Enis Berberoğlu

Kahverengi takım, hele bir de içine sarı gömlek asla giymeyin

8 Ağustos 2003
BEYEFENDİ eski sporcu... Şirketin şoförlü makam otomobilini kullanıyor, ama sabah sporunu ihmal etmemek koşuluyla. Her sabah Beşiktaş'ta makam otosundan iniyor, Mecidiyeköy'deki bürosuna kadar tempolu yürüyüşü tercih ediyor... Mutlaka sağlığına iyi geliyordur ancak lacivert takımın altında arap dili gibi gözüken beyaz spor ayakkabılar imajını yerle yeksan ediyor.Hanımefendi lüks restoranda iş görüşmesinde... Öğle üzeri hafif yemek niyetine sezar salatası seçiyor, ama o da ne, yanına ayran siparişi pek şık durmuyor. Hele salatasına zeytinyağı ilave ederken eline düşen damlayı -peçeteyle silmek dururken- aç kedi misali yalaması tüy dikiyor, farkına bile varmadan yeni işini kaybediyor.Tamam, renkli bir giriş uğruna biraz abartıyor olabiliriz. Ama unutmayın ki Harward Business School'un -imaj danışmanlarının pek bayıldığı- araştırmasına göre, ‘‘Kariyer ve terfi için imaj beceri ve yeteneğin dokuz katına kadar önem taşıyor.’’Üstelik imaj yönetimi sadece bireysel değil kurumsal bilançolar açısından da kıymete biniyor. Profesyonel imaj danışmanı Özlem Çakır son dört yıllık kariyerinde 100'ün üstünde şirkete hizmet verdiğini aktarıyor.Genellikle 30'ar kişilik gruplar halinde verilen eğitimde ele alınan konu yelpazesi çok geniş.  Özlem Çakır, ‘‘Mesela yaz aylarında kadın çalışanların serbest kıyafet adına fazla dekolte veya saydam bluzla bile işe gelmesinin kurumsal imaja zarar vereceğinden korkan müşterimiz var. O şirkette kılık kıyafet seçimi eğitimi verdik. Üniforma seçimi için dahi danıştıkları oluyor’’ diyor.Uluslararası iş etiketi eğitimi konusunda Türk şirketlerinin giderek artan talebi gözleniyor. New York'ta Fashion Institute of Technology ve Atlanta London Image Institute eğitimli Özlem Çakır, özellikle Japon ve Uzakdoğu iş etiketi alanında iddialı. Yani bu coğrafyada sofrada ne konuşulur, pazarlıkta tabu sınırı nereden geçer, kartvizit nasıl sunulur gibi.YAŞAMDA VE İŞTE İMAJ KOÇU HİZMETİÖzlem Çakır, ‘‘imaj yaratmak’’ fiilini gerçekçi bulmuyor. Verdiği hizmeti ‘‘imaj koçluğu’’ diye tanımlamayı tercih ediyor. Yani müşterisinin yaşamda ve işteki imajını yönetmesine yardımcı olduğunu düşünüyor. Biraz iddialı gibi gelen bu hedefini şöyle izah ediyor:‘‘Müşteride özgüven eksikliği varsa ne yapsanız boşuna... Örneğin geçmişte topluluk önünde konuşma yapmış, başarılı olamamış. Bir kez daha konuşması gerekiyor ama kendisine güvenemiyor, ‘asla yapamam' diyor. Kılık-kıyafet, eğitim, yabancı dil hiçbiri kendine güvene dayanmadığı sürece işe yaramıyor. Çünkü imajın yönetimi doğallığa, samimiyete ve biraz da orijinalliğe bağlı. ’’İşte bu yüzden Özlem Çakır’ın faturasında aslan payını ‘‘iç imaj yatırımı’’ alıyor. Çakır son 20 yıllık kişisel gelişim literatürünü bu tezine kanıt olarak sunuyor: ‘‘1980'lerin ortasında çıkan kitaplar kişiyi kendisini tanımaya itti. 1990'lardaki kitaplar bu keşif seyahatini anlattı. Ama bugünkü kitapların tamamı netice almaya, aksiyona dönük.’’KIZIL SAÇA SÜT BEYAZI TEN LAZIMİmajınızı rahat taşımanız iç güzelliğinize bağlı tamam...Ama renk seçimi de işe yarayabilir. Özlem Çakır, müşterilerinin cilt, saç ve göz rengine göre öneride bulunuyor. Ne önermediğine gelince:‘‘Türk erkeği için en tehlikeli renk kahverengi. Çünkü erkeğimiz genellikle kara saçlı, kara kaşlı, koyu tenli. Bir de kahverengi takımın içine bej veya sarı gömlek giymiyorlar mı, en kötü seçim. Bari kahverengi takım seçtiklerinde içine mavi renk gömlek giyseler.’’Kadınlar için kötü seçim örneğini aktaralım: ‘‘Kızıl saç tutkusu. Oysa kızıl çok beyaz bir ten, çil ister. ’’Özlem Çakır'a göre sadece renk seçimi değil, kontrastı yani zıtlığı yakalamak da ciddi ve inandırıcı izlenim bırakmak açısından çok önemli:‘‘Mesela lacivert-beyaz, lacivert-kemik, füme-beyaz, siyah-beyaz kontrastı ciddi ve otoriter gösterir. Ancak yaşlandıkça kontrastın tonu yumuşamalı, daha genç gösterir.’’BANKACI İLE REKLAMCI TABİİ FARKLI GİYİNİRMesele renginizi bulmakla bitmiyor, daha kumaş ve stil seçimi var. Özlem Çakır, öncelikle vücut tiplerini sayıyor: ‘‘Elma tipi, yuvarlak, belsiz vücutlar en zoru. Omuz dar, bele doğru genişleyen üçgen bedenler veya ters üçgenler de var. Kum saati vücutlar en kolayı...’’Ancak kumaş ve stil seçimi tabii ki iş yerine de bağlı. Çakır meslekleri üçe ayırıyor: ‘‘Gelenekçi ve tutucu meslekler, hukuk, bankacılık, sigortacılık gibi... Hizmet sektörü zaten malum, bir de yaratıcı meslekler var. Tabii ki medya, reklamcılık gibi mesleklerde çalışanların bankacı gibi giyinmesi mümkün değil.’’Aksesuvar seçimi de meslek kadar vücut şekline bağlı: ‘‘İri kemikli kadınlarda küçük küpe, kısa boylu hanımlarda uzun saplı çanta çirkin duruyor.’’ TOPLULUK KARŞISINDA SAKLANMADAN KONUŞUN Kılık kıyafet de tamam ama bir de derdinizi anlatmanız gerekiyor. Özlem Çakır ses kullanma ve diksiyon için uzman kuruluşlarla ortak çalışıyor. Özellikle topluluk önünde konuşacak müşterileri için önemli tüyoları var:‘‘Sunumun giriş ve çıkışı daha sonra hatırlanması açısından çok önemli. O yüzden müşterinin en iyi yaptığını ortaya çıkarıp performansın başına veya sonuna koymasını öneriyoruz. Kimisi iyi fıkra anlatır, diğeri atasözünü güzel kullanır, bazısı tatlı tatlı anılarını aktarır.’’ Özlem Çakır'ın kişisel tercihi konuşmanın anılarla süslenmesi, ‘‘İnsanlar teori yerine yaşanmışları, hataları dinlemeyi daha çok seviyor’’ diyor.Topluluk önünde konuşurken kürsü veya masa arkasına saklanmayı yanlış buluyor Çakır ve ekliyor: ‘‘Ortalıkta ayakta, en arkada oturan dinleyiciyle bile göz temasını yitirmeden hitabet esastır. Ben bu yüzden yaka mikrofonu kullanılmasını öneriyorum.’’Çakır'ın topluluk önünde konuşan müşterilerine koyduğu yasaklar da var: ‘‘Asla polemiğe girilmemeli, ses yükselmemeli, argo kullanılmamalı.’’İSLAMİ BANKALARA 11 EYLÜL MAKYAJIDünya hakikaten küçük... Özlem Çakır, iş temasları için bulunduğu Dubai'de çıkan  ‘‘Körfez Kadınları’’ dergisinin köşe yazarlığı teklifini kabul etti. Golf Havayolları'nda dağıtılan dergiyi okuyan İslami bir bankanın yöneticisi Özlem Çakır'ın makalesini çok beğendi. İslami bankaların 11 Eylül terör saldırısı nedeniyle tüm dünyada ve özellikle ABD'de ciddi sorunları vardı. Tunus'ta toplanacak olan İslami bankalar imaj ve itibar kaybının telafisi için kafa yoracaktı. Özlem Çakır'ın dergideki makalesini beğenen İslami bankacı Tunus toplantısına davetiye çıkardı. Çakır bu toplantıda 20 kadar bankacıya imaj dersi verdi. Çakır'ın ‘‘Profesyonel yaşamda kişisel imaj’’ isimli kitabı 4 baskı yaptı.İmaj danışmanlığında ortalama ücretten söz etmek zor. Ancak kurumsal imaj danışmanlığı için günlük eğitim ücreti bin 400 dolardan başlıyor. Özlem Çakır'ın faturasında görünüme dönük danışmanlık toplamın sadece üçte biri kadar, iletişim tekniklerine dönük eğitim ise faturanın dörtte biri. Çakır ücretinin yaklaşık yarısını imaj koçluğu olarak tanımladığı hizmeti karşılığında talep ediyor.
Yazının Devamını Oku

Ekonomik terör ve OHAL

3 Ağustos 2003
<B>UZAN</B> operasyonu için <I>‘‘AKP aynı kirli suyun balığıdır, teşekkürleri</I> <I>BDDK gibi özerk kurumlara saklayın’’</I> dediğimde kalemine/duruşuna saygı duyduğum Fehmi Koru'dan ve çok sayıda okurdan tepki aldım, neticede derdimi yeterince iyi anlatamadığını kavradım. Dünkü gazetenin birinci sayfasında ve ilk bakışta birbirleriyle hiçbir irtibatı olmadığı izlenimi uyandıran iki ayrı haberi görünce aynı konuda şansımı bir kez daha denemeye karar verdim.

İlk habere göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Yüksek Askeri Şûra'da mürteci faaliyetlere karıştıkları iddiasıyla ordudan atılan subaylarla ilgili karara muhalefet şerhi koymuş.

İkinci haberde ise, TBMM'den son dakikada geçen bir yasa maddesiyle hükümetin Uzan operasyonunda yargıya talimatları tek tek sıralanıyor.

Hükümet neredeyse aynı gün zarfında;

YAŞ kararlarının yargıya açılması girişimini tekrarlıyor.

Ama diğer konuda yargıya güvenmediği için geçmişe dönük uygulanacak yasa çıkartıyor, hákime ‘‘mala mülke 24 saatte el koy’’ baskısı yapıyor.

Yaman çelişki ortada: Gücünün yettiği rakip için hukuku zorla, şimdilik bükemediğin bilek için hukuku kalkan niyetine kullan!

* * *

Gelelim hükümet ve özerk kurumlar arasındaki soruna...

Mevcut hukuk ve yargı sistemi, yürütme ile özerk kurumlar arasındaki çatışmaya kalıcı çözüm getirmeye yardımcı oluyor mu?

Ne gezer, hatta tam tersine özerk kurumların elini kolunu bağlayarak hükümetin karşısında çaresiz bırakıyor.

Örnek mi istersiniz? BDDK 17 Temmuz'da Şişli Adliyesi'ndeki nöbetçi savcılığa Uzan Ailesi için suç duyurusunda bulunuyor.

Memlekette kan gövdeyi götürüyor, mudiler yürüyor, çifte kayıtla hortumlanan 5 milyar dolar tüm bankacılık sektörünü töhmet altında bırakıyor, IMF huylanıyor... Ama sayın savcı sükûnetini koruyor.

Suç duyurusundan 12 gün sonra özerk kuruma; ‘‘Mağdurlar kimlerdir, hele birkaç tanesinin ismini ve ikametgáhını gönderin bakalım’’ diyor.

Aslında sayın savcının pul parasına yazık...

Yazıyla soracağına pencereden baksa mağdurları görecek.

Çünkü Uzan olayının tek mağduru mudiler değil.

Faturası da sadece çifte kayıttan ibaret sayılmaz.

Ekonomik terörün üstesinden gelmek için başvurulan son Olağanüstü Hal yasası aslında hepimizin ayıbıdır.

Uzan Ailesi'nin şerriden korkan geçmiş siyasilerin, bankayı yeterince denetlemeyen murakıpların, medyanın, geciken BDDK'nın, mevcut yasaları yeterince kullanmayan sayın hákim ve savcıların...

Tıpkı PKK'yı ‘‘bir avuç baldırı çıplak’’ diye küçümseyip ardından 30 bin canı kaybedince Susurluk ekiplerini sahaya sürmek misali...

Hukuku bir kereliğine delmek her defasında pahalıya patlıyor.

* * *

Özetle bu hükümet de tıpkı diğerleri gibi -aynı kirli suyun balığı tarifi de zaten o yüzden- işine geldiğinde hukuka, bağımsız yüce yargıya güven gösterisini eksik etmiyor, ama sıkışınca özel hukuk peşinde koşuyor.

İşte siyasetçi ile özerk kurulların farkı tam burada yatıyor.

Bazı işlerin kişi ve siyasetten bağımsız yürütülmesi, gerçekten tarafsız verilmesi gereken kararların günlük politikaya meze edilmemesi zorunlu.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı fast-food sarayında değişen damak tadı serüveni

1 Ağustos 2003
1950 ilkbaharı, akşamın erken saati. Saray Sineması'ndan çıkan genç çift, hemen bitişikteki Saray Muhallebicisi'ne giriyor. Erkek, ceket yakasındaki karanfili kıza uzatıyor. Beyaz ceketli garson sipariş alıyor, hanım kızımız keşkül istiyor, beyefendi tavuk göğsüyle, tavuklu pilav arasında kararsız kalıyor. Fonda alafranga müzik çalıyor.

İşbu klişenin ayniyle vaki olduğu ender mekanlardan biri Saray Muhallebicisi...

Senaryomuz genç okurlara her ne kadar ‘‘acayip komik’’ gelse de -belki de anne babalarının başından geçtiği içindir- hikayemizin esas oğlanıyla, esas kızı yani tavuklu pilav ve tavuk göğsünün zamana yenik düşmediğini hatırlamakta yarar var. Saray'ın üçüncü kuşak yöneticilerinden Münevver Topbaş Aydın, ‘‘Bazı yaşını başını almış müşteriler hálá bize uğrayıp, eski anılarını tazeliyor’’ diyor.

Saray'ın klasik mönüsünün hikmeti sanırız burada yatıyor.

Ama bizim asıl merak ettiğimiz, kimilerinin muhallebicide yadırgadığı dönerin, köftenin, sosisin yani modern mönünün serüveni.

O yüzden biraz başa dönmek gerekiyor.

TAVUKLU PİLAV FİKRİ TAVUK GÖĞSÜNDEN ÇIKTI

Topbaş ailesinin 1905 doğumlu merhum dedesi Hacı Hüseyin Topbaş askerden sülüsünü alır almaz Artvin Yusufeli'nden yola çıktı... Ama İstanbul'a varmak öyle kolay değildi, Samsun'da ve başka illerde mola verdi, çalıştı, yol parasını kazandı, azığını tamam etti, haftalar sonra yedi tepeyle buluştu.

1935 yılında ‘‘Bizim Muhallebi Evi’’ ismiyle ilk dükkanını Kasımpaşa'da açtı. Hacı Dede'nin Kasımpaşa yokuşundan ağır ağır çıkarak Beyoğlu'ndaki ilk yerine taşınması 14 yıl aldı.

Saray Muhallebicisi, 1949'da Saray Pasajı'nda açıldığında Beyoğlu'ndaki ender yemek sunan mekanlardan birisiydi.

Önce sinema, tiyatro müşterisi, ardından sütlü tatlıların cazibesi.

Dede Topbaş, ortakları Hüseyin Orga ve Ahmet Topbaş ‘‘tavuklu pilav’’ efsanesini bu mekanda yarattı. Bu icat da diğerleri gibi ihtiyaçtan -belki de daha doğru deyimiyle- ihtiyaç fazlasından doğdu.

‘‘En fazla satan ürünlerden biri tavuk göğsüydü... İsmi üstünde tatlı için tavuğun göğsü lazım, diğer parçalarını kullanarak tavuklu pilavı bulmuşlar. Hemen tutmuş’’ diyor Saray'ın yine üçüncü kuşak yöneticisi Turhan Topbaş dedesinin hikayesini aktarırken.

Saray'ın ilk açıldığı günlerde porselen tabakta hizmet, ayırıcı tercih nedeniydi. Bugün Saray'ın Osmanbey, Bakırköy, Galleria, Teşvikiye, Yeşilyurt'taki mekanlardan oluşan zinciri var. Çoğu akrabalarından oluşan (Sütiş ve Kadıköy Saray gibi) başarılı rakipleri de.

1980'lerden sonra özellikle Beyoğlu'nda peşpeşe açılan restoranlar, 1990'ların fast food alışkanlığı Saray'ın klasik mönüsünü zenginleştirdi.

Önce dönerle köfte eklendi mönüye, sonra sosis... ‘‘Teşvikiye'de salata servisine başladık, müşteri istiyor, biz gelişiyoruz’’ diye özetliyor Münevver Topbaş Aydın hizmet ilkesini.

Zamanında Saray'ın muhallebisine, bakır sahanda menemenine doyamayan müşteriler bugün çocuklarının aynı dükkanda yediği fast-food ürünlere de güveniyor. Böylece Saray, Münevver Hanım'ın taktığı ‘‘Osmanlı fast-food sarayı’’ adını hak etmiş oluyor...

Biraz iddialı mı geldi?

Olabilir ama henüz son örneğimizi, su muhallesisinden, Saray Muhallebisi'ne geçiş öyküsünü dinlemediniz...

Malum orta yaş ve üstü kuşak su muhallebisi ile büyüdü. Şekersiz bu muhallebi gül suyu ve pudra şekeri ilavesiyle yenilirdi...

Oysa bugünkü gençlik şekersiz ürüne pek rağbet etmiyor. Su muhallebisinin yerini alan şekerli Saray Muhallebisi'nin üstüne çikolatalı sos dökülerek servis ediliyor... Saray Muhallebisi'nin genç pazarda en çok satan ürünlerin başını çektiğini söylemekte yarar var!

Dolayısıyla başlıkta ifadesini bulduğu gibi... Saray'ın öyküsü, Osmanlı usulü fast food damak tadının değişim hikayesidir.

Bıyıklar kesildi servis yumuşadı

Saray'ın ürünlerine olmasa da servis elemanlarına muhalefet yok değildi. Hani tabakların masayla biraz hızlı buluşarak ses çıkarması türünden. ‘‘İki yıl önce garsonların bıyıklarını kestik, ardından insan kaynakları açısından yoğun bir program başlattık’’ diyen Turhan Topbaş, hizmet kalitesinin ciddi ölçüde yükseldiğine inanıyor. Garsonların çoğu Artvinli...

Adı tavuk göğsü ama maliyeti manda sütü

Saray iddialı olduğu sütlü ürünler için anlaşmalı üreticilerden aldığı manda sütünü kullanıyor. Daha kıvamlı manda sütü inek sütüne göre dört kat kadar daha pahalı. Dolayısıyla maliyet payı yarıdan fazla.

Dönerli mönü tatlı satışına yaklaştı

(adet olarak)

KLASİK MÖNÜ

Tavuklu pilav

Tavuk suyu çorba

Menemen, sahanda yumurta.

Börek

PAYI YÜZDE 25

MODERN MÖNÜ

Döner

Tavuk şiş

Köfte

Sosis

Salata

PAYI YÜZDE 35

Tatlılar

Tavuk göğsü

Keşkül

Kazandibi

Hamur işleri

PAYI YÜZDE 40
Yazının Devamını Oku

Kimin sigortası attı?

27 Temmuz 2003
<B>ÖNCE</B> çocuğun adını koymak lazım. <br><br>Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) nedir? İsmi üstünde kamuya ait bir sigorta şirketidir.

Peki ama kimin sigortasından söz ediyoruz...

Sorsanız ‘‘Tasarruf sahiplerinin hak ve çıkarlarını korumak için çalışıyoruz...’’ diyeceklerdir, ama palavra.

En azından bugüne kadar, sadece bankasını batırana hayırları dokundu, İmar Bankası rezaletine en hafif deyimiyle çanak tutuldu.

Çünkü bankalar batarken, sahipleri servetleriyle birlikte aradan sıyrıldı, mudilerin alacakları da -sistem riski doğmasın korkusuyla- hepimizin ödediği vergilerden karşılandı. Yani ne banka batırmanın, ne de batakçıya aldanıp yüksek faize tamahın cezası yoktu...

Ama tekrar ediyoruz bugüne kadar!

İmar Bankası her yanıyla farklı vakadır.

Daha önceki örneklerde en azından bankadan hortumlanan paranın alacaklısı belliydi, gerçekti... Bu kez sadece borçlular değil mudiler de şaibeli! Aynı isme hesaplar, kara para aklama kuşkusu...

Ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Sonunda test günü geldi çattı

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu hakikaten firma unvanında yazdığı gibi sigortacı mı, yoksa basit gişe memuru mu, şimdi anlaşılacak.

* * *

Baştan söyleyelim, önereceğimiz toptancı çözüm yok. Hatta tam aksine kestirme yolların çok riskli olacağına eminiz. Örneğin;

‘‘Bankada karşılığı olmayan hiçbir hesap ödenmemeli’’ yaklaşımını sigortacı mantığına aykırı bulmuyoruz.

Diyelim ki özel otomobiliniz için kaza sigortası yaptırdınız. Elinizde poliçe var, ama yetkili acente primini sigorta şirketine yatırmamış. Şirketin sizden haberi dahi yok. Başınıza kaza geldi, sigorta şirketi acentesinin kusuru yüzünden sizin hasarınızı ödememezlik edemez. Benzer şekilde Uzanlar'a bankacılık lisansı veren devlet de sonucuna katlanır!

Ama bu demek değil ki, uyduruk belgelerle Fon'a hortum dayasın.

Sigorta şirketiniz siz ‘‘kaza yaptım’’ diye başvurunca hemen ‘‘hay hay efendim, alın işte paranız’’ demiyor. Eksper yolluyor, araştırıyor, ikna olursa paranızı ödüyor.

Zaten hatırlayın, 1994 krizinde batan üç küçük bankanın mudilerine bile ödeme ancak dört ay sonra yapılabildi.

O yüzden İmar Bankası'nın gerçek mudileri TMSF'yi zaman yönünden zorlamasın, kurunun yanında yaş da yanmasın!

Son olarak diyelim ki; Fon önüne konulan belgeleri inceledi ve bankadaki gerçek mevduatın resmi rakamın üzerinde olmasına rağmen tamamının ödenmesine karar verdi... Verdi ama para nerede?

Her sigorta şirketi gibi TMSF'nin de finansal kısıtları vardır. Parayı ne zaman bulursa, o zaman ödeme yapar, bu gerçek de unutulmamalı.

* * *

Önerilerimiz sigortanızı attırmış olabilir ama sigorta böyle çalışır.

Unutmayın, 1994'te sistemin sigortası atmak üzereydi, mevduata tam güvence hatası yaşandı. 2000'de bankalara operasyon düzenlendi, herkes rakibini ihbar edince bankaların dış borçlarına da devlet garantisi geldi.

İmar Bankası rezaletini hafife alırsak, korkarız ki işin sonunda tüm bankacılık sistemi devletin kucağında kalır, bizden söylemesi!
Yazının Devamını Oku

100 mekán, 300 milyon doları sadece 5 bin kişiyle kazanıyor

25 Temmuz 2003
<B>HEMEN</B> hesap makinesini kapıp bölüp çarpmaya başlamayın...<br><br>‘‘<I>5 bin kişi, 100 mekanda yılda 300 milyon harcarsa, kişi başına şu kadar, her mekana bu kadar düşer</I>’’ hesabına girmeyin... Çünkü dikkat buyurun, ‘‘<I>5 bin kişiyle</I>’’ diyoruz, ‘‘<I>5 bin kişiden</I>’’ değil. Eğlence yerlerinin müdavimi 5 bin kişi...

Mekanları bu 5 bin kişi açık tutuyor desek yeridir.

Ve rekabet de yine aynı 5 bin kişi için.

Eğer bu 5 bin kişidenseniz ne ala... Ama değilseniz de sanmayın ki işletmecinin gözünde kuru kalabalık kadrosunda sayılıyorsunuz...

Çünkü aslında sizler farkında olmasanız bile hedef kitlesiniz!

Malum büyük sayılar kanunu...

MÜŞTERİ HESAP ÖDERKEN DÜKKANI DA SATIN ALIYORUM SANMAMALI

Nişantaşı'nda Hip bar-restoranda eğlence dünyasının önde gelen üç ismiyle buluşuyoruz. Daha geçen hafta kurulan Turizm Restoran Kulüp Yatırımcıları ve İşletmecileri Derneği'nin (TURYİD) Başkanı, Hip'in sahibi Erol Kaynar... Dernek Genel Sekreteri, Lacivert'in ortağı Şerare Gonca Genç ve Yönetim Kurulu üyesi, New Yorker'in sahibi Ercan Canmutlu.

Derneği ancak üçüncü girişimde kurmuşlar. Temel misyonu, sektörel imaj düzeltme, itibar tesisi. Ama nasıl?

‘‘Müşteriniz aynı miktar ve kalitede kaldıkça, siz nasıl kurumsallaşıp, marka yaratacaksınız?’’ diye soruyorum, soruyu pek seviyorlar.

3.5 yıllık işletmeci Şerare Gonca Genç sözü 30 yıl kıdemli ağabeyi Erol Kaynar'dan çalıyor: ‘‘Müşteri hesap öderken dükkanı da satın aldığını sanmamalı. Siz bir hiper markete gittiğinizde kasada alışveriş faturasına itiraz edebilir misiniz? Yani 100 milyon liralık mal aldıysanız 50 milyon ödeyip çıkabilir misiniz? Tabii ki hayır, oysa lüks bir restoranda gelen hesabın yarısının yettiğini düşünerek pazarlık yapabiliyorsunuz...’’

‘‘Yani müşteriniz sizin hizmetinize rayiç biçemiyor’’ tarzı tahrik işe yanıyor, Erol Canmutlu, ‘‘Bizim işletmeciler de hesap-kitap bilmiyor canım’’ diye atılıyor. ‘‘Nereden belli?’’ sorusuna, ‘‘Siz iki sezon üstüste açık kalan kaç kulüp, restoran hatırlıyorsunuz’’ cevabını oturtuyor. Erol Kaynar, ‘‘Müşteri de maymun iştahlı’’ diye ekliyor ve hep birlikte suçluyu buluyoruz... Lütfen, bir zahmet ayağa kalkın ki, hükmü yüzünüze okuyalım.

Sizler ki beyaz yakalı olmanıza rağmen eşinizle hiç yemeğe çıkmazsınız.

Restoran, kulüp deyince aklınıza paparazzi timlerinin abone olduğu birkaç adresten başkası gelmediği için, dudak bükersiniz...

Oysa o mekanların sizlere ihtiyacı var. Siz gitmezseniz meydan onlara kalacak, sizin de boş yere asabınız bozulacak.

Hem bizde davet var ısrar yok!

3 BİN ÇALIŞANLA 300 MİLYON DOLAR CİRO YAPIYORLAR

TURYİD 40 üyeyle kuruldu, 100 mekanı temsil ediyor. (Doğru bir işletmecinin birden fazla mekanı var.) Üye işletmelerin personel sayısı 30'dan başlıyor, 80'e kadar çıkabiliyor. Kabaca hesaplandığında 3-4 bin çalışana sahip bu tesislerin cirosunu merak eden çok.

Vergi kontrolörleri şu sıralar hemen her akşam lüks bir mekanın kasasına oturup hasılatı birlikte sayıyor. Erol Kaynar'ın denetime fazla itirazı yok ama yöntemi hafif tiye alıyor gibi geldi bize:

‘‘Yahu zaten bizim mekanlarda ne kadar hesap geldiği belli. Dört-beş kişi gelseniz yarım milyar lirayı nakit mi ödersiniz? Taşımaya bavul yetmez, zaten biz de öyle müşteri istemeyiz. Maliye de gayet iyi bilir ki, bizim gibi yerlerde 10 müşteriden dokuzu kredi kartıyla hesap öder, dolayısıyla belge, iz bırakır, kaçak olmaz. Ama neden gelir yine bizim kasaya oturur, orasını da Allah bilir.’’

Neyse biz yine ciro rakamına dönersek... Bugün şöyle şık bir mekan açmak için kiralanacak yer arasanız, yıllık en az 100 bin doları gözden çıkarmak şart... Kiranın maliyetteki payı asgari yüzde 10-15. Yani gideriniz en az bir milyon dolardan başlıyor, dolayısıyla cironuz da 2-3 milyon dolar olmalı. Bu hesapla TURYİD üyeleri yılda 300 milyon dolar ciro yapıyor.

TURYİD'in sektördeki temsil gücünü anlamak için bir rakam daha: İstanbul genelinde 5 bin kadar yeme-içme mekanı var. En lüksünden, mahalle arasındaki esnaf lokantasına kadar 15 bin kişiye ekmek veriyor. TURYİD, 100 işletmeyle bu personelin üçte birini istihdam ediyor.

KAPIDA TAŞERON VAR KADIN AŞÇILAR GELİYOR SİVAS TEKELİ KIRILDI

Her ne kadar New Yorker'ın sahibi ve konsept babası Ercan Canmutlu ‘‘Adımız New Yorklu ama müşterinin sadece yüzde 10'u yabancı’’ diye hayıflansa da, sektör aslında yabancıya o kadar da yabancı sayılmaz.

Şerare Gonca Genç, Lacivert'in pazarlama departmanının acente ve tur operatörleri ile kurduğu bağlantı sayesinde müşterileri içindeki yabancı payını yüzde 40-50'ye kadar çıktığını anlatıyor.

Erol Kaynar da üçte birlik yabancı müşteri alışkanlığından söz ediyor. Peki yabancı geldiğinde mekanda kim karşılayıp, ağırlayacak, hizmet edecek? Bilmiyorum iyi haber mi ama sektördeki Sivaslı tekeli kırılıyor, bu kadroların yerini okumuş, Turizm Okulu mezunu çocuklar alıyor.

Ancak her üç işletmeci de Turizm Okulu mezunlarının daha fazla mesleki deneyim kazanması gerektiği görüşünde birleşiyor. Kaynar, ‘‘Zaten o çocuklar genellikle otelleri tercih eder’’ diyor.

Aşçılara gelince, Bolu-Mengen'e devam. Ustalar ayda 2 milyar lira kadar kazanıyor. Ama istisnalar da çıkmıyor değil. Mesela Ercan Canmutlu başaşçısını ABD'den getirmiş, işine ortak etmiş.

Ve bir de genç kuşak ustalardan Mehmet Gürz'ün rahle-i tedrisinden geçen üç genç kadının aşçılığı Erol Kaynar tarafından övülüyor masada, herkes tasdik ediyor, onların da kulakları çınlasın.

Usta-çırak ilişkisi kadar, taşeronluğun verimi de tartışılıyor sektörde. ‘‘Çinliler herkesin her işi aynı mükemmeliyette yapamadığını öğretti bize’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Kapıdaki güvenlik artık bizim elemanımız değil, profesyonel şirketten. Alımları da dışarıya veriyoruz, hatta sekiz restoranlık zincirimiz olduğu için lojistik hizmetten de yararlanıyoruz. Halkla ilişkiler zaten dışarıdan.’’

Marka restoranda her tabağın maliyet hesabı

Malzemesi bir tabak yemeğin maliyetinin ana kalemi, hele balık gibi yemeklerde neredeyse tamamı. Ama içecekler genellikle maliyetin çok üstünde fiyatlandığı için maliyet kalemi olarak gıda/içecek payı pek üçte biri geçmiyor. Kira hemen her işletmecinin en çok yakındığı maliyet unsuru. Amortisman kaleminde ise yatırımlar ve finansman giderleri yer alıyor.
Yazının Devamını Oku

Aynı isme 100 bin hesap

20 Temmuz 2003
<B>BAŞLIĞI</B> yanlış okumadınız, İmar Bankası kayıtlarına göre 80-100 bin hesap aynı isimlere ait. <I>Yani aynı kişi hem İstanbul'da, hem Trabzon'da, dahası Bursa'da, Denizli'de, Hakkári'de hesap açmış gözüküyor...</I> Peki örnek mudilerimiz neden tek veya birkaç hesapla yetinmiyor da, adım adım Anadolu'yu gezme zahmetine katlanıyor? Veya herkesin hemen aklına geldiği gibi eğer mudi hayaliyse İmar Bankası neden gizli tutulması kolay tek bir işlem yerine riski yaymayı seçiyor?

Bu soruların yanıtı çok kolay veya zor...

Sizin İmar Bankası'nı ne sandığınıza bağlı!

Eğer hayali hesapları önemsemez, karartılan manyetik kayıtları sadece birkaç ufak tefek açığın örtülmesi telaşı sayarsanız... O zaman işiniz zor.

Ama eğer İmar Bankası'nın arkasına saklanan devasa kayıt dışı şatonun siluetini seçmeye başladıysanız, eminim ki bu yazının devamı ilginizi çekecektir.

* * *

BDDK'nın İmar Bankası'ndaki ilk tespitlerine göre, gerçek mevduat rakamı resmi kayıtların 9-10 katına yakın. Gerçek mudi sayısı da bilinenin üç katı.

Haydi diyelim ki, bankaya el konulacağını sağır sultan bile duyduğu için Uzan Ailesi son anda;

eşe-dosta, çaycıya, hademeye hayali hesap açıp, para yatırmış gibi gösterdi, ileride kullanmak üzere servet havuzları yarattı.

veya Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu garantisini olmayan off shore mevduatları Türkiye'ye taşıyarak sigorta kapsamına almayı denedi.

dahası repoları da mevduat sayarak yine sigorta altına aldı.

Hepsini toplasanız, resmi mevduatla, gerçek rakam arasındaki farkı izaha yetmez... Yetmez çünkü izine rastladığımız katrilyonlar hiçbir zaman İmar Bankası kayıtları için toplanmadı. O paralar zaten farklı bir yapıya, İmar Bankası'nın arkasında sessiz sedasız ve yıllardır işini yürüten Uzan Cumhuriyeti'nin şahsi Merkez Bankası'na aitti.

Belli ki Uzanlar, halktan topladıkları her on liradan sadece 2-3 lirasını mevduat olarak resmi kayıtlara işledi.

Kalan 7-8 lira için ne yasal karşılık ödedi.

Ne de bu paraları kullanırken yasaları dinledi.

Bu iki cümle ne anlama geliyor biliyor musunuz?

1) Diğer bankalar mevduat olarak topladıkları her 100 liranın sadece 60-70 lirasını kullanabilirken, Uzanlar her kuruşunu serbestçe harcıyor. Hem devlete ödeme yapmıyor, hem de haksız faiz rekabetine yol açıyor.

2) Kredi kullanılması belirli koşullara bağlı... Mesela banka sahibine ancak belirli bir sınıra kadar kredi açılabiliyor. Oysa Uzanlar topladıkları kayıt dışı paranın hepsini şirketlerine hortumlayabiliyor.

3) Yetmedi, bankalar yaptıkları her işlem için vergi ödüyor. BSMV, KKDF vb... Tabi ki anladınız, Uzanlar bu vergilerden de muaf, çünkü kayıt dışı.

Meseleyi bu çerçeveye taşıdığımızda, aynı isme açılan hesaplar da anlam kazanıyor. Çünkü buraya kadar anlattıklarımız işin bilanço yönü.

Kár-zarar tablosu açısından Uzanlar kazandıkları trilyonları vergiden kaçırmanın yolunu bu hayali hesaplara yapmış gibi gözüktükleri faiz ödemeleri ile buluyor. Hesap ve dolayısıyla faiz küçük miktarda olmalı ki, yeni vergi doğmasın... İşte küçük on binlerce hesabın sırrı!

* * *

Refah-Fazilet çizgisiyle aynı kirli suyun balığı saydığım AKP'nin Uzan'ın hakkından gelmesine imkán yoktu. Zaten AKP'nin becerebildiği Meclis'teki Yolsuzluk Komisyonu şovundan ibaret kaldı.

Uzan türü pisliği ancak BDDK gibi bağımsız kurullar temizleyebilirdi.

Kime teşekkür borçlu olduğumuzu unutmayalım.
Yazının Devamını Oku

İşte dünya çorap ligi

18 Temmuz 2003
Brezilya, Almanya, Türkiye...<br> Bu sıralamayı tanıdınız öyle değil mi?

2002 Dünya Kupası'ndaki üçüncülüğümüzü bu yılki Konfederasyon Kupası'nda da koruduğumuzu zaten duymayan kalmadı.

Peki ya ABD, İtalya, Türkiye desek?

Hayır, hayır, mafya şeref kürsüsü değil.

Dünya çorap liginde ilk üç ülke.

Türkiye yıllık 1.5 milyar çifte yaklaşan çorap üretimiyle ABD ve İtalya'nın ardından dünya üçüncülüğüne oturdu.

Bugün Avrupa'nın ithal ettiği her 10 çoraptan 6'sı Türk malı.

(Ama ne yazık ki Türk markası değil!)

Çorap sektöründe 2 binin üstünde şirket faaliyet gösteriyor. Sektörün yaklaşık altıda biri yani 350 şirket ihracat yapıyor, dış pazarlardan yılda yaklaşık yarım milyar dolara yakın gelir sağlanıyor. Türkiye'de üretilen naylon çorabın yarısı, kalın çorabın da yüzde 80'i dış pazarlara satılıyor.

BEYAZ RUS İKİ MUSEVİ

Oysa daha 20 yıl öncesine kadar bu rakamları hayal etmek bile zordu. Kayıtsız, sigortasız küçük atölyelerin her birinin ihracat üssüne dönüşeceğini öngören azdı.

Biraz daha gerilere gidersek, Türkiye çorap üretimiyle 1920'lerde Türkiye'ye göç eden iki Beyaz Rus Musevi sayesinde tanıştı:

Eliyazarov ile Bay Buri. Üçüncü çorap gönüllüsü ise daha sonra Vog ve Saks markalarını yaratan Sarper Ailesi idi.

Sektörde ‘‘ince’’ diye tarif edilen naylon çorabı üreten ilk fabrika Şişli Bomonti'de Jojo ve Berta Doenyas çifti tarafından kuruldu. 1952'de Mois ve Yasef Kariyo kardeşler daha sonra Penti-Öğretmen'e dönüşecek tesisle rakip çıktı. 1978'de Tekstüre de üretime geçti.

Ama üretim patlaması ve ihracat için 1980'lerin ilk yarısı beklendi. ‘‘Kalın’’ yani soket çorap üretimi bu yıllarda Orta Avrupa'dan doğuya ve güneye doğru kaydı. Çorap üretiminde İtalya ve Türkiye öne çıktı.

Ancak ihracat rakamlarının yüksekliğinden de anlaşılacağı gibi Türkiye çorap üretiminde her yıl yeni rekora koşarken, tüketimde aynı rakamlara ulaşamıyor: Avrupa Birliği'nde yılda kişi başına düşen çorap sayısı 30 çift. ABD'de aynı rakam 22 ila 24 arasında değişiyor. Ama çorap ülkesi Türkiye'de normal yurdum insanı yılda ortalama 4 çift çorapla yetiniyor.

MARKA NAYLON ÇORAPTAN ÇIKAR

Artık ádetten oldu... Sektörle ilgili giriş yazısında birkaç satırlık ukalalığa izin veriyorsunuz.

Sizleri çorabın ikinci kuşak patronları Niso Doenyas ve Sami Kariyos ile başbaşa bırakmadan önce birkaç gözlemimizi aktaralım:

Neredeyse tamamı Musevi üreticilerin kontrol ettiği ince naylon kadın çorabı, pazarın belki de yüzde 15-20'si kadar ama şirketler soketçilere göre çok daha eski ve kurumsal yapıda. Eğer bir gün çorapta küresel Türk markası çıkabilirse umudumuz bu pazar segmentinden.

Pazarın yüzde 80'ine denk gelen soket üretimini yüzlerce küçük şirket yapıyor. Dışarıya fason üretim para kazandırıyor ama marka yaratmak konusunda acele eden yok gibi.

Naylon çorap satışları dünyada ve Türkiye'de on yılda onda birine düşünce yeni kulvar arayışı başgösterdi. Çorap makinelerine talebin gerilemesi üreticileri çok farklı alana yöneltti: İç çamaşırı.

Tıpkı çorap gibi yuvarlak dokuma esasına dayalı ‘‘dikişsiz’’ (simless) iç çamaşırı üreten makineler ithal edildi. Ne var ki geometrik büyüyen her yeni pazarda olduğu gibi doygunluk işaretleri (Örneğin İsrail'deki gibi) belirdi. Bu yüzden yeni yatırım açısından temkin gerekiyor.

Aile sırrı: Ucuz olsun, herkes giysin, akmasa da damlasın

Yıl 1973, Niso Doenyas daha dokuz yaşında. Babasıyla annesinin iş yerinden eve taşıdığı çorap sohbetini dinliyor. Babasının üretim ve fiyatlama anlayışını yansıtan sloganı bugün bile hatırında: ‘‘Ucuz olsun ki, herkes giyebilsin, yararlansın, bize de akmasa da damlasın.’’ Bu birkaç satırlık ilke aslında Türkiye'de naylon çorap üretiminde devrim yarattı. Çünkü pahalı ithal malların karşısına ucuz ve kaliteli bir Türk markası çıktı: EDA... Yani Esnek, Dayanıklı, Alımlı. Eda naylon çorabın lokomotif markası oldu. Satışlar büyük kentlerden köye sıçradı.

20 yıl önce ihracata niyet edince babası gezmek istiyor sandı

1978 yılında İstanbul Çorap Sanayi Maslak'taki yeni fabrikasına, bugünkü adresine taşındı. Ertesi yıl orta yaşlı kuşağın çok iyi hatırlayacağı ve sektörde ‘‘klasik’’ olarak anılan reklam kampanyasıyla Parizyen markası piyasaya girdi. Bir sonraki marka yine aile sohbetinde çıktı. Bay Jojo, Berta Hanım'a dedi ki, ‘‘Kadınlara bir Müjde verelim.’’ Çünkü yeni yatırımlarla üretim artmış daha kaliteliyi daha ucuza mal etmek mümkün hale gelmişti. Şirket Müjde markasının başarısını kutlarken 18 yaşına basan Niso Doenyas'ta ihracat pazarlarına açılma arzusu kabardı. Gerçi babası, ‘‘Ne o canın gezmek mi istiyor?’’ diye takıldı ama 1983'te 100 bin poundluk ilk ihracat İngiltere'ye gerçekleşti. Şirketin bugünkü ihracat hacmi 35 milyon dolar. ABD, Kanada, Rusya ve AB'ye mal satıyor.

Memureye pantolon serbest bırakıldı çorap boyu kısaldı

Dünyada ve Türkiye'de giyim tarzındaki değişiklik örneğin pantolona yönelme naylon çorap üretimini ciddi anlamda geriletti. Niso Doenyos'a göre Türkiye'de kadın memurların pantolon giymesini serbest bırakan kararla birlikte külotlu çorap satışlarında yüzde 5 düşüş yaşandı. (Ama bu zararın bir kısmı pantolona uygun dizaltı naylon çorap satışlarıyla telafi edildi.) Sonuçta naylon çorap üreticileri yeni bir alana kaydı: İç çamaşırı. Makineden tek parça ve dikişsiz çıkan çamaşırlarda ağ kısmında rahatlık sağlanıyor. Bel lastiğini makine kendisi yapıyor, paça lastikleri de ayrı bir aparatla özel takılıyor, sıkmıyor, izi çıkmıyor.

Cumhuriyet kadınından ilham alan marka

ÖĞRETMEN Çorap, Kariyo kardeşlerin iki şirketinin 1970'lerde birleşmesi ile kuruldu. Aslında marka olarak Penti'yi seçen şirketin neden Öğretmen ismiyle kurulduğunu ikinci kuşak yönetici Sami Kariyo anlatıyor: ‘‘Cumhuriyet kadınının giyim tarzı belliydi. Tayyör giyer, naylon çorap kullanır. Öğretmen cumhuriyet tarzının sembolüydü. O yüzden hedef kitlemiz olarak öğretmenleri seçtik.’’

Lüks çorapta Öğretmen ama pazarın hakimi İÇS

Öğretmen Çorap, pazardaki ikinci üretici. Hem İstanbul Çorap, hem de Öğretmen Çorap'ın üzerinde anlaştıkları pazar paylarına göre; pazarın yüzde 62-65'i İstanbul Çorap'ın, yüzde 25'i Öğretmen-Penti'nin. Ama lüks çorap üretiminde pazar payları değişiyor. İstanbul Çorap'ın yüzde 25-30 payına karşılık, Öğretmen-Penti'nin payı yüzde 60'ı aşıyor.
Yazının Devamını Oku

İmralı ipoteği aşılmalı

13 Temmuz 2003
<B>29'</B>uncu Kürt isyanını Abdullah Öcalan'ın Kenya'da ABD tarafından paketlenip Türkiye'ye teslimi bitirdi. O gün bugündür, yani yaklaşık 4.5 yıldır Kürt meselesiyle ilgilenen herkesin ve/veya tarafların, her yeni adımı Öcalan'a endeksli düşünme, yorumlama alışkanlığı gelişti. İdamın kaldırılmasından Irak politikasına kadar uzanan yelpazedeki tartışmaların sıklet merkezi hep İmralı seçildi.

İlk günlerdeki refleksi anlamak mümkündü:

PKK örgütü, lideri rehinken silahlı eyleme yönelemedi.

Türkiye, Öcalan'dan Mandela yaratma fobisini yaşadı.

Ama aynı paradigma bugün için de geçerli mi, açıkçası kuşkum var.

Çünkü aslında sadece Tunceli ve Bingöl fay hattında çıkan sıcak çatışmalar bile artık PKK veya yeni adıyla KADEK'in Öcalan'ın hayatını/rahatını eskisi kadar umursamadığını gösteriyor.

Ama dahası da var... Örneğin dün ANKA'nın geçtiği haber, PKK/KADEK'in kana doymamış çevre coğrafyada yeni taşeronluk peşinde koştuğunu gösteriyor: ‘‘ABD'nin, ‘Türkiye sınırından içeri girilmemesi, buna karşılık İran'a yönelik eylemler yapılması' koşuluyla PKK/KADEK'i desteklediği belirtiliyor. Bu kapsamda geçtiğimiz günlerde PKK/KADEK unsurlarının Mahabat Bölgesi'nde İran birlikleriyle şiddetli bir çatışmaya girdiğine dikkat çekiliyor.’’ (ANKA Ajansı, 12 Temmuz 2003)

Ortadoğu satranç tahtasında Suriye, Irak, hatta Rusya’nın bile piyonu sıfatıyla yer alan, eylem yapan PKK/KADEK'in bu kez de İran'a karşı kullanılması ihtimaline acaba ‘‘ABD emperyalizminin düşmanı’’ Öcalan ne diyor? Veya soruyu düzeltelim: Öcalan'ın ne düşündüğünü merak eden var mı?

* * *

Abdullah Öcalan'ın örgütüyle irtibatının koptuğu senaryosunu abarttığımı düşünenler, temeli silahlı propagandaya dayalı, etnik ayrılıkçı bir örgütün liderinin 4.5 yıldır dünyadan izole yaşam sürmesini fazla hafife almıyor mu? Bu süre içinde;

Öcalan güneşin her doğduğunda koşulların değiştiği bir coğrafyada yıllardır gelişmeleri gazete haberlerinden, radyo bültenlerinden izliyor.

PKK/KADEK, Öcalan etiketli mesajların kaynağından emin olamıyor, hangi psikoloji/etki/baskı altında karara bağlandığını kestiremiyor.

Örgütte Öcalan'ın yarattığı boşluğu doldurmaya kalkmak ihanet sayılıyor, dolayısıyla yeri doldurulamıyor.

Hatta duyduğuma göre, İmralı'daki konuğun dahi zaman zaman kafası karışıyor, örgütüne tam hákim olup olmadığından kuşkuya düşüyor.

* * *

Türkiye'yi yönetenler, geçmiş 28 Kürt isyanının Öcalan'sız çıktığını unutmamalı. Kürt meselesinde İmralı'nın ipoteği aşılmalı.

Haftaya Meclis'te tartışılacak Topluma Kazandırma Yasası, PKK/KADEK ile bu tür düzenlemelere karşı çıkan çevreler arasında yeni cephe yarattı, kabul... Ama en az o kadar önemli gelişmeler/sorular da göz ardı edilmemeli.

Örneğin, Bingöl'deki son baskını terör örgütü üstlenmedi, neden? Yıllar sonra bölgeden işkence, kötü muamele haberleri gelmeye başladı, doğru mu?

Hep geçmiş isyanlara, aktörlere takılıp kalmak yanlıştır.

Marifet 30'uncusunu daha çıkmadan bastırmaktır.

Devlete düşen sorumluluk budur.
Yazının Devamını Oku