5 Haziran 2005
DİYARBAKIR/İSTANBULGECENİN bir vakti kadim dostumla Diyarbakır’ın ışıl ışıl ve canlı sokaklarında dolaşırken soruyorum:- Yine çatışma haberleri geliyor bölgeden, büyük kentlere de sıçrar mı?Tereddütsüz, ‘Yok hiç sanmam, kırsalla sınırlı kalır’ yanıtını veriyor ve ekliyor: ‘PKK zaten askerle sıcak çatışmaya bile girmiyor, uzaktan kumandalı bomba/mayınla saldırıyor. Büyük kentlerde kan dökecek kadro hiç bulamaz.’* * *Ertesi sabah gazetenin aracını almak üzere Sanat Sokağı’ndaki yeraltı otoparkına indiğimizde şaşırıp kalıyorum. 400-500 metre uzunluğundaki koridorun iki yanı ağzına kadar ciplerle, sıfır kilometre otomobillerle dolu. Eskiden bölgede yeraltı sığınakları revaçtaydı. Bugünse yeraltı otoparkında yer bulunmuyor.Peki değirmenin suyu nereden geliyor?Daha bir önceki akşam Erbil’den dönen Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kudbeddin Arzu iki kaynak sayıyor: 1) Irak’la ticaret resmi rakamlara göre 1.8 milyar dolar. Ama nakit bazında bu rakamın üç katına kadar iş yapıldığını tahmin ediyoruz.2) Silahların susması, kırsal bölgedeki mermer yataklarının işletilmesine olanak sağladı. Geçen yıl 100 milyon dolarlık ihracat yapıldı.* * *Siverek mahreçli Anadolu Ajansı haberi: 55 yıllık aradan sonra ilçenin ilk barı törenle açıldı. Siverek’in Bucak soyadlı Belediye Başkan Yardımcısı diyor ki:- Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerde insanlar nasıl eğleniyorsa, Siverek’te yaşayan vatandaşlarımızın da aynı şekilde eğlenmeye ihtiyacı var.Bar işletmecisi ruhsat başvurusunda gerekçe sunuyor:- Eğlenmek isteyen Diyarbakır ve Gaziantep’e gidiyor.Apo’nun doğum yeri Siverek’ten gelen bar haberi, en az ‘çatışmada ölü ele geçen terörist’ bülteni kadar önemli. Çünkü bir yöredeki gayrimenkul fiyatlarıyla, eğlence temposu/harcamaları toplumsal görüş mesafesine işarettir. (Tarihi dipnottan hoşlananlar için: İlk Beyaz Rus revüsü Diyarbakır’a 1997 yılbaşında geldi. Haber her gazetenin birinci sayfasına girdi.) * * *Diyarbakır 1980’lerde kendi yağıyla kavruldu. 1990’larda Türkiye’nin gündemine oturdu. Bölgesel ağırlık kazandı. 2000’lerde ise Avrupa’ya koşan Türkiye’nin Avrupalı kenti oluyor. Yani artık aynı yöne bakıyoruz!Diyarbakır markası nasıl para edecek?Diyarbakır, acı serüveni sayesinde güçlü bir marka edindi. Nasıl paraya çevirebilir derseniz, birkaç önerimiz var:Üniversitenin İngilizce bölümlerine Irak, İran, Suriye gibi ülkelerden Kürt öğrenci çekerek.Sivil bir havaalanına kavuşursa bölgenin Avrupa/Asya’ya açılan kapısı ve alışveriş merkezi haline gelerek.Kaburgacı Selim Usta gibi tüm bölgeye satış potansiyeli taşıyan markaya sahipken yabancı köfte merakına düşmeyerek.
button
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
<B>AKP</B>’yi hem de tam kaçak Kuran kurslarına yeşil ışık yaktığı sırada merkez sağ parti ilan etmemiz aykırı bir başlık oyunu sanılabilir. Oysa maksadımız kara mizah değil, izninizle başlığı izaha çalışalım:
* Bizdeki merkez sağ partilerin Adnan Menderes’ten bu yana tarihi taktiği bellidir. Seçmene hoş görünmek adına Kuran kursu, imam hatip veya türban gibi meseleler -laik sistem şiddetli tepki verene kadar- istismar edilir.
* İktidar, laik tepki karşısında ya geri adım atar veya kaçınılmaz vetoya takılır. Seçmene ‘biz elimizden geleni yaptık; ama gördünüz izin vermediler’ mesajı yollanır. Kriz, sistem riskine yol açmadan atlatılır.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun söyleyin; AKP’nin son kararı bu taktiğin eseri değilse nedir? Hükümet kaçak kurslara Çankaya vetosu geleceğinin bal gibi farkında. Derdi sadece yandaşı birkaç gazetenin okurunun doldurduğu tribünlere oynamaktan ibaret.
* * *
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kaçak Kuran kursları kararını ‘Bu millet Müslüman’dır. Kendi kitabı Kuran’ı rahatlıkla öğrenebilir’ diye savundu.
Yani son düzenlemenin ihtiyaçtan kaynaklandığını ima etti.
Haklı mı, gelin rakamlarla analiz edelim.
28 Şubat kararları, Kuran kurslarında yapısal değişiklik yarattı:
1) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi Kuran kursuna katılmak için sekiz yıllık ilköğretimi bitirmek şartı konuldu.
2) Beşinci sınıfı bitirenlere Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaz aylarında düzenlediği Kuran kurslarına katılma imkánı/istisnası tanındı.
Tablodan da anlaşılacağı üzere, Diyanet’in resmi Kuran kurslarına yönelik talep geriliyor. Yani Başbakan’ın iddia ettiği gibi kursa gitmek isteyip de sokakta kalan yok, tam aksine;
Erkek öğrenci sayısı üçte bire geriledi.
Kız öğrenci sayısında çok az artış var.
Son 8 yılda binden fazla resmi kurs kapandı.
* * *
Başbakan ve hükümetinin niyeti gerçekten Kuran bilgisini yaymaksa, acaba neden Diyanet İşleri’nin resmi kurslarını daha cazip kılmıyorlar. Amaç, gençlerin dini bilgileri en emin kaynaktan teminini sağlamak değil mi?
Neden sokak aralarında açılan veya yaz kampı kisvesinde düzenlenen tarikat kurslarında, çoluk çocuk yaştakileri yalan yanlış bilgilerle, siyasi hurafelerle kandırmanın cezasız kalması isteniyor?
Din ticaretini bırakıp bu soruların yanıtını versinler.
* * *
Merkez sağ partiler din ipine ne zaman sarılır bilir misiniz? İç ve dış koşullar yüzünden iktidarlarını tehdit altında gördükleri zaman. Galiba AKP de artık AB ve IMF çıpasına bağlı iktidardan sıkıldı, bunaldı. Acaba bu yolun sonunda erken seçim mi gözüküyor?
Kuran kursları kapanıyor
1997 2005
Kurs sayısı 5.241 4.322
Öğrenci sayısı 177.120 155.285
Erkek 59.937 17.891
Kız 117.183 137.394
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2005
<B>İSMİNE</B> ilk kez <B>Red Kit</B> okurken rastladım. Üstelik annemin zoruyla, çizgi roman merakıyla okumayı söktüğüm 1960’ların başında değil, çok daha ileri yaşta. <B>Büyük İmparator</B> albümü (1979) üniversite yıllarımda çıktı. Maceranın kahramanı İmparator Smith -tıpkı Billy the Kid, Jesse James ve Dalton Kardeşler gibi- gerçek hayatın muzip karikatürüydü.
Red Kit yazar-çizerinin ilham kaynağı Joshua Norton, ABD’nin San Francisco kentine 30 yaşında ve o tarihte servet sayılacak 40 bin dolarla ayak bastı. Tüm parasını pirinç borsasına yatırdı. Beş yıl sonra beş parasız kaldı.
1859 yılında San Francisco kentinde imparatorluğunu ilan etti, I. Norton olarak tarihe küçük bir dipnot düştü.
Ölümüne kadar kaldırımları denetledi, binaları gezdi, kent polisine talimatlar yayımladı. Hatta kendi parasını bile bastı! 1880’de öldüğünde cenazesine 30 bin kent sakini katıldı. Bugün İmparator Norton, San Francisco’da ünlü bir İtalyan lokantasının adı. Norton’un ismi çikolatalı dondurma ve bira markası olarak da yaşıyor.
* * *
Peki ya Nikaragua Kralı William Walker’in adını duydunuz mu hiç? I. Norton’la aynı yıllarda yaşadı. 1.70 m. boyunda, 60 kiloluk bedeniyle iflah olmaz romantikti. Tüm Amerika kıtasının ABD’ye bağlanması gerektiğine inanırdı.
14 yaşında Nashville Üniversitesi’ne girdi, 19’unda doktor çıktı. 20 yaşında avukatlık stajını tamamladı. 23’ünde sağır ve dilsiz bir kız sevdi, bir yıl sonra sevdiğini koleraya teslim etti. Sonra fetih yollarına düştü.
29 yaşında topu topu elli adamla (Ölümsüzler diye anılır) California Körfezi’nin güneyine akın düzenledi, La Paz’ı aldı. Yetinmedi Sonora bölgesini işgal etti. Sonora Cumhuriyeti’ni kurdu, bayrağını çekti.
Walker ikinci seferi Nikaragua’ya düzenledi. İç savaşta tuttuğu tarafı iktidara taşıdı, kendisini Nikaragua Kralı ilan etti. ABD, Walker’ın yönetimini tanıdı ama yardımdan kaçındı.
İngilizler tarafından Nikaragua’dan sürülen Walker ve Ölümsüzler ekibi son şanslarını Honduras’ta denedi. İngilizler tarafından yakalanan Walker, 36 yaşında kurşuna dizildi. (Ayrıntılı ve eğlenceli bilgi için, William Walker’ın yaşamı ve ölümü, Patrick Deville, Sel Yayınları.)
Tarihçilere göre Walker fetihlerinde başarılı olsaydı;
1) ABD Başkanı tüm kıtaya hükmederdi, 2) Ama köleliğin devamından yana olan Walker’ın haritaya eklediği yeni eyaletler, kuzey-güney iç savaşında dengeyi bozar hatta güneyin zaferine bile yol açabilirdi!
* * *
Yakın tarih ve coğrafya kahramanlarına ilişkin hissiyatımız biraz karışık. Kızıl Elma peşinde Tacikistan’da can veren Enver Paşa’nın matemini tutuyoruz. Abdullah Öcalan’a kızıp, Saddam’ın halinden ibret alıyoruz.
30 yıl öncesini Che Guevara örneğini ne kadar da kolay unutuyoruz.
12 Mart’ta Che’nin kitabı yüzünden işkence gören, hapse düşenlerin çocukları bugün aynı gerilla liderinin ikon portresini şortlarında taşıyor. Çünkü Che artık yasaklı değil, marka. Zaten acılar unutulunca geriye ya marka kalıyor veya karikatür. Saddam’a ikincisi kısmetmiş. Çamaşır günü fotoğraflarına bakınca... İlk Körfez savaşından Bağdat hatırası Saddam saatimin antika primi yapması zor gözüküyor. Ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
<B>GÜNLERDİR</B> Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanmasına ilişkin sayısız yorum okudunuz. Kimisinde Anayasa hukukçusu yerine konuldunuz. Bazısında beyin yerine belkemiğiyle hareket etmeniz önerildi. