7 Eylül 2003
<B>BELKİ </B>siz de aynı hataya düştünüz. 11 Eylül'ü miladını; ,<br><br>1) 2002 seçim sonuçlarını altüst etmesi muhtemel davanın Yargıtay'daki duruşma günü sandınız. 2) Veya 12 Eylül darbesinin yıldönümü arifesi olarak andınız.
3) Ama çok azınız 11 Eylül tarihini, ABD'nin Ortadoğu ve mücavir alanını yeni dünya düzenine uydurma sürecinin miladı olarak hatırladınız.
* * *
Berlin Duvarı'nın yıkılmasını dahi 10 yıl süreyle umursamayan Türk kamuoyunun 11 Eylül miladına alışması da zaman alacağa benziyor.
Zaten yüzde 34 oyla toplumun aynası sıfatına hak kazanan AKP iktidarı da Irak krizini/savaşını/işgalini yeni dünya düzeni tablosunun parçası olarak algılamakta zorlanıyor. Çoğu kez ağaçlara takılıp ormanı unutuyor.
Örneğin ‘‘ABD askeri gibi işgalci olmayacağız, bizi Iraklı isteyecek’’ söylemiyle Dışişleri Bakanlığı'na aşiret reisi davet edip, muhatap sayıyor.
Ama aynı aşiret heyeti Ankara'dan memleketi Kerkük'e döndüğünde Boru Hattı'na sabotaj iddiasıyla ABD askerleri tarafından gözaltına alınıyor.
Yani Türk askerine ev sahibi, Türkmene yardımcı olacağını sandığımız aşiret Türkiye'nin petrol atardamarını kesmekle suçlanıyor.
Irak kaosunda müttefik-düşman tarifinin güçlüğü ortada... Ama yine de aynı mantığın açtığı derin yol izini takip zorunda kalıyorsak;
Irak'taki ana müttefikler ABD ve Sünni Araplar.
Irak'taki açık düşman PKK/KADEK.
Potansiyel düşman Kuzey Iraklı Kürt liderler.
Saflar böyle seçilince, Türk askerinin Irak'a gidişi;
ABD'nin Kandil Dağı'ndaki PKK/KADEK'i temizlik harekátına başlaması ya da en azından TSK'ya operasyon izni/yardımı vermesi,
Kuzey Iraklı Kürt liderler ile Geçici Hükümet Konseyi'nin Kürt bakanlarının -özellikle Zebari'nin- çenesini tutması, Türkiye'yi tahrikten kaçınması şartlarına bağlanıyor.
8.5 milyar dolarlık kredi ödülünü de unutmamak gerekiyor tabii ki...
Buyrun size alaturka denklemin dayanılmaz hafifliği:
Türkiye Irak'a 10 bin asker yollayarak, Kürt sorununu çözüyor, Kuzey Irak'taki yapıyı terbiye ediyor, üstüne de para kazanıyor!
Mucizeye inanalım mı?
Sanki PKK Kandil'den başka yerde yaşamıyormuş gibi... Sanki 8.5 milyar dolar dibi delik havuzu dolduracak muslukmuş gibi...
* * *
Türkiye Irak'a asker yollayacaksa bu tür süfli pazarlık nedeniyle/sonucunda olmamalı. Türk askerini Irak'a sevk eden siyasi iradenin ufku, harita yerine rejim değişikliği önceliğini fark edecek kadar geniş olmalı. Aynı siyasi irade Ortadoğu'daki değişimin Irak'la sınırlı kalmayacağını görmeli, şimdiden hazırlanmalı...
Diyebilirsiniz ki: ‘‘Ne fark eder, asker gitsin (veya gitmesin) yeter.’’
Oysa müziği duymadan dans eden balerin misali sadece mecbur kaldığı kararları alarak günü kurtarmaya çalışan geçmiş hükümetin sonu ortada.
IMF programını ite-kaka yürüten, AB yasalarını gönülsüzce çıkartan Bülent Ecevit hükümetini parlamentoda sandalye eksiği değil, küresel rüzgárın yönünü anlayacak vizyon yoksunluğu devirdi.
11 Eylül'ü kavrama güçlüğü çeken AKP iktidarının ilk yol kazası yine aynı tarihteki Yargıtay duruşmasında yaşanırsa... Bilin ki, ne tarihin, ne de talihin cilvesidir. Sadece kaçınılmaz sonun ilk adımıdır.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2003
<B>ABD’</B>nin Irak’ı işgali, Ankara’da ve hatta sivil toplumda dahi sadece harita değişikliği ihtimaliyle irtibatlı tartışıldı... Harita saplantısı yüzünden Irak’a Türk askeri yollama kararı bile ‘‘Kuzeye yollayalım ki Kürdistan kurulmasın!’’ korkusuna veya tam aksine ‘‘Hayır, biraz güneye yerleşelim ki Kürtler ortada sıkışsın’’ hevesine endekslendi...
Galiba 10 bin askeri biraz abarttık, ne dersiniz?
ABD’nin on katımız askerle Irak’ın efendisi olamadığı ortada...
Sınırları 10 bin asker hatırına bize sormayacakları da belli.
O zaman neden asker yollayalım ki?
Yanlış beklenti, arızalı akıl yürütme ile varılacak sonuç aşağı yukarı budur.
Zira Irak’ta değişecek olan zaten harita değil rejimdir.
Türkiye’den istenen haritanın değil yeni rejimin polisliğidir.
Tıpkı Somali’de, Bosna’da ve son olarak Afganistan’daki gibi.
İşte bu yüzden üç haftadır aynı soru etrafında dönüp duruyoruz:
Irak’ta huzur ve refahın sağlanması sadece ABD’nin mi meselesidir?
Eğer Saddam rejiminin geri dönmesinden korkuyorsak... Daha zengin komşunun daha fazla ticaret anlamına geldiğini biliyorsak... Ankara, ABD’nin Irak’ın geleceğine ilişkin planları ile mutabıksa... Asker yollama kararı doğal sonuçtur.
* * *
Savaşa asker yollama ayrı iştir, sınır ötesi rejim bekçiliği farklıdır. Birisi adı üstünde savaştır, diğeri diplomasinin uzantısıdır. Önümüzdeki yüzyıla dönük pozisyon tutmak iddiasıdır.
Herhalde farkındasınız; 11 Eylül öncesinde dahi ABD’nin yaşadığımız coğrafyadaki müttefikleri arasında tam uyumdan söz etmek mümkün değildi.
Körfez hanedanları ile İsrail’in arası Filistin sorunu nedeniyle açıktı.
Laik Türkiye ile köktendinci Arap rejimleri kerhen işbirliği içindeydi.
11 Eylül’den sonra herkes hızla safını tutmaya başladı. Ne var ki ABD desteği sayesinde ayakta kalabilen Körfez hanedanları bu kez kaytardı. Taliban’ı besleyip büyüten, Usame bin Ladin’i yaratan Suudiler, ABD’ye üs vermeye yanaşmadı. Taliban ve Bin Ladin’in diğer hamisi Birleşik Arap Emirlikleri, Afganistan’daki köktendinci rejimle ilişkisini kesen son ülke oldu.
Arapların sahneden belirsiz bir süre için çekilmesiyle yeni ittifak ekseni netleşti:
Washington-Ankara-Tel Aviv hattına İslamabad da eklendi.
İlginçtir ki ABD’nin İran korkusuyla desteklediği -hatta Türkiye’ye bile ihraca yeltendiği- Suudi (Vehhabi) tarzı İslami modelden vazgeçmesiyle... Türkiye’de o çizginin sadık takipçisi Milli Görüş’ten kopan AKP’nin iktidar yürüyüşü neredeyse eşanlıydı.
AKP ile ABD’nin uzun soluklu olabilecek işbirliği için ilk sınav mart tezkeresiydi...
Sonuç malum. Şimdi sırada ikinci tezkere ve iki ihtimal var:
Tezkere geçer AKP-ABD işbirliği pekişir, gelişir.
AKP yine beceremez, ama ABD kolay vazgeçmez. Çünkü bu coğrafyada ABD’nin de şimdilik fazla seçeneği yok!
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2003
FULYA yokuşundaki bodrum atölyenin ilk bakışta Merter'i andıran havası var... Ama görüntü aldatmasın... Merter'de markaya üretiliyor, burada marka. ‘‘Marka üretmek’’ ile ‘‘Markaya üretmek’’ arasındaki farkı, New York'ta satılan Türk malı iki ayrı tişört örneğiyle açalım isterseniz. Diyelim ki, markalı bir tişörtü Türkiye'de fason ürettiniz... Kaça satarsınız, bir bilemediniz iki dolara öyle değil mi?
Oysa Bahar Korçan'ın Fulya'da tasarlayıp ürettiği, koleksiyonuna alıp, defileyle New York'a tanıttığı tişörtler tam 32 dolara alıcı buluyor.
Bire 30 katma değerin sırrı imzada, markada yatıyor.
MARKA İÇİN İLK ÜÇ YILDA PARA GEREKMEZ
14 Eylül'deki New York defilesine hazırlanan Bahar Korçan'ın mütevazı çalışma odasının duvarında 12 yaşındaki kızı Lal'ın çizgileri, hemen yanında işgal komutanı ciddiyetiyle odaklandığı ABD pazarını çok iyi anlattığını düşündüğü Ercan Kumcu'nun ‘‘Rakamlarla ABD’’ başlıklı köşe yazısı asılı. Hemen sohbetin başında Korçan'ın Pazarlama ve İletişim Direktörü Zeki Gün'le tanışıyoruz. Sıfatı yanıltmasın, Zeki Bey, Bahar Hanım'ın kurmayı, hem de marka macerasının ilk günlerinden beri.
Bahar Korçan 2000 yılının ilk gününde marka olmayı kafaya koyduğunda önce çocukluk arkadaşı Zeki Bey'e, ardından ailesine ve çalışanlarına muhtemel sıkıntıları aktarmış: ‘‘Zorluklara hep birlikte katlanacağız. Maaşlara zam olmayacak, belki gecikmeli ödenecek, var mısınız?’’
Mutabık kalınınca, herkes heyecana ortak olunca yola çıkılmış.
‘‘Peki ama kemer sıkmak marka yaratmaya yetti mi?’’ diye soruyoruz, Zeki Bey anlatıyor: ‘‘Saatlerce konuştuk, kalın defterler doldurduk. İş planı yaptık. Öngördük ve sonradan haklı çıktık ki, belirli bir aşamaya kadar büyük sermayeye gerek yok. Ancak üçüncü yıldan sonra harcamalar büyüyor.’’
2000'de başlayan marka sürecinin üçüncü yılına gelindiğine göre ‘‘Devamı için gerekli birikimi sağladınız mı?’’ sorusunun yeridir diye düşünüyoruz.
‘‘Zaten bir miktar birikimle başladık’’ diyor Bahar Korçan ve ekliyor:
‘‘Ben her zaman satılabilir ürün tasarladım. İnsanların dokunabildiğini, alıp giyebildiğini sattım. O yüzden ürettik, sattık, kazandık.’’
Bahar Korçan'ın küresel macerası 2000 yılında 300 adetlik dış siparişle başladı. Bugün ABD, Kanada, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda gibi ülkelerin butiklerinde yılda 10 bin adet Bahar Korçan ürünü satılıyor... Korçan ipek elbiseden blucine kadar geniş yelpazede çalışıyor, ama vazgeçmediği ilkeleri var...
TOPTAN 70-90 DOLAR MAĞAZADA 240 DOLAR
Mesela asla yabancı ülkeye yerleşmeyi düşünmüyor, ürünlerinde yüzde 90'ın üstünde Türk kumaşı kullanıyor. Bir de eteklerin, bluzların üzerine -dikkat buyurun etikete değil- kocaman ‘‘Made in İstanbul’’ damgası basmakta inat ediyor. Gülerek, ‘‘Yabancı alıcılar önce pek emin değildiler, ama müşterinin hoşuna gitti, ilginç buldular’’ diyor. Fiyatlara gelince, yorum yerine son koleksiyonundan örnek verelim istersiniz. Yeni denim koleksiyonu -ki kadınlara özel- ABD'ye 70 ila 95 dolar arasında değişen toptan fiyatla yola çıkıyor. Mağazalardaki toptan fiyatların da 140-250 arasında oluşacağı tahmin ediliyor.
Zeki Gün, ürünlerin vitrine çıktığı her noktayla satış sonrası bağlantı kuruyor, bilgi alıyor. Hangi ürün satıldı, beğenildi, tükendi gibi soruların yanıtını arıyor.
Peki bir sonraki adım ne?
Gözüken o ki artık Korçan mağazasının sırası geldi.
Ama önce New York'ta mı, yoksa İstanbul'da mı?
Daha Bahar Korçan da bilmiyor.
Benim üniversitem Vitali Hakko’dur
39 yaşındaki Bahar Korçan, Özel Kalamış Lisesi'ni bitirdiğinde tasarım okumak için yurt dışına gitmeye niyetliydi. Ama gazetede gördüğü ‘‘Stilist asistanı aranıyor’’ ilanı yaşam çizgisini değiştirdi. Vakko'nun ilanını yanıtladı, bizzat Vitali Hakko tarafından seçilerek işe alındı.
‘‘Ama sanmayın ki masaya oturdum çizmeye başladım’’ diyor. ‘‘Vitali Bey beni altı aylığına Beyoğlu mağazasına yolladı. ‘Tezgahın arkasına geç izle, ne satılıyor anla, satılabilir ürünler tasarla' dedi. Açıkçası ben üniversiteyi Vitali Hakko'nun yanında okudum desem yeridir. Çünkü ne satılır, kaça üretilir, nasıl üretilir, işi orada öğrendim.’’
Vakko’daki 7 yılın ardından NN Club deneyimi ve İTKİB'in 1992'deki yarışmasında gelen birincilik Korçan'ın önemli kilometre taşları.
Kendi adına ilk atölyesini Abdi İpekçi Caddesi'nde açtığında bir sonraki ayın kirası yokmuş cebinde... ‘‘Babamla yorgunluk kahvesi içerken, ‘Ne olacak şimdi?' diye sordu, ‘Mutlaka bir şeyler olacak' dedim. Emindim.’’
Bahar Korçan kendisine ve imzasına güvendi. Her geçen gün ona inananların sayısı da arttı, bugüne gelindi.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2003
<B>GEÇMİŞ</B> hezimetlerin gelecek kararlarını ipotek altına alması olağandır. Savaş emri veren her ABD Başkanı’nın 50 bin tabutun yol açtığı Vietnam Sendromu’nu hissetmesi kaçınılmazdır. Tek asırda iki Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın son anayasası yurtdışına asker yollamaya engeldir.
Bizim tabumuza gelince... Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’nın son mirası Enver Paşa’nın hayaletidir.
O hayalet ki bize Sarıkamış’taki 60 bin şehidi hatırlatır, ağıt yaktırıp lanet okutur. Ve fakat yine aynı hayalet ki ‘’Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası ve Türk çağı’’ hevesimizi azdırır.
Ezcümle Büyük Oyun coğrafyasında her politik hamlede, hatta devlet kararında Enver Paşa’nın hayaletinin de masaya oturduğu kesindir.
* * *
Aslına bakarsanız hayalet avcılığı daha Cumhuriyet kurulmadan, Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinde dahi zorunluydu.
İmparatorluk dağılırken sadece işgalci düşmana karşı mücadele verilmedi. Büyük Oyun coğrafyası ve Anadolu topraklarında;
Enver Paşa ile İttihatçı şefleri; Çarlık Rusyası, İngiliz işgalindeki Hindistan ve Afganistan’daki Türk ve Müslümanları kutsal cihat bayrağı altında, Kızıl Elma ülküsü etrafında toplayarak Anadolu’ya yürümek, Hıristiyan Batı’nın karşısına dikilmek hayali peşindeydi.
Gazi Paşa ve Kuvvacılarsa aksine hedeflerini Misak-ı Milli topraklarında yeni devlet kurmakla sınırlı tutacak kadar gerçekçiydi.
Mustafa Kemal, Sakarya Savaşı’nı verirken Enver Paşa Bakü’de Sovyetler Birliği tarafından gerekirse cepheye sürülecek yedek kuvvet konumundaydı.
Sakarya’da kazanan Mustafa Kemal oldu, Sovyet rejimi desteğini kesince Enver Paşa Türkistan Basmacı isyanında şehit düştü.
Gazi Paşa ile Enver Paşa’nın misyon ve vizyonları taban tabana zıttı:
Gazi Paşa daha ilk günden itibaren düzenli ordu ve Meclis iradesinden yanaydı. Mutlak güce kavuştuğu gün dahi yargısız infaza başvurmadı, muhalefet için İstiklal Mahkemeleri kurdu.
Devlet idaresindeki bu üslup Çerkez Ethem çeteciliğini düzenli orduya yeğ tutan, iktidara Babıáli baskını benzeri cuntalarla el koymaya çalışan, muhalefeti suikastlarla sindiren İttihatçı geleneğe tamamen aykırıydı.
İşte bu yüzden başta Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet’in imanlı kadroları ne zaman ki Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli hudutları taşmak zorunda kalırsa sanki Enver Paşa’nın hayaletini görmüş gibi irkilir... Cumhuriyet’in kolektif hafızasında Sarıkamış, Galiçya, Yemen acıları depreşir.
* * *
Üç haftadır bu köşede Büyük Oyun coğrafyasının dünü ile bugünü arasında benzerlik/zıtlık arıyoruz. Bu merak/yöntem sadece bugünü idrak zorluğundan mı? Belki de! Ama Büyük Oyun’un hazin finaline takılıp kalmak, değişmez yazgı saymak bugünü anlamaya engel değil mi?
Büyük Oyun’un rövanşında sahneye davet edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu da illa Osmanlı’ya benzemek zorunda mı?
ABD daha devlet olmadan Büyük Oyun coğrafyasında hákim oyuncu olarak tanınan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni -eğer Irak’a yollanırsa- Amerikan lejyoneri ilan etmek ciddiyetsizlik/haksızlık değil mi?
Petrol dahil Irak’taki çıkarlarımızı nasıl koruyacağımızı tabii ki enine boyuna tartışacağız. Meclis karar verirse asker yollayacağız, Afganistan ve Libya’da olduğu gibi devlet adamı göndereceğiz/yetiştireceğiz.
Yeter ki hayalet korkusundan kurtulalım.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2003
<B>REFİK</B> Halit Karay'a göre her koku gibi lavantanın da rengi var: ‘‘Lavantadan yayılan renk, tramvay tellerinde yanıp söndüğünü zevkle seyrettiğimiz elektrik mavisidir.’’ Zaten tramvay ve lavanta bizim kuşak için Beyoğlu'nun baba mirasıdır. İstiklal Caddesi'nin trafiğe açık olduğu günlere yetişen, babaların sabun kadar temiz koktuğunu hatırlayan kuşaktır kastımız.
Nitekim Rebul Lavanta Kolonyası'nın ikinci kuşak üreticisi eczacı Mehmet Müderrisoğlu da lavanta merakının orta yaşta depreştiği kanaatinde:
‘‘Zamanında Rebul Lavanta kullanan 600 kişiyle yaptığımız bir araştırma var. Çıkan sonuca göre, bizim müşterimiz genç yaşında lavanta kolonyası kullanmıyor ama mutlaka yakınlarından kullanan biri var, örneğin babası. Orta yaşa geldiğinde lavanta tutkusu başlıyor. Ve inanır mısınız, lavantaya alıştıktan sonra başkasını kullanamıyor.’’
Rebul Lavanta müşterilerinin orta yaştan başka daha ne ortak noktaları var derseniz: ‘‘Caz veya klasik müzik dinliyor, tenis, golf veya at sporunu tercih ediyor, çoğu iyi kazanan profesyonel yönetici...’’
MÖSYÖ REBOUL'UN STAJYERİ KEMAL BEY
Bugün Rebul Eczanesi olarak bildiğimiz 108 yıllık müessesenin ilk kurucusu olan Fransız Jan Sezar Reboul'un babası Trabzon-Hopa yolunun mühendisi. Genç Reboul babasını ziyaret için geldiği İstanbul'da Pera Caddesi'nde Roumeli Han'da bir eczanenin sahibi olarak buldu kendisini.
1895 yılında açılan ve sahibinin soyadını taşıyan eczane çeyrek asrı geride bıraktığında Darulfünun-u Osmani Tıp Fakültesi Eczacı Mektebi ikinci sınıf öğrencisi Kemal Bey zorunlu stajı için Mösyö Reboul'e başvurdu.
Muhatap olduğu ilk soru, ‘‘Fransızca biliyor musunuz?’’ oldu.
Yoksul aileden gelen, dayısının yanında büyüyen Kemal Bey ‘‘Hayır’’ dedi. Mösyö Reboul, ‘‘Rue De Pera'da (Pera Caddesi'nde) Fransızca bilmeyen eczacı aramıyoruz’’ diyerek kapıyı gösterdi.
Gerisi sanki Türk filmi gibi...
Kemal Bey, Fransızca öğrenmek için gece kurslarına katıldı, ertesi yaz Fransızca yaptığı staj başvurusu kabul edildi, Reboul Eczanesi’ne girdi.
1923 yılında mezun olduğunda Mösyö Reboul ile vedalaşmak istedi, ikinci kez refüze edildi:
- Bayramiç Hükümet Tabipliği'ne atandım, vedaya geldim...
- O işi boşver, gel benimle çalış...
İşbu diyalog sonucunda ve oğlu Mehmet Müderrisoğlu'nun aktardığı rakama göre Kemal Bey 18 yaşında, İstanbul Valisi'ne yakın maaşla Reboul Eczanesi'nde çalışmaya başladı. Yıllar birbirini kovaladı, Mösyö Reboul yaşlandı. Kemal Müderrisoğlu'na kár payı karşılığı ortaklık önerdi.
Böylece 1940'ların başında Reboul Eczanesi sahip değiştirdi. Reboul ismi de (tıpkı Roumeli Han gibi) ‘‘O’’ harfi olmadan yazılmaya başlandı.
LAVANTA ÇİÇEK AÇMADAN TOPLANIR
Kemal Müderrisoğlu lavanta kolonyası üretim ve satışına 1940'lı yıllarda girdi. Fransa'nın Grasse kentinde lavanta tarlaları kapatıldı.
O gün bugündür Türkiye'nin en eski eczanelerinden biri lavanta kolonya markasıyla ünlendi.
Kemal Bey'in misyonu aslında 1986 yılındaki vefatından çok önce üç oğluna miras kaldı. Üçü de eczacı olan oğullardan ikisi emekliye ayrıldı.
Sadece Mehmet Müderrisoğlu (55) baba mesleğine devam ediyor. Mehmet Bey de babası gibi hem reçeteden hem de parfümden anlıyor:
‘‘Lavanta tarladan sabaha karşı güneş doğmadan, çiçek açmadan toplanır. Çünkü çiçek açtığında koku kaçar. Lavanta yağış ister. Eğer yağış olmazsa o yılki ürün odunumsu kokar. Yağış fazla olursa da şekerimsi... Bir tek rekolteye bağlı kalırsak üretimde istikrarı yakalayamayız. O yüzden bizim kolonyada yüzde 97 natürel malzeme, yüzde 2-3 de tampon vardır.’’
Rebul Lavanta Kolonyası'nın tiryakisi fazla değil. ‘‘Yılda 40-50 bin şişe üretiyoruz’’ diyor Mehmet Müderrisoğlu ve ekliyor: ‘‘Aslında bu rakam için değmez ama baba yadigarıdır anlayışıyla devam ediyoruz.’’
Rebul Lavanta'nın yabancı rakipleri Atkinson ve Yardley pes edeli çok oldu...‘‘Peki ya Rebul?’’ diyenlere iyi haberimiz, Mehmet Bey'in oğlu yani üçüncü kuşak Müderrisoğlu da eczacılık okudu, kendi şirketini kurdu.
Bu raflardan tam 1.472.700 reçete geçti
Mehmet Bey'in laboratuvarının girişinde kalın bir defter duruyor. Son kayıtlara göre Rebul Laboratuvarı'ndan bugüne kadar 1 milyon 472 bin 700 reçete geçmiş. Ama Rebul Eczanesi'nin laboratuvarı her sene daha da küçülüyor. ‘‘1970'li yıllarda günde 250 reçete yapardık. Bugün aynı sayı 3-4'e düştü. Zaten modern teknolojide bu tür üretime gerek de kalmadı’’ diyor Mehmet Müderrisoğlu: ‘‘Laboratuvarda çalışmayı bırakamadım. Yılbaşından itibaren 400'e yakın formül geliştirdim. Sıvı sabundan deterjana, duş jelinden yemek sosuna kadar.’’
Müderrisoğlu'nun son başarı öyküsü ABD pazarı için ürettiği bir sıvı sabun formülü. Bu sabunu üreten şirket ABD'de yılbaşından bu yana 6.5 milyon adet satış yaptı.
Limon kolonyasının yüzde 60'ı markalı
Türkiye'de yılda 10-11 milyon litre veya 30-33 milyon limon kolonyası tüketiliyor. Üç bine yakın üreticinin rekabet ettiği pazarda bundan 20 yıl öncesine kadar markalı ürünlerin payı sadece beşte birdi.
Ama sırasıyla, 1) hatalı üretim sonucunda yaşanan kazalar 2) büyük üreticilerin uygun fiyat politikası izlemeleri 3) reklamın gücü markalı kolonyaları pazarın lideri haline getirdi.
Bugün ünlü markaların pazar payı yüzde 60 düzeyinde.
Mehmet Müderrisoğlu'nun limon kolonyası serüveni sanırız pek hatırlamak istemediği türden: ‘‘Normal limon kolonyasında 3 komponent vardır. Benim ürettiğim limon kolonyasında 120 ayrı komponent yer aldı. Dolayısıyla en iyi limon esansının kilosu 20 dolarken benimki 70 dolardı. Rakip bu esanstan yüzde 1.5 kullanır biz yüzde 4. O yüzden çok pahalı bir ürün çıktı. Ben dedim ki, ‘Adına limon kolonyası demeyelim.' Ama dinletemedim, üç yıl sonra bıraktık üretimi.’’
Mehmet Bey benzer hayal kırıklığını Gazi Limon Kolonyası ile yaşadı. Cumhuriyet’in 75’inci yılında piyasa sürülen Gazi Kolonyası'nın kárı Mehmetçik Vakfı'na bırakılacaktı. Ama galiba yanlış hesap dağıtım kanallarından, ıtriyat depolarından geri döndü: ‘‘Dediler ki, bizi ilgilendirmez. Fiyatını kır, satışı yapalım. ’’
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2003
<B>AFGANİSTAN,</B> İran, Irak dahil Osmanlı... 19'uncu yüzyılda İngiltere ve Rusya'nın Asya egemenliği için verdiği uzun savaşın <I>-ki ‘‘Büyük Oyun’’ diye bilinir-</I> cephe ülkeleriydi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tamamen değişen dünya dengelerinde Rusya'nın adı geçici olarak Sovyetler Birliği diye değişti. Amerika Birleşik Devletleri de İngiltere'nin yanında/yerine sahneye çıktı.
Aynı coğrafyaya bugün baktığımızda Afganistan ve Irak, ABD işgali altında, İran'da rejim çöküyor.
Geçen haftaki, ‘‘Büyük Oyun yeniden sahneleniyor, Türkiye'ye bu kez ne rol düşecek?’’ sorumuz bu tarihi sürece bağlıydı. Bu hafta ise Büyük Oyun'un ekonomik gerekçe ve muhtemel sonuçlarına değineceğiz.
* * *
Sovyet İmparatorluğu 1990'lı yılların başında dağılırken geride enerji zengini üç ülke bıraktı: Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan.
Azeri petrolü zaten malumunuz... Kazakistan'ın 50 milyar varillik petrol rezervi Suudi Arabistan'ın iki katına yakın. Türkmenistan 6 trilyon metreküplük dünya doğalgaz rezervinin üçte birine sahip.
ABD, Büyük Oyun coğrafyasındaki enerji yollarına iki kırmızı çizgi çekti: Enerji yolunu Rusya ve İran'ın kontrolüne bırakmadı.
Azeri -ve belki de Kazak- petrolü için Bakü-Ceyhan boru hattına ABD desteği bu arayışın eseridir. Türkmen doğalgazını Afganistan üzerinden Pakistan-Hindistan ve muhtemelen Çin'e kadar taşıyacak boru hattı da öyle.
Afgan boru hattı Taliban'ın kaderinde belirleyici rol oynadı. Afganistan işgali de boru hattının geleceğini çizeceğe benziyor.
Ayrıntı meraklıları için aktaralım: Afgan hattı 1990'lı yılların başında önerildi. Taliban iktidarı sırasında ABD'nin Unocal şirketi önderliğindeki konsorsiyum anlaşmayı imzaladı. Taliban yönetimi ABD'ye yakınlaştı.
Ne var ki Taliban'ın himayesindeki Usame bin Ladin'in Kenya terör saldırısı iki ülke ilişkilerini kopardı, ardından 11 Eylül ve malum savaş.
Söylemeye gerek yok ki, ABD işgalindeki Afganistan'daki geçici yönetimin ele aldığı ilk projelerden birisi boru hattı oldu.
Orta Asya petrol ve doğalgaz güzergáhını güvenli ellere teslim eden ABD'nin ikinci durağı Irak, Suudi ve Kuveyt petrol yataklarına komşu.
İşgalle birlikte ABD, önümüzdeki 20 yılda dünya pazarındaki payı ikiye katlanacak Ortadoğu petrolüne bekçilik edecek kadar yaklaştı.
* * *
Her savaşı ekonomik gerekçeyle izah edemezsiniz. Ama her savaşın kaçınılmaz ekonomik sonucunu da görmezden gelemezsiniz.
Türkiye, enerji yolları güvenliyken daha az petrol faturası ödemez mi?
Afgan boru hattı ve Ortadoğu petrolünün geleceğinin güvence altına alınması Bakü-Ceyhan'a ihtiyacı artırır mı, yoksa azaltır mı sizce?
Ambargo dönemi hariç her savaşta tıkır tıkır işleyen Kerkük-Yumurtalık boru hattı neden son 4 aydır sürekli sabotaja uğruyor dersiniz?
Özetle, başta Irak, Büyük Oyun coğrafyasında ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanması ABD kadar Türkiye'nin de çıkarına değil mi?
Eğer Türk-ABD çıkarı ortak değilse Mehmetçiğin Kábil'de işi neydi? Afgan misyonuna itiraz etmeyenler, Irak'a hangi gerekçeyle muhalif?
Soru çok, yer az. Haftaya devam.
KARŞI GÖRÜŞ/KATKI
Mehmetçik, Irak'a girerse nasıl çıkacak? ABD, Vietnam'da olduğu gibi gidebilir, ama Türkiye gidemez. (Prof. Mehmet Erdaş)
Amerikan destekli Türk ordusu Fas'tan Endonezya'ya kadar bütün İslam ülkelerine girecek. (Hüseyin Kocabaş)
Şii ortaklığı neden tehdit olsun ki, düşünce parametrelerimizi bile ABD'den almayalım. (Burak Bayramlı)
ABD, Rusya'yı güneyden kuşatmak için Türkiye'ye ihtiyaç duymayacağı düzenlemeleri yapıyor, Kürdistan paranoyası yersiz değil. (Mustafa Eriç)
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2003
<B>EYVAH</B> ki eyvah... Bu kez daha başlıkta ele verdik fikrimizi. Ama, ulusal tarım düşmanı sıfatını peşinen göze almamız da boşuna değil.
Zaten çay fidanı deyip geçmeyin, her yaprağından ayrı sorun sallanıyor... Mesela 200 bin üretici az kazanıyor, bazen ürün bedelinin tamamı batıyor. Fabrika devlet rekabetinden şikayetçi, yeterince kaliteli ürün satın alamıyor. Tüketici içtiği çayı beğenmiyor.
Kimse halinden memnun olmadığına göre... O zaman piyasa işlemiyor demektir! İthalatın terbiyevi -haydi sopası demeyelim-sihirli değneğinin korkusu ve rekabetin motorundan yoksun piyasanın işlemesi de zor gözüküyor.
TÜTÜN, ÇAY VE KAHVEİLE DUVAR DELEN ÖZAL
Bu toprakların çay ekimiyle tanışması yüzyıldan biraz daha eski.
Hatta belki şaşacaksınız ama Karadeniz çay fidanının ilk adresi bile değil. 1880'lerin sonunda Bursa'da dikilen ilk tohum tutmayınca, çay ziraati genç cumhuriyetin kurucuları tarafından Rize Vilayeti'ne taşındı.
Petrolden sonra emtia piyasasının gözdesi tütün, kahve ve çay ticaretinde serbesti merhum Turgut Özal iktidarının ilk ayında geldi.
1984 başında yabancı sigara ile kahve markalarının ithalatına engel olan duvar yıkıldı. İyi de oldu. Çünkü sadece kaçakçılık mafyasının beli kırılmakla kalmadı, sigara alanında yabancı sermaye yatırımları çekildi.
Dahası seçim imkanıyla tanışan Türk tiryakisinin damak tadı değişti.
Sigara pazarının yarısı şark tütününden Virginia tütününe kaydı. 8 ton Türk kahvesi (aslında Brezilya'dan ithal unutmayın) yanı sıra 2 ton granül kahve ile bir ton kadar filtre kahve tüketilir hale geldi.
Çayda özel sektöre izin 1986 yılında verildi. Ama aradan geçen 17 yılda tütün ve kahvedeki performans yakalanamadı.
Çaykur yani devlet pazarın yüzde 60'ından fazlasına hakim... Ama zararı büyük. Yüzlerce -son sayıma göre 329- özel çay üretim tesisi var. Yarısı kapalı, çoğunun üreticiye yüz milyarlarca lira borcu var.
İTHALAT, ÇAY ÜRETİCİLERİDERNEĞİNDE HİZİP YARATTI
Çay pazarının ithalat değneğiyle terbiyesindeki rötarı ilk dillendiren biz değiliz. Çay Sanayici ve İşadamları Derneği (ÇAYSİAD) bile ithal çay nedeniyle ikiye bölündü.
ÇAYSİAD Başkanı ve Selen Çayları'nın sahibi Ayhan Ruşen ‘‘İthalat konusundaki görüş ayrılığı nedeniyle derneği pasifize ettik’’ dedi.
Peki yerli üretici neden ithalat istesin ki?
Yanıtı basit: Pazarı büyütmek için!
Başta Unilever'in markası Lipton olmak üzere yerli üreticiler dökme paket çaydan, poşete geçmeye çalışıyor. Oysa bugün poşet çayın toplam pazar payı yüzde 5'i aşmıyor. Pazar büyüklüğü de 500 milyon dolara takılıp kalıyor. Poşetin pazar payının artmasıyla birlikte toplam sektörel cironun 2 milyar dolara ulaşabileceği hesaplanıyor.
Dolayısıyla akılda ilk tutulması gereken husus, pazarın büyümesi için poşet çay payının artması gereği...
Çünkü kaynamış suda birkaç dakikada rengini ve aromasını belli eden poşetlik çayın kalitesi de fiyatı da yüksek.
Daha yüksek fiyatlı tüketim de pazardaki rakamları büyütecek.
Ama şu aşamada yerli siyah çaydan poşetlik üretim çok zor.
‘‘Çünkü Seylan'dan, Kenya'ya Hindistan'a kadar her yerde siyah çay elle toplanır ve en üstteki 2.5 yaprağı kullanılır’’ diyor Ayhan Ruşen, şöyle yakınıyor: ‘‘Bizde ise elle toplama yerine makas kullanılıyor, artık fidan da, alt yapraklar da karışıyor ürüne. Tek fiyat ilan ediliyor, üretici de ne kadar satsam kárdır diye düşünüyor. Düşük kaliteli çayın alımından vazgeçilmesi siyasi baskılar ve ilişkiler nedeniyle güç.’’
Bir de meselenin finansal güç boyutu var:
‘‘Küçük ve orta boy özel sektör üreticilerinin ödeme sicili bozuk. Dolayısıyla üretici önce Lipton'a (Unilever) gidiyor, ikinci tercihi Çaykur oluyor, son olarak diğer özel sektörün kapısını çalıyor. Dolayısıyla özel sektöre teslim edilen çayın kalitesinin düşük olacağı peşinen belli.
Kaliteyi yükseltmek için ithalatı deneyenlerin karşısına devlet dikiliyor... Belki topla-tüfekle değil ama gümrükle, fonla...
Çaydaki garip ithalat politikasını anlamak için fiyatlara bakmak yeterli. Bugün Çaykur yılda 3-5 ton da olsa kilosu 50-60 cente ihracat yapıyor, Türk özel sektörü aynı fiyata kaliteli çay bulabiliyor.
Ama Türkiye'ye çay ithal etmek istediğinizde deniliyor ki, ‘‘Fiyatı asgari 2 dolardan hesaplanır.’’ Üstüne yüzde 145 gümrük, yüzde 8 de KDV... Yani ithal çayın kilosu geliyor 5 dolara.
İthalat korkusu kalkınca çay pazarında herkes dilediğini yapmakta özgür kalıyor... Köye fabrika kuran mı istersiniz, kayıt dışı, sigortasız, faturasız çalışan mı, yoksa fiyat kırarak herkesi batırırım sanan mı!
32 bölüm tekmili birden bir oyun ki, sahnede sadece kaliteli çay eksik.
Oysa Türk çay sektörü ithalatı ve tabii ki ihracatıyla dünyaya açılsa... Kalitesi ve fiyatı yükselse sadece üretici değil tüketiciye de yarayacak... ‘‘Akşam Beş Çayı’’ ülkesi olarak bilinen İngiltere belki geçen asırda üzerinde güneş batmayan topraklarında çay yetiştirmiş olabilir. Ama bugün hiç zahmet etmeden dünyanın dört bir yanından ithal ettiği çayları harmanlayıp, markasını basarak üreticiden kat kat fazla para kazanıyor.
Peki kulunuz bu gerçeği hemen gördü de, siyasilerimiz kör mü?
Sayılmaz sadece oy bağımlısılar. Son üç başbakandan ikisinin, Mesut Yılmaz ile Recep Tayyip Erdoğan'ın memleketi nereye düşer hatırlayın yeter.
Bir bardak poşetinden iki bardak çay çıkıyor. Peki ya aynı hesabı dökme çay için yaparsak... Diyelim ki iki kişilik çay yapılacak. 7 milyon liralık kilo fiyatından yola çıkarsak (7 bin çarpı iki) aşağı yukarı aynı fiyata ulaşıyoruz. Ama bu noktada Ayhan Ruşen'in haklı bir hatırlatması var: ‘‘Türkler yılda kişi başına ortalama 2.3 kilo çay tüketiyor. Yani dört kişilik aile yılda 12 kilo çay içiyor. Demek ki ayda bir kilo çay satın alıyor. Kaliteli veya daha düşük kalitede çay seçimi arasındaki fiyat farkı da bir paket sigara fiyatından fazla değil. Ayda bir paket sigara parasına kıysınlar, daha kaliteli çay içsinler diyoruz.’’
DÜNYA ÇAY TÜKETİMİNDE İLK BEŞ
(Kişi başına/kg)
İrlanda 3.2 kg
Kuveyt 2.8 kg
İngiltere 2.6 kg
Katar 2.4 kg
TÜRKİYE 2.3 kg
500 milyon dolarlık pazarın yüzde 60'ı Çaykur'un elinde
Kuru Çay Üretimi 160 bin ton (% 100.0)
Çaykur'un payı 100 bin ton (% 62.5)
Özel sektörün payı 60 bin ton (% 37.5)
İthalat 17 bin ton (2001 yılı)
İhracat 5 bin ton (2001 yılı)
SEKTÖRDE faaliyet gösteren özel şirketlerin yarısından fazlası fiilen üretimi durdurdu. Son yıllardaki yatırım atağıyla kurulu kapasite ön plana çıkan Doğuş Çay'ın yanı sıra diğer bazı markalar şöyle: Lipton, Selen, Of Çay, Oba Çay, Bal Küpü, Sir Winston.
Tablodaki resmi ithalatın rakamı biraz şüpheli. Çünkü Sri Lanka'nın resmi ihracat rakamlarına göre Türkiye'ye yollanan çayın miktarı yıllık ortalama 25 bin tonu buluyor. Bir bölümü yeniden ihraç edilen bu çayların azımsanmayacak kadarının kaçak olarak iç piyasaya sürüldüğü tahmin ediliyor.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2003
<B>IRAK'</B>a Türk askeri yollanması kararının kamuoyunda; 1) Sadece o ülkede mevcut terör koşulları ışığında,
2) Yakın geçmişteki tezkere krizi ve benzeri hataların krampı/korkusuyla ele alınmasını -kabul etmesek bile- anlamamız mümkün, çünkü;
Evlatlarımızı neredeyse savaşta ölenlerden daha fazla sayıda ABD askerinin hayatını kaybettiği coğrafyaya göndermeyi tartışıyoruz.
Süleymaniye'deki özel timin başına çuvalın geçirilmesini hazmetmek için bir ay çok kısa süredir.
Karar süreci açısından bu kara delikleri anlıyoruz ve fakat fazla önemsemiyoruz, çünkü;
Irak'ta bugün için yükselme trendi sergileyen direniş yarın serbest seçimlerle ve ülkede ekonomik refahın artması halinde yumuşayabilir.
Süleymaniye'deki büyük hakarete rağmen Türkiye ile ABD'nin Irak'taki çıkarları zıt değil müşterektir.
Özetle gündelik reflekslerin esiri olursak...
Ya asker yollamak için öne sürülecek her güçlü tezi çürütecek ölçüde yakın tehditlere takılırız... Veya asker yollanmaması halinde kaçacak fırsatlar başımızı döndürür, tedbiri elden bıraktırır.
Gazete sütunlarına sıkışmaya mahkûm tartışmaların gündelik kurlara göre yön bulması doğaldır. Ne var ki Türkiye'nin Irak politikasının asker yollama ipoteğine kilitlenmesini de çok sakıncalı buluyoruz.
O yüzden bu haftaki analizimizi muhtemelen hem asker yollama yanlısı, hem de karşıtı olanları kızdırabilecek eksende, hatta zaman ve mekándan biraz bağımsız kılıyoruz.
* * *
Moda deyimiyle Birinci Dünya Savaşı öncesi statükoya döndüğümüze göre, yüz yıl önceki bölgesel koşulları hatırlamakta yarar var.
Afganistan, Hindistan'ı işgal eden İngilizlerle, sıcak denizlere kapı arayan Rusya arasındaki edebi dile ‘‘Büyük Oyun’’ diye geçen güç savaşının cephe ülkesiydi... Sınır komşusu İran'ın kuzeyi Rus nüfuz bölgesi, güneyi İngilizlere teslim, Tahran'ın gücü sadece ülkenin orta şeridinde geçerliydi. Irak malum Osmanlı toprağıydı...
Ve böylece geliyoruz Babıáli'ye... İngilizler Rusların güneye sızmasına son engel olarak gördükleri ‘‘hasta adamı’’ ayakta tutmaya çalışıyordu... Osmanlı-Rus harpleri bitmek bilmiyordu.
Gelin aynı coğrafyaya yüz yıl sonra bakalım.
Afganistan ve Irak, ABD işgalinde, İran'da rejim can çekişiyor.
Peki ya Türkiye'nin yeri neresi, ne yapmalı?
Gelin birkaç soruyla zihin açalım...
Eğer 19'uncu yüzyılın hegemon gücü İngiltere'nin yerini almaya aday ABD, Rusya'yı yeniden güneyinden kuşatmak istiyorsa, bu amacına Kuzey Irak'taki Kürtlerle mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti ile mi daha kolay ulaşır; ikinci seçenekte Kürdistan paranoyası biraz yersiz değil mi?
Eğer Irak'ta yönetim güneydeki Şii Araplara kalırsa, Türkiye'nin güneyinde İran-Irak-Suriye-Lübnan Şii ekseni kurulmaz mı?
Eğer Şii çemberi tehdit ise Irak'ın sadece merkezine hákim Sünni Araplar, Türkiye'nin orta ve uzun vadeli tek müttefiki sayılmaz mı?
Eğer Sünni Araplar bu ortak çıkarın bilincine varırsa bugün için taşıdığı risk açısından şeytan üçgeni diye andığımız görev bölgesi Türk askeri için düşman toprağı olmaktan çıkmaz mı? Türk askeri, Sünni Araplar tarafından işgalci değil, tam tersine dost kuvvet olarak algılanmaz mı?
Bu soruların içinde saklı yanıtların bir bölümü bugün için hayal sayılabilir... Ama zaten derdimiz de tartışmayı ‘‘asker yollayalım, hayır yollamayalım’’ kısırdöngüsünden kurtarmaya çalışmaktan ibaret.
Katkılarınızı bekliyoruz, haftaya devam.
Yazının Devamını Oku