15 Ağustos 2004
<B>MODA</B> algılamaya ters düşmek, akıntıya kürek çekmeye benzer. Susurluk sürecinde herkes ‘derin devlet’ fantezisine göre pozisyon tuttu. Bendenizin ‘Ne derini, bu devlet kayıtdışı, kayıtsız’ itirazına kulak asan pek çıkmadı. Oysa o tarihte de bugün de kurduğum denklem değişmedi.
Bir yanda mafya, diğer yanda devlet. Bakmaya bilen için hangisinin güçten düştüğü, kimin palazlandığı belli:
1) Vergisini toplayamayan, bütçesini denk tutamayan devlet, polisine, istihbaratçısına, hákimine, savcısına bakamaz... Mafyanın kucağına iter.
2) Mafya da zaten varolabilmek için kamu görevlisinin himayesine muhtaçtır.
3) Kayıtdışı devlet mafyanın hizmetine girer, kayıt tutamaz hale gelir.
KİM KİMİN PATRONU?
Susurluk sürecini Ermeni terörü, Güneydoğu savaşı ekseninde aklama çabasında olanlar yine sahne aldılar. Alaattin Çakıcı’yı devlete hizmeti nedeniyle koruduklarını anlatma gayretindeler.
Dinleyip inanan devleti patron, Çakıcı’yı memur sanır...
Hakikaten öyle mi?
Çünkü kimin gerçek patron olduğu ancak hesap kesildiğinde anlaşılır.
Çakıcı ile MİT arasındaki irtibat 17 yıllık.
Bu süreçte Alaattin Çakıcı, MİT’e ne gibi katkıda bulundu? 1994 yılında birkaç ay Hollanda’da Dursun Karataş’ın peşinde dolaşıp sözde istihbarat toplamak dışında ne iş yaptı, hiç!
Peki karşılığında devletten ne aldı?
Kırmızı pasaportlar, kaçışına yardım, Yargıtay ricacıları...
O halde patron kim, devlet mi, yoksa Çakıcı mı?
Ne yazık ki Çakıcı gibi gözüküyor.
Üstelik bu kez Susurluk’taki gibi öyle sözde derin sebepler de yok.
Düpedüz ve tamamen duygusal bir ilişki aradaki.
Yolsuz kalan devlet derinleşemez, kiralanır.
Mafya ortağı devletin elindeki silah hepimize tehdittir!
Üniversite asıl 20 yıl sonra hayal
SON 20 yılda gelişmekte olan ülkelerde iki önemli trend göze çarpıyor:
1) Kadın başına çocuk sayısı düşüyor, nüfus artış hızı geriliyor. 2) Okuma yazma oranında iki kata yakın artış yaşanıyor.
Bu sayede dünya nüfusu 2050 yılında tepe noktasına ulaşıyor. Türkiye’de nüfus artışı çok daha erken, muhtemelen 2020’li yıllarda ve 92 milyon düzeyinde hız kesiyor. O yüzden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in tespitini çok ciddiye almak lazım: ‘Demografik hesaplara göre 2023 yılında Türkiye’de ilk ve ortaöğretimdeki öğrenci sayımızda 3 milyon azalma olacaktır. Ancak bu arada yükseköğretime devam etmek isteyen öğrenci sayısında bir artma olacaktır.’
Bu ne anlama geliyor biliyorsunuz değil mi? Üniversite kapısı asıl 20 yıl sonra mahşer yerine dönecek.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü araştırmasına göre, Van’da 15 aşiret ve 75 kabile var.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2004
<B>GALİBA </B>AKP iktidarı, Irak Savaşı arifesindeki tezkere krizinde bile IMF anlaşmasına harcadığı zamandan daha kısa süren tereddüt yaşadı. IMF ile yeni stand-by anlaşması kararı aylarca tartışıldı, sürüncemede bırakıldı. Tam piyasada umutlar azalırken, bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, IMF ile yola devam kararını açıkladı.
BAŞKA ÇARESİ VAR MIYDI?
Akla ilk gelen soru belli:
‘Hükümetin başka çaresi var mıydı?’
Önümüzdeki üç yıla yayılan iç ve dış borç yükünün yarattığı finansman ihtiyacı düşünüldüğünde bu soruya ‘hayır’ yanıtını vermek gerçekten zor.
Ancak hemen söyleyelim, IMF ile anlaşmayı piyasalar açısından değerli kılan, akla gelebilecek diğer ‘çare ve yolları’ denklem dışı bırakmasıdır.
* * *
Hükümet 2005 ve takip eden iki yıl için IMF ile stand-by kararı alarak uluslararası piyasalara iki güvence verdi:
BASKIN SEÇİM YOK
Hükümet AB’den çıkacak müzakere kararını fırsat bilerek erken seçime gitmeye niyetlenseydi IMF ile yeni stand-by anlaşmasına yönelmezdi. Aksine kader seçimine harcama imkánlarını sonuna kadar kullanarak hazırlanırdı. Özetle ya 2005’te seçim yok veya var ama seçim ekonomisi uygulanmayacak. İkisi de iyi haber!
YABANCI FON AKIŞI
AB’nin müzakere kararıyla birlikte Türkiye’ye milyarlarca dolarlık doğrudan sermaye yatırımı akacağını beklemek ham hayal. Olsa olsa kısa vadeli sermaye hareketlerinde, portföy yatırımlarında ciddi artış yaşanabilir. Yabancı fon yöneticileri yatırım yapılacak ülkeleri müşterilerine ‘hikáyesi’ ile satmayı sever. AB üyeliği için müzakereye oturmuş, IMF ile anlaşması yürüyen Türkiye’nin hikáyesi diğer gelişmekte olan piyasalara fark atar.
* * *
AKP’nin IMF kararının ocak sonuna kadar süresi vardı. Erken açıklama, Türkiye-AB ilişkilerine de olumlu yansıyabilir. Şöyle ki:
AB’deki Türkiye karşıtları, ekonomik kırılganlığa haklı olarak işaret ediyor. Türkiye, IMF ile anlaşmadan kaçınsaydı muhtemelen AB’den bu yönde bir baskı görecekti. Gönüllü anlaşma daha iyi oldu.
IMF de küresel ekonominin AB gibi muteber aktörü. Sadece AB çapasına yapışıp IMF’ye karşı komplo teorileri üretmek yakışık almazdı. Dahası ‘AB’yi sadece askerden korktukları için istiyorlar’ eleştirisine zemin hazırlardı.
* * *
Son olarak bir gözlemimiz de genç Ekonomi Bakanı Ali Babacan’a ilişkin... Göreve ilk geldiği günlerde çoğu meslektaşımız gibi biz de Babacan’ı politikacıdan çok teknisyen kimliği ile algıladık.
Ama baktık ki AKP’nin pek de uysal sayılmayan Meclis Grubu’na, hükümetteki ağır topların baskısına rağmen Babacan bildiğinden şaşmıyor, programdan taviz vermiyor. Ekonomideki en kritik tartışmada hükümetini ve partisini IMF ile yeni anlaşmaya ikna etmeyi beceriyor. Siyasetçinin kendisini memur konumuna indirmesini çok gördük. Tersine az rastladık.
Babacan’ı kutlarız!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2004
<B>GERÇİ</B> DSP-MHP-ANAP koalisyonunu ekonomik kriz bitirdi, ama siyasi itibar kaybı çok daha önce 1999 depremiyle başladı. <B>Galiba bu hükümetin siyasi aşınma miladı hızlı tren kazasıyla tarihe düşülecek</B>.* * *
Kriz yönetimindeki beceriksizlik ve savunma diye ortaya konulan acemi tezler, meselenin ehil ellerde olmadığına kanıttır. İşte size sadece iki örnek:
CESET TORBASINI CESET SAYDILAR
Hatırlayacaksınız, kazanın ilk saatlerinde ölü sayısı resmi makamlarca 139 olarak açıklandı, sabaha karşı saatlerde 36’ya indi. Bu çelişkinin sebebi dün anlaşıldı. AA’nın haberine göre olay yerine 110 ceset torbası istendi, torbalara parçalanmış cesetler konuldu. Kriz Masası, her dolu torbayı bir ceset diye sayınca rakam gerçek kaybın üç katına çıktı.
MAKİNİSTİ GÜNAH KEÇİSİ İLAN ETTİLER
Ulaştırma Bakanı bile ‘Kaza mevkiinde en fazla 80 km ile hız yapılmalıydı, tren 118 km ile gidiyordu, makinistler hatalı’ diye kandırıldı. Oysa TCDD’nin resmi seyir talimatına göre hızlandırılmış tren raydan çıktığı noktadan 200 metre öncesine kadar 130 km hız yapabilirdi. Şimdi söyler misiniz, 5 vagonlu tren 200 metrede hızını nasıl 50 km azaltabilir?
Kolay anlaşılsın diye karayollarından örnek verirsek, fren yaptığında;
50 km hızla giden otomobil 26.8 metre mesafede, 100 km hızla giden otomobil 86.3 metre mesafede, 120 km hızla giden otomobil 119 metre sonra durabiliyor.
Varın siz bu hesabı trenin kütlesi ve hızıyla düşünün!
Peki bu hesabı TCDD yönetimi bilmiyor mu? Tabii ki biliyor, ama eksik altyapıyla hızlandırılmış seferlere başladıklarını kabul etmektense, ‘yolda, trende hata yok, tek suçlu makinist’ bahanesi işlerine geliyor.
* * *
CEMAAT GAZETELERİ DEVEKUŞU MİSALİ
Muhalefette iken tren kazası gibi haberleri eleştiri konusu yapan, manşetlere çeken -hatta depremi bile laik düzene uyarı sayacak kadar ileri giden- AKP basını iktidar keyfine alışmış gibi. Gazetelerden bir tanesi, manşetten makinisti ipe çekmiş, diğeri ‘sorumluları’ hesap vermeye çağırıyor. Ama yine de ‘sorumluluk’ gösterip sorumlu ismi yazmamaya özen gösteriyor. Birinci sayfa yazarları tren kazasına hiç değinmiyor, gülden, bülbülden, laiklik ve azınlıktan söz ediyor. İyi mi yapıyorlar bilmiyorum, çünkü geçmiş örnekler hatırlanırsa, medya-siyaset ilişkisinin bu türlüsü kimseye yaramıyor. Yolun sonu ya Kartal’a çıkıyor veya siyasi parti mezarlığına.
* * *
Son olarak açıkça yazmak boynumun borcu:
Aslında bu iktidar kötü gitmiyor. Siyasette Avrupa Birliği, ekonomide IMF çapasına yapıştığı sürece krize yol açacak hata ihtimali çok düşük.
Ancak AKP’nin sadece cemaatini referans alması yanlış, çünkü;
1) Tren kazasında olduğu gibi yanlışı yapan ‘onlardan’, doğruyu söyleyense ‘diğerleri’ olabilir. AKP böyle durumlarda şimdiki gibi kilitlenmeye mahkûm!
2) Bazen muhalefet doğru eleştiriyle siyasi rant kazanır. Bu pratik gerçeğe kızıp ‘şahsi mesele’ haline getirmektense, demokratik hoşgörü göstermek toplumda daha fazla sempati yaratır.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2004
<B>EMEKLİ </B>MİT’çi Faik Meral, İzmir polisine verdiği ifadede, ‘MİT’te Dış Operasyonlar Şefi olarak çalıştım, 4 yıl Paris’te görev yaptım, o dönemde Alaattin Çakıcı ile Ermeni terörüne yönelik faaliyette bulundum’ diyor. Yani Susurluk klasiği, ‘Ne yaptıysam devletim için yaptım’ tarzı savunma düzenine geçiyor, Çakıcı’nın üstünden çıkan pasaporta derin mazeret uyduruyor.
Ne var ki Faik Meral’in senaryosunda tarihi kara delikler bulunuyor.
İzninizle tek tek sayalım.
* * *
İKİ YILDA 5 EYLEM
Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’nda Fransa’daki ASALA temizliğine ilişkin gizli MİT bilgileri de vardı. Resmi arşive göre MİT, Abdullah Çatlı ve arkadaşları ile ilk kez 23 Ekim 1982 tarihinde temasa geçti. 24 Ekim 1984 tarihinde Çatlı’nın Paris’te uyuşturucu ile yakalanması üzerine ilişki kesildi. MİT, yurtdışında Ermeni terörüne karşı misilleme amacıyla iki ayrı ekip kurdu. MİT’in Savaş’a sunduğu arşiv bilgilerine göre Fransa, Belçika ve Lübnan gibi ülkelerde 5 eylem yapıldı.
ÇAKICI’NIN SUÇ SİCİLİ
1982-84 yıllarında Alaattin Çakıcı’nın nerede olduğu, ne yaptığı da belli. Polis kayıtları ve MİT raporuna göre; 1) 12 Eylül öncesinde Gültepe’deki ülkücü kadroların lideri konumundaki Çakıcı, 14 Mayıs 1981’de siyasi şube tarafından gözaltına alındı. 2) Alaattin Çakıcı, 2 Mart 1982 gününe kadar cezaevinde kaldı. 3) 29 Eylül 1983 tarihinde tabanca ile yaralama suçuyla cinayet masası tarafından gözaltına alındı. 4) MİT arşivine göre 1985 yılında Harbiye’de Fantim isimli gece kulübünü işletti, çek-senet işi yaptı. 5) Aynı yılın 7 Kasım günü haraç aldığı iddiasıyla Harbiye Karakolu’nda gözaltında tutuldu.
Özetle Çakıcı, MİT’in ASALA eylemleri sırasında devlet hizmetinde değildi. ASALA saldırıları esnasında hapisteydi, daha sonra da ya gözaltında veya çek senet tahsilatında...
(Zaten dönemin en önemli tanıklarından Mehmet Eymür, dün Çakıcı’nın MİT adına bir kez yurtdışı göreve yollandığını ve başaramadan geri döndüğünü açıkladı. Bildiğimiz kadarıyla Çakıcı’nın görev yeri Hollanda’ydı, hedefin de ASALA ile ilgisi yoktu!)
* * *
1984 BEŞİKTAŞ KONGRESİ
Ama Çakıcı ile MİT’in yolu resmi arşive geçmeden de kesişmiş olabilir. Nerede ve nasıl mı?
Daha önce de bu köşede yer aldığı üzere Beşiktaş’ın 1984 kongresinde... Tekrar hatırlayalım isterseniz:
‘Tarih 1 Nisan 1984, yer Şan Sineması, Beşiktaş Kongresi. İşadamı Mehmet Üstünkaya ile MİT İstanbul yöneticisi Süleyman Seba başkanlığa aday. Salonda tansiyon çok yüksek. Kulübün resmi iki amigosunun coşturduğu Üstünkaya taraftarları, Seba yanlısı kongre üyelerinin gözünü korkuttu. Salonda dengeyi sağlamak için MİT’e yakın birkaç ülkücü genç çağrıldı. Acilen salona gelen 40 kadar genç, jilet gibi ütülü pantolonları, koyu renk ceketleri ve disiplinli hareketleri ile amatör rakiplerini kolayca sindirdi. Seba’ya destek kıtasının lideri lacivert elbiseli, açık pembe renk gömlekli gencin alnında yara izi vardı. İşini gayet sakin ve terbiyeli üslupla yaptı, Süleyman Seba’yı kader gününde yalnız bırakmayan kamu görevlilerinin gönlünü kazandı. Evet bildiniz, o gencin ismi Alaattin Çakıcı’ydı.’ (16.5.2004).
Acaba Faik Meral, Çakıcı’yı Fransa’daki Ermeni Anıtı’ndan değil de, İstanbul’daki Şan Sineması’ndan tanıyor olmasın?
* * *
Zaten Türkiye’nin derin tarihine hurafe karışır, satır aralarında iyi saatte olsunlar dolaşır. Mesela, artık herkese açık devlet sırrı sayılan ‘ASALA operasyonu’ dosyasının resmi formatında Ara Toranyan’a 1984 yılında düzenlenen iki suikasttan söz edilir. Oysa Toranyan yıllar sonra 1997 Mart ayında ‘La Lettre de l’Ugab’ isimli haftalık Ermeni dergisinde 1984’te hiç saldırıya uğramadığını açıkladı.
O yüzden size tavsiyem, nerede mafya-devlet ilişkisine rastlarsanız, sakın derine dalmayın, tamamen duygusallığın izini arayın!
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE </B>eylül-ekim aylarına üç önemli gündem maddesiyle girecek: 1) Belli ki Kıbrıs’ta son kez anlaşma zorlanacak. 2) IMF ile antlaşma formatı belli olacak. 3) 6 Ekim’de AB ilerleme raporu çıkacak. Önce Brüksel-Ankara hattında yaptığımız görüşmeler ışığında bu üç dosyadaki son durumu aktaralım. Ardından AKP hakkında-başlığa da taşıdığımız- öngörüyü açalım, tartışalım.
KIBRIS’TA BM KARARI VE YENİ REFERANDUM
BM Güvenlik Konseyi muhtemelen önümüzdeki aylarda Kofi Annan Planı’nda Rumların eksik gördüğü bazı güvenceleri içeren karar alacak. Bu kararın ardından Kıbrıs’ta yeni bir metnin referanduma sunulması gündeme gelebilecek. Kıbrıs sürecinde Ankara’dan beklentilerini aşan işbirliği gören Verheugen son haftalarda kendisini ziyaret eden Türk heyetlerine ‘Kıbrıs’tan bir miktar asker çekilirse iyi olur’ mesajını vermeye başladı. Bu talebin frekans ve şiddeti önümüzdeki günlerde artabilir.
IMF İLE ANTLAŞMA GAYRİRESMİ ŞART
Kopenhag Kriterleri’nde eksik kalanlar zaten TBMM gündemindeki 7-8 hukuki düzenlemeden ibaret. İlerleme Raporu’na yetişirse diplomatik dille ‘gri alan’ sayılan son engeller aşılır. Konsey müzakereye nisan veya en geç eylülde başlama kararı alır. Komisyon’la temas halindeki bürokrasiye göre Avrupa Türkiye’ye IMF ile devam şartını resmen dayatmayacak. Ama Komisyon ile gayri resmi görüşmelerde IMF ile yeni bir stand by’ın müzakere kararını olumlu yönde etkileyeceği telkini (hatta lobisi?) sürüyor.
BÜYÜKELÇİLİK BİNA ARAYACAK KADAR EMİN
Brüksel’deki Türk diplomatlar yıl sonunda müzakere kararından emin gibi. Mevcut sefaret binasının kadrosu genişleyecek AB misyonuna bırakılması, Belçika Büyükelçiliği’nin konsolosluk hizmetlerini rahat yürütebileceği yeni binaya taşınması planlanıyor. Polonya’nın AB üyeliği bu ülkenin Brüksel’de yaşayan 2 bin vatandaşına iş imkanı yarattı. Avrupa bürokratlarına 2 bin Polonyalı katıldı. Tahminen aynı sayıdaki Avrupalı Türk de müzakere kararının ardından kademeli olarak Brüksel’de işe girecek.
AKP’YE DÖNÜK İKİ BASKININ VEKTÖRÜ
Kısacası AB’nin müzakere kararını ancak Türkiye’nin hataları engelleyebilir. Bu yüzden sonbaharda AB karşıtlarının AKP markajı artacak, ama bu çok önemli değil. AKP’ye asıl baskı hem içeriden, hem de dışarıdan ve iki cepheli gelecek: 1) Parti tabanının sadece dini motiflere değil AB ideallerine göre yeniden dizaynı beklenecek. (Mesela AKP AİHM’nin türban kararını içine sindirmekle başlayabilir.) 2) Parti mimarisinin (parti içi demokrasinin?), hükümetin aynı perspektiflere göre düzenlenmesi istenecek. Eğer Başbakan ve AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan bu iki sorunu tek hamlede çözmek isterse, ortak vektör erken seçimden geçecek.
Fon yok, iş zor siyasi temsil sınırlı
Gazeteci tahmini pek doğru çıkmaz. O yüzden tahminden çok senaryoyu yeğleriz. Eğer işler yolunda giderse bakın bize göre Türkiye on yıl sonra Avrupa ile hangi noktada olacak:
Avrupa Birliği bütçesinden Türkiye’ye akacak fonlar açısından fazla hayale kapılmamak lazım.
Tam üyelikten ancak 10 yıl sonra Türk işçisinin Avrupa’da serbest dolaşım hakkı tanınabilir. Yani 2025’ten önce yeni iş kapısı da zor.
Türkiye’nin büyük nüfusuna uygun düşen yüksek siyasi temsiline sınır getirilmesi amacıyla AB organları yeni formül arayacak/üretecek.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE,</B> Avrupa çıpasına (ipine?) kuşkusuz ki her zamankinden daha fazla muhtaç. Yeniden hortlayan terörle mücadelede Susurluk üslup ve formatına dönmek istemiyorsak,
Medya-siyaset-ticaret fare kapanına kısılıp kalmaktan korkuyorsak,
ABD’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi dengeleri anımsatan, acemi fantezilerinde piyonluğu kabul etmiyorsak, yıl sonunda AB liderlerinden müzakere kararı almak için elimizden geleni, hatta belki de fazlasını yapmalıyız. Ama inat ve kararlılık, işine geleni duyup hakarete kulak tıkamak değildir. Hele kendimizi kandırmak ve/veya topluma yalan söylemek hiç değildir.
* * *
CHIRAC NE DEDİ?
NATO Zirvesi kulislerinde ABD ve Avrupa liderleri arasında patlak veren Türkiye’nin AB üyeliği tartışması çok önemlidir. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chrirac, ‘Türkiye AB’ye girmeli’ diyen ABD Başkanı George Bush’a şu sözlerle karşı çıktı: ‘ABD Başkanı Bush bunu söylediyse çok ileri gitmiş olabilir. Yetki alanının dışına çıktığı anlamına gelir. Bu konuda Avrupa Birliği’ne bir yön göstermek ABD’ye pek düşmez. Meksika-ABD ilişkileri konusunda benim görüş belirtmem gibi olabilir.’
LE FIGARO’NUN BENZER HABERİ
İlginçtir, Chirac’ın bu açıklamayı yaptığı günün sabahı Fransa’da yayımlanan sağ eğilimli Le Figaro Gazetesi’nde Bush’un sözleri yine aynı açıdan eleştirildi: ‘Hayal etsenize, California’yı ziyaret eden AB’li bir devlet ya da hükümet başkanı, açıkça Meksika’nın ABD’ye katılmasını önerse ne olurdu?’ Yani Fransız siyasetçisi ve aydınlarının ‘ABD-Meksika’ ile ‘Türkiye-AB’ kıyaslamasına dayanan çarpık denklemi pek öyle basit rastlantı eseri veya dil sürçmesi sayılmazdı.
ESKİ BAŞKAN DA AYNI GÖRÜŞTE
Zaten çok değil daha 10 ay önce Avrupa Konvansiyonu Başkanı, eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing, AB’nin Türkiye ilişkisinin, ABD-Meksika örneğinden esinlenmesi gerektiğini açıkça söylemedi mi? Hatırlayalım: ‘Türkiye’yi üye yapma girişimlerinin sonuç vereceğine inanmıyorum. Biz bunun yerine Ankara ile özel bir ilişkiyi savunuyoruz. Meksika Devlet Başkanı Vicente Fox’a, ‘Siz ABD ile komşusunuz. Meksika’yı günün birinde ABD’nin bir parçası olarak hayal edebiliyor musunuz?’ diye sordum, ‘Kesinlikle hayır’ yanıtını verdi. AB’nin de Türkiye’yle ABD ile Meksika arasındaki derin ilişkilere benzer bir ilişkisi olabilir.’ (Strasbourg/4 Eylül 2003)
4 YIL ÖNCE DE FARKLI DEĞİLDİ
Üstelik Valery Giscard d’Estaing’in görüşleri yıllardır değişmiyor. Türkiye’nin AB adaylığının teyit edildiği Helsinki Zirvesi’nden dört ay sonra bakın ne diyordu: ‘Amerikalılar, Avrupa Birliği sürecinin hızlandırılması için girişimde bulunuyorlar. Bu onların görevi değildir. Onların Türkiye lehine girişimlerine bakarak biz de, mesela Meksika’nın veya Kanada’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne dahil olması için çaba sarf etsek nasıl olurdu? Amerika’nın yaptığı mantıksızlıktır!’ (Geopolitik Dergisi, Nisan 2000)
* * *
Avrupa’nın siyasi bilinçaltında yatan Meksika örneğinin iki şifresi de açıktır:
ABD’ye yakınlık: Avrupa’nın yaşlı liderleri, Türkiye’yi ABD’nin Truva atı olarak görüyor.
Yoksul akraba: Ailenin yoksul ve çok nüfuslu akrabası gibi algılıyor.
Sakın yanlış anlamayın, bu fobiler Türkiye ile müzakere kararını engellemeyebilir.
Ama yine aynı algılama değişmeden müzakere zor biter, tam üyelik çok ama çok gecikir.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2004
<B>KIZIM </B>daha on altı yaşında. Gözünü ABD’nin tek küresel güç olduğu bir dünyaya açtı. Hollywood filmi, New York markası, fast-food ve Spice Girls’le büyüdü. Ama son birkaç yılda kafası epey karıştı. 11 Eylül, ABD’nin Irak’ı işgali, tasmalı esir görüntüleri, İstanbul’da patlayan bombalar.
Net ifade edemese de, sormak istediği belli:
1) Acaba Türkiye’de yükselen ABD düşmanlığı mevsimsel mi?
2) Yoksa batıl(c)ı yaşam tarzına kalıcı etkisi olacak mı?
* * *
Bu topraklarda ABD varlığı/düşmanlığı dün başlamadı. Dolayısıyla bugünkü aktörlerin geçmiş pozisyonlarını da bilmek önemli.
NATO KARŞITI SOL
Türk solu soğuk savaş yıllarında sadece ABD değil NATO’ya da karşıydı. Merkez sağ iktidarlar, ‘Washington kuklası’ olarak görüldüğünden muhalefetle ABD düşmanlığı sıkça karışırdı. ABD’nin ‘Çirkin Amerikalı’ imajına yol açan Vietnam Savaşı, haşhaş yasağı bu düşmanlığı besleyen ana malzemeydi.
SİYASİ İSLAM VE ABD
İslami kesim o tarihte ABD fedaisi gibiydi. Komünizmle Mücadele Derneği şubeleri, Fethullah Gülen gibi isimlerce camilerde kuruldu. İlk kan, 16 Şubat 1969 Pazar günü İstanbul’a gelen 6’ncı Filo’yu protesto eden solcu öğrencilere polis desteğiyle saldıran siyasi İslam kadrolarınca döküldü.
MİLLİYETÇİ ANTİKOMÜNİST
Komünizmi Rusya’nın Türkiye’yi işgaliyle bir tutan milliyetçi kadrolar silaha sarılıp solcu avına çıktı. Silah ve eğitim desteğiyle başlayan ABD irtibatı darbeden sonra Papa suikastına kadar uzanan derinlik kazandı. Abdullah Çatlı gibi isimlerin kime hizmet ettiği hálá anlaşılamadı.
* * *
Aynı kanaat önderlerinin bugünkü pozisyonu çok değişik.
İSLAM VE MİLLİYETÇİLER
Siyasi İslam’ın ABD himayesindeki yolculuğu Afganistan’a kadar sürdü. Yollar 11 Eylül’den çok önce ayrıldı. Türkiye’deki siyasi İslam, ABD-S.Arabistan çizgisindeki Milli Görüş’ten kopan AKP ile yönünü arıyor. Türk milliyetçisi, Kürdistan fobisi yüzünden ABD’ye kuşkuyla bakıyor.
ABD YERİNE AB MODELİ
Eski tüfek solcular ile siyasi İslam’ın ABD karşıtı koalisyonu AB modelinde uzlaştı. Eski solcular daha fazla demokrasi istiyor, siyasi İslam Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı siper arıyor. Bu koalisyona -yine ABD karşıtı olmakla birlikte- ulusal sol-milliyetçi ittifakının itirazı var.
ALMANYA’NIN DOĞU POLİTİKASI
Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine bakışı, 11 Eylül günü değişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı padişahına cihat ilan ettiren Almanya bu kez modern Türkiye’yi siyasi İslam’a karşı örnek (gerekirse cephe?) konumuyla AB’ye katmayı samimi olarak amaçlıyor.
* * *
Dün ve bugünkü dengeler ışığında, ‘yarın ne olur?’ derseniz...
TÜRK STÖ VE MEDYASI
Yeni Ortadoğu planında Türk sivil toplum örgütlerine (STÖ) ABD çengeli atılır, dolarlar akar. Medyadaki sahiplik değişimi hızlanır.
İSRAİL VE EKONOMİ
ABD, Türkiye-İsrail ilişkilerini düzeltemezse Musevi sermayenin tedirginliği artar, ekonomiye olumsuz etkisi yaşanır.
AB’NİN KÜRTLERİ
Bugüne kadar Marksist-Leninist, Batı düşmanı Kürtlerle savaşan Türkiye, karşısında AB yanlısı, muhafazakár Kürtleri bulursa zorlanır.
Özetin özeti: ABD düşmanı koalisyon kolay bozulmaz...
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2004
<B>DEPREMİ </B>tetikleyen faydaki ilk kırığın koordinatını tespit zor, ama oluşan yeni muhtemel haritayı birlikte çizmeyi deneyelim mi? Önce bakalım Türkler, Kürtler ve ABD hangi zeminde duruyor:
TÜRKİYE TAVİZE HAZIR
AKP hükümeti, aralık ayında AB’den müzakere kararı için şart koşulan her tavize gönüllü olduğu izlenimini yaratıyor.
İMRALI PANİK ATAKTA
Abdullah Öcalan, Leyla Zana’yı kurtaran AB’nin kendisini unuttuğunu (sildiğini?) fark etti, acilen İmralı’dan çıkmaya uğraşıyor.
KÜRTLER, ABD’Yİ YANILTTI
Kürt aşiretlerinin dolduruşuna gelen ABD, çiçeklerle karşılanacağını düşündüğü Irak’ta her geçen gün daha fazla batağa gömülüyor, kayıp veriyor.
* * *
Sıra geldi çamurlu zeminde hareket dinamiklerini tahmine:
ABD, PKK’YI VURMAZ
ABD, Irak’ta zaten kendi derdine düştü, Kandil’de yuvalanan PKK ile uğraşmaz. Belki birkaç elebaşının Irak’tan kovulması gibi sembolik jestle yetinir.
TÜRKİYE, IRAK’A GİRER
ABD’den umudunu kesen Türk ordusu, işgal güçlerinin de izni ve hatta belki de onayıyla Kuzey Irak’a girer, savaşı sınır ötesine taşımayı seçer.
AB, ZANA’YI UYARIR
Leyla Zana ve arkadaşlarının PKK ile mesafesini AB tayin eder. Örgütün Avrupa kanadı ile dağ kadrosu arasında var olan çatlak büyür.
* * *
Eğer bu senaryolar doğru çıkarsa, üç risk söz konusu olacak:
TÜRKİYE, IRAK’TA KALIR
Türkiye, Kuzey Irak’a girerek Irak denklemine katılacak. PKK terörü devam ettiği sürece Irak’tan çekilemeyecek, ithal tehdidin hedefi haline gelecek.
ANKARA, KÜRTLERE HAMİ
ABD, Kuzey Irak’ı Türkiye’nin korumasına bırakıp güneyde savaşacak. Ankara istemese de Kuzey Irak’taki ‘oluşumun’ (devlet?) hamisi olacak.
İNSAN HAKLARINA DİKKAT
Türkiye terörle mücadelede insan haklarına gerekli özeni göstermezse çok kritik bir altı ayın sonunda AB ilişkilerinde hayal kırıklığına uğrayacak.
* * *
Gariptir ama bu senaryonun en kısa vadeli testi ekonomi alanında yaşanacak:
8.5 MİLYAR USD KREDİ
Eğer Türkiye ve ABD, Irak’ta ortak terörle mücadele verecekse, 8.5 milyar dolarlık kredinin önünde engel kalmayacak.
IMF İLE YENİ ANLAŞMA
ABD ek kaynağı ile rahatlayan hükümet, IMF ile yeni ve 3 yıllık stand-by anlaşmasından cayacak, bağlayıcı olmayan ilişkiyi yeğleyecek.
Yazının Devamını Oku