5 Ekim 2003
<B>ANKARA </B>kulislerine göre Başbakan Recep Tayyip örtülü ödenek yasasını değiştirmeyi düşünüyor. Ödeneğin <I>Başbakan ve ailesinin kişisel harcamaları</I> için de kullanılmasına kapı aralanıyor. Aslında makul bir düzenleme... Belki de Başbakanıın kızlarının işadamı bursuyla okuması ayıbına son verilir. Ne var ki bu ülkede örtülü ödeneğe dokunan yanıyor, bizden uyarması!
Rahmetli Adnan Menderes'i Yassıada'da haysiyet infazına uğramasına yol açan, örtülü ödenekten alınan bir cımbız ile süpürgeydi hatırlayın. Sabık başbakanın mahkemede
‘‘Kahvaltılarını bile örtülüden yapıyormuşsun’’ azarına katlandığını gözardı etmeyin.
Daha yakın tarihten örnek arayanlar Tansu Çiller'in Selçuk Parsadan'a kaptırdığı örtülü parası yüzünden patlak veren skandalı herhalde unutmadı.
Ve son olarak
örtülü ödenek artık örtülü değil.
Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 26 Haziran 1997 tarihli kararı ile örtülü ödenek denetime açıldı.
Salata sansürü tutanak temizliği
IRAK'ta yeni eğitim yılı başladı ama henüz öğrencilere tarih ve coğrafya kitapları dağıtılamadı. Çünkü ABD'li müfettişler tarih kitaplarındaki
‘‘işgal karşıtı düşmanca görüşlerin’’ temizlenmesini, coğrafya kitabındaki haritaya da İsrail'in eklenmesini talep etti.
Irak'tan mı ilham alındı bilinmez ama bizde de Yüce Meclisimiz Amerikan müdahalesine gerek kalmadan mönüsünü yeniledi. Meclis lokantasının yemek listesinde yer alan
Rus salatası ifadesi
Amerikan salatası olarak değişti.
Hazır resmi tarihin yeniden yazımı modası yayılırken, AKP de işe mönüden başlamışken... Savaş öncesi ABD'ye muhalefet izleri ve hatta birinci tezkere oylama sonuçları da Meclis tutanaklarından ayıklanır mı dersiniz?
Hukuki ve siyasi sonuç
YÜKSEK Seçim Kurulu kararının iki sonucu var: Hukuki ve siyasi. Meselenin hukuki boyutunu karara bağlamak daha kolaydı. Ama siyasi tartışmaların bitmesini beklemek hayal.
AKP'nin kendi anketine göre bile seçmenin yarısı iktidarın YÖK, Irak ve Kıbrıs politikasını yanlış buluyor. Önümüzdeki dönemde Irak'a asker yollama gibi kritik bir kararın eşiğinde bulunan, AB'den müzakere takvimi vaadiyle Kıbrıs'ta çözüm dayatılan, YÖK'le ipleri geren hükümet için bu rakamlardan beteri olamaz. YSK'nın ret kararı bile Meclis'in ve hükümetin yasallığı tartışmasını bitirmeye yetmez.
Öğretmen maaşı 10 yılda 506 dolardan 480 dolara düştü.
Polise düşen her üç çocuktan biri bağımlı çıktı.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2003
Cumhuriyet'in daha ilk yılları. Rejim yeni ve yerli arayışındaydı. Gazi Paşa sofra sohbetlerinde ‘‘Her alanda yeniliği başardık, musiki hariç’’ diye yakınmaktaydı. Ama fazla beklemesi gerekmedi.
14 Ocak 1930 günü huzura çıkan Zeynel Abidin Bey yeni bir çalgıyı Cumhurbaşkanı'na tanıttı. Alüminyum gövde ve ahşap sapıyla biraz udu andıran bu çalgının sesi çok gürdü. O tarihte elektronik ses düzeni olmadığı için çalgının sesinin uzaktan duyulması önemliydi.
Zeynel Abidin Bey'in oğlu Cemal'in sergilediği performansı çok beğenen Atatürk -aile tarihine göre- hemen o anda yeni çalgının adını koydu:
- Bu çalgı hangi meclise girse etrafa neşe saçar. Adı cümbüş olsun.
Zeynel Abidin Bey o kadar gururlandı ki, dört yıl sonra soyadı yasası çıktığında Cümbüş'ü aile adı olarak seçti.
COŞKUN SABAH'IN UDU KAYAHAN'IN SİYAH GİTARI
Cümbüşün ilk yılları pazarlama açısından inanılmaz bir başarı öyküsü sergiledi. Alüminyum gövde seri üretime uygundu.
Sapının sökülmesi nakliye açısından büyük avantajdı, böylece Anadolu'nun en uzak yörelerine bile ulaşabildi.
Gerçi cümbüş satışlarında rakam çok büyük değildi ama aile de kanaatkárdı... ‘‘Babamız Naci Bey İkinci Dünya Savaşı'nda haftada bir cümbüş satsalar bile ailenin tüm ihtiyaçlarının karşılandığını anlatırdı’’ diye aktarıyor ailenin dördüncü kuşak yöneticisi Fethi Cümbüş.
Ne var ki müzikte modanın fazla uzun ömürlü olmadığı bir kez daha kanıtlandı... ‘‘Coşkun Sabah'ı hatırlıyor musunuz?’’ diye soruyor Fethi Cümbüş ve sanırız lise yıllarından kalma bir hatırasını anlatıyor:
‘‘Coşkun Bey aslında çok iyi cümbüş çalar, hatta babamızın iyi dostudur. Kasedinde uduyla Rodrigo'nun gitar konçertosunu çaldı. İşte o kasedin sayesinde ud merakı tekrar canlandı. Ud modası yayılırken cümbüş satışları yüzde 30 geriledi.’’
Ama Fethi Cümbüş'e göre gençlerin tercihinin uddan gitara dönmesi de uzun sürmedi: ‘‘Baktık ki gençler, çocuklar dükkana geliyor, ‘Siyah gitar var mı?' diye soruyor. Önce anlamadık, sonra küçük bir çocuk ‘Abi Kayahan'ınki gibi istiyorum, onun gibi olacağım' deyince meseleyi kavradık. Meğer millet Kayahan'ın siyah gitarıyla çektiği klibini izlemiş.’’
Bu arada cümbüş sevdalıları için iyi bir haberimiz de var... Son beş yılda cümbüş modası yeniden yayılıyor.
YABANCI ORTAĞA YANIT: SAZA TEŞVİK VERMEYİZ
Cümbüş ailesi önce Beşiktaş, ardından Beyazıt'ta dükkan açtı, son adresine yani Zeyrek'e 1963 yılında taşındı. Naci Cümbüş Bey o tarihte alışılmadık ölçüde büyük bir dükkan tuttu, içine harcama yaptı.
Düşünün ki, o tarihte dükkana harcanan 100 bin lirayla Silivri'de bir otel, Şişli'de büyük bir arsa alınabiliyordu. Bu kadar büyük yatırım bir de yabancı sermaye ortaklığı ile nereye gelebilirdi diye düşünmek de lazım.
Aslında Cümbüş Aile şirketi 1970'lerde dünya müzik devi Yamaha ile ortaklığın kıyısından döndü. Fethi Cümbüş anlatıyor:
‘‘1970'lerde Merter'deki fabrikamızda Yamaha ile ortaklık kurma noktasına geldik. Japonları ikna ettik, işlemler tamamlandı, iş sadece hakkımız olan teşvike geldi. Ama Milliyetçi Cephe iktidarı bu teşviki vermedi. Bize yollanan yanıtta ‘Saza teşvik yoktur' denildi.’’
Cümbüş ailesinin dördüncü kuşağıyla vedalaşırken, beşinci kuşağı soruyoruz. Ali Cümbüş, ‘‘Benimki daha dokuz aylık’’ diye geçiştiriyor, Fethi Cümbüş, ‘‘Benimki 13 yaşında, aslında ticarete meraklı ama bu işe girer mi? Bilmem ki?’’ diyor.
Oyuncakçı zincirine 5 bin darbuka sattı
Müzik aletleri ithalatı 1980'lerde serbest kalmadan önce Cümbüş Ailesi için üretim ve dış ticaret hesabı yapmak kolaydı: ‘‘3 bin cümbüş üretirdik, binini yurtdışına satar, karşılığında keman akordeon, melodika, flüt gibi aletler getirirdik. Ama bugün özellikle dolar kuru düştükten sonra ihracatta çok zorlanıyoruz. İthalatsa inadına ucuzladı, Çin gitarları 20 dolardan bile ucuz. Dolayısıyla yerli üretimin bir anlamı kalmadı. ’’
Ailenin dördüncü kuşağı hem ciroyu yükseltmek hem de ihracattaki tıkanıklığı aşmak için çareyi darbukada buldu: ‘‘Yunanistan'a darbukayı soktuk, tabii ki dümbeleki dediler. Üstüne davul da verdik, o da davuli oldu. Ama nazar değmesin darbuka ihracatı çok iyi gidiyor. Son olarak büyük bir oyuncakçı zincirine beş bin darbuka yolladık.’’ Son olarak rakam meraklıları için bir dipnot. Cümbüş Ailesi'nin 20 yıl önceki ve bugünkü satış rakamlarını karşılaştıralım:
Cümbüş: 3 bin adet (20 yıl önce de aynıydı.)
Darbuka: 20 bin adet (20 yıl önce yok gibiydi.)
Gitar: 4 bin adet (20 yıl önce bin adetti.)
Mandolin: 2 bin 500 adet (20 yıl önce 10 bin adetti.)
Kılıç ustasıydı cümbüşü yarattı
Cümbüş'ün yaratıcısı Zeynel Abidin Bey icat ettiği çalgının adına yakışır renk ve tempoda yaşam sürdü.
Genç yaşta Üsküp'ten İstanbul'a göçtüğünde mesleği kılıç ustalığıydı, tıpkı babası gibi silah üreticisiydi.
Ne var ki Çanakkale Savaşı Zeynel Abidin'in kariyer çizgisini tamamen değiştirdi.
Aile tarihine göre savaşta yeterince ölü gördüğüne inanan Zeynel Abidin, İstanbul'a döndüğünde silaha tövbe etti.
Şansını müzik aletleri üretiminde denedi. Önce hem ud, hem de keman gibi çalınan bir enstrüman üretti, ardından çocukla birlikte sapı da büyüyen parçalı keman ve mandolini...
Ama başarıyı cümbüşle yakaladı.
Zeynel Abidin'in yaratıcılığı kadar pazarlama dehası da ünlüydü. Daha 1930'lu yıllarda logosunu ihmal etmedi, sayısız yabancı fuara katılıp ödül aldı.
Dokuz kez nikah kıyan Zeynel Abidin, eski fotoğraflarından anlaşıldığı kadarıyla giyim kuşamına düşkündü, yakasından karanfili eksik etmezdi.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2003
<B>MİLLİ</B> Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Türkiye'yi bölen Y.O. tartışmasının medyaya yansımasından rahatsız. <I>‘‘Medya Y.O.'nun yakasından düşsün’’</I> diyor. İlk bakışta mantıklı ve sağduyulu bir çağrı gibi gözüküyor.
Çünkü Y.O. ile aynı kaderi paylaşan 11 yaşıtı deşifre olmadıkları için normal yaşam sürüyor, eğitim görüyor, ayrıma uğramıyor.
Ama Y.O.'nun özel konumu daha bebekken dava konusu oldu, gazetelere yansıdı. Dolayısıyla sır tutmak için çok geç, bilanço zamanı geldi.
Üstelik Y.O.'nun ailesi geçen yıl sustu, başına gelmeyen kalmadı. Y.O. hastanede tecrite uğradı, kekeme oldu. Aile bu yıl bir TV'den diğerine koştu, tartışmayı Türkiye gündemine taşıdı da kötü mü oldu?
Sayın Bakan bilmeli ki Y.O.'nun teselliye değil tedavi ve hatta telafiye ihtiyacı var. Çocuğun kalan ömründe yaşam kalitesini yükseltecek parayı bulmaya çalışan aile sonunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurursa kim ayıplayabilir ki? Y.O.'ya hiç borcumuz yok mu?
Patronlar seçime karşı
İSTANBUL sermayesinin Divan Oteli'ndeki zirvesinde tek gündem maddesi Irak'a asker yollama maddesi değildi. Yargıtay'da yarın devam edecek DEHAP davası da patronların yakın takibi altında.
Üstelik bu konuda TÜSİAD'in görüşü son derece net:
Seçimin yenilenmesini veya yeni sandalye dağılımını istemiyorlar. Üstelik TÜSİAD bu görüşünü fazla karmaşık hale getirmeden, süslemeye gerek duymadan, haftaya damgasını vuran Fenerbahçe-Galatasaray derbisi örneğinden yola çıkarak aktarmayı da beceriyor:
‘‘Düdük çaldı, maç bitti, galibi, mağlubu belli oldu. Üstünden bu kadar zaman geçti, ‘Ama penaltı vardı'
deniliyor. Artık çok geç. Nasıl ki Galatasaray maçı yeniden oynanamazsa, seçimin de yenilenmesi mümkün değil.’’ Müslüman Birliği gitsin
CHP Lideri Deniz Baykal soruyor:
‘‘Irak'ta 170 bin ABD askeriyle sağlanamayan istikrar 10 bin Türk askeri giderse nasıl kurulacak?’’
Irak’a asker yollamak isteyenlerin de (
hatta belki de özellikle bu görüşü savunanların) ciddiye alması zorunlu bir soru... Çünkü Türkçe mealiyle,
‘‘ABD'den 8.5 milyar gelmesi dışında Türk askeri Irak'ta ne işe yarayacak, ne değişecek?’’ diye soruyor anamuhalefet lideri.
Aynı soruyu izninizle
‘‘Türk askeri Irak'a nasıl yollanırsa işe yarar?’’ diye formüle edersek, yanıtı Emekli Büyükelçi Yalım Eralp'in önerisinde yatıyor olabilir mi? Yalım Eralp anladığımız kadarıyla diyor ki:
BM kararı beklensin ki Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerin asker yollama çekincesi kalmasın. Türkiye, Irak'a tek başına değil mutlaka Hindistan, Pakistan gibi Müslüman ülkelerle birlikte gitsin.
Türkiye komutasındaki Müslüman ülke askerlerinden oluşan birliğin sayısı 40-50 bin kişiden az olmasın. Irak'ta ABD ve İngiltere'den sonra üçüncü büyük askeri güç haline gelsin.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2003
<B>GÜNLÜK</B> yaşamın vites büyüttüğü 1960'lı yıllarda İstanbul iki yeni sandviçle tanıştı: Boğaz yakasındaki bir çay bahçesinin her nedense ‘‘yengen’’ adını taktığı kaşarlı-sucuklu karışık tost ile Fındıkzade'nin Goralı markalı sosisli sandvici.
Aslında Goralı markası Ankara göçmeniydi.
1945 yılında başkentin Sakarya semtinde açılan Goralı Ailesi'ne ait ilk dükkánda yıllarca porsiyon sosis satan Şefik Bey günün birinde rutinden bıkınca, ‘‘Sandvici deneyelim’’ dedi, bugünkü markanın temelini attı.
Aynı dükkánda yetişen kardeşi Ferit Goralı askerlik yıllarının ardından İstanbul'a yerleşince aile markası İstanbul'a taşındı.
Ne var ki yeni dükkán için yer bulmak kolay değildi. Sonuçta 1961 yılında, o tarihte henüz inşaat halinde olan Fındıkzade'de bostanlar arasında yeni bir binanın zemin katında bugünkü Goralı Büfesi açıldı.
Ferit Goralı'nın en iyi müşterileri çevredeki inşaatların sahibi müteahhitlerdi. Goralı önce zemini yokladı, sandvicin yanı sıra poğaça ve dondurma da sattı, neyin daha iyi gideceğini anlamaya çalıştı.
Tıpkı Ankara Sakarya'da olduğu gibi İstanbul Fındıkzade'de de sosisli sandvicin aile reçetesi tuttu, Goralı markası giderek yayıldı.
DEDESİ ÖZGORALI'YI KURDU
Bugün İstanbul'un farklı büfelerinde Goralı adıyla sosisli sandviç satılıyor... Ama çoğu genç büfeci, markanın kaynağını dahi bilmiyor.
Goralı Büfe'yi işleten ikinci kuşak dört kardeşten Şemmuz Goralı markalarına dönük tacize en ilginç örneği anlatıyor: ‘‘Dedemiz rahmetli biraz sinirli ve inatçıydı. Bir gün babamızla tartıştı, kızıp dükkandan ayrıldı. Hemen arka sokakta Özgoralı ismiyle yer açtı.’’
Tabii ki her marka taklidine karşı bu kadar kayıtsız değil. Goralı kardeşler babalarını 1991 yılında trafik kazasında kaybedince ilk iş olarak marka tasciline karar verdi. Belki henüz farkında olmayabilirsiniz ama sosisli sandvicin artık Türkiye'de bir markası ve logosu var.
Peki ya genişleme, büyüme planları?
İşte bu konuda biraz temkinliler.
Goralı soyadı Makedonya yaylalarından gelme.
Goralı kardeşler ayrı katlarda da olsa tek binada oturuyor, aynı mutfaktan yemek yiyor. Kısacası işlerine pek yabancı karıştırmak istemiyor.
Nitekim Şemmuz Goralı şube açmakta önceliğin aileye ait olmasını düşünüyor, yabancıya marka kiralamaya sıcak bakmıyor.
Kardeşlerin en büyüğü 40, en küçüğü 22 yaşında. Yani hepsi sandviç gibi hızlı bir tüketim ürününde yaratılması adeta mucize sayılan markadan genç.
Ama örneğin Şemmuz Goralı 26 yıldır bu dükkánda çalışıyor. Otomasyon yerine el kararının damak tadını koruyacağına inanıyor.
Son olarak ve Goralı'nın tadına daha on yaşında bakmış kıdemli müşteri sıfatıyla ‘‘Sizden sonra ne olacak?’’ diye soruyoruz...
Duruyor, gülüyor, ‘‘Yani...’’ diyor, ‘‘Kısmet!’’
GORALI'NIN MALİYET TABLOSU
Goralı sandvicin maliyet hesabında tahmin edileceği üzere et ürünleri başı çekiyor. Sosis ve salamın toplam maliyet içindeki payı yüzde 35 dolayında. Özel köfteli pürenin maliyete katkısı yüzde 20. Sandviç ekmeğinin maliyet payı yüzde 15, genel giderlerin payı yüzde 20-30.
Tadın sırrı köftede gizli
Herkes sosisi kızartabilir, üzerine Amerikan salatası ve turşu
ekleyip iki dilim ekmeğin arasında afiyetle
yiyebilir. Peki Goralı mı yemiş olur... Tabii ki
hayır. Çünkü en büyük eksiği köftesi,
fazlası da bezelyedir. Goralı
sandvicindeki tadın sırrı köftede
gizlidir. Reçetesini sadece ailenin
bildiği ve sır gibi sakladığı bu köfteler
bulgur, kıyma ve baharattan üretilip
kızartılır. Ardından Amerikan salatasının
malzemesi (bezelye hariç, yani havuç,
patates, mayonez vb.) ile salam bu köfteyle birlikte mikserden
geçirilir, püre haline getirilir. Sandvice önce sosis ardından bu püre konulur, üzerine turşu ilave edilir.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2003
<B>TÜSİAD</B>'ın ‘‘<I>Irak'a asker yollamayın</I>’’ çıkışını hükümete muhalefet olarak algılamak yanlış. Hatta tam aksine ‘‘<I>TÜSİAD hükümetin imdadına yetişti</I>’’ diye düşünmek lazım. Çünkü hükümet bir süredir piyasayı bozmadan asker kararında vites küçültmenin yolunu arıyordu. Hükümet bastırmayınca MGK'dan Irak'a asker konusunda somut ve net adım çıkması zaten beklenmiyordu. Tuncay Özilhan'ın MGK öncesi yaptığı açıklama piyasanın tabir yerindeyse ‘‘
gazını aldı’’, erteleme kararına alıştırdı.
Peki Irak'a asker ne zaman yollanır?
Geçen hafta yazdığımız gibi iki şartı var: PKK-KADEK'in tasfiyesi, Kuzey Irak'tan geçen lojistik yolun açılması. Bu şartlar yerine gelmeden BM kararı çıksa bile hükümetin işi zor.
Parola: Çay İşareti: Kahve
SIKÇA Ankara'da geceleyen işadamının mide ilacına başladığını görünce hemen strese yorduk, ama yanılmışız, kendisi anlattı: ‘‘AKP'li siyasetçi ve bürokratlar yemeğe falan çıkmıyor, alkollü ortamlarda bulunmayı sevmiyor. Çaresiz makamlarında, çay-kahve sohbetiyle iş konuşuyoruz. Ama her gün birkaç kapı gezince mide dayanmıyor.’’
Ne var ki yeni iktidarın çay-kahve alışkanlığı iş takibini ucuzlattı sanmayın. Ankara'yı iyi bilen genç siyasetçi tarifeyi aktardı:
- Bakanla randevunun bedeli 3 bin dolar. Başbakanla görüşme için yabancı bir şirketten istenildiğini duyduğum miktarı söylesem asla inanmazsınız!
Kayda giren teslim alıyor
YILLARIN ezberidir, ‘‘
kayıtdışı ile mücadele edelim’’.
Buyurun, hiç zahmete hacet yok, 6 milyar dolarlık kayıtdışı servet kendi ayağıyla geldi... Bırakın resmi evrakta gözükmeyi, kimsenin ruhunun bile duymadığı İmar Bankası hesapları yol kazası neticesinde kayda girdi.
Girdi, ama hazmı zor! Mudiler batık bankanın mevduatını nasıl ve ne zaman ödeyeceğini bilemiyor. Maliye bu paranın vergisini nasıl alacağını kestiremiyor. BDDK İmar'daki rezaletin tekrar etmeyeceği garantisini veremiyor. Hazine, sahte bono zararını sineye çekiyor.
Devam edelim, hükümet meselenin siyasi linç olmadığını anlatamıyor. Okur hálá medya savaşından söz ediyor, yargı/hukuk zaten malumunuz.
6 milyar dolarlık kayıt dışı paranın 68 milyon Türk’ü nasıl teslim aldığını gördüğümüzde korkmuyor değiliz: ‘‘
Kalan 200 milyar dolar da kayda girmeye kalkarsa acaba halimiz ne olur?’’
Mevduat haritasıİmar’da 250 bin hesap 15 milyardan az. 120 bin kişinin hesabı 15 milyar liradan fazla. 1 trilyonun üstünde mevduat sahibi 100 kişi.Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2003
OKULLAR açıldı, öğrenciler ajanda peşine düştü. Esnaf 91 günlük senetleri için takvim işaretlerken gelecek yıla kaydı. Kısacası takvim mevsimi açıldı. Biz de Ülkü Takvimleri'nin yolunu tuttuk. Ülkü Takvimleri'nin merkezi Cağaloğlu'da Dünya Gazetesi'ne komşu.
1950'li yıllardan bu yana bürosunun camekánından çevreyi izleyen Oğuz Ülkü'nün bizim genç meslektaşlara anlatacak çok öyküsü var:
Hürriyet Gazetesi'nin her sabah kuşluk vakti bayilere teslim macerasından, Saatli Maarif Takvimi'nin görme özürlü sahibinin depoda kağıt bobinlerini eliyle dokunarak saymasına kadar... Takvim hazırlamak sabır ve titizlik kadar yaratıcılık da istiyor. Oğuz Ülkü'nün çevresinde olup biteni eksiksiz algılamak ısrarı ve dahası 50 yılın ardından aslına sadık kalarak tekrar becerisi galiba mesleki alışkanlık.
Zaten kendisi de takvim yapraklarına düşülen öğütler ve görgü kurallarının yaratıcı sürecini ‘‘Çoğu yolda yürürken aniden aklınıza geliverir’’ diye tarif ediyor.
Ülkü Takvimleri tam bir aile müessesesi. İkinci kuşak Oğuz Ülkü'nün dışında topu topu iki kişi daha çalışıyor. Birisi takvimi hazırlıyor, diğeri pazarlama ile uğraşıyor. 2004 Ülkü Takvimi'nin 2004 baskısı için filmler çoktan hazır, ekim ayında basılacak. Ekip çoktan 2005 takvimi için çalışmaya başlamış bile. Çünkü her takvim yaklaşık 1,5 yılda hazırlanıyor.
BABAMIN İŞİNE DEVAM
Ülkü Takvimleri ve rakipleri Saatli Maarif Takvimi ile Fazilet Takvimi toptancı ağıyla kırtasiye dükkanlarında satışa sunuluyor. Bu pazarın lideri Ülkü Takvimleri. Ama markalı takvimlerle yarışan bir piyasa daha var: Cami avluları. Cami cemaatlerinin bağış amaçlı takvimlerinin satışı markalı ürünlerin kat kat üstüne çıkıyor.
Ama ne dijital takvimler ne de şirketlerin yılbaşı promosyonları Ülkü Takvimleri'nin sadık müşterisini çalamıyor. ‘‘Hemen hemen her yıl aynı miktarda takvim satarız’’ diyor , ardından her yıl fiyat politikasında biraz daha zorlandıklarını ekliyor.
Oğuz Bey'in kızı akademisyen, oğlu tekstilci. Kendisi ise babası Vásıf Bey'in (Vasıf= özellik değil uzatmayla Vaasıf diye söylenir) izinden yürümekle övünüyor: ‘‘Bu iş babamın işiydi, ben sadece devam ettirdim. Zaten ben babama çok benzerim. Hatta rahmetli bazen, ‘Ben bu çocuğu Demirci Davud'un örsünde dövdüm, galiba fazla dövmüşüm bana benzedi' derdi.’’
Ders kitabı boyu tutmayınca renkli ilk takvimi bastı
Oğuz Ülkü’nün matbaacı babası Vásıf Bey 1936 yılında Ankara'dan İstanbul'a göçtü. Güven Matbaası'nı kurdu. Önceleri macera romanları bastı, meşhur Pardayan serisi gibi. 1960'lı yıllarda ders kitabı baskısında büyümek için rotatif ofset makine satın aldı. Böylece matbaa 12 ay durmadan işleyecekti. Ama evdeki hesap Milli Eğitim Bakanlığı'ndan döndü.
‘‘Bastığımız kitaplar roman boyundan biraz büyük ama ders kitabında alışılan boydan bir miktar küçüktü' diye hatırlıyor Oğuz Ülkü o günleri: ‘‘Hiç unutmam Sırrı Erinç'in coğrafya kitabını bizim boyda ama renkli bastık bakanlığa sunduk. Beğenmediler, geri çevirdiler, ofset makinesi boş kaldı. İşte o zaman babam renkli takvim basmaya karar verdi.’’
İlk Ülkü Takvimi 1968 yılında basıldı. Rakiplerinden farklı olarak daha ilk günden itibaren her yaprağında Türkiye'nin bir ilinden renkli fotoğraf yer aldı.
BİZİM TAKVİM LEKE ÇIKARTMAYI ÖĞRETMELİ
Oğuz Ülkü'nün aktardığına göre babası Vásıf Bey insanlara eğitici bilgi aktarma hevesini hayata geçirmek amacıyla başlamış takvim basmaya... Amaca uygun bilgide aranan ilk özelliğin ‘‘yerli, yani bizden’’ olması kesinlikle raslantı değil. Bir takvim yaprağının arkasını çeviren Oğuz Ülkü yemek tarifini okuyor: ‘‘Endülüs bifteği nasıl pişirilir... İyi de önce ev kadınına bifteği öğretmek gerekmez mi?’’
Markanın eski dildeki karşılığı alamet-i farikadır. Yani ayırıcı özellik ve farkı tarif eder. Ülkü Takvimi'nin farkını Oğuz Ülkü bakın nasıl anlatıyor:‘‘Bizim takvimi oturma odasına asan ev hanımı çocuğuyla nasıl konuşacağını da akşama ne yemek yapacağını da merak eder. Günü, randevuyu gösteren bir araçtan ibaret değildir bizim takvim, leke çıkartmayı da öğretir.’’
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2003
<B>UFUKTA</B> beliren 5-6 milyar dolarlık İmar Bankası faturası için ABD kredisine bel bağlayan AKP iktidarı, MGK toplantısını 3 gün öne aldı. Kritik toplantının 22 Eylül'den 19 Eylül'e çekilmesi sayesinde iki önemli dış gezinin önü açıldı. Eğer MGK'da sivil ve askeri kesim Irak'a Türk askeri yollanması için uzlaşırsa;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 20-21 Eylül günü Dubai'deki IMF/IFC toplantısına ABD kredisi için son koşulu yerine getirerek katılacak.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, New York'taki BM toplantısı vesilesiyle buluşacağı yabancı mevkidaşlarına yeni politikayı anlatma fırsatı bulacak.
* * *
Ankara'dan yansıyan hava, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ABD ile yürütülen asker pazarlığında iki soruya yanıt aradığını gösteriyor:
Lojistik koridor: Türk askeri birliğinin lojistik yolu konusunda henüz netlik yok. ABD ilk aşamada Türk birliğine Suriye veya Ürdün üzerinden muhimmat, akaryakıt ve yiyecek yolu açmayı önerdi. Türkiye'nin geri çevirmesi üzerine bu kez ‘‘İhtiyacınızı ABD ordusu karşılasın’’ tezini ortaya attı.
Türkiye'nin Habur'dan Bağdat'a kadar beş ileri karakolla korunacak lojistik koridoru planına Kuzey Iraklı Kürt liderler ‘‘bölgeye Türk askeri girmesin’’ gerekçesiyle, şiddetle karşı çıkıyor.
PKK'ya operasyon: Kuzey Irak'taki PKK/KADEK kamplarının geleceği konusunda Ankara'da önceki gün yapılan görüşmede, istihbarat alanında işbirliğinin geliştirilmesi konusunda anlaşmaya varıldı.
Ancak Türk tarafının beklentisi sadece Kuzey Irak'tan muhtemel PKK sızma/baskınlarına karşı ABD istihbaratı desteğiyle sınırlı değil.
Ankara, PKK'nın Eve Dönüş Yasası çerçevesinde silah bırakması için ABD tarafından zorlanması gerektiğini düşünüyor. Hatta bir hükümet yetkilisi, ‘‘Haydi kara harekátı riskli diyelim, kamplara bomba atacak iki uçakları da mı yok’’ diyerek beklentinin derecesini izah ediyor.
Askerler bu iki sorunun yanı sıra ABD'den beklediği bazı yanıtları alamamaktan da tedirgin. ABD'ye gönderilen sualnamede yer alan bazı hayati ayrıntılar ABD'nin ihmalinden değil ve fakat ‘‘yanıtını bilemediğinden’’ karanlıkta kaldı. İş başa düştü, Türkiye kendi istihbaratını topluyor.
* * *
Siyasi alanda pazarlık masasına gelmeyen hayal kırıklıkları da yok sayılmaz. Irak'ta 25 kişilik Geçici Hükümet Konseyi'nde tek Türkmen bakan olması Ankara'yı rahatsız ediyor. ‘‘Saddam döneminde bile 3 Türkmen bakan vardı’’ diyen hükümet yetkilisi ekliyor: ‘‘Üç bakan verilmedi, iki tane de verilmedi. Ama hiç değilse Bilim ve Teknoloji Bakanlığı dışında bir alan seçilmeliydi. Türkiye'nin Irak'a dönük ekonomik ve ticari iddiası ortada. Veya Sağlık Bakanlığı da olabilirdi.’’
Askeri ve siyasi çekinceler bir yana hükümet bu kez Meclis'ten fazla korkmuyor. Eğer tezkereyi Meclis'in önüne koyarsa geçen seferkinden çok daha az fireyle geçireceğine inanıyor.
Ne var ki tezkere için sorumluluğu askerle paylaşmak istiyor, ki MGK toplantısının asıl önemi burada yatıyor.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2003
KASTAMONU'nun Araç ilçesinden yola koyulup Bahçekapı'da ilk şekerci dükkanını açan Hacı Bekir'in markası tam 15 hanedanın armasından uzun yaşadı. Ailede dördüncü neslin temsilcisi veya kendi deyimiyle ‘‘yaşayan müzenin yeddi emini (güvenli el)’’ Doğan Şahin geçenlerde oturdu saydı. ‘‘Tam 15 hanedan tarihe karıştı’’ diyor, ‘‘Şekerci Bekir Efendi'nin 226 yıl önce ilk dükkanı açmasından bu yana...’’
Hanedanlardan dayanıklı marka veya yine Doğan Bey'in tercih ettiği eski deyimle ‘‘Alamet-i farika’’ nasıl olunur? Haydi şansınız yaver gitti, markanız tuttu, miras beş kuşak boyu nasıl korunur?
Doğan Şahin, Hacı Bekir'in Beyoğlu Caddesi'ndeki tarihi binasının beşinci katındaki özel ofisinde işin sırrını tek cümleye sığdırıyor:
‘‘Ferman miras kalmadı, her defasında yenilendi’’
‘‘Ferman’’ dediği; İstanbul'a medrese okumaya gelip, çocuk yaşta şekerci çırağı yazılan, 18'inde ustalığı kapıp dükkánını açan Kastamonulu Bekir Efendi'yi Saray'a Şekercibaşı olarak atayan padişah iradesi.
‘‘Miras kalmadı, her defasında yenilendi’’ diye övünmesi de boşuna değil. Çünkü Şekerci (1817'den sonra Hacı) Bekir Efendi'nin oğlu Mehmet Muhiddin ile torunu Ali de aynı payeyi miras yoluyla değil sergiledikleri ustalık sayesinde koruyabildi.
YABANCI FUARA KATILMAK İMPARATORLUK GEREĞİDİR
Doğan Şahin, padişah fermanını markalaşma yolunda önemli bir destek sayıyor: ‘‘Bu ferman hem teşviktir, hem de kontrol...’’ Çünkü o fermanın yardımıyla, daha ikinci kuşak, yani oğul Mehmet Muhiddin zamanında Hacı Bekir ürünleri, Viyana (1873), Köln (1888), Brüksel (1897), Fransa (1906) fuarlarına katılıp altın ve gümüş madalyalar topluyor.
‘‘Yabancı ülkelerde fuar açıldığında katılmak, ürünleri sergilemek, imparatorluğun gereğidir’’ diye izah ediyor Doğan Şahin.
Ancak Hacı Bekir ve varislerinin Saray iradesiyle katıldıkları yabancı fuarlarda ödül toplamanın ötesinde merak sahibi olduğu kesin:
1) Dış pazara açıklık: Avrupa'da rafine şeker (o dönemdeki adıyla kelle şekeri) üretildiğini duyup Osmanlı'ya getirip akide üretimi için ilk kullanan Hacı Bekir. Lokumu buğday unu yerine o tarihte yeni keşfedilen nişasta ile imal eden de yine Hacı Bekir.
Hacı Bekir'in ve miras bıraktığı kurumsal yapının daha ilk günden itibaren iç piyasa ile yetinmeyip dış pazarlara açılma azmi kadar sektörel gelişmeleri takip ısrarı dikkat çekici.
2) Markaya sadakat: 226 yıllık kurumsal imajı tehlikeye atacak risklerden kaçınmak da aile geleneği. ‘‘Bugün karamel de üretebilirdik, çikolata da...Ama o zaman Hacı Bekir olamazdık’’ diyor Doğan Şahin.
Üretim hattı dışında da markanın korunmasına özen gösteriliyor. Daha ilk yabancı fuarlardan itibaren marka tescili önemseniyor.
Öyle ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘‘Türk bonbonu’’ markasının Fransa'daki tescilinde sorun yaşandığında ‘‘Siz bu ürünü yıllar önce de yine aynı markayla onayladınız’’ belgesi arşivden çıkarılıp masaya konulabiliyor.
R'HATÜL-HULKUM OLMUŞ BİZİM LOKUM
Gerçi Hacı Bekir lokumu icat etmedi, ama bugünkü reçetesini buldu. Buğday unu yerine nişasta kullanarak hem rengini, hem tadını değiştirdi.
Lokumun adıysa telaffuz rötuşuna uğradı... Atalarımızın devrinde Arapça ‘‘R'hatül-hulkum’’ yani ‘‘boğazı rahatlatan’’ adı verilen lokuma zamanla ‘‘Lat-i Lokum’’ denildi. Sonra kısalıp lokum oldu. Bizim lokuma yabancıların neden ‘‘Turkish delight’’ dediği konusunda rivayet muhtelif.
Aslında akide şekerinin de renkli bir öyküsü var. Akide üretimi Hacı Bekir öncesinde rafine olmayan şekerden yapıldığı için renk ve şekil tutmazdı. Ancak mat renklerde ve sadece mangır (para) şeklinde yapılırdı. Padişah tahta çıktığında ulufe bekleyen yeniçeri sultana akide şekeri ikram ederek bağlılığını ve memnuniyetini gösterirdi. (Akide=inanarak bağlanma).
Hacı Bekir'in kullandığı rafine şeker akide üretiminde devrim yarattı. Akide şekerine türlü renk ve şekil kazandırdı.
ALİ MUHİDDİN BEY ZAM YAPINCA KIZARDI
Lokumun müşteri yelpazesi çok geniş. En zenginden, en fakire kadar toplumun her katmanı lokum seviyor, tüketiyor. ‘‘İşte o yüzden ne fıstıklısından vazgeçebilirsiniz, ne de sadesinden, hepsinin fiyatına göre müşterisi vardır’’ diyor Doğan Şahin.
Zaten sadece sekiz yıl kadar birlikte çalışabildiği için hayıflandığı kayınpederi Ali Muhiddin Hacı Bekir Bey'den aktardığı anısı da bu teze kanıt: ‘‘Ali Muhiddin Bey zam yapınca çok kızardı. Gerekirse fiyatın sübvanse edilmesini isterdi..’’
Hacı Bekir'in yabancı müşterileri üç kıtaya yayılıyor. ABD, Japonya, Güney Afrika, Mısır, İngiltere ve Fransa'da temsilcilikleri bulunuyor.
ŞEKER İŞÇİLERİ ÇİÇEKÇİ KADINLAR GİBİ ÖZENLİDİR
Şeker Bayramı'nda ikram edilen badem şekerleri var ya... Nasıl üretilir bilir misiniz? Bademlerin kabuğu lastik silindirlerle soyulur, sonra dönen kazana atılır, şekerle kaplanması beklenir.
Peki ya eskiden... İnanın çok ama çok daha zormuş şekercilerin işi. Badem kabukları çuvalla ovalanarak soyulur, sonra iki iple tavana asılı kazana atılırmış. İki kişi saatlerce kazanı sallar, badem şekerinin olmasını beklermiş. Sadece badem şekeri değil, meyveli her şekerlemenin ‘‘kesilmemesi’’ için kazan başında nöbet tutulurmuş. Öyle ki uyumamak için çenesinin altına süpürge sopası dayayan bile varmış.
Belki de o nedenle Doğan Şahin, bugünkü modern tesislerinde bile şeker işçilerini minnetle anıyor, ‘‘Onlar çiçek yetiştiren kadınlar kadar özenlidir’’ diye tarif ediyor.
MANŞ'I YÜZEREK GEÇTİ ŞİMDİ VAPURLA YARIŞIYOR
Ali Muhiddin Hacı Bekir'in merhum kızı Aliye Hanım'ın eşi Doğan Şahin yüksek inşaat mühendisi. 1961 yılında yani 30 yaşında tam 14 saat 21 dakika kulaç atarak Manş'ı geçti. Çubuklu'da askerlik yaparken Büyükada'daki evine yüzerek dönmeyi başardı. Bugün bile el sıkarken can yakabilen 72 yaşındaki Doğan Şahin 12 yıl önce üniversiteden arkadaşı işadamı Oğuz Gürsel'in jet skisini görünce ihtiyarlık sporuyla da tanışmış. O gün bugündür merakı jet skisiyle Ada vapurlarıyla yarışmak. Bu pazar Haliç’teki sürat teknesi yarışına katılıyor.
Yazının Devamını Oku