9 Mart 2005
<B>ARJANTİN </B>borçlarını yeniden yapılandırdı. Yapılandırdı demek belki yanlış olacak. <B>Arjantin borçlarının bir bölümünü sildirdi. Bir kısım borçları, 100 dolardan 34 dolara indi. Yeniden yapılandırma kapsamında, alacaklıların yüzde 76’sı bu duruma razı oldular.
Daha önce de Rusya, Sovyetler Birliği döneminden üstlendiği borçları zamanında ödeyemeyeceğini açıklamıştı. Daha sonra, petrol fiyatı fırlayınca Rusya rahatladı. Borçları konusunda şimdilik bir sorunları görünmüyor. O dönemde, Rusya akıllılık etti diyenler çok olmuştu.
Önce Rusya, şimdi Arjantin’in borçlarını ödemekten kaçınmaları Türkiye’de de bazı çevrelerde ‘acaba biz enayi miyiz?’ sorusunu gündeme getirdi. Öyle ya, diğer ülkeler borçlarını ödemekten kaçınırken, biz borçlarımızı kuruşu kuruşuna ödeyerek enayi durumuna düşmüyor muyduk?
GEÇİCİ RAHATLIK
Türkiye tarihinde hiç borçlarını sildirmedi (galiba bizim gibi bir de Macaristan var). Osmanlı döneminden kalan borçları da üstlenip ödedik. Bazı dönemlerde borçlarımızı ertelemek zorunda kaldık. Ama, çoğu zaman yüksek faizlerle borçlarımızı hep ödedik. Yüksek risk grubuna sokularak borçlarımızı ödememe riskinin arttığı hesaplarıyla ödediğimiz faizler arttı. Sonuçta, bize para verenler verdikleri paraları hiç kaybetmediler. Aksine, çok büyük paralar kazandılar.
Böyle bir geçmişten gelen bir ülke olarak şimdi başka ülkelerin aldıkları borçların üzerine yatması bizleri düşündürüyor. Borçlarımızı ödemek için bazı dönemlerde çok sıkıntılar çektik. Örneğin, ‘borçlarımızı ödemiyoruz’ deseydik 2001 krizi çok daha hafif atlatılamaz mıydı?
Alınan bir borcu azaltmaya çalışmak, yani üzerine yatmak ahlaksızlıktır. Son olarak Arjantin’in yaptığı ‘acaba ahlaksız olanlar mı kazanıyor’ sorusunu insana ister istemez sorduruyor. Ahlaksızlık her zaman cezalandırılır. Arjantin cezalandırıldı. Şimdi, yine cezalandırılacak. Kısa dönemde bu yolla elde edilen çıkarlar uzun dönemde mutlakla yüksek maliyetlere dönüşür.
Arjantin’in borçlarının üzerine yatması ilk değildir. 1990’lı yılların başında Arjantin istikrar programına borçlarını silerek başladı. Enflasyon hızla düştü. Ekonomileri istikrara kavuştu. Ama, göreli ekonomik istikrarı ancak on yıl kadar koruyabildiler. İstikrarı koruyamamalarının nedenlerinden biri, artan borçlarına karşı ödedikleri maliyetin giderek yükselip uluslararası yatırımcılara ‘acaba yine borçlarının üzerine yatarlar mı?’ sorusunu sordurmalarıdır. Geçmişte böyle bir deneyim yaşatmamış olsalardı, belki durumları şimdi çok daha iyi olacaktı.
Şimdi de bir süre rahatlayacaklardır. Büyüme hızlanacak, paraları değerlenecek, enflasyon düşecektir. Ama, Arjantin, Latin Amerika’nın kanayan yarası olmaya aday ülkelerden biri olmaya devam edecektir.
GELECEKTE SORUN
Bizler de, Arjantin gibi örneklerin ahlakımızı bozmasına izin vermemeliyiz. Ekonomide hiçbir şey maliyetsiz değildir. Kısa süreli rahatlamaların ve görünürdeki kazançların mutlaka maliyetleri vardır. Bu maliyetleri en iyi bilen ülkelerden biri de biziz.
1940’larda yaşanan ‘varlık vergisi’ faciasının izleri hálá hissedilmektedir. Ekonomik birimler kayıt altına girmekten çekinmektedirler. Çünkü, kayıtların hangi amaçla kullanılabileceği yönünde kuşkuları vardır. Kümesteki kaz olmak istememektedirler.
1960’larda yaşanan ‘tasarruf bonosu’ faciası, Türkiye’de bono piyasasının uzun süre gelişmesini engellemiştir. Bugün dahi, Hazine bonosuna soğuk bakan kesimler vardır.
Borçlarımızı ödemeyerek çözüm aramak, ilerideki sorunlarımızı daha da ağırlaştırmaktan öteye gidemezler.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2005
<B>ENFLASYONUN </B>düşüyor olmasına inanların sayısı çok az. <B>Kimileri yüksek enflasyon ile fiyat düzeyinin yüksekliği kavramlarını birbirine karıştırıyor</B>. Bu iki kavramı karıştırmayanlar enflasyon rakamlarıyla oynandığından şüphe ediyorlar.
Halbuki, enflasyon beklenenin çok üzerinde bir hızla düştü. Bu yılın ocak ve şubat ayı verileri enflasyonun düşmeye devam ettiği yönünde çok güçlü işaretler veriyor. Rakamlarla oynandığı şüphesi ise elde kesin bir kanıt olmadığı sürece çok yersiz.
FARKLI SEPETLER
Enflasyonun düştüğüne inanmakta zorluk çekenlerin önemli bir bölümü kendi tüketim sepeti ile fiyat istatistiklerinde kullanılan ortalama tüketim sepeti arasındaki farklar nedeniyle yanılıyorlar.
Örneğin, arabasıyla çok gezen bir ailenin yakıt harcaması ortalamanın çok üzerinde olacaktır. Yakıt fiyatlarındaki artışı bu aileler çok ciddi bir biçimde hissedeceklerdir. Arabası olmayıp otobüsle ulaşım ihtiyacını karşılayanlar ise benzin fiyatlarındaki artıştan o denli etkilenmeyeceklerdir. Dolayısıyla, tüketim sepetinin yapısına göre, herkesin kendi enflasyonu vardır demek çok yanlış olmayacaktır.
Yayınlanan fiyat istatistikleri, yapılan çalışmalar sonucunda bulunan Türkiye çapındaki ortalama tüketim sepetine dayanmaktadır. Bilgisayar kullanmayanlar bilgisayar fiyatlarındaki düşüşlerden haberdar olmayacaklardır. Ama, yoğun bir biçimde teknoloji ağırlıklı mallar kullananlar bu alandaki fiyat düşüşlerini hissedeceklerdir.
Enflasyonun düştüğü söylenip çok fazla kişinin inanmadığı bir ortamda, fiyat istatistiklerinin dayandığı tüketim sepeti bazının güncel hale getirilmesi enflasyonun düştüğünden şüphelenenleri daha da şüpheci hale getirdi. Fiyat istatistiklerinin dayandığı bazın değiştirilmesi enflasyonu düşük gösterme yönünde bir çaba olarak yorumlandı. Halbuki, çok doğru bir şey yapıldı. Fiyat istatistiklerinin bazı, ekonomik krizin ortasında, 1994 yılı olmaktan çıkarılıp göreli olarak daha sakin bir yıl olan 2003 yılına taşındı.
Enflasyonun yüzde 10’un altına, kalıcı bir biçimde yüzde 3-4 düzeylerine düşmesi için fiyat beklentilerinin düzeyinin önemi giderek artmaktadır. Enflasyonun düştüğünden şüphelenenler ne kadar saçmalarlarsa saçmalasınlar, ekonominin bu bölümünün enflasyonun düştüğü yönünde bir biçimde ikna edilmesi önem taşımaktadır.
İKNA ETMEK
Bu yıl boyunca eski fiyat istatistiklerinin yayınlanmaya devam etmesi bir ölçüde bu sorunun aşılmasına yardımcı olabilir. Çünkü, eski fiyat istatistikleri bir zamanlar enflasyonun yüzde 100’e yaklaştığını göstermişti. Ekonomik birimlerin bir zaman çıplak gözle gördükleri rakamlara da yansımıştı. Bu anlamda, enflasyonun düştüğüne inanmakta güçlük çekenler açısından eski fiyat istatistiklerinin itibarı daha fazla olabilir.
Ekonomik birimlerin eski fiyat istatistikleri bazında da enflasyonun yüzde 10 civarına düştüğünü görmeleri yeni fiyat istatistiklerinin itibarını artıracaktır. En kötü bir olasılıkla, eski ve yeni fiyat istatistikleri arasında 3-5 puan farklılık olabilecektir. Ama, en azından, yeni fiyat istatistiklerinin düzmece rakamlardan oluşmadığı görülecektir.
Eski ve yeni fiyat istatistiklerinin bir arada yayınlanması çok alışık olunan bir uygulama olmayabilir. Ama, bu yaklaşım, enflasyonun ortalama bazda düşüyor olması yönünde ekonomik birimleri daha çabuk ikna edebilecektir. Dolayısıyla, bir yıl kadar eski ve yeni fiyat istatistiklerinin bir arada yayınlanmasında önemli faydalar vardır.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2005
<B>FİNAS </B>piyasaları <B>Merkez Bankası</B>’nı birkaç açıdan zorlamaya başladı. Piyasalar faizlerin düşmesini arzu ediyorlar. Merkez Bankası’nın kurlara daha yoğun müdahale etmesini istiyorlar. Piyasalar giderek artan likidite ihtiyaçlarını daha ucuza elde etmek arzusundalar.
Faizler düştükçe, devlet iç borçlanma senetlerini ellerinde bulunduranlar sermaye kazançları elde edeceklerdir. Bir başka açıdan, faizler düştükçe, geçmiş dönemde elde edilen getiriler artacaktır.
Döviz kurları düşmeye devam ediyor. Yani, Türk parası daha da değerlenmeye devam ediyor. Kurların düşmeye devam etmesi bir anlamda Merkez Bankası’nı döviz piyasasına davet etmek anlamına geliyor. Piyasalar Merkez Bankası’nın kurlara daha yoğun müdahale edip piyasadan döviz alarak likidite yaratmasını talep ediyor. Genel kanının aksine, son dönemde, döviz kurları, yabancı döviz sattığı için sattığı için değil, piyasa Merkez Bankası’na ‘gel-gel’ yaptığı için düşüyor. Kısacası, dalgalı kur rejiminin bir başka cilvesini yaşıyoruz.
ÜÇLÜ DENGE
Bütün bu istekler Merkez Bankası’nın kamuoyuna açıkladığı enflasyon hedefiyle tutarlı mı? Konunun can alıcı tarafı da zaten burada. Korunması gereken sürdürülebilir denge, ‘kur-faiz-sermaye akımları’ üçgeninin enflasyonu kalıcı bir biçimde düşürecek düzlemde tutulabilmesidir. Bu üçgenin yansımaları iç talep, cari işlemler dengesi ve ekonomik büyümedir.
Dalgalı kur rejiminin uygulamaya konmasının önemli nedenlerinden biri Merkez Bankası’nın kendi bilançosu üzerindeki kontrolü güçlendirerek enflasyonu kontrol etmeyi ve enflasyonu hedeflemeyi kolaylaştırmaktır. Yani, Merkez Bankası’nın kurları belli bir düzeyde tutabilmek için bilançosunu büyütmek durumunda kalması enflasyonla mücadeleyi sakatlayan ve/veya geciktiren bir unsur olacaktır. Bu seçim yapılmıştır. Geri dönüş yoktur.
Piyasanın Merkez Bankası’nın dövize daha yoğun müdahale ederek kurların düşmesini engellemeye çalışmasını istemek bir anlamda bilançosu üzerindeki hedeflerini yumuşatmasını istemek anlamına gelmektedir.
Merkez Bankası daha yılın başında bilançosunu çok hızlı büyütmek istemeyeceğini düşünmek fazla yanıltıcı olmayacaktır. Kaldı ki, yılın başında yapılan açıklamalarda, Merkez Bankası döviz rezervi biriktirmek istediğini söylemiştir, ama piyasanın ihtiyacı olacağı likiditeyi mutlaka döviz alarak sağlayacağını söylememiştir. Yine de, piyasalar ‘gel-gel’ yapmaya devam etmektedirler.
ÖNCE HEDEF
Faizlerin düşürülmesini istemek de bir anlamda farklı yollardan aynı kapıya çıkmaktadır. Faizlerin düşmesi bugünkü dengede Merkez Bankası’nın piyasadan daha az borçlanması anlamına gelecektir. İleride, Merkez bankası piyasalara net bazda borç veren bir konuma geldiğinde, faizlerin düşmesi Merkez Bankası’nın piyasaya daha fazla likidite vermesi anlamına gelecektir. İki durumda da, parasal genişleme söz konusudur.
