19 Aralık 2004
<B>ÖNCE</B> çok basit bir öneri: <B>Avrupa’ya doğrusunu anlattık, kazandık. Aynı doğruları Türk milletinden esirgemeyelim, Türk’ün Türk’e propagandası kolaycılığına kaçmayalım.<br></b> * * *
Brüksel’de yakalanan başarı gerçekten önemli; çünkü Türkiye Tanzimat’tan bu yana inatla kovaladığı Avrupa’nın ipine ilk kez bu kadar sağlam tutundu.
Türkiye, Avrupa ile Gümrük Birliği uyguluyor, özel ortaklık yürütüyor.
Zaten Brüksel metninde önce bu özel statü teyit ediliyor:
Avrupa, Türkiye ile tam üyelik müzakeresi kesilse veya Fransa ile Avusturya’nın referandum sandıklarından ret oyu çıksa bile Türkiye bu özel statüyü (çıpayı) korumak istiyor.
Gümrük Birliği Antlaşması ile sermaye, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı düzenlendi. Ama anlaşılan o ki, Avrupa tam üyelik halinde bile Türk işçisinin serbest dolaşımını, fon kullanımını koşulsuz kabul etmeyecek.
İngiltere Başbakanı Tony Blair’in Brüksel’de tarihi/kritik pazarlıktaki hakkı ödenmez. Ama aynı dost politikacı, Türkiye tam üye olduğunda Avrupa kurumlarında nüfusuna uygun siyasi temsilini kabul etmiyor, unutmayalım.
Özetle; 1) Avrupa 17 Aralık’ta Türkiye’ye para, serbest dolaşım ve siyasi temsil vaat etmedi. 2) Avrupa kamuoyu, 70 milyon yoksul Müslüman’ı kabule hazır olmadığı için net ‘evet’, Türkiye’yi kaybetme korkusuyla tam ‘hayır’ diyemedi. 3) Taraflar Gümrük Birliği’nin onuncu yılında niyet ve güvenoyu tazeledi, ‘yola devam’ dedi.
* * *
Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde AB üyeliği için başvurdu, ertesi günkü Hürriyet Gazetesi’nin sürmanşetinde öğrenci yürüyüşünde polis dayağı haberi vardı. Manşette ise karaborsa demir vurgunu anlatılıyordu. AB haberi sayfanın eteğindeydi. Dünkü matbuata bakın, ciddiyet/reyting farkını anlayın!
Türkiye’nin başvurusunu muhtemelen laf olsun diye kabul eden Avrupa cephesinde şartlar hiç lehimize değildi. 1989 yılında duvar başımıza yıkıldı. Avrupa’nın eski ve hazmı zor ortakları sıraya kaynadı, önümüze geçti.
Talihin ve tarihin cilvesi 11 Eylül’de tarafları buluşturdu.
Avrupa yoksul, etnik ve dini nefretle büyüyen üçüncü dünya vatandaşlarının bir gün uçaklarıyla medeniyet kulelerine çarpabileceği, İspanya’ya kan ve gülle değil bombayla dönebileceği riskini kavradı.
Türkiye’de AKP iktidarı, geleneksel ABD-Suudi Arabistan ekseninden çıktı. Erbakan’ı siyaseten redd-i mirası, Suudi çizgisinden sapmasını zorunlu kıldı. Afganistan ve Irak Savaşı, Ankara-Washington kader birliğini bozdu.
Avrupa 25 yıl önceki İran hatasından ders çıkardı, 70 milyonluk Müslüman ülkeyi dışlamak yerine Avrupa’ya çekmeyi yeğledi. Komşu coğrafyadan ve ABD’den umudunu kesen AKP de yüzünü AB’ye çevirince işler kolaylaştı.
* * *
Türk siyasetçisi ile aydını, meseleleri kapalı kapılar ardında derinine tartışır; ama işi halka anlatmaya gelince kestirme ve cilalı sloganlara başvurur.
Oysa en azından Avrupa konusunda işin doğrusunu saklamaya gerek yok.
Çünkü gelinen nokta hiç fena değil:
Mevcut dış ve iç koşullar değişmezse Türkiye-AB ilişkileri vites büyütür.
Müzakere yürümese bile Türkiye-AB mesafesinin açılmayacağı garanti altında.
Kıbrıs, Kürt ve Ermeni meselesi çözülecek.
Dolayısıyla, Türkiye düne göre bugün, yarını için daha iyimserse hakkıdır.
Türkiye bize göre Brüksel kararıyla yaşayabilir, büyüyebilir. Avrupa yolculuğu asıl şimdi başlıyor, hayırlı olsun!
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2004
<B>ÖNCE</B> 18 Aralık sabahı için beklentimizi yineleyelim: <br><br><B>AB kararı ne siyah, ne de beyaz, açık gri tonda olacak. İşin Türkçesi, ne AKP’yi zafer sarhoşu edecek, ne de yeminli AB karşıtlarını haklı çıkartacak. Daha önce de defalarca yaşadığımız üzere, yine okyanusu geçip, metinde boğulacağız.
17 Aralık Zirvesi’nde Avrupalı liderlerin önüne konulacak metin;
14 A-4 sayfası uzunluğunda... 67 madde ve yaklaşık 6 bin sözcük içeriyor.
Türkiye ile ilgili bölümü 2 A-4 sayfası, 6 madde ve 414 sözcükten oluşuyor.
Dolayısıyla herkese malzeme var.
Ancak unutmayalım ki hayat metinlere sığmıyor.
Eğer Türkiye-AB ilişkileri metinlere göre şekillenseydi;
Türkiye bugüne kadar çoktan terör örgütü PKK ile siyasi çözüm için masaya oturmalıydı. (Türkiye-AB Ortaklık Konseyi metni, Lüksemburg Mayıs 1997)
Yunanistan’la Ege ihtilafı için Lahey’e gitmeliydi. (AB Konseyi Zirvesi kararı, Helsinki Aralık 1999)
Veya AB resmi metindeki sözünü tutsaydı;
AB Komisyonu’nun önerisi doğrultusunda Türkiye ile müzakere gecikmeksizin başlamalıydı. (AB Konseyi Zirvesi kararı, Kopenhag Aralık 2002)
* * *
17 Aralık’ta Türkiye’nin önüne konulacak metinde Kıbrıs’la ilgili hükümleri bir yana bırakırsak, şu ifadelere takılacağız:
Avrupa Birliği’nin yeni üye kabul etmesi, sindirme sürecine bağlıdır. (Bu hüküm Türkiye bölümünden çıkartıldı, 5’inci paragrafa konuldu.)
Türkiye ile müzakereler tam üyeliği hedefleyecek; ama doğası gereği sonucu garanti edilemeyecek. (Türkiye’nin kazanımı ‘tam üyelik hedefi’ oldu.)
Türkiye ile müzakere başarısızlıkla sonuçlanırsa ve Ankara razı olursa özel statü önerilecek. (Türkiye’nin rızası şartı metne eklendi.)
Karşılığında ise kesin müzakere tarihi verilecek: Yılın ilk yarısında tarama süreci, ikinci yarıda (muhtemelen ekim ayında) müzakere startı.
Avrupalı liderlerin -en azından Fransa ve Avusturya’nın- niyeti satır aralarından anlaşılıyor: Türkiye’yi müzakere sürecinde özel statü, imtiyazlı üyelik veya güçlendirilmiş işbirliği diye ifade edilen formüle ikna etmek.
Ancak geriye dönüp kat ettiğimiz uzun ve ince Avrupa yoluna baktığımızda ortaya çıkıyor ki; Türkiye AB kapısını, iyiye yorduğumuz metinler sayesinde olduğu kadar böylesi ters ifadelere rağmen çalabildi. Mesele, sarıldığımız AB ipini bırakmamakta, ısrar ve hatta inatta yatıyor.
* * *
18 Aralık’ta başlayacak AB süreci, AKP’nin iç dinamiklerini de zorlayacak:
ERKEN SEÇİM ZOR: 17 Aralık tarihini başlangıç değil son zanneden AKP tabanına AB kararını izah etmek zor, zafer olarak satmak imkánsız. AKP -eğer varsa- AB rüzgárıyla erken seçim planından vazgeçecek.
BEKLENTİYE ERTELEME: Yabancı aktörlerin kısa ve orta vadeli ekonomik yatırım kararları en azından ekim ayına kadar bekleyecek.
Ama daha da önemlisi, AKP’nin 18 Aralık’ta bazı ittifakları gözden geçirmesi gerekecek... AB üyeliğini yalnızca;
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı kalkan gibi görenler,
Demokrasiyi türban özgürlüğünden ibaret sananlar,
Zinaya çağdaş yorum gibi AB değerlerine alerji duyanlarla yolunu ayıracak.
Buna karşılık AB’yi gerçekten demokratik kalkınma projesi olarak algılayanları yanında bulması sürpriz olmayacak.
AKP bu zor manevrayı başarırsa gerçek merkez partisine dönüşecek.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2004
<B>AB</B>’nin<B> </B>17 Aralık Zirvesi’nden çıkacak karar artık pek sır sayılmaz. Asıl merak edilen, bu kararın <B>siyasi ve ekonomik sonuçları.</B> Acaba hükümet yeni/ağır şartları siyaseten sindirmekte zorlanacak mı? Piyasalar AB coşkusuyla mı, yoksa hayal kırıklığıyla mı açılacak?
Özetle, 17 Aralık’taki iç ve dış algılama, 18 Aralık günü gerçeğe dönüşecek. Çünkü algılama gerçektir! 18 Aralık sabahıyla ilgili iki riskin vadeleri farklı. Kısa vadeli risk piyasada, orta/uzun vadelisi siyasette yatıyor.
*
Önce kısa vadeli riski tarif edelim... Sonra önerimizi aktaralım:
Yılın ilk on ayında geçen yılın neredeyse iki katı sıcak para (5.6 milyar USD) geldi Türkiye’ye. Çünkü diğer gelişmekte olan pazarlara (örneğin Brezilya ve Arjantin’e) göre farklı AB hikáyemiz vardı.
En yüksek yabancı girişi ocak (1.506 milyon USD) ve ekim (1.530 milyon USD) ayında yaşandı. Yani Ankara, Kıbrıs’ta çözüm için atağa kalktığında ve AB Komisyonu raporu açıklandığında.
Yabancılar 2004 yılının ilk on ayında 4.9 milyar tutarında USD Hazine káğıdı aldı. Faizler yüzde 40’lardan yüzde 20’lere geriledi. Döviz girdikçe kur düştü, ithalat ucuzladı. Türk halkı bu sayede ucuz ve bol banka kredisi kullandı, kartla borçlandı. Ev, otomobil, beyaz eşya alabildi.
Peki 20 Aralık Pazartesi sabahı yerli piyasa oyuncuları bardağın boş yarısına takılıp kalırsa, kur ve faiz yükselip borsa çakılırsa...
Yabancılar, Türkleri takip/taklit zorunda kalır. İsmi üstünde sıcak parayı ürkütmeye gelmez, bir gecede kaçar. O yüzden önerimiz basit: Piyasa kendi bacağına ateş etmek istemiyorsa... 17 Aralık günü Türkiye’ye koşullu tarih bile verilse elindekiyle yetinmeli!
AB yolunda orta/uzun vadeli risk, AKP tabanından kaynaklanıyor. Yoksul AKP seçmeni için AB, iş kapısı umudu anlamına geliyor. Serbest dolaşım yoksa, AKP’nin seçim sandığında AB primi toplaması zor. Ama bugünkü Türkiye-AB nüfus denklemi, 20 yıl sonra geçerliliğini yitirebilir:
Avrupa Birliği, 10 yeni ülkenin katılımına rağmen bugünkü 455 milyon kişilik nüfusunu koruyamayacak. Eğer AB coğrafyasındaki kadınlar, önümüzdeki 50 yılda ortalama 2 çocuk doğurmazsa, Polonya yüzde 15, İtalya yüzde 20, Estonya yüzde 50 oranında nüfus kaybına uğrayacak.
Avrupa Birliği’nin yaşlı nüfusuna uzun emeklilik yıllarında maaş ödeyebilmenin formülü belli: Her emekli için üç çalışan şart. Genç nüfus olmazsa ne emeklilik sistemi kalır, ne de meşhur sosyal devlet. O yüzden Avrupa, 2015-2040 arasında yılda 6.1 milyon göçmen davet edecek.
Tahminlere göre Türkiye’den AB’ye 2030 yılına kadarki göç 3 milyon kişiyi aşmayacak (2030). Oysa aynı tarihte her beş Avrupalıdan birisi Müslüman olacak. Kim bilir belki laik Türkiye’nin göçmeni tercih bile edilecek. (Kaynak: Bahadır Kaleağası, TÜSİAD Brüksel Temsilcisi.)
Demek ki serbest dolaşım kavgası bugünün meselesi değil, ertelenebilir.
* * *
AB kararıyla ilgili ihtimal hesaplarında çan eğrisinin iki ucunu unutabiliriz. AB kolunu açmış beklemiyor; ama kapıyı yüzümüze çarpmıyor.
Dolayısıyla algılaması ve politika üretimi zor bir sürece giriyoruz.
Geçen hafta Roma’da uluslararası yatırımcılar, ekonominin patronu Ali Babacan’a AB kararının rengiyle ilgili tahminini sordu. Babacan’ın yanıtı gerçekçi tahmin kadar makul tepkinin de ipucunu verdi:
- AB kararı ne siyah ne de beyaz olacak, açık gri diye tahmin ediyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2004
<B>YENİ</B> dünya düzeninde herkes fiyat ödüyor, ABD bile... Washington eğer ucuz petrol istiyorsa Afganistan’da savaşmak, Irak’taki işgalini sürdürmek zorunda. İkiz açığını (bütçe ve cari açık) kapatabilmek amacıyla faiz artışında vites yükseltecek, doların değer kaybına tahammül gösterecek.
İnanın, küresel savaşın ikinci cephesi Irak’tan bile kanlı geçecek. Kur savaşları senaryolarını ve Türkiye’ye muhtemel etkilerini tartışalım mı?
* * *
USD hálá dünya parası:
USD/TL kurunun Başkan Bush’un yeniden seçilmesini takip eden birkaç hafta içinde 50 bin liradan fazla gerilemesi, döviz yatırımcısını ‘Dolar uluslararası para birimi olma özelliğini mi kaybediyor?’ paniğine soktu.
Oysa doların küresel rezerv parası konumu, trilyonluk tercihlerin sonucu. Dünya merkez bankalarının toplam rezervlerinin üçte ikisi dolar. 2 trilyon dolar rezerv içinde Euro’nun payı sadece yüzde 13.
Bu ne anlama geliyor biliyor musunuz? Yüksek kurdan dolar alsanız da satmadan zarar gerçekleşmez. Benzer hesapla merkez bankaları da ancak dolardan Euro’ya geçince zarar göreceği için acele etmez.
* * *
Önümüzdeki günlerde doları bekleyen riskler belli:
Rusya, USD satarsa:
Rusya Merkez Bankası, rezervinin (98 milyar USD) yarısını oluşturan dolarların bir bölümünü Euro’ya çevirirse düşüş hızlanır. Yalnız Rusya’nın bu restinin ABD ve AB’nin taraf olduğu Ukrayna krizine denk geldiği unutulmamalı.
Çin desteği keserse:
Euro’yu rekora ‘Çin dolar satıyor’ dedikodusu taşıdı. Çin başta ABD olmak üzere dünya pazarına ucuz mal üreterek her yıl 100 milyon kişiye iş yaratıyor. ABD Doları’nı güçlü tutmak işine geliyor. Politika değişirse parite ciddi oynar.
Euro/USD paritesi nasıl geriler? Üç yolu var:
Avrupa faizi inerse: AB ve ABD faizi yüzde 2 ile eşit. Avrupa Merkez Bankası pariteye 1.35’te müdahale eder ve başaramazsa faizini indirebilir.
Çin parası değerlenirse: Çin, USD karşısında sabit kur uyguluyor. Renminbi’nin değer kazanmasına izin verirse ABD’nin dış ticaret açığı azalabilir. ABD yeni vergi koyarsa: Zor ama Başkan Bush bütçe açığını kapatmak amacıyla yeni vergi koyarsa piyasa olumlu tepki verir.
* * *
Kur savaşının Türkiye’ye yansıması nasıl olabilir?
Petrol fiyatı artarsa: Petrol fiyatında Euro’ya geçmek zor. Dolar düşmeye devam ederse petrol üreticileri, fiyatı daha da artırabilir.
USD faizi yükselirse: ABD’de kasım enflasyonu da (ekimdeki gibi) çok yüksek çıkarsa Merkez Bankası faizi hızla yükseltir, sıcak para ABD’ye dönüşe geçer. Rekabet gücümüz azalırsa: Çin, Hindistan ve Pakistan parası TL karşısında düşüşe geçti, böyle giderse Uzakdoğu’ya karşı rekabet gücümüz azalır. Cari açık etkisi de var: İhracatımız Euro bölgesine, ithalatımız USD ile. Ucuz dolarla ithalat patlarsa cari açık büyür.
* * *
Türk tasarrufçusu bu fırtınada hangi ipe sarılıyor?
Ekim ayında yabancılar 1.2 milyar dolar döviz bozup bono/hisse aldı.
Yine aynı ayda Türk vatandaşları, dövize 2.1 milyar dolar yatırdı.
Yani bütün kur oynaklığına rağmen döviz bu coğrafyada hálá geçer akçe!
Demek ki ya daha yeterince ders almadık... Veya yeterince güvenemiyoruz.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2004
<B>BU </B>sorunun yanıtı<B> </B>aslında öyle sanıldığı kadar kolay değil. <br><br>Çünkü asıl zorluk tarifte, isim koymakta yatıyor.ABD, Irak’ta işgalci mi, evet kuşkusuz öyle... Ama Irak küresel terörle mücadelenin -tıpkı Afganistan gibi- yeni cephesi sayılmaz mı?
Iraklı bağımsızlık savaşı veriyor, kabul... Ancak direnişte sembol ismin, Usame bin Ladin’in Ürdünlü sağ kolu Zarkavi olması sadece tesadüf mü?
ABD askerinin Felluce camiinde yaralı ve silahsız direnişçiyi katletmesi, sadece insanlık ayıbı değil, savaş suçudur. Üstelik o fotoğrafa göre katil ve kurbanın eşkáli de bellidir, çok doğru.
Ama günahsız ve ekmek peşinde koşmaktan başka suçu olmayan 63 Türk şoförünü kamyonuyla yakarak, kafasını keserek öldüren kimdir, unutmayalım.
Demek ki bu savaşta katil ve kurban kolayca yer değiştirebiliyor.
* * *
Mesele gelip savaş ve vatansever denilince ne anladığınıza kadar dayanıyor.
Eski savaşlarda tarif kolaydı. Sınırınızı geçen işgalci, direnen kahramandı.
Ama çok değil daha 10 yıl önce, Bosna ve Kosova bu paradigmayı kırdı. İşgalci ABD ve NATO kahraman gibi karşılandı, direnen mahkemede hesap veriyor!
ABD bu ahlaki temelle Irak’a saldırdı, karşısında cihadı buldu.
* * *
Modern savaş doktrini ve cihadın yüzleşmesine kabaca üç aşamada gelindi:
1) Soğuk Savaş döneminde devlet terörü hákimdi.
2) Etnik/mikro milliyetçilik, özel/yerel teröre yol açtı.
3) 2000’lerde sınır tanımayan küresel terörle tanıştık.
İlk maddeye Türkiye’den bile kolay örnek bulunur, Susurluk desek yeter.
Etnik terör denilince IRA ve ETA kadar PKK da akla gelir kuşkusuz. Sınır tanımayan küresel terörse aslında devlet terörünün aynadaki aksi gibi. Mali imkánları/kadrosu geniş, çok mobil, ideolojisi basit ve sağlam.
* * *
Bu savaş sadece cephede, kurşunla verilmiyor. Hatta asıl cephane para desek yeridir. El Kaide’nin Suudi Arabistan baskını, petrol fiyatını zıplattı, ABD ekonomisine 16 yıl sonra enflasyon korkusu yaşattı.
ABD Doları, savaş finansmanının yarattığı ikiz açık nedeniyle sürünüyor, Avrupa ihracatı ve büyümesi tıkanıyor.
Usame bin Ladin’e gelince, şahsi servetine eklediği Afgan afyonu parasını rahatça kullanıyor. Dünyanın dört bir yanındaki kayıtlı/kayıtsız gelir kaynaklarını kurutmak mümkün değil. Dolayısıyla Felluce’de savaşan, aslında aynı paranın/bütünün iki yüzüdür.
* * *
Kimilerine göre Türkiye bu savaşa hiç bulaşmamalı. Bazıları savaşta haklı tarafı (Irak’ı?) daha aktif desteklememizi istiyor.
Sanki Türkiye bu savaşta taraf değilmiş gibi...
Dün 20 Kasım’dı. İstanbul’daki ikinci bombalı saldırının yıldönümü.
Sizce Türkiye savaşta sayılmaz mı, dahası zaten taraf değil mi?
Yoksa istenilen, Türkiye’nin taraf mı değiştirmesi?
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
<B>KİM </B>derdi ki medeniyetler çatışmasının son ve sürpriz cephesi Arap çöllerinde veya Orta Asya dağlarında değil ve fakat Avrupa’nın en özgürlükçü ülkesinde açılacak. Hollanda polisi, helikopter ve keskin nişancılarıyla ev basacak, mahalle kuşatacak... Bombalı, kurşunlu mukabele görecek.
Dahası camiye/Kuran kursuna atılan bombayı, kiliseye/Katolik okuluna sokulan kundağı, iki haftada 20 saldırıyı önlemekte aciz kalacak.
Yoksa Avrupa’nın çokuluslu, çokkültürlü, çoksesli modeli çöküyor mu? Özgürlüklerin istismar edildiğine inananlar kılıçlarını çekti bile: Hollanda’da 1) çifte vatandaşlık zorlaşacak, 2) köktendinci ve denetim dışı camiler kapatılacak.
* * *
16 milyon nüfuslu Hollanda, koca eski kıtaya laboratuvar olabilir mi? Müslüman nüfusu kalabalık ülkeler nefesini tuttu, Hollanda’yı izliyor:
İngiltere: 60 milyonluk ülkede Müslüman nüfus 2 milyon. Bir milyonu 30 yaşın altında.
Fransa: 60 milyonluk nüfusta -çoğu Cezayirli- 6 milyon Müslüman yaşıyor.
İtalya: 58 milyon nüfuslu ülkede 700 bin Müslüman var.
İspanya: Nüfusu 40 milyon -500 bini Tunuslu- toplam 3 milyon Müslüman’a ev sahipliği yapıyor.
* * *
Hollanda’daki yangının yayılacağı orman da belli: Almanya.
Almanya’da nüfusun yüzde 4’ü kadar Müslüman yaşıyor.
Almanya’daki İslami cemaatin dörtte üçü Türk.
3.4 milyon Müslüman içinde 100 bin kadar İranlı da var.
Almanya’daki Türkler ne çok zengin, ne de çok eğitimli:
Türk nüfusta işsizlik oranı yüzde 20.
Türk çocuklarının yüzde 40’ı sadece ilkokul diplomalı.
Türklerin üçte ikisi dinine bağlı, yüzde 8’i ‘çok dindar’.
Almanya’da her dört suçludan biri yabancı/Türk.
* * *
Hollanda’daki gerilimin zamanlaması, komplo teorilerine zengin malzeme sağlayacak kuşkusuz. Kritik Türkiye kararına bu kadar az süre kalmışken Avrupa’yı (Almanları?) korkutan olaylar zinciri, sadece talihin ve tarihin cilvesi mi, bilinmez. Ama Türkiye kördüğümünü çözecek İskender kılıcı gibi çalışacağı kesin.
Hollanda’daki kıvılcımın Avrupa’yı yakması nasıl önlenir?
Laik Türkiye’nin 150 yıllık Avrupa yolculuğuna son vizeyi vermek bir seçenek... Yine kapıda bırakmak diğeri.
* * *
Bugün bayram... Ama Irak’ta, Afganistan’da, Kafkaslar’da, Sudan’da, Filistin’de kan dökülüyor. Kimilerine göre özgürlük savaşı. Bazıları dinler savaşı da diyor. Zaten herkesin özgürlük savaşçısı/teröristi veya mümini/káfiri tarife muhtaç.
Ama galiba savaşların anası gözden kaçıyor:
Toleransı nefretten korumak için yüzyıllardır her bireyin vicdanıyla verdiği kişisel savaştan söz ediyorum.
Eğer Avrupalı dostlarımız bu savaşın iddia ettikleri tarafıysa... İşte o zaman bayram sevincinizi 17 Aralık tarihine kadar koruyun!
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2004
<B>CEP</B> telefonum çaldığında gazetenin manşetine bakıyordum... Yani Adapazarı Ekspresi’nde cep telefonu cinayetine... Rastlantıya bakın ki, televizyonda cep telefonunu gaspçıya kaptırmamak uğruna gözünden olan mağdurun öyküsü vardı.
Telefondaki işadamı Taner Demir’di, doğrudan lafa girdi:
- Her cep telefonunun seri numarası var. Cep telefonu çalındığında içindeki sim kart konuşmaya kapatılıyor. Acaba GSM operatörleri çalıntı telefona takılan her kartı otomatik olarak kilitleyebilir mi?
Aslında çok parlak fikir... Çünkü cep telefonu hırsızları sim kartı atıp cihazı satışa çıkartıyor.
Çalıntı telefon görüşmeye kapatılırsa kim para verip satın alır?.. Dolayısıyla kim telefon çalar?
Tıpkı Adapazarı Ekspresi’nde can veren 18 yaşındaki gencin babası Muzaffer Canıdemir’in söylediği gibi:
- İkinci el ve çalıntı telefonlar bu kadar kolay satılmasa suç oranı da düşmez mi?
* * *
Soruları GSM operatörlerinin teknik servislerine yönelttim, bakın neler öğrendim:
Çoğu cep telefonunda * # 06 # tuşlarına bastığınızda ekrana gelen 15 haneli rakam, cihazın uluslararası seri numarasıdır (International Mobile Equipment Identity). Bu numara başka hiçbir telefona verilemez.
Telefona sim kart takıp görüşmeye başlayınca cihazın seri numarası operatör kayıtlarına yansır. Eğer istenirse MPS (Mobile Positioning System) tekniğiyle telefonun nerede olduğu dahi tespit edilebilir.
Ancak GSM operatörleri cihaz seri numaralarını sürekli takip etmiyor. Sadece mahkeme kararıyla kayıtları geriye doğru tarıyor. Çalıntı cihazın, sahibine ait olandan başka hangi sim kartlarla çalıştığını tespit ediyor, adli makama bildiriyor.
Türkiye’deki üç cep telefonu şebekesinin teknik takip yeteneği, ne acı rastlantıdır ki, üç yıl önce başka bir cinayet vesilesiyle kamuoyuna yansıdı. İşadamı Üzeyir Garih’in katili, çaldığı cep telefonunu kullanmaya kalkınca yakayı ele verdi.
Dolayısıyla Taner Demir’in önerisini hayata geçirmek teknik olarak mümkün...
Ama çalındığı ihbar edilen telefonu görüşmeye kapatmanın hukuki sakıncası çok.
Çünkü operatör haklı olarak cep telefonunun başvurana ait olduğunun kanıtını isteyecek. Ancak;
Kaçımız satın alırken faturası kesilmiş cep telefonu kullanıyoruz?
Haydi diyelim satın aldığımızı fişle/faturayla kanıtladık, ikinci elde faturasız satmadığımızı kim bilecek?
* * *
Türkiye’de 10 milyon araç var... İthalat biraz artınca hükümet ‘döviz bitecek’ diye telaşlandı, ÖTV’ye zam yaptı.
Öte yandan Türkiye’de 30 milyon cep telefonu abonesi var... Abone olurken annemizin kızlık soyadını bile soruyorlar, telefon faturasına trilyonlarca lira vergi ekleniyor.
Ama ya kullandığımız telefon cihazları? Tanesi 500 USD olsa, faturası 15 milyar USD eder, kaçının vergisi ödendi dersiniz? Telekomünikasyon Kurulu, Türkiye’ye resmi yoldan, vergisi ödenerek giren cihazların seri numaralarını biliyor. Ama henüz üç GSM operatörünü bir havuzda toplayıp kaçak telefonların izini süremiyor.
Ezcümle Adapazarı Ekspresi cinayeti, aslında kayıtdışı terördür, hatta sistem sorunudur.
Aslında cep telefonunda hırsızlığa karşı önlem yok değil.
27 haneli kırılması mümkün olmayan parola girebilirsiniz, cihazı başka sim kartların kullanımına kilitleyebilirsiniz...
Hepsi mümkün; ama tabii bakalım gaspçınız bu önlemleri aldığınızı, cep telefonunu çalmanın bir işe yaramayacağını bilecek mi?
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2004
<B>BAŞLIKTAKİ</B> soru, hayali ve uçuk bir kıyamet senaryosundan alıntı değil. <br><br>Tam aksine, petrolde küresel arz-talep dengesine bağlı bir tahmin. Eğer korkulan bu öngörü tutarsa mevcut <B>Kerkük paradigması</B> tamamen değişecek. YANLIŞ TEZ: Kerkük’ün geleceğinin Ankara-Bağdat paktının gücüne veya bu ittifaka rakip 2 aşiretin Kürdistan hevesine ipotekli olduğu tezi çürüyecek.
DOĞRU YAKLAŞIM: ABD ve Çin arasındaki küresel rekabetin önümüzdeki 20 yılda petrol fiyatlarına yansıması, Kerkük’ün kaderini çizecek.
* * *
Kerkük dinamikleri açısından ‘Haydi ABD’yi anladık, zaten petrol için Irak’ta savaşıyor; ama Çin nereden çıktı?’ diyebilirsiniz.
Ama Çin’i ihmal eden petrol denklemi yanıltıcıdır.
Çünkü son on yıldır ortalama yüzde 7-8’lik kalkınma hızı yakalayan Çin ekonomisi, ABD’nin ardından en büyük petrol ithalatçısı haline geldi.
Sadece temmuz ayında Türkiye’nin yıllık petrol ihtiyacının yarısı kadar ithalat yapan Çin, varil başına fiyatın ikiye katlanmasına yol açtı.
ABD’nin küresel petrol tüketiminden yüzde 25 pay alması rastlantı değildir.
Bu ülkede araç sayısı nüfustan fazladır, dünya tüketiminin yedide biri bu araçların yakıt depolarına akar. ABD, günlük üretiminin yarısından fazlası kadar petrol ithal eder. Carter Doktrini, dünya petrol bölgelerinin emniyeti açısından ABD askerinin savaşacağını öngörür.
* * *
Özetle, ABD petrol uğruna can vermeye/kan dökmeye hazır...
Nihayet uyanan dev Çin, 75 milyar dolarlık ticaret fazlasıyla petrole derin açlık duyuyor...
Dünya enerji piyasası bu rekabette 20 yıl sonrasını öngörmeye çalışıyor.
Bugün Çin’de kişi başına petrol tüketimi 1.7 varil. Aynı rakam ABD’de 28 varil, Japonya ve Güney Kore’de 17 varil... Yani Çin’in on katı kadar. (Meraklısı için Türkiye’de kişi başına 2 varil düzeyinde.)
3.6 milyar nüfusu barındıran Asya kıtasında petrol tüketimi, 295 milyon nüfuslu ABD’den düşük ama böyle devam edebilir mi?
İşte petrol fiyatlarının geleceği açısından kritik soru bu!
Eğer Çin ve bugünkü petrol tüketimi kişi başına 1 varilden az olan Hint ekonomileri aynı hızla büyürse talepleri tam ikiye katlanacak.
Bu senaryoda petrol fiyatlarının yakın gelecekte 100 doları aşıp 200 dolara sıçraması işten bile değil.
* * *
Dünyanın bilinen petrol rezervinin yüzde 11’i Irak’ta bulunuyor. Dahası;
Irak petrolü sadece 600 metre derinlikte
Pompalamaya gerek kalmadan yüzeye çıkıyor.
İşte bu iki nedenle Irak petrolü çok ucuza üretiliyor.
Irak’ta varil başına 1.5 dolar düzeyindeki maliyet diğer üretici ülkelerde 15 dolara kadar çıkıyor.
200 dolarlık varil fiyatı, 1.5 dolarlık maliyet...Sizce Kerkük petrol pastasını herhangi bir etnik gruba... Mesela yalnızca Araplara, Kürtlere veya Türkmenlere bırakırlar mı? O yüzden Irak’ı masa başında işgal planlarıyla, kof tehditlerle vakit kaybetmeyelim...
Kerkük’ün garantisi Türk askeri değil, kentin ekonomik değeridir, korkmayın.
Ayrıca AB sürecinde hızla kalkınacak Türkiye’nin petrol ihtiyacı da katlanacak. Savaş planları yerine komşuda artan petrol gelirinin yarattığı refahın ticaret ve ortak yatırımlarla paylaşımını düşünsek, bugünden öneriler geliştirsek daha doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku