17 Nisan 2005
<B>ÖNCE</B> hayallerin formatı değişti, <I>hak edilen denklik </I>şartı kalktı. Mesela, bizim zamanımızdaki Türk filmlerinde esas oğlanla asıl kız asla doğuştan denk değildi; ama <I>mutlu son mutlaka tekamülle gelirdi</I>. Diyelim ki filmin ilk sahnelerinde Türkçe konuşmaktan aciz, ağzını her açtığında kent züppelerini isterik kahkahalara boğan köylü kızı önce İstanbul’a taşınır, yaşlı/sosyetik hocalardan giyimi kuşamı, oturup kalkmayı, kitabı müziği öğrenir, esas oğlanı bir kez daha kendisine áşık ederdi.
‘Neden bir kez daha aşk, ilki ne zamandı?’ diye sual ederseniz...
Efendim, zaten esas oğlan asıl kızdaki iç güzelliğe vurgundu ama enayiliğinden farkında değildi.
Ezcümle pembe kitabından yerli filme, fotoromandan ucu yanık mektuplara kadar 1960’ların popüler kültüründe iki altın kural vardı: 1) Aslolan iç güzellikti, yeterince uğraşılırsa dış güzellik az biraz cilayla halledilirdi, 2) Vuslat asgari müşterekte yaşanmaz, cehalet ve köylülüğe prim verilmezdi. Tıpkı Türkiye’nin AB hayali misali, aşk insanı geliştirirdi!
* * *
Gariptir, 1990’larda önce radyo, ardından özel TV’lerle gelen medya gevezeliği iç güzellikten çok herkesin içindeki cüceyi ortaya çıkardı. 1960’ların altın kuralı değişti, olduğun gibi gel magazini baştacı edildi.
Yeni starlarımız makyajsızdı, sahiciydi. En meşhuru kadınını kamera önünde dövdü, itaat göstermeyeni canlı yayında infaz etti. Kimisi çete davasında yattı, bir diğeri zaten sabıkalıydı. Yani değişim ve gelişime merak kalmadı. Aksine ‘Aman olduğun gibi kal!’ bakışı makbul sayıldı. Hatta 4X4’lerin tamponuna, ‘Evet, kıroyum ama para bende’ stikeri yapıştırıldı. Kıroluk ve barbarlık kısa zamanda ekrandan siyaset sahnesine sıçradı.
Cem Uzan türü siyasetçiler yoktan var edildi, Mersin’de, Trabzon’da, Sakarya’da toplu isteri vakalarına rastlandı. Korkarım ki yakında siyasette tek realite ‘olduğum gibi olmayana yaşama şansı vermem arkadaş’ haline gelecek.
Önce Popstar’ı tartıştık, sonra gelin-kaynana kavgalarını. Son olarak gündüz kadın programlarını şiddete çanak tutmakla suçluyoruz. Galiba yine sebeple sonucu karıştırıyoruz: Cinayetler TV’deki şiddet görüntüleri, küfürlü tartışmalar nedeniyle artmıyor. Çünkü sadece ekrana çıktığı için adam öldüren yoktur. Habercilik/yayıncılık açısından asıl cinayet, adam öldürene kamera çevirip mikrofon tutmaktır, övmektir. Bu kadarını da kimse yapmıyor zaten! O yüzden ekrana sövmek biraz aynaya kızmaya benziyor. Sansüre hazır bir ortam yaratılıyor, aman dikkat.
Eskiyi anladık yenisi ne olacak?
3 KASIM 2002 seçiminden önce AKP’yi milletvekilliği dokunulmazlığı konusunda duyarsız olmakla suçlayan iki yazardan birisiydim. (Diğeri Sedat Ergin.)
AKP yönetimi seçim beyannamesinde ‘dokunulmazlıkların kaldırılması’ maddesine yer vermedi ve bu tavrı partiye dönük siyasi linç kampanyasına bağladı. Anlaşılan 28 Şubat sürecinde AKP’lilere açılan dava sayısından korktu.
Diyelim ki o dönemde haklıydılar, peki yeni olaya ne demeli?
CHP’li Cemal Kaya partisini bıraktı AKP’ye geçti. Beyaz Enerji soruşturmasına ismi karıştı, savcılık hakkında fezleke hazırladı.
Ama AKP yine de Kaya’nın dokunulmazlığını kaldırmıyor. Yargılama izni vermiyor. Duvarda gedik açtırmamak uğruna, bütün duvarı kirletiyor.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
<B>AYDIN</B> tarifi Avrupa’daki <B>aydınlanma sürecine </B>uzanır. Dünyayı kutsal kitaplar ve hurafeler yerine deneyler, denklemlerle anlamaya çalışanlara aydın denildi. Bizdeyse aydın sıfatı daha çok edebiyatçıya, sahne ve sinema sanatçısına, müzik adamına ve son dönemde de köşeli Türklere yakıştırıldı.
Büyük haksızlık mı, aslında pek sayılmaz.
Çünkü, örneğin büyük kentler 60 yıl önce çıplak Anadolu gerçeğini Mahmut Makal’ın ‘Bizim Köy’ isimli romanından öğrendi. ‘Orada bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür’ çocuk şarkısındaki adresin vaat edilmiş cennet olmadığını Makal sayesinde kavradık.
Sanatçılar (aydınlar?) bizi güldürdü, ağlattı, eğitti. Bugün bile roman gerçeğini, soğuk füzyon haberinden fazla ciddiye almamız belki de bu yüzden.
* * *
Yanılmıyorsam 1970’li yılların hemen başında Erich Von Daniken’ in ‘Tanrıların Arabaları’ kitabı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de gündem yarattı. Dünyadaki uygarlığın uzaydan gelenler tarafından kurulduğu/miras kaldığı teorisi çok tuttu. Mağara duvar resimlerinde uzay gemisi ve astronotlar keşfedildi! Sonra 1976 yılında kıyamet gezegeni Marduk geldi. Zecharia Sitchin’in ‘The 12 th Planet’ (12’nci Gezegen) kitabı çok satan listelerinin tepesine oturdu. Kitap Türkiye’ye geç ulaştı ama hemen taraftar buldu.
Artık 2012’de Marduk’un dünyaya çarpmasıyla yaşanacak kıyamete inananlar arasında Türkler de var.
* * *
Son ithal komplo teorisi İsa’nın nesebi üzerine.
Dan Brown’un kitabıyla popüler olan teze göre, İsa’nın Mecdeli Meryem’den bir çocuğu oluyor, soyu Fransa’da devam ediyor.
Hatta Merovingian Hanedanı’nın (5-8 yüzyıl) İsa’nın kanından geldiği iddia ediliyor. İsa’nın sülalesinin Sion Tarikatı tarafından korunduğu anlatılıyor.
Peki iddia sahibi kim?
Pierre Plantard isimli bir Fransız... Sözde Sion Tarikatı’nın son üstadı. ‘Da Vinci Şifresi’ kitabının ilham aldığı ve üç gazeteci tarafından yazılan ‘Kutsal Kan, Kutsal Kase’ isimli eserin tek kaynağı!
Belki de son Fransız Kralı olmayı düşleyen bir hayalperest!
Pierre Plantard yarattığı ruhani tsunamiyi göremeden 2000’de öldü. Keşke yaşasaydı ve şu iddialara da yanıt verseydi:
KUDÜS DEĞİL İSVİÇRE CENEVRE
Plantard’ın Sion Tarikatı 1099 yılında Kudüs’ün Sion dağında değil İsviçre’de Cenevre yakınlarındaki Mont Sion’da 1956’da kuruldu. Tarikat öncelikle ulvi konular yerine ucuz konut işiyle uğraştı. Hatta Plantard kısa bir süre sahtecilikten hapse girdi.
BELGELER UYDURMA DİYE İTİRAF ETTİ
Sion Tarikatı’nın geçmiş üstadları arasında Leonardo da Vinci, Sir Isaac Newton gibi isimlerin bulunduğunu gösteren gizli dosyalar Plantard’ın Philippe de Cherisey isimli yardımcısı tarafından hazırlandı, Paris Milli Kütüphanesi’ne konuldu. Philippe de Cherisey kütüphanede keşfedilen parşömenlerin kendisinin hazırladığı sahte belgeler olduğunu 1971’de kamuoyu önünde itiraf etti.
SAVCI BÜYÜK ÜSTADI UYARDI
Plantard 1993 yılında savcılığa davet edilerek ‘sertçe uyarıldı’.Zaten Plantard’ın ölümünden sonra Sion Tarikatı’ndan ses seda duyulmadı.
* * *
Dan Brown belli ki romanını eğlenerek kaleme almış.
Tıpkı ayıp fıkranın kalitelisi gibi işi tadında bırakmış, bayağılık veya inanca hakaret sınırını aşmamış. Keşke okuyanlar da roman gerçeğinin farklı olduğunu anlasa... O zaman hepimiz eğleneceğiz.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2005
<B>HÜKÜMET</B> 17 Aralık zafer sarhoşluğuyla vites küçültünce gazeteler güncelden umudu kesip tarih mecmuasına döndü. Ermeni tehciri, Kıbrıs tarihi, Özal sülalesinin sırları, Şehzadebaşı Karakolu Baskını sanki dünmüş gibi manşete çıktı. Belki de geçmişte halının altına süpürülen hesapların görülme vakti geldi. Veya o hesaplardan güncel çıkar sağlama hevesi hortladı.
ABD’nin Ermeni kartına karşılık İncirlik pazarlığı gibi.
İngilizlerin İstanbul işgali sırasındaki Şehzadebaşı Karakolu Baskını’ndaki 6 şehidi 47 yıllık aradan sonra hatırlamamız, askeri törenle anmamız... Birkaç hafta geçmeden İngiliz gazetelerinin 85 yıldır kapalı, gizli arşivden süzdükleri, ‘Enver Paşa rüşvet aldı’ iddiasını gündeme taşımaları gibi.
Misilleme gibi ilginç rastlantı, öyle değil mi!
* * *
Henry Morgenthau, 1913-1916 yılları arasında ABD’nin İstanbul Büyükelçisi’ydi. İttihatçı paşaları yakından tanıdı, ülkesi savaşa girene kadar tarafsızlığın keyfini sürdü. Anılarını internette bulmak mümkün.
Morgenthau, 1914 yılında Enver Paşa’yı evinde ziyaret etti, anılarına ‘Enver sarayda yaşıyor, çok paraya, saraylı eşe sahip’ başlıklı bölümü ekledi. ABD Sefiri’nin, Paşa’nın malikánesindeki lüksten (örneğin Naciye Sultan’a evlilik hediyesi olarak verilen altın tahttan) çok etkilendiği belli: ‘Enver parayı nereden buluyordu? Ailesi yoksuldu, şahsi serveti yoktu. Bakan olarak aldığı maaş 8 bin doları geçmezdi. Eşinin sadece saraydan mütevazı maaşı vardı. Enver’in bir iş hayatı olmadı, o yaşamı boyunca hep ihtilalci, askeri lider ve siyasetçiydi. Ama çok yüksek gelir gerektiren yaşam sürüyordu.’
Hürriyet Kahramanı ilan ettiğimiz Paşa, darbeci, damat ve diktatördü.
İngiliz rüşveti belgesiz dedikodu çıktı diye seviniyoruz, sonra kalkıp bugünkü bozuk Türk imajına şaşıyoruz. Hakikaten hayret!
Kıbrıs elmasının iki yarısı da çürük
İKİ haber bir gün arayla gazetelerde çıktı:
‘Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un en büyük finansörü ve destekçisi medya patronu ve banker Yannis Andonikovu, Kıbrıs Elektrik Kurumu çalışanlarının 20 milyon doları aşan ‘tasarrufu teşvik fonunu’ borsada oynayıp ‘buharlaştırmaktan’ tutuklandı. Şirketinin hissedarları arasında Papadopulos’un oğlu da bulunuyor.’
‘KKTC Cumhurbaşkanlığı’nda çalışan 15 personelin, çete kurup Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın muhtaç durumdaki vatandaşlara yaptığı yardımları zimmetine geçirdiği ortaya çıktı. KKTC Sayıştayı’nın raporuna göre, 2001 yılının ilk üç ayında hortumlanan miktar 300 bin doların üzerinde.’
17 Nisan’da KKTC’de iktidar değişecek, çözüm umudu artacak.
Ama güneydeki çürük tedavi edilmedikçe sağlıklı birleşme zor.
Türkiye ayağına dolaştı
Valery Giscard d ’Estaing bu köşede sıkça eleştirildi. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı, Avrupa Anayasası’nı hazırlayan konvansiyona başkanlık ederken sürekli olarak ‘Türkiye’nin Avrupa’da yeri yok’ tezini işledi. Ama Türkiye, 17 Aralık’ta tarih aldı. Bugün Fransa’da anayasa oylaması tehlikede. Yani Türkiye döndü dolaştı, d’Estaing’in ayağına dolaştı.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2005
<B>BİŞKEK </B>darbesinden kaçan Türkleri taşıyan THY uçağı önceki sabaha karşı İstanbul’a indi. Kırgızistan’dan dönen Türklerin ülkedeki kalkışma ve yağma havasından tedirginlik duyması doğal. Ama neredeyse tamamına ‘Zaten Kırgızistan’da Türkleri pek sevmezler’ ruh halinin hákim olması ilginçti.
Oysa Kırgızların en büyük halk isyanına komutanlık eden yine Türklerdi.
* * *
Beş kişiydiler, dördü subaydı. Adil Hikmet, Hüseyin Emrullah (Barkan), Kuşçubaşı Selim Sami, İbrahim (Haklıer) ve Tatar Hüseyin.
9 Temmuz 1914 günü yani Büyük Savaş’a sadece birkaç hafta kala sivil kıyafetle İzmir’den Karadeniz vapuruna bindiler.
Amaçları Hindistan üzerinden Afganistan’a gitmekti; ama kısmetlerinde Kırgız isyanına komutanlık vardı. Ruslar o tarihte Türkistan olarak anılan coğrafyadan asker toplamak isteyince halk ayaklandı.
Kırgızistan’daki Yedisu yöresi de isyan merkezlerindendi.
2 Ağustos 1916’da Bişkek, Karakol ve Tokmak bölgelerinde patlak veren isyanın önderleri Kanaat Batır ve Şabdan Batır, Adil Hikmet ile arkadaşlarını yardıma çağırdı. Türk subayların komutasındaki Kırgız asiler Rusları çok zorladı.
2 binden fazla Slav göçmen, 80 kadar Rus asker öldürüldü. Ruslar isyanı bastırana kadar Yedisu nüfusu üçte birine indi, 30 binden fazla aile evsiz kaldı, yüz binlerce Kırgız doğuya göçtü.
Yabancı tarihçiler (örneğin Fransız Maurice Larcher) Türkistan isyanını ciddi miktarda Rus askerini ana cepheden uzak tutması nedeniyle önemsedi.
İsyanın Türk komutanlarına gelince... Maceralı bir yolculuğun ardından 1921’de İstanbul’a dönebilen Adil Hikmet’in hatıraları 1928 yılında 114 gün süreyle Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlandı. Adil Hikmet Bey’in, Orta Asya günlerini bir komutandan çok öğretmen edasıyla aktarması ilginçti:
‘Biz buralara çetecilik için gelmedik. Türklerin irfan (kültür) teşkilatını idare edecektik. Olmadı.’
‘Biz oralara ihtilalcilik için gitmemiştik. Maksadımız biraz nur serpmekti. Hadiseler bizi başka şeylerle uğraşmağa sevk etti. En kara günlerde bile ahali tarafından terk olunmadık.’
‘Biz ırktaşlarımız arasına irşat (aydınlatma) vazifesiyle gidiyorduk ve sefil idik. Halbuki civarımızda yabancı ırk ve yabancı dinlere salik (mensup) olanlar arasında misyonerlik eden Hıristiyanlara bakıyor, içimizi çekiyorduk.’
(Adil Hikmet, Asya’da Beş Türk, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1988)
* * *
Adil Hikmet ve arkadaşlarının Yedisu’dan Kaşgar’a, Bombay’dan Şanghay’a kadar uzanan coğrafyada komutan/öğretmen kılan... Enver Paşa’yı Tacikistan’ın bir köyünde Rus mitralyöz ateşiyle şehit düşüren farklı bir tarih bilinciydi.
İmparatorluğun son muhafızları, Asya için İngiltere ile Rusya arasında sahnelenen Büyük Oyun’un tarafıydı. İmparatorluğu redd-i miras edecek kadar realist politika izleyen, Misak-ı Milli’yi savunan Kemal Paşa’nın politikası çok farklıydı. Kızıl Elma’nın resmi ideolojiden ayrılması bu yüzden. Öte yandan Asya 100 yıl içinde önce Rusya’ya, şimdi de ABD’ye teslim oluyor. Ruhumuz duymuyor, sesimiz çıkmıyor. Bu da hazin!
Türkiye, Kırgızistan’a askeri yardımda bulunuyor, borçlarını siliyor. Oysa Kırgızlar Büyük Ağabey’i pek sevmiyor. Haksızlık, belki de nankörlük. Ama kızmadan önce elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin: Bırakın Kırgızları sevmeyi, kaçınız bu ülkenin haritadaki yerini tereddütsüz bulabilir?
Ezcümle, gözden ırak, gönülden ırak meselesi.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2005
<B>ACABA </B>ülkesini<B> </B>her gün biraz daha fazla gömüleceği savaş bataklığına sürüklemek, ABD Başkanı tarafından Dünya Bankası Başkanlığı’na aday gösterilmek için yazılı olmayan kural mı sayılıyor? Irak Savaşı’nın ikinci yılı sona ererken Pentagon’un en şahin ismi Paul Wolfowitz’in (tıpkı eski Savunma Bakanı ve Vietnam hezimetinin mimarı Robert McNamara gibi) Dünya Bankası’na atanacak olması hafif hiciv içeren bu soruyu haklı kılıyor.
61 yaşındaki Wolfowitz’i Türk kamuoyu Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’a verdiği söyleşiyle hatırlar:
‘...Yeni bir sayfa açacaksak, yeni bir geleceğe sahip olacaksak, Türkiye Amerikalılara, ‘Evet, biz bir hata yaptık’ demeli. ‘Irak’taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık, bilemedik, ama artık biliyoruz, nerede ne kadar yardımcı olabiliyorsak o kadar yardımcı olmalıyız’ demeli. Çünkü bu Türkiye’nin çıkarları için çok önemli.’ (5 Mayıs 2003)
* * *
Polonyalı Musevi göçmeni aileden gelen Wolfowitz, matematik ve siyaset bilimi okudu.
Kariyerine Dışişleri Bakanlığı’nda başladı, Pentagon’da sürdürdü. Yıldızı Baba Bush’un başkanlığı döneminde parladı, 11 Eylül’de ABD’nin Afganistan yerine hemen Irak’a saldırması gerektiği görüşünü savundu.
Anlaşılan Wolfowitz, ABD’nin Dünya Bankası’ndaki ikinci McNamara vakası/denemesi olacak.
1916 doğumlu Robert McNamara, Berkeley mezunuydu. İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesine yüzbaşı rütbesiyle hizmet etti, terhisinden sonra Ford Motor’a girdi. 1960 yılında Ford Ailesi üyesi olmayan ilk başkan sıfatını kazandı. Ama başkanlığının ilk ayı dolmadan Başkan Kennedy’nin kabinesinde Savunma Bakanlığı’na atandı. Bakanlık kariyerindeki iki önemli krizde şahin kimliği öne çıktı: Küba krizinde şiddet kullanılması yanlısıydı, Vietnam Savaşı’nın stratejisini yine McNamara çizdi. (Mesela Güneydoğu’da PKK’ya karşı kullanılan geçici köy koruculuğu sisteminin fikir babasıydı.) 1968 yılında Savunma Bakanlığı’ndan ayrıldı ve Dünya Bankası Başkanlığı’na atandı, 13 yıl bu görevde kaldı.
* * *
Dünya Bankası’nın iki dönem ve 10 yıl süreyle başkanlığını yürüten James Wolfensohn’un önceliği, dünyadaki yoksulluğun azaltılmasıydı. Bu yüzden çok para harcandı ama bankanın itibarı 60 yıllık tarihinin tepe noktasına tırmandı.
ABD’nin Wolfowitz’i tercihi, bu politikanın devamı anlamına mı gelecek? Hiç sanmıyoruz...
Wolfowitz’in tıpkı McNamara gibi Beyaz Saray politikasını izleyeceği kesin gibi.
Yani Dünya Bankası fonlarının tahsisinde ABD’nin askeri ve siyasi öncelikleri daha da ön plana çıkacak.
McNamara, Soğuk Savaşı finanse etti, peki Wolfowitz’in misyonu hangisi derseniz...
Kuvvetle muhtemel ki Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olacak.
Çünkü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman toplumlara demokrasi getirmeyi amaçlayan bu projenin Dünya Bankası ile irtibat noktası çok: Sivil toplumun desteklenmesi, eğitim ve sağlık projeleri, bağımsız ve güçlü medya gibi.
* * *
Türkiye, 1980 sonrasında Dünya Bankası’nın en büyük müşterileri arasına girdi. Yüksek iç ve dış borç yükünü çevirebilmek için bu desteğin sürmesi şart. Peki Wolfowitz, Pentagon’da görevliyken ‘iyi ilişkiler’ için Çandar ve Birand’a açıkladığı ön koşulu (yani Türkiye’nin kayıtsız şartsız ABD’ye teslimini) Dünya Bankası’ndaki makam odasına taşınırken unutacak mı? Wolfowitz’in Pentagon’daki koltuğuna oturması muhtemel Büyükelçi Eric Edelman, Ankara’dan hangi koşullarda ayrıldığını hatırlayacak mı?
Bu iki sorunun yanıtı, önümüzdeki yakın dönemde Türk ekonomisinin geleceği açısından hayati önem taşıyacak.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN</B> <B>Recep Tayyip Erdoğan</B>’ın AB ile patlak veren kadına dayak krizine ilişkin <B>suç ve ceza analizinde</B>, şiddet kullanan polisleri, gösterici, medya ve TÜSİAD’dan daha az kusurlu bulması bendenizi pek şaşırtmadı. Çünkü AKP’nin genetik şifresinde kadın mahremdir.
Kadının fiziki görünümü paylaşılmaz, tesettür esastır.
Kadınla aynı mekán ayrıcalıktır, harem sayılır.
Kadının sosyal adresi, koca veya babaya göre tarif edilir.
İşte o yüzden polisin kadın gösterici dövmesine itiraz ve AB’nin işe karışması; AKP’ye göre, apartmandaki aile içi şiddeti karakola şikáyet eden komşunun işgüzárlığı kadar lüzumsuzdur/ayıptır.
* * *
Önce kanaat önderlerinde başgösteren ve son günlerde ağır ağır toplumun diğer katmanlarına yayılan korku malum: Bu hükümet 17 Aralık’tan sonra çok değişti!
Bu tespit doğru da olabilir, yersiz de çıkabilir.
Ancak asıl şaşırtıcı olan hükümetin bu algılamaya/izlenime karşı aldırmaz/duyarsız, hatta meydan okuyan tavrı, eleştiri tahammülsüzlüğü.
AKP iktidarını bugüne kadar yerleşik düzenle barışık kılan, parlamento içi ve dışı muhalefete karşı elini güçlendiren iki çıpa belliydi: AB ve IMF.
Oysa bugün Avrupa’ya meydan okuyor, IMF ile yeni stand-by’ı geciktiriyor.
Eskiden olsa, örneğin piyasalar tepki verir, işveren örgütleri hesap sorar, medya kıyameti kopartırdı.
Ama şimdi kimsenin çıtı çıkmıyor.
Zaten çıksa da dinleyen yok.
Çünkü öyle alıştık!
Son iki yıldır hiçbir önemli meseleyi tartışamadık.
Avrupa Birliği, Kürt meselesi, Ermeni iddiaları, Kıbrıs...
Hep daha yüce hedefler veya milli birlik ve beraberlik uğruna, kimi zaman iyi saatte olsunlar alınmasın diye kestirme kararlar desteklendi.
Muhalefet bastırma refleksinin iki sonucu bugün çok daha iyi anlaşıldı:
1) Hükümet iyice şımardı, 2) Muhalefete soyunan yalnız kaldı.
Bu teksesli toplumu bekleyen iki riski de sayalım:
AKP 17 Aralık’ta 28 Şubat sürecini noktaladı. Askeri siyaset dışı bıraktı. Acaba gerisini getirecek nefesi, niyeti var mı? Avrupa takıyyeye uyanırsa ne olur?
Hükümet, IMF anlaşmasını 17 Aralık tarihine birkaç gün kala sigorta gibi ilan etti, sonra ihtiyacı kalmadığını düşündü. Türkiye-ABD gerilimine paralel olarak IMF’nin tavrı da sertleşirse ekonomik faturası ağır olabilir.
Eğer Avrupa değerlerine bağlılıkta samimiysek, bilmeliyiz ki;
Devlet politikası vardır; ama bireyin, toplumun yoktur.
Toplumun doğru kararı çok propagandaya değil, çok seçeneğe bağlıdır.
Her sosyal düzenleme illa kanunla, kararnameyle yapılmaz.
* * *
Hikáye bu ya, Rusya’da karlar altında ilerleyen bir trende yakın tarihin dört lideri aynı kompartımanda buluşmuş: Lenin, Stalin, Brejnev ve Gorbi...
Tren dört kez kara saplanmış. İlkinde Lenin lokomotifin üstüne fırlamış, yolcuları harekete geçirip yolu açmış. İkinci seferinde Stalin yolcuların yarısını kesmiş, kalanlar korkuyla yolu temizlemiş. Brejnev kolayını bulup ABD’den yardım istemiş... Sıra Gorbi’ye gelince, Sovyetlerin son lideri yavaşça yerinden doğrulmuş, vagonun perdelerini kapatmış, ‘Yoldaşlar hep birlikte oturduğumuz yerde sallanmaya başlayalıın, tren gidiyormuş gibi yapalım’ demiş.
Kıssadan hisse:
Tren kara saplanmışsa perdeyi aralayana kızarlar.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2005
<B>12 </B>Eylül’ün başbakanı <B>Bülent Ulusu... Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, Recep Tayyip Erdoğan. 25 yıllık habercilik yaşamımda 8 başbakan gördüm, izledim.
O yüzden Recep Tayyip Erdoğan’ın, Güney Afrika gezisinin çay molasında rastladığı Sabah Gazetesi Ankara Temsilcisi Aslı Aydıntaşbaş’a uzun uzun gazetelerden şikáyet etmesi bendenizi hiç ama hiç şaşırtmadı.
Çünkü değil sadece 8 başbakan, geçen çeyrek asırda bu ülkede hükümet eden belki 300 küsuru aşkın bakandan pek azı medya ile iyi geçindi.
Erdoğan’ın 2.5 yıllık iktidarı, medya-hükümet ilişkileri açısından zaten çok parlak geçmedi. Medyadaki dört büyük gruptan üçünün TMSF ile irtibatlı olmasının yarattığı anomali bir yana... Başbakan’ın dar çevre referanslarıyla siyaset alışkanlığı her eleştiriyi düşman taarruzu sanma vehmine yol açtı.
Bütün bunlara rağmen medya-iş dünyası-hükümet üçgenindeki detant her ne kadar bazı çevrelerce ‘AKP’ye destek’ olarak algılansa da aslında bu zoraki nikáhın fevkalade mantıki sebebi/izahı vardı.
Hükümet -belki de başka türlüsünü beceremediği için- siyasette AB, ekonomide IMF otomatik pilotuna bağlandı. Türkiye, Özal’ın tek parti hükümetinden bu yana özlediği siyasi ve ekonomik istikrarı yakaladı!
Peki ya şimdi? Hükümet, IMF ile itişiyor, AB reformlarını savsaklıyor...
Ve dikkat edin, aynı süreçte hükümet-medya ilişkileri geriliyor.
Eğer hükümet sebep sonuç ilişkisini yanlış kurar, AB ve IMF rötarını telafi yerine medya ile kavga tuzağına düşerse, bu savaşın galibi olmaz.
Ama mağlubunun Türkiye olacağı kesindir.
Yazıya şahsi istatistikle başladık, öyle bitirelim.
Yine haberci olarak geçirdiğim çeyrek yüzyılda iki kez üst üste seçim kazanan tek bir başbakan çıktı: Turgut Özal.
Demek ki hükümeti beğenmeyen sadece medya değilmiş, asıl affetmeyen seçmenmiş!
Tarihi yeniden yazmak
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın dün tamamladığı Afrika gezisinde yakın tarih tartışması yaşandı. Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela’nın 1992 yılında kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü neden geri çevirdiği bu kez farklı gerekçelerle izaha çalışıldı... ‘Türkiye’nin, Afrika’nın baskıcı rejimlerine silah satması’, ‘Bugünkü Devlet Başkanı’nın Türkiye ziyaretine ilişkin skandal’ gibi.
1992 yazında Hürriyet’in Ankara Haber Müdürü’ydüm. Dosyayı gayet iyi hatırlıyordum; ama bu detayları asla. O yüzden arşive başvurdum. Nelson Mandela’nın ödülü geri çevirme gerekçesini ilk ağızdan tekrar okudum.
Bakın Mandela 18 Mayıs 1992 tarihinde Johannesburg’da Hürriyet’ten Faruk Zabcı’ya ne diyor: ‘Afrika’da milyonlarca kişi sadece derilerinin renginden ötürü köle muamelesi görüyor. Bu nedenle Kürtlerin çektikleri eziyeti görmezden gelmemiz mümkün değildir.’
Mandela’nın başında bulunduğu Afrika Ulusal Kongresi’nin sözcüsü Gill Marcus daha da ayrıntıya giriyor: ‘Türkiye ırkçılığa karşı mücadele eden bir barış savaşçısını (Mahmut Dikerdem) 12 yıl hapsetmiştir.’
Demek ki 27 yıllık esaretin ardından 1990’da hapisten çıkan, ülkedeki ırkçı beyaz rejimi kansız değiştiren Nobel Ödüllü Mandela ile Ankara arasında 1992 yazında patlak veren krizin iki sebebi, demokrasi eksikliği ile Kürt ipoteğidir. Ne mutlu ki aradan geçen 13 yılda Türkiye bu iki darboğazı da aştı. Gelinen noktayı takdir arzusunu anlamak mümkün... Ama yakın tarihi yeniden yazma gayreti... Moda tabiriyle şık durmuyor.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2005
<B>BERLİN<br><br>ALMANYA </B>Federal Meclisi’nin Türk kökenli milletvekili Dr. Lale Akgün (SPD) heyecanla 17 Mart’ı bekliyor. Çünkü Avrupa Birliği’nin, Hırvatistan hükümetine Bosna Savaşı suçlusu olarak aranan General Ante Gotovina’yı BM Mahkemesi’ne teslim etmesi için tanıdığı süre bu tarihte dolacak.
Hırvatlar, ülkede ulusal kahraman ilan edilen generali saklamaya devam ederlerse AB ile tam üyelik görüşmelerine başlamaları gecikecek.
Lale Akgün’ün kişisel tahmini, Hırvatların generali teslim etmeyeceği yönünde. Bundestag’ın Dış İlişkiler Komisyonu üyesi sıfatıyla son Zagrep ziyaretinde yaşadıklarını aktarıyor:
- Devlet Başkanı Stipe Mesiç’le görüşmemizde generalin durumu gündeme geldi. Mesiç hemen savunmaya çekildi. Ellerini iki yana açtı, ‘Nerede olduğunu bilmiyoruz ki teslim edelim’ dedi.
Buraya kadarı Hırvat ezberi. Ama Alman heyetini bekleyen asıl sürpriz, otele döndüklerinde gördükleri gazetenin manşeti.
Lale Akgün gülerek anlatıyor:
- Baktık ki manşete göre generalin eşi hamile. Ve haber sanki Hırvatlara yeni veliaht geliyor havasında verilmiş.
* * *
Siz bu satırları okurken bendeniz 15 günlük Almanya turunda bavul topluyor olacağım. Neler sığmadı ki bu iki haftaya...
Örneğin, Münih Belediye Başkanı’nın eşi ve Almanya’nın önde gelen fotoğraf sanatçılarından Edith von Welser’in Kapadokya fotoğraflarından oluşan sergisi. Türk-Alman Dostluk Federasyonu Başkanı Ali Kılıç’ın girişimiyle düzenlenen sergide rock konseri veren Alev. Babası Alman, annesi Türk sahne sanatçısı genç kızın İstanbul Türkçesi, aksansız Almanca ve İngilizcesiyle verdiği konseri tamamlarken tevazuyla gururu dengeleyen mesajı: ‘Yıllarca annemin elinden tutup geldiğim bu salonda kimi zaman bale, bazen konser izledim. Ama Nigel Kennedy ile aynı sahneye adım atabileceğimi, şarkılarımı söyleyebileceğimi hayal bile edemezdim.’
Alev hayata şanslı başlayıp talihini yeteneğiyle süsleyenlerden. Mannheim’da bir akşam yemeğinde buluştuğumuz Kadir Baklan, başarı hikáyesini gerçekten kan ve terle yazanlardan. İşe 20 yıl önce halde hamallıkla başlayan Baklan Ailesi bugün 1200 ayrı kalemde üretim ve dağıtım yapan Baktat şirketinin sahibi. Dört kardeşin yıllık cirosu 150-200 milyon Euro arasında değişiyor.
* * *
Almanya adına Hırvat savaş suçlusunu kovalayan Türk asıllı milletvekili. Münih’in en prestijli salonunda İngilizce rock konseri veren yarım kan Türk kızı Alev. Çankırı’dan hamallığa geldikleri Mannheim’da gıda imparatorluğu kuran Baklan Ailesi...
Sanki 20 yıl önceki korkularımın kanlı canlı tekzibi.
O tarihte gazetem adına Almanya muhabirliği yaparken gündemdeki tartışma, ‘Türklerin 100 yıl önce gelen Polonyalılar gibi asimile mi olacağı, yoksa toptan geri mi döneceği’ üzerineydi.
Bendeniz -tıpkı kendim gibi- döneceklerini, geri gönderileceklerini düşünürdüm. Yanıldım. Ama Türkleri Polonyalı sananlar da öyle...
Euro Türkler asimilasyonu aştı, entegrasyonun kapılarını zorluyor.
İlla teşbih gerekiyorsa, 1930’lu yılların ABD’sinde kabına sığamayan İtalyanlara benziyorlar.
Dediğim gibi yanıldım ve fakat fevkalade mutluyum.
Yazının Devamını Oku