Parasal genişlemenin enflasyon hedefiyle çeliştiği aşamada Merkez Bankası’ndan döviz kurlarına ya da faizlere müdahale etmesini beklemek çok gerçekçi değildir. Gerçekçi olmayan yaklaşımlarla piyasaların kur-faiz dengesini şaşırtması bir aşamada ekonomik istikrarı bozabilecek önemli bir etken olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2005
<B>HER </B>ürettiğini arzuladığı fiyatta rahatlıkla satabilen bir firmanın bulunduğu pazarın rekabetçi olması söz konusu olamaz. <B>Rekabet, üretimin arzulanan kar düzeyinde satılamama riskini de beraberinde getirir</B>. Bu risk yok edilemez, ama azaltılabilir. Azaltmanın tek yolu rakiplerden daha kaliteli ve daha ucuz mal üretebilip piyasaya sürebilmektir. Dolayısıyla, rekabet kalitenin artması sonucunu doğurur.
Bu ilke yalnızca mal ve hizmet piyasalarında değil, aklımıza gelebilecek her yerde doğrudur. Mezun ettiği öğrencileri doğru dürüst iş bulamayan bir okul da kalitesini yükseltmek zorundadır. Çünkü, öğrencilere bir seçenek verildiğinde, bir süre sonra bu okullar eğitim verecek öğrenci bulamayacaktır.
SİNYAL
Yukarıdan aşağıya doğru gidersek, şöyle bir resimle karşılaşıyoruz. İş piyasası rekabetçi bir piyasadır. Aynı işte çalışmak isteyen binlerce kişi arasından birkaç kişi işe alınmaktadır. O halde, binlerce kişi arasında, işi kapabilmek için en kalitelilerden biri olmak gerekmektedir. Nasıl daha kaliteli birisi olunabilir?
Bir insanın kariyerinin başında sahip olduğu işgücünün kalitesi konusunda sinyal veren bir takım özellikleri vardır. Örneğin, iyi öğrenci yetiştirdiği geçmiş deneyimlerle bilinen okullardan mezun olmak işgücü kalitesinin iyi olduğu yönünde önemli bir sinyali oluşturur. Yani, mezun olunan okulun adı bir sinyaldir.
Yalnızca mezun olunan okulun ismi de yetmeyebilir. İyi bir okuldan mezun olsanız dahi, okuldaki başarı dereceniz de sahip olduğunuz işgücü kalitesi konusunda önemli bir sinyaldir. Mezuniyet ortalamanız da yeterli olmayabilir. Mezun olduğunuz okuldaki hocalarınızdan ya da eğitim döneminde staj yaptığınız kuruluşlarda sizin amiriniz konumunda olanlardan aldığınız referanslar da önemli olabilir.
Sonuçta, işe alındığınız taktirde, iyi bir çalışan olacağınız konusunda işverenin gözündeki riskleri asgariye indiren her türlü sinyal sizi rekabette öne çıkaracaktır. O halde, mümkün olabilen en iyi okula gitmek gerekmektedir. Okulda mümkün olduğunca başarılı olmak gerekmektedir. Okulda ve çalıştığınız yerlerde sevilen biri olmanız gerekmektedir. Bütün bu olumlu sinyalleri oluşturabilmek için bazı değişkenler sizin elinizdeyken, bazı değişkenler kurallara bağlanmıştır.
Örneğin, eğitim gördüğünüz okulda çok çalışıp çok başarılı olmaz sizin elinizdedir. Ama, hangi okula gideceğiniz sizin elinizde olmayabilir. Hatta, çok iyi bir öğrenci olabileceğiniz halde, okula dahi gidemeyebilirsiniz. Bazı doğu illerimizde okul olmadığı için eğitim göremeyen binlerce çocuğumuz olduğu iyi bilinmektedir.
SAKAT REKABET
Rekabet kalitenin artması için gerekli, ama yeterli bir şart değildir. Rekabetin kaliteyi artırabilmesi için fırsat eşitliğinin de olması şarttır. Fırsat eşitliğinin olmadığı bir ortamda, rekabet olsa da, rekabetin boyutu sınırlıdır. Ayırımcılık kaçınılmazdır. İşgücü piyasasında da ayırımcılığın önemli nedenlerinden biri fırsat eşitliğinin olmaması ya da eksikliğidir.
Mal ve hizmet piyasalarında da fırsat eşitliği olmadığında ayırımcılık ve kollamacılık vardır. Üç-beş şirket arasında rekabet varmış gibi görünse de, rekabet sakattır.
Mal ve hizmet piyasalarında fırsat eşitliğinin anahtarı piyasaya giriş ve çıkışın serbest olmasıdır. Piyasaya girişin engellendiği, piyasadan çıkışın istenmediği ortamlarda rekabetin kaliteyi arzulandığı ölçüde artırabilmesi mümkün değildir. Yıllarca, bankacılıkta giriş neredeyse serbestti, ama çıkış serbest değildi. Ne oldu?
