13 Şubat 2005
<B>GALİBA </B>hırsızlık haberlerine atılan kışkırtıcı manşetlerle ben de baştan çıktım. İç karartıcı istatistik ve analizlerle örülü tuğla misali bir sütunla sizlere bu pazar sabahını zehir etmeye kalkabilirdim. Dua edin ki sadece kaşar gazeteci geyiğiyle yetineceğim.
* * *
Ayının 40 fıkrası varsa tamamı armut üzerinedir. Aynı hesapla, hangi kıdemli polis muhabirini silkeleseniz bir şehir efsanesi dökülür paçasından.
Bazısı sapına kadar doğrudur, kimisi tamamen üfürük.
Ankaralı acar polis muhabirinin başına 20 yıl önce gelenler hangisine iyi örnek olur, karar vermek için hikáyenin sonuna kadar sabredin derim.
* * *
Rüzgárlı piyasasındaki lakabı Alfons’tu. Yaşıtı genç bir gazeteciyle aynı bekár evinde kalır, bol resimli bulvar gazetesinde çalışırdı.
Sabahtan akşama kadar Emniyet’te, Adliye’de takılırdı.
O gün kısmetinde ne varsa; bazen bir cinayet, kimi zaman gasp veya darp, aile kavgası. Birkaç kare basıp gazetesine yetiştirirdi.
Ama o sabah İstanbul’dan gelen bir telefon Alfons’un rutinini dağıttı.
Ankara Temsilcisi, Alfons’la kankasını huzura çağırdı, fırçayı bastı:
- Arayan genel yayın müdürüydü... Adam haklı olarak köpürüyor. Bundan sonra Ankara polisinden öyle saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde hırsız fotoğrafı gelmeyecek, eli yüzü düzgün resim yollayın diyor.
Emir büyük yerdendi; ama Alfons’un işi zordu... Her allahın günü Tarık Akan misali yakışıklı hırsız fotoğrafını nereden ve nasıl bulacaktı?
Derdini Asayiş Müdürü’ne açtı... Ne de olsa çıkarları ortaktı.
Çünkü hırsız çalar, polis yakalar, Alfons da yazardı. Alfons’un haberi gazetede çıkmazsa, polisin başarısını da maazallah kimse duymazdı.
Çare Alfons’un ev arkadaşının aklına geldi...
Alfons’la kankası Asayiş Müdürü’nün kapısına dikildi:
- Amirim biz düşündük, sizin hırsızları alsak, polis eşliğinde bizim bekár evine götürsek, şöyle tıraş edip, yıkayıp adama çevirsek, hatta bir de temiz gömlekle kravat uydursak, sonra da fotoğrafını çeksek, vallahi her gün manşet oluruz.
Belki sizin aklınıza yatmadı; ama Asayiş Müdürü bu çılgın fikre ikiletmeden ‘tamam, olur’ dedi. Alfons’la kankasının bekár evi birkaç günde bilumum Ankara hırsızının, zarfçı ve tırnakçının hamam-berber niyetine kullandığı mekána döndü. Akça pakça yıkanmış, sinekkaydı tıraşlı, inek yalamış saçlı suçluların fotoğrafları gazetenin birinci sayfasını süslemeye başladı... Başlıklar inadına keskin; ama haber fotoğrafları bir o kadar mülayimdi. Mesela, ‘Bent Deresi canavarı yakalandı’ manşetine efendiden, kravatlı, badem bıyıklı gaspçının fotoğrafı ilişikti. Rivayet o ki, Alfons bir keresinde cinayet silahı bıçağın üzerindeki kanları bile yıkamıştı... Yani bir hamaratlık ve titizlik ki ancak o kadar...
Ne var ki güzel günler çabuk bitti, maymun edilen hırsızların intikamı acı oldu. Alfons bir gece eve döndüğünde baktı ki, kapı ardına kadar açık, bekár dairesi tam takır kuru bakır. Anlaşılan zorunlu misafirlerden bir veya birkaç tanesi yıkandığı banyonun adresini aklında tutmuş!
Alfons’un evi o günden sonra birkaç kez daha soyuldu. Alfons’la kankası çareyi başka eve taşınıp izini kaybettirmekte buldu.
* * *
Yani siz bakmayın hırsızlık haberlerinin matrak başlıklarına... Aslında her hırsızlık haberinin mutlaka mağdur bir Alfons’u mevcuttur.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2005
<B>KEŞKE </B>bir mucize gerçekleşse ve aynı anda;<br><br> Hem 46 milyar dolarlık batık banka alacakları tahsil edilse,<br><br> Hem Yapı Kredi Bankası’nın mülkiyet sorunu çözülse,<br><br> Dahası temiz medya günlerine geri dönülse... Ama ne yazık ki böyle bir sihirli formül yok. Hepsini teker teker ve öncelik sırasına göre halletmek zorundayız. Eğer tek taşla çok kuş avlamaya kalkar, öncelikleri karıştırırsak... Yolun sonu yine medya-siyaset-ticaret bataklığına çıkacak, bilesiniz!
* * *
Türkiye bugünlere tesadüfen gelmedi. 2001 krizi öncesinde siyasi iktidarlar;
Yurtdışından ucuz döviz getirip Türk hazinesine pahalıya satma lisansını (kimilerine göre banka açma?) sadece yakınlarına verdi.
Bırakın bankayı, kredi kartı bile almaya yetecek itibarı bulunmayan isimler, halkın mevduatını sermaye niyetine ticarette kullandılar.
İktidara borçlarını, medya sahibi olup gazete ve TV kanallarında övgüler düzerek ödemeye çalıştılar.
Krizden geriye 21 batık banka, borçlu şirketler ve yaralı medya kaldı.
* * *
Mevcut hükümet meselenin geçmişinden sorumlu tutulamaz, kabul. Ama bugünü iyi idare ettiğini, yarını doğru planladığını söylemek de zor. Çünkü yazının girişindeki üç hedefi hatırlarsak;
Geçen iki yılda batık bankalardaki kamu alacağı tahsil edilemedi.
Yapı Kredi’deki Mehmet Emin Karamehmet hisseleri satılamadı, dolayısıyla mülkiyet sorunu çözülemedi.
Gazete ve TV’lerin Uzan örneğindeki gibi silah niyetine kullanılması önlenemedi. TMSF medyası satılamadı, Sabah’ın konumu ve sahibi tartışmalı.
Hükümetin öncelikleri doğru sıralamada zorlanması iyi olmadı:
Yapı Kredi hisseleri daha erken ve hatta daha yüksek fiyata satılabilirdi. Böylece Mehmet Emin Karamehmet’in bu bankaya olan kredi borcu tamamen kapatılabilirdi.
Aynı şekilde bugünkü piyasa değeri 10 milyar doları aşan Turkcell’deki Yapı Kredi payı (yüzde 13= 1.3 milyar dolar) elden çıkartılır, tahsilat hızlanırdı.
Medyanın kamu çıkarı karşısında işe yaramadığı somut örnekle kanıtlanır, parayla ölçülemeyecek yarar sağlanırdı.
Oysa bugün gelinen noktada;
Yapı Kredi satışında bu bankaya kamu tarafından atanan yönetim adeta by-pass edildi.
Banka iştiraklerinden Digiturk ve Superonline’ın satışı durduruldu.
Turkcell hisselerinin satışı en az bir yıl ertelendi.
Peki kim kazandı derseniz, kesinlikle kamu değil!
Üstelik dileriz bankayı satın almaya çalışanların talihi, iki yıldır Çukurova ile vardıkları her anlaşmada çırak çıkan kamu otoritesinden daha yaver gider.
* * *
Siyasi öncelik doğru konulmayınca kafa karışır, eksik bilgiyle yanlış hükme zıplanır... Mesela, ‘Karamehmet ve Sabah’ın üzerine gidilirse, medyada tek ve hákim grup kalır, iyi olmaz’ deniliyor. İyi güzel de, acaba bu korku samimi mi? Çünkü bugün medyadaki beş gruptan 4’ü ya fon mülkiyetinde veya fonla irtibatlı, borçlu durumda. Medyada tekelden korkanlar önce fon medyasını satsa daha iyi olmaz mı? Medya işi bu kadar cazipse neden iş dünyası bu şirketlere talip değil?
Ezcümle, etrafınızda tek taşla çok kuş avlamaya kalkanlar varsa... Bilin ki, ‘Cambaza bak cambaza’ misali cüzdanınıza uzanan bir el vardır.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
<B>ASLINDA </B>bu yazı 20 yıl sonrasına ait olacaktı. Ancak CHP kurultayının görsel efektleriyle dikkatim dağıldı. 20 hatta belki de 30 yıl kadar geriye savruldum. 1970’lerde üyesi/fanatiği olduğum CHP’nin bugününü en kötü kábusumda bile hayal edemezdim. O yüzden şimdi kalkıp 20 yıl sonrasına fal açmak akıllıca bir iş mi, bilmiyorum.
Özetle bu yazının devamını fazla ciddiye almadan okumanızda sakınca yok.
* * *
30 yıl önce sanayileşen Türkiye’de sosyal adaletsizlik CHP odaklı toplumsal umut/isteri dalgası yarattı. 30 yıl sonra AKP, siyasi düşmanını ve dostunu, yelkenini Avrupa rüzgárıyla şişirdiği teknede topladı.
Küresel dengeler CHP’yi eritiyor, tüketiyor. AKP’nin siyasi varlık nedeni/zemini ise daha ne kadar dayanır bilinmez. Çünkü gözüken o ki, dünya Avrupa’ya değil Asya’ya doğru genişleyecek.
* * *
CIA’nın ‘Küresel geleceğin haritası’ başlıklı raporuna göre dünya nüfusu 20 yıl sonra 7.8 milyara dayanacak. Her yüz dünya vatandaşından;
19’u Çinli, 17’si Hintli olacak, 20’si diğer Asya ülkelerinde yaşayacak.
16’sı Afrika’da, 13’ü Amerika kıtasında oturacak.
Avrupa’nın batısında 5, doğusunda 7 kişilik nüfus barınacak.
Ortadoğu ülkelerinin payı 3 kişiyi aşmayacak.
CIA senaryosuna göre, Çin yarattığı milli gelirle ABD ile yarışacak. Ama Asya ekonomilerinde yavaşlama milyarlarca kişiyi aç bırakacak.
* * *
21’inci yüzyılın yükselen değeri din. CIA’yı göre önümüzdeki 20 yılda dini kimlik daha da öne çıkacak. Sayılara gelince;
Hıristiyanların sayısı yıllık yüzde 1.3’lük artış hızıyla 2025’te 2.6 milyara ulaşacak.
Müslüman nüfus yılda yüzde 2.1 artıyor, bu sayede 1.3 milyar düzeyinde tahmin edilen Müslümanların sayısı 2025’te 2 milyarı biraz aşacak.
Hindular 1 milyara dayanacak, Budistlerin sayısı artmayacak, Musevilerin artış hızı yüzde 1’in altında kalacak.
* * *
Dinlerin adresi de nüfusla birlikte doğuya kayacak. Mesela, Çin en fazla Hıristiyan nüfus barındıran ülkelerden birisi haline gelecek.
İslam’a gelince... Doğu’ya mı, yoksa Batı’ya mı yayılacağı biraz da Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine bağlı olacak. Çünkü;
2025’te Avrupa’da yaşayan Müslümanların sayısı CIA raporundaki üç farklı senaryoya göre 24-39 milyon arasında kalacak.
Ancak Türkiye, 80 milyonu aşan nüfusuyla Avrupa’ya katılırsa 30 ülkeli AB’nin her dört vatandaşından birisi Müslüman olacak.
* * *
ABD’nin din paranoyası CIA raporuna, ‘halife senaryosu’ ile yansıyor. (Ama yeni halife bile Müslümanları tek bayrak altında toplayamıyor.)
Avrupa’da din savaşlarının sonu nasıl gelir bilinmez...
Ama tüm samimiyetimle ve bu sütunun izin verdiği sınırlı vicdan muhasebesinin sonucunda söyleyebilirim ki... Nasıl 30 yıl önce CHP’li olduğumdan utanmıyorsam... Eğer yaşar ve 30 yıl sonrasını görürsem, Avrupa fanatiği olmaktan da pişmanlık duymayacağıma eminim.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2005
<B>İKİ</B> hafta sonra bugün Başbakan <B>Recep Tayyip Erdoğan,</B> tsunami felaketine çeyrek milyon kurban veren Güneydoğu Asya ülkelerini dolaşacak. Başbakan’a Kızılay ve daha ilk günden itibaren afet bölgesinde özveriyle çalışan Türk sivil toplum örgütlerinin temsilcileri eşlik edecek.
O güne kadar Türkiye’de toplanan bağışların Erdoğan tarafından BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a temsili çekle sunulması da planlanıyor. Böylece Türk toplumuna, ‘Yardımlarınız yerine ulaştı’ mesajı verilecek.
* * *
Tsunami felaketi, devlet eliyle yardım geleneğinin iflasını kanıtladı.
17 Ağustos depreminden sonraki ilk ayda toplanan yardım miktarı 33 trilyon lira, yani o günkü kurla 72 milyon dolara ulaştı.
Güneydoğu Asya felaketi için yaklaşık aynı sürede toplanan yardım rakamı sadece 8 milyon YTL, eski hesapla 8 trilyon lira veya 6 milyon dolar.
Teşbihte hata olmaz. Madem ki;
- Biz bu acıyı biliriz,
- Yardım bekleyen yardım etmeli,
- İlk uzanan el bizimki olmalıydı
gibi vicdani muhasebe kriterleriyle iki felaketi kıyaslıyoruz.
O zaman 17 Ağustos’taki temel kaldıracı neden unutuyoruz?
Unutmayın ki Türkiye’de sivil toplum, 17 Ağustos acısıyla rüştünü ispatladı.
18 Ağustos sabahı devletinden umudunu kesen halk örgütlendi.
Ardahan’dan sebze, Konya’dan bulgur, İstanbul’dan ilaç taşındı.
Enkazı akrabalar kaldırdı, öğrencileri hayırsever okuttu.
Ama çok geçmeden 28 Şubat refleksi devreye girdi.
Sivil toplumun yardım kampanyaları yasaklandı, paralara el konuldu.
Peki yardımda devlet tekeli başarılı oldu mu?
Ne yazık ki hayır. Deprem konutları yetişmedi, afetzede kışı çadırda geçirdi.
Dahası, devletin bakanı kalktı, ‘IMF’den 500 milyon dolar deprem yardımı geldi, gece yarısı hesaba geçirip memur maaşı ödedik, sıkıntıyı aştık’ dedi.
Örnek çok yerimiz az; ama meramımızı herhalde anlatabildik.
Yardım konusunda devletle halk arasındaki güven bunalımı yeni değil.
‘Türk halkı neden duyarsız?’ sorusuna yanıt arayanlar meselenin bu yanına da kafa yormak zorunda.
Çünkü yardım tartışmalarının göbeğinde Kızılay var.
Kızılay’daki yönetim kavgası sırasında ortaya atılan yolsuzluk iddiaları, afet bölgesine yollanan çürük çadır görüntüleri de hafızalarda. Dahası kamunun müsrif imajı da Kızılay’a yardımcı olmuyor. Çarçur edilen vergiler, hortumlanan bankalar bu ülkenin gerçeği.
* * *
Tsunami seferberliğinde sivil topluma yasak kalktı.
5 Ocak tarihli genelgeyle sivil toplum örgütlerinin yardım kampanyaları düzenlendi, yurtdışına para çıkışı kolaylaştı. Bu sayede bayramda bölgede 10 binden fazla kurban kesen Kızılay’ın yanı sıra Deniz Feneri, Türk Pasifik İşadamları Derneği, Psikologlar Derneği, GEA Arama Kurtarma Derneği gibi sivil toplum örgütleri Güneydoğu Asya’da yara sarabildi.
Deniz Feneri Genel Sekreteri İbrahim Altan’a yardımdaki zafiyetin/rötarın sebebini sorduk. Mantıklı gelen bir açıklama dinledik:
- Önceleri felaketin boyutu yeterince anlaşılamadı. Sonra araya kurban telaşı girdi. Hatta YTL’ye geçiş bile hesabı biraz karıştırdı galiba. Ama şu sıralar yardım başvuruları çok arttı, adeta üzerimizde baskı kuruldu.
Ezcümle yardım etmek isteyenin yolu açık.
Birine güvenmiyorsanız diğerine başvurun.
Gönlünüze, mezhebinize göre yardım kuruluşu seçin. Korkmayın, bu yarışta kimse geride kalmaz, üstelik her halükárda insanlık kazanır.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2005
<B>EĞER </B>bir mesele kamuoyu önünde açıkça/özgürce tartışılamıyor, tam aksine <B>milli tabu </B>ilan ediliyorsa, bilin ve emin olun ki, çözüm aramak yerine çözümsüzlükten sebeplenen çoktur. Tıpkı Kıbrıs sorununda olduğu gibi! * * *
Önce gelin küçük bir test yapalım... Aşağıya aktardığımız Reuters haberindeki cinayet nerede işlendi, bakalım tahmin edebilecek misiniz?
‘Kumarhane sahibi merdivenlerde açılan ateşle öldürüldü. Polis, suikastı çete savaşı olarak niteledi. Siyasi parti liderleri Cumhurbaşkanı başkanlığındaki zirvede buluştular. Cumhurbaşkanı, bazı polislerin organize suça karıştığı yolunda kuşkusunu açıkladı.’
Eğer olay yerini İstanbul, suikasta kurban gideni Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal, siyasi zirvenin adresini Çankaya sandıysanız yanıldınız. Çünkü olay 1995 yılında Güney Kıbrıs’ta Limasol’da meydana geldi. Kurban da, polisler de Rum’du.
Aradan tam 10 yıl geçti. KKTC’li batık bankacı ve kumarhane patronu Elmas Güzelyurtlu, eşi ve kızıyla birlikte kaçak yaşadığı Güney Kıbrıs’ta öldürüldü. Kurşun adres sormuyor, suç rantı sınır kuzey-güney ayrımı dinlemiyor.
* * *
Elmas Güzelyurtlu’nun cinayetinde muhtemel üç neden üzerinde duruluyor:
1) Batırdığı bankası, 2) Çalışan kumarhanesi, 3) Kárlı döviz büfeleri.
HORTUM GELENEĞİ
Batık Everestbank ortakları arasında iktidardaki CTP’nin bazı bakanları da var. O yüzden bu cinayet gelecek ayki genel seçimde siyasi malzeme olarak kullanılabilir. Dahası Mehmet Ali Talat’ın nisan ayında başkanlık seçimine katılma kararını etkileyebilir. Kritik Kıbrıs pazarlığına engel çıkarabilir.
Ancak unutulmamalı ki, Rauf Denktaş’ın dünürü Salih Boyacı da diğer bir batık bankacı. Yavru vatanda siyasetin hortumu uzun süredir ticaretten besleniyor.
KUMARHANE İZNİ
Türkiye’de kumarhaneler kapandıktan sonra mafya KKTC’ye yöneldi. KKTC’nin yıllık kumar cirosu 100 milyon dolara yakın. Kumarhane izinleri açısından hiçbir siyasi partinin diğerine edecek lafı yok: İlk üç kumarhane iznindeki (1976-77) imza Başbakan Nejat Konuk’a ait. 1982’de Mustafa Çağatay, 1984’te Nejat Konuk birer kumarhane izni verdi. 1986-96 dönemindeki 13 kumarhane izninin sorumlusu Derviş Eroğlu. 5 kumarhane izni Derviş Eroğlu-Serdar Denktaş koalisyon iktidarına ait. Son dönemde yerel kumar baronları ile uluslararası (Türk?) mafya arasındaki rant savaşı büyüdü.
DÖVİZ BÜFELERİ
Her sabah 10 binden fazla KKTC vatandaşı Yeşil Hattı geçerek çalışmak için güneye iniyor, Kıbrıs poundu kazanıyor. Bu paraların YTL’ye çevrilmesi kárlı iş haline geldi. Döviz büfeleri arasında rekabet silahlı çatışmaya yol açtı.
Üç cinayet nedeni... Hepsinde yolun sonu ‘milli mesele’ ipoteğiyle tartışmaya açılamayan çarpık siyasi ve ekonomik düzene çıkıyor.
* * *
Peki bu düzen nasıl değişir sorusuna en iyi örnek Güney Kıbrıs...
10 yıl önce Ada’nın güneyi kuzeyinden farksızdı, Susurluk ekonomisine teslimdi. Yıllık 4 milyar dolarlık döviz girişinin beşte biri 800 kadar paravan Rus şirketi kaynaklıydı. Bugünse para trafiği tersine döndü. Kıbrıs, Rusya’nın en büyük dış yatırımcısı. İşin Türkçesi, mafya parası AB üyesi Güney Kıbrıs’ta barınamadığı için yurda geri dönüyor. Güney Kıbrıs’ı terk eden paralarla birlikte Putin’in politikası KKTC lehine değişiyor.
Kuzey’deki bataklığı AB’siz kurutmanın yolu varsa gelin tartışalım.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2005
<B>30 </B>Ocak’ta Irak’ta seçim var. Ankara’dan bakıldığında;<br><br> Şiilerin muhtemel sandık zaferiyle Türkiye’nin Irak’taki tek müttefiki Sünnilerin 50 yıllık iktidarı sona erecek. Güneyimizde Suriye-İran-Irak Şii kuşağıyla yaşamak zorunda kalacağız. Kürtlerin fiili otonomi bölgesinin Bağdat’taki merkezi iktidarla ilişkisi daha da sorunlu hale gelecek. Otorite boşluğu PKK’ya yarayabilecek.
ABD yönetimi, Irak’ta planladığından daha uzun süre kalacak. AKP tabanına şirin gözükmek için ABD işgalini kınamaya devam edecek; ama asıl kábusun ABD’nin Irak’tan erken çekilmesiyle başlayacağını bilecek.
Ezcümle ikiyüzlü siyaset sürecek!
* * *
Türkiye-ABD ilişkileri tarihi sınavdan geçiyor.
16 Aralık günü Musul’da beş Türk polisinin ve iki Iraklı şoförün şehit edilmesiyle birlikte tansiyon bir anda zirveye vurdu.
1’inci Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, ‘Biz de bunu not ediyoruz’ diyerek ABD’ye gayet açık mesaj yolladı. Peki bu meydan okuma nasıl yankı buldu, devamında neler yaşandı? O cephedeki gelişmeler de ilginç:
ABD’nin Ankara’daki Savunma İşbirliği Ofisi’nde görevli Hava Tümgeneral Peter U. Sutton, başkent ve İstanbul’da bir dizi randevu aldı. Sutton saldırıda ABD’nin ihmali bulunduğu izlenimini saklamayan bir Türk komutanla görüşürken önce sessizce sitem dinledi, ardından çarpıcı tespitini aktardı:
- Bizdeki bilgiye göre Türk konvoyunun geçişinden sizin Dışişleri’nin haberi yok. Genelkurmay da bilmiyordu. Bu durumda ABD’nin nasıl haberi olsun ki?
Türk komutan, ‘önce Türkler sorumluyu arasın’ anlamına gelen bu sözler üzerine görüşmeyi keserek telefonla Ankara’yı aradı. Aldığı bilgi ne yazık ki ABD’li generalin sözlerini teyit eder nitelikteydi.
Bu diyaloğu neden aktardığımızı da anlatalım...
Türk kamuoyunda Musul şehitleri için faturanın ABD’ye kesildiği yolunda hava doğdu. Ancak olaydan hemen sonra elde edilen istihbarat bilgileri -belki biraz da bilinçli olarak yaratılan- bu izlenimle uyuşmuyordu, çünkü;
Türk istihbarat birimleri olayın sorumlusu olarak PKK’yı görüyordu.
Hatta PKK’ya istihbaratın radikal Sünni Arap direnişçiler tarafından verildiğini düşünüyordu.
* * *
Zaten Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün ABD’li mevkidaşı General Richard Meyers’a yolladığı özel mektup, ilişkilerde mevcut kuşkuların çok ötesinde sıcak bir üslup taşıyordu:
Özkök kısa mektubunda önce beş Türk görevlisinin şehit olduğu pusuda ABD askerlerinin iki saldırganı öldürdüğünü hatırlatıyordu.
Yaralı bir polisin, ABD askerleri tarafından hastaneye kaldırılması ve tedavisi nedeniyle teşekkür ediyordu.
Aynı olaydan üç gün sonra yine Musul’da ABD üssüne düzenlenen saldırıda 24 kişinin ölümüyle ilgili başsağlığı dileklerini iletiyordu.
* * *
Türkiye’de ABD düşmanlığı her zaman prim yapar. Önemli olan ABD düşmanlığının arkasına saklanan motifleri doğru anlamak.
1970’lerin soğuk savaş günlerinde ‘Kahrolsun ABD’ noktasına varan söylem, afyon ambargosuna karşı haklı bir öfkeden çok, Sovyet veya Çin modeline özlem kaynaklıydı. Bugünse aynı nefret aslında Türkiye’nin modern değerlerine itirazla karışıyor.
Unutmayın ki İstanbul’da bombaları patlatan, Türk kamyon şoförlerini boğazlayan ABD askerleri değildir!
Tamam, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ ilkelliğine kapılmayalım.
Ama gerçeklerden bu kadar uzak da düşmeyelim.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2005
<B>17 Aralık</B> AB Zirvesi’nin Türkiye kararı, siyasetin yeni sınır çizgisini belirledi. Üstelik bu sınır sadece iktidar ve muhalefet arasında çizilmedi... İktidar partisi hatta Bakanlar Kurulu saflarında dahi aynı karar, ‘başarı mı, yoksa hezimet mi?’ parantezinde tartışıldı.
Türkiye’nin AB yolculuğu, modernleşme ve küreselleşme projesi. Bu yüzden muhafazakár ve milliyetçi kesimden ve yerel solculardan muhalefet görmesi doğal. Asıl risk, AKP bünyesindeki sancıdır.
Acaba muhalefet filizi müzakere sürecini tehlikeye düşürecek kadar güçlenebilir mi? Açıkçası hiç sanmıyorum.
* * *
AKP’deki muhalefetin sesi ilk kez, Kıbrıs pazarlığında duyuldu:
Başkent kulislerinde 20-30 kadar milletvekilinin ve 5 bakanın ortak deklarasyonla Annan Planı zemininde varılacak anlaşmaya karşı çıkacakları ileri sürüldü. Ancak 24 Nisan referandumu öncesinde beklenen rest, Rumların plana ‘hayır’ diyeceği peşinen belli olunca başka bahara kaldı.
Aynı grup, Brüksel’in dikkatle izlediği DEP davasında Leyla Zana ve arkadaşlarının serbest bırakılmasına tepkisini hemen yansıttı. 10 AKP milletvekilinin imza koyduğu muhtıraya, iddiaya göre, bakanların da desteği vardı. İsyana bizzat Recep Tayyip Erdoğan el koydu, bazı bakanlarla ip koptu.
AKP’li muhalifler açısından üçüncü fırsat, sonbaharda ruhban okulunun açılması tartışmasıyla doğdu. Ancak 17 Aralık sürecinde çok tartışılmasına karşın bu yönde adım atılmadı, itiraza gerekçe kalmadı.
Özetle; 1) AKP bünyesindeki muhalefetin mazisi yeni değil, müzakere sürecine itiraz gündemi de belli. 2) AKP’deki ANAP ve MHP kökenli isimler emanet oylarla birlikte eski partilerine dönebilir. 3) Hatta belki önümüzdeki günlerdeki Bakanlar Kurulu operasyonuyla bu süreç hızlanabilir. 4) Ama zayiat bu kadarla kalırsa AKP’nin AB rotasından sapmasına yol açmaz. 5) Öte yandan zina çatlağı gibi ufak tefek yol kazaları da sürpriz olmaz.
* * *
AKP iktidarı 28 Şubat’ta oluşan oy bloklarının eseridir. Çünkü Türk siyaseti, 28 Şubat’ta AKP ile topyekûn teraziye çıktı. Bir kefede banka hortumları, siyasi kirlenme, medya rezaletleri, diğer kefede AKP ve CHP kaldı.
Seçmene başka alternatif bırakmayınca manzara ortada.
Şimdi aynı hata, AB saflaşmasında tekrarlanıyor gibi geliyor bana. Muhalefet AKP’yi AB yolunda tek başına bırakıyor; Kıbrıs, Kürt ve Ermeni meselesi gibi mayınlara basıp yara almasını, hatta kan kaybıyla küçülerek yok olmasını bekliyor. Ne var ki asgari 10 yıllık süreçte bu hesap kısa vadede sonuç vermeyebilir... AKP’ye muhalefetle AB’ye itiraz asla karışmamalı. Aksi halde AKP, 17 Aralık oy bloklarından kazançlı çıkar.
Gecikmiş teşekkür
Gazeteci iltifatta cimridir, hele yaşayanı övmenin riskine katlanamaz, ardından ağıt yakmayı tercih eder.
Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin kaderi de farklı değil.
2001 krizinin göbeğinde hepimize dalgalı kurun sadece yukarıya değil aşağıya doğru da hareket edebileceğini öğretti, gürültüye gitti.
Merkez Bankası’nı önce bağımsız kıldı, 2005’te FED modeline geçiyor, sadece uzmanları ilgilendi. Ama hepsini geçin...
Türkiye’de enflasyonun tek haneye inmesinin, YTL’ye sorunsuz geçişin başmimarı olması nedeniyle bile teşekkürü çoktan hak etti.
Hatırlatalım istedik!
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2004
<B>TÜRK</B> Silahlı Kuvvetleri’nde komutanların yolsuzluk iddiasıyla yargıç önüne çıkarılması ile AB’den koşullu müzakere tarihinin zamanlama açısından çakışması komplo teorilerine malzeme oldu. Deniliyor ki, ‘Önce bağımsız yargı yıpratıldı, şimdi de sıra Türk ordusuna geldi’.
Peşinen söyleyelim, her komplo teorisinde olduğu gibi, iki bağımsız olay arasındaki görünür ilişkiyle, nedensellik irtibatı karıştırılıyor. Doğru denklemi tartışmak istersek;
Evet, bu yargı ve TSK’nın ekonomideki payı AB’ye uygun değil.
Ama ve fakat laik yargı ile TSK, AB açısından en büyük güvencedir.
* * *
Sizce küresel oyuncular açısından hangisi daha önemlidir? 1) Hákimlerin, savcıların yerel suç baronlarıyla çıkar ilişkisi, istihbarat örgütlerinin arabuluculuğu mu? 2) Yoksa çokuluslu şirketlerin milyarlarca dolarının Türkiye’deki kara deliklerde batması ve yargının biraz çaresiz, biraz da taraflı davranması mı?
Eğer ikincisi diyorsanız... O zaman gazete manşetlerine Yargıtay, Çakıcı ve MİT haberleri değil... Türkiye’de anlı şanlı holdinglere para kaptıran ve geri alamayan Nokia, Motorola, Templeton ve Telia Sonera davalarının hákimleri çıkmalıydı.
Yine aynı mantıkla, AB açısından emekli bir amiralin yolsuzluk iddiasıyla yargılanması çok heyecan verici değildir. Benzer görüntüler Latin Amerika’da gündelik haberdir, üçüncü dünyada Pembe Dizi’dir.
Buna karşılık, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ekonomideki rolü hayli tartışmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri amaçlı üretimi, emeklilik fonlarıyla kurulan holdingler... Tıpkı Latin Amerika’da, Çin’de, Pakistan’da, Vietnam’daki gibi verimlilik ve rekabet hukukuna aykırılık yönünden sorgulanacaktır:
Türkiye’de ve dünyada silahlı kuvvetlerin üretime katılması, 1920 ve 30’ların ithal ikamesi anlayışının bir sonucudur. Gümrük Birliği sayesinde bu ekonomik yaklaşım artık tarih oldu!
Silah üretimini, ağır sanayi ağının kurulması için gerekli hatta zorunlu gören zihniyet de demode. Bugün otomotiv sektörünün daha geniş bir yan sanayii var.
Bağımsızlık meselesine gelince... AB’ye katılırsak, zaten ortak dış politika ve savunma önceliği uygulayacağız.
* * *
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üretim ve yatırımları -yolsuzluk iddiaları da- tartışılabilir.
Ama Avrupa’da, içinde en ucuz orduyu besleyen ülkenin Türkiye olduğu gerçeği ortadadır.
2005 bütçesinde faiz dışı harcamaların yüzde 12’si savunmaya yöneliktir. Milli gelirin yüzde 4’ü ile 5’inin (NATO ortalamasının iki katı) savunmaya ayrıldığı hesaplanır. Demek ki, 12-15 milyar dolardan söz ediyoruz.
Bu rakamı Fransa (24.2 milyar dolar), Almanya (20.1 milyar dolar) veya Belçika (2.1 milyar dolar) ile kıyaslarsak yüksek gözükebilir. Ama asker başına yıllık harcama hesabıyla bakıldığında;
AB’nin en büyük 15 ülkesinde asker başına ortalama harcama 80 bin dolardır.
AB’nin en iyi savaşan ordusunu besleyen İngiltere’de yine asker başına 150 bin dolardır.
Türk ordusunda ise asker başına 15-20 bin dolardır.
Demek ki, AB 60 bin kişilik ordusunu Avrupa’da beslese 5 milyar dolar harcayacak. Türkiye’de tutsa dörtte birine mal edecek. Üstelik Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya stratejik yakınlık da cabası.
* * *
Bu topraklarda modernleşme çabaları hep Silahlı Kuvvetler merkezli oldu, unutmayın.
AB’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne itirazdan çok daha fazla ihtiyacı var, yanlış anlamayın!
Yazının Devamını Oku