ve sürdürülebilir bir denge yaratacak bir çözüm değil. Vergi artışları da, bu vergi yapısında hem sevimsiz hem de piyasaları bozan bir unsur haline geldi.
O halde, çözüm piyasalara kalıyor. Yani, bir anlamda, uluslararası sermaye akımları yavaşladığında, piyasaların ekonomiyi yeni dengesine nazik bir biçimde getirmesinden başka umut kalmıyor. Macaristan bu konuda şanslı olabilir. Biz o kadar şanslı mıyız? Göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2005
<B>İŞSİZLİK </B>fonunda <B>14 milyar YTL</B>’nin üzerinde para birikmiş. <B>Bu kadar para birikince, temel içgüdümüz depreşiyor</B>. Toplanan paraları amacına uygun bir biçimde daha da artırmaya çalışacağımıza, nasıl yiyebileceğimizin hesabını yapmaya başladık.
Önerinin biri, zaten işsizle kaynayan ülkemizde işsizlere daha fazla yardım yapılması. Diğeri, fonda çok para biriktiğine göre, işsizlik sigortası kesintilerinin düşürülmesi. Bunlar da olmazsa, mutlaka yol, baraj ve diğer inşaatlar için parayı harcayacak yer bulunur. Olmazsa, başka sosyal yardımlar düşünülebilir.
SİSTEM BATIRMA
İşsizlik fonunda çok para birikmesi demek bir sandıkta bu fonun paralarının banknot olarak biriktirildiği anlamına gelmiyor. İşsizlik fonunda toplanan paraların büyük bir bölümüyle devlet iç borçlanma senetleri satın alınıyor. Bu şekilde, fonun biriken paraları değerlendiriliyor. Yani, parayı zaten Hazine kapmış vaziyette. Fonun paraları bütçenin finansmanında kullanılıyor. Karşılığında bir faiz ödeniyor.
Konunun bu bölümünde garip bir şey yok. Fonda toplanan paralar bir biçimde değerlendirilecektir. Paraların bir bölümü banka hesaplarındayken, önemli bir bölümü bonoda olacaktır. Garip olan, biriken paraların nasıl çar-çur edileceğinin hesaplarının şimdiden yapılmaya başlamasıdır.
Sosyal güvenlik sistemi de böyle battı. Sistemde paralar biriktikçe, iştahımız kabardı. Sosyal güvenlik sistemindeki kuruluşlara paralarını değerlendirsinler diye yatırım yaptırmaya başladık. Emekli Sandığı bir anda otel sahibi olmaya başladı. Toplu konut yatırımlarına girişildi. Kesintiler düşürüldü. Emekli maaşları artırıldı. Emeklilik yaşı azaltıldı. Sonunda para bitti. Rahatladık!
Şimdi, sosyal güvenlik kuruluşları Hazine’den yardım alamasalar emekli maaşlarını ödeyemeyecek duruma düştüler. Oteller hálá duruyor. Ama, ortada maaş ödeyecek para yok!
İleride bireysel emeklilikte de çok paralar birikecek. O paralar da, şimdi olduğu gibi, Hazine bonosu da dahil olmak üzere çeşitli yatırım araçlarında değerlendirilecek. Yine, gözümüz bu fonlarda mı olacak? Para biriktikçe iştahımız mı kabaracak? Bu fonlara devlet yatırımlarını finanse etsin diye özel tertip düşük faizli borçlanma senetleri mi satacağız?
AMAÇ UNUTULMAMALI
İşsizlik sigortası, önce çalışıp da belli bir süre sonra işsiz kalanlara yine belli bir süre için maaş veren bir sigorta fonudur. Zaman geçtikçe, bu fondan yararlanma imkanı olan kişi sayısı artacaktır. Aynı zamanda, sigorta fonu kapsamındaki çalışanlar yaşlanacaklardır. İşlerini kaybettiklerinde, yeni bir iş bulma süreleri uzayacaktır.
Sosyal güvenlik sistemine benzer bir biçimde, bir süre sonra işsizlik sigortasının ihtiyacı olacağı fon miktarı artacaktır. Bu fonlar o günler için biriktirilmektedir. Şimdi, işsizlik sigortasından yararlananlar az diye biriken paralar kimden alınacak, kime verilecek? Avrupa’daki işsizlik sigortalarının şimdi acınacak hale gelen konumu çok iyi incelenmelidir.
Toplu parayı görünce, dayanamıyoruz. Nasıl yapsak da, parayı yesek diyoruz. Halbuki, bu fonlar amaçları için kullanılmalıdır. Amaçları doğrultusunda kullanıldıklarında, mali piyasaların gelişmesi de hızlanacaktır.
Yazının Devamını Oku