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2005
<B>AMERİKA</B> Birleşik Devletleri’nde ekonomik birimlerin büyük bir bölümü New York Hisse Senedi Borsası’nın (New York Stock Exchange) performansıyla ilgilenir. Neredeyse herkesin gözü borsa endeksindedir (Dow Jones endeksi). Daha da ileri gidilip Amerikan Başkanı’nın iktisadi kararlarını borsa endeksinin şekillendirdiği dahi söylenir. Endeks yükseliyorsa, Başkan’ın politikaları onaylanıyor demektir. Endeks düştüğünde Başkan’ın ayağını denk alması gerektiği söylenir.
HÁLÁ KÜÇÜK
İstanbul Hisse Senedi Borsası (İMKB) göreli olarak yeni kurulmuş bir kurumdur. Tarihi eskidir, ama kendisi yenidir. Dünya’daki Büyük İktisadi Buhran’a denk gelen bir dönemde İstanbul Borsası kapatılmış, ancak 1980’lerde yeniden açılmıştır.
Uzun zaman, İMKB’nin de New York Borsası gibi olduğu sanıldı. Borsa endeksi artsın diye her türlü komiklik ortaya kondu. Hatta, küçük yatırımcının çıkarlarının korunması gereken yerlerde konuya tek gözle bakılıp ‘yeter ki Borsa gelişsin’ mantığı ile saçmalıklar yapıldı. Bazen, bu saçmalıklar yapılmaya devam da ediliyor.
Bu ülke, borsa endeksi artsın diye ekonomideki faizlerin inmesinin gerektiğini iddia edip para politikasını borsa endeksine endekslemeye çalışan bir başbakan dahi gördü. Ama, ne yapılırsa yapılsın, bir piyasa kendi dinamikleri içinde oluşuyor ve gelişiyor. Bizim İMKB’nin gelişmesi de böyle oldu. En azından, şimdi, borsa endeksinin artacağını söylemeyip İMKB’nin yatırımcılar ve hissesi el değiştiren firmalar açısından sağladığı imkanları öne çıkaran İMK Başkanları’mız olmaya başladı.
IMKB, ekonominin toplam boyutu ile karşılaştırıldığında, göreli olarak hala küçük bir borsadır. Gelişmekte olan ülkeler içinde hacim açısından ön sıralarda gelse de, İMKB’de işlem gören şirketlerin piyasa değeri milli gelirimizin yarısından azdır. Halka açık şirketlerin ancak yüzde 15-20’si piyasada işlem görmektedir. Ama, İMKB gelişmektedir. Her şeyden önce, İMKB endeksinin verdiği mesajlar orta dönemde daha anlamlı olmaya başlamıştır. Belli bir zaman aralığında, ileriye dönük beklentileri daha iyi yansıtmaya başlamıştır.
Bizim gibi ülkelerde ileriye dönük iktisadi beklentileri faizler ve kurlar yansıtırlar. Faizler gördükleri işlev gereği gelecek konusundaki beklentileri içeren bir fiyattır. Dolayısıyla, olumlu beklentiler faizleri düşürürken, olumsuz beklentiler faizleri artırırlar.
Yüksek enflasyon altında mali servetlerinin reel değerini korumaya çalışan ekonomik aktörler olumlu beklentilerle dövizden yerli paraya geçerken, olumsuz beklentiler yatırımcıları yerli paradan dövize yöneltir. Dolayısıyla, beklentilerin döviz kurları üzerinde çok önemli etkisi vardır.
Şimdi, faiz ve kurun içerdiği beklentileri borsa endeksi de içermeye başlamış görünmektedir. Önceleri daha çok spekülatörlerin öncülüğünde giden İMKB’de, yabancı yatırımcı ağırlığı arttıkça, endeks de göstermesi gerekeni göstermeye başladığı yönünde işaretler veriyor.
Piyasada alım-satımı yapılan hisse senetlerinin yarısından fazlası yabancı yatırımcıların elinde görünmektedir. Yabancıların günlük işlem hacmi içindeki payı küçük olsa da (ortalama yüzde 12-14), endekse yön veren hareketlerin genellikle yabancı yatırımcılardan kaynaklandığını düşünmek çok abartılı olmayacaktır. Çünkü, endeksin hareketinden en fazla etkilenecek grup yabancı yatırımcılardır.
Hisse senedi piyasası geliştikçe İMKB endeksi de ileriye dönük beklentileri yansıtan daha iyi bir gösterge niteliğine kavuşacaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2005
<B>EURO</B>’nun Amerikan dolarına karşı <B>değer kazanması</B> (ya da doların Euro’ya karşı değer yitirmesi) birçok <B>Avrupa ekonomisi için başlı başına bir sorun</B>. Sorun giderek de ağırlaşıyor. Bir süre sonra, Avrupa ekonomileri ‘biz nerede yanlış yaptık?’ diye birbirlerine sormaya başlayabilirler.
Euro’nun devreye girmesiyle Avrupa’da farklı vücutlara tek tip ve tek boy elbise giydirilmiş gibi oldu. Maliye politikalarında (fiskal) birlik olmadan parasal birliğe girilmiş olması sorunun bir başka boyutunu oluşturdu. Sonuçta, Avrupa ekonomileri tek tip elbise giymenin sıkıntılarını her gün biraz daha fazla hissetmeye başladı.
GÖRELİ FİYATLAR
Fiyat istikrarının devam ettiği bir ortamda, farklı bütçe uygulamaları doğal olarak farklı para politikası yaklaşımları gerektiriyor. Ama, Euro Bölgesi’nde ülkeden ülkeye farklı para politikaları uygulamak gibi bir seçenek yok. Euro Bölgesi’nde tüm ülkeler Euro kullanıyorlar. Tüm ülkelerde faiz oranları aynı.
Aynı para politikası, aynı faizler, ama ülkelerin bütçe açıkları birbirinden çok farklı. Almanya ve Fransa’nın bütçe açıkları milli gelirlerinin yüzde 4’ü civarında gelerek Birlik sınırlarını aştı. İşsizlik bu ülkelerde yüzde 10’u aşmış durumda. Sorun bu kadarla da kalmıyor. Göreli fiyatlar ülkeden ülkeye değişiyor.
Para ve kur politikalarının dikkat etmesi gereken en önemli konulardan biri uluslararası ticarete konu olabilecek mallarla (tradables) uluslararası ticarete konu olamayacak mallar (non-tradables) arasındaki göreli fiyat değişmeleridir. Göreli fiyatlar farklı ülkelerde farklı yönde hareket etmektedirler.
Örneğin, Fransa’da gayrimenkul fiyatları son yıllarda önemli boyutlarda artarken, Almanya’da düşme eğilimindedirler. Yani, iki ülkede de aynı faiz oranları geçerli olduğu halde, Fransa’da gayrimenkul piyasasında bir ‘balon’ yaşanırken, Almanya’da aynı piyasada bir ‘durgunluk’ söz konusudur.
Konuya para politikası açısından bakıldığında, fiyat istikrarına bir tehdit olmadığı taktirde, Fransa’da faizlerin artması gündeme gelebilecekken, Almanya’da faizlerin düşürülmesi söz konusu olabilecektir. Ama, elbise tek bedendir. Herkese aynı beden elbise giydirilmektedir. Sıkıntı da buradadır. Para politikasının göreceği işlevi maliye politikaları yoluyla gerçekleştirmek ise mümkün olamamaktadır.
CENDERE
Avrupa giderek tek paraya geçmiş olmanın getirisini ve götürüsünü daha sık tartışmaya başlayacaktır. Kısa dönemde Euro’yu terk etmek hiçbir ülke için elbette söz konusu olmayacaktır. Ama, Euro Bölgesi’nin genişlemesinin tahminler doğrulturunda gelişmeyebileceği de bir gerçektir.
Son genişlemeden sonra, önümüzdeki beş yıl içinde Euro Bölgesi’nin 20 ülkeyi kapsayacağı tahminleri yapılıyordu. Birliğin göreli olarak küçük yeni ülkelerinin belli bir uyum sürecinden sonra Euro’ya geçebileceği hesapları yapılıyordu. Bu hesaplar hálá doğru çıkabilir. Ama, zaman yaklaştıkça, Euro’ya geçiş konusunda bu ülkelerde çok ciddi tartışmaların çıkması kaçınılmaz gibi görünmektedir.
Siyasetçilerin sorumluluklarını yerine getirmemesi ülkeleri daha büyük bir cenderenin içine sürükleyebilmektedir. Euro da, herkese tek tip ve boy elbise giydirmesi açısından, Avrupa ekonomileri için büyük bir cendere haline gelmektedir. Bunun üzerine bir de Euro’nun değer kazanması, sorunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2005
<B>LATİN Amerika </B>ülkeleri içinde <B>Brezilya</B> ve <B>Arjantin</B> her zaman ekonomi gündeminin ilk sıralarını başka hiçbir ülkeye bırakmıyorlar. İşler iyi de gitse, kötü de gitse bu iki ülke gündemin hep birinci sırasındalar. Latin Amerika’da Venezüella ve Uruguay gibi ülkeler çok ciddi ekonomik sıkıntı içindeler. İkisi de IMF’nin kapısından ayrılmıyorlar ya da kapıda durmak zorundalar. Ama, uzunca bir süredir durumlarını düzeltebilmiş de değiller. Onlara ait haberleri çok ender görebiliyorsunuz. Galiba, gündemde kalmak da bir başka açıdan başarı oluyor.
ÇAPA İHTİYACI
Brezilya’da Başkan ‘iyi adam’ rolünü oynarken, Maliye Bakanı ‘kötü adam’ rolünü oynuyor. Başkan’ın beyanlarıyla telaşa kapılan yatırımcılar Maliye Bakanı’nın söylevleriyle rahatlıyorlar. Brezilya’da IMF’den kurtulmak isteyenler Başkanı alkışlarken, IMF ile bir süre daha gitmek gerektiğini düşünenler Maliye Bakamı’na arka çıkıyorlar.
Brezilya’da, kendini solcu olarak tanımlayan Başkan herkesi şaşırttı. Sağcıların dahi pek cesaret edemediği yapısal reformlara el attı. Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dokunmadı. Bir süre ekonomik büyüme yavaş gittiği halde, faizlerin yüksek kalmasına, en azından kamuoyu önünde, sesini çıkarmadı.
Başkan hakkındaki başlangıçtaki yargılar değişti. Başkan’ın dogmatik değil, pragmatik biri olduğu anlaşıldı. Ama, yine de, Başkan siyasi olarak IMF’den kurtulma isteğine karşı çıkamıyor. Halbuki, onlar da biliyorlar ki, IMF ile yeni bir anlaşma yapmamak Brezilya ekonomisini çok büyük risklerin ortasına atmak olacaktır.
Maliye Bakanı’nın dile getirdiği gerçek budur. Brezilya ekonomisindeki göreli düzelmenin ve rahatlığın gelişmekte olan ülkelere akan mali sermayedeki olağanüstü artışının önemli bir payı vardır. Büyüme hızlanmıştır. Enflasyon düşme eğilimine girmiştir. Faizler hala yüksektir, ama düşme eğilimindedir. Kurlar istikrara kavuşmuştur.
Gündemde önemli yapısal reformların uygulamaya konması ve başlatılan reformların sonuçlandırılması vardır. Uluslararası sermaye akışında bir yavaşlama her zaman olabilir. Bu aşamada, IMF ile parasal desteği içermeyen bir programın yapılması Brezilya ekonomisi hakkındaki riskleri önemli ölçüde azaltacaktır. Zaten bir önceki 6 milyar dolarlık standby düzenlemesinde de Brezilya mali destek almak zorunda kalmamıştı. Kısacası, Brezilya’nın da ekonomide bir ‘çapa’ ihtiyacı devam ediyor. Yani, bizim durumumuzdalar.
TAVIR DEĞİŞİKLİĞİ
Daha kötüsü olamayacağından, Arjantin ekonomik kaostan çıktı sayılır. Fatura ağır oldu. Çok ciddi cari işlemler fazlası vermek zorunda kaldılar. İç talep küçüldü. İşsizlik arttı. Büyüme yavaşladı. Sabit sermaye yatırımları ya hiç gelmedi ya da alışılmışın çok altında kaldı.
Arjantin borçlarını yeniden yapılandırıyor. Her 100 dolarlık borcu için 34 dolar vermeyi planlıyor. Alacaklıların bu teklifi kabul edip etmeyecekleri yakında belli olacak. Toplamın dörtte üçünün bu teklifi kabul etmesi durumunda, Arjantin büyük ölçüde rahatlayacaktır. Rahatlama yalnızca borçların silinmesi yoluyla azalan borç yükü nedeniyle değil, Arjantin’in piyasalardan taze para bulabilmesi nedeniyle de olacaktır.
Bugüne kadar, Arjantin ekonomik istikrar için gerekli adımları atmamakta direnen bir görünüm sergiledi. Borç azaltma operasyonundan sonra bu tavrını değiştirip değiştirmeyeceğini tahmin etmek çok zor. Ama, aynı tavırla piyasaların Arjantin’den talep ettiği IMF destekli bir ekonomik programın devreye girmesi zor görünüyor.
Bütün bu gelişmeler gelişmekte olan piyasalara giden fon akımlarının geleceğine yön verecek nitelikte olacağından, Türkiye ekonomisi açısından da önemlidir.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2005
<B>BİR </B>şirketi <B>sahiplenme</B> ile aynı şirkete <B>borç verme</B> arasında bazı çok önemli farklar vardır. Sahiplenme kar etmek amacıyla arzu edilebilir. Ama, borç verme, verilen borcun geri alınacağı umuduna dayanır. Dolayısıyla, sahiplenme ile borç verme arasında farklı kaygılar söz konusu olur.
Son dönemlerde kredi kartları konusu kamuoyunu çok meşgul etti. Yapılması planlanan düzenlemenin piyasa mantığı ile hiçbir alakası yoktur. Kime, ne kadar limit dahilinde kredi kartı verileceği kredi kartı veren kuruluşların işidir. Bu kuruluşlar doğruyu yapmıyorlarsa, gerekli önlemler kuruluş bazında alınır. Doğru iş yapan kuruluşların işlerine karışılmaz.
Kredi kartlarında taksit uygulaması da kredi kartı veren kuruluşların işidir. Kimin, neyi taksitler aldığı da devleti ilgilendirmez. İlişki, kredi kartı veren kuruluşlarla müşterileri arasındadır. Bu ilişkide devletin hiçbir rolü olamaz.
ALARM OLABİLİR
Bir müşterisine kredi kartı verirken bankalar müşterisinin çeşitli mali ve ahlaki özelliklerine bakarlar. Kredi verirken gözetilen, müşterinin aldığı krediyi zamanında geri ödeyip ödeyemeyeceği kabiliyetidir. Buna kredi değerliliği diyoruz. Bu kabiliyetin belirleyicisi kimi müşterilerde müşterinin geliridir, bazı müşterilerde müşterinin geçmiş performansıdır. Bu özellikleri devlet bilemez. Bir yasa ile herkes aynı kaba konamaz.
Yiyecek maddeleri harcamalarının dahi kredi kartları yoluyla taksite bağlanması devletin değil, kredi kartı veren kuruluşların kaygılanacağı bir olgudur. Temel ihtiyaç maddelerinin taksitle alınması bazı bankalarca müşterinin zorunlu olarak yapması gereken harcamalar için dahi yeterli parasının olmadığı konusunda bir ‘alarm’ olarak algılanabilir. O taktirde, böyle düşünen bankalar yiyecek harcamalarının taksite bağlanmasına izin vermeyebilir.
Bazı bankalar ise, yiyecek harcamalarının dahi taksit yoluyla alınmasını gelirden yapılan harcamaların mallar arasında ve zamana yayılmasını içeren bir stratejinin parçası olarak görebilirler. Onlar açısından bir ‘alarm’ söz konusu değildir. Yanlış yaptıklarında, kredilendirme, kredilendirme olmaktan çıkıp sahiplenme aşamasına gelir. Zararı bu bankalar öder. Kendi sermayelerini tüketme yoluna girerler.
Bankaları gözetlemekten ve denetlemekten sorumlu kurum da bu bankalara gerekli önlemler aldırtır. Gerekli önlemler, kredi kartları ile taksit seçeneğinin olmamasını dahi içerir. Ama, bu çeşit önlemler bu işi beceremeyen bankalara uygulanır, tüm sisteme değil. İşini iyi yapanlar da para kazanabilmelidirler.
KREDİ DEĞERLİLİĞİ
Bankaları gözetlemek ve denetlemek kolay bir iş değildir. Yasaklama zihniyetiyle konuya yaklaşıldığında, işler kolaylaşıyormuş gibi görünse de, aslında daha da zorlaşmaktadır. Doğru olan, kredinin kredi gibi işlem görmesi, sahiplenmenin de önceden tespit edilen bir stratejinin bir parçası olmasıdır. Kredilendirme sahiplenmeye uzanıyorsa ve bu yolla bankanın mali sağlığı tehlike sınırına yaklaşmışsa, sorun yasalarla değil, bankaları gözetleyen ve denetleyen kurumun bankaya özel önlemleri devreye sokmasıyla çözülebilir.
Kısacası, yoğurdun taksitle alınması bankaları ve onların müşterilerini ilgilendirir. Yoğurt dahi taksitle alınıp bankalar bu müşterilerini hala kredi değerliliği yüksek olarak görüyorsa, yoğurdun taksitle alınmasını değil, bankaların müşterilerinin kredi değerliliğini nasıl ölçüldüğüne bakmak daha yararlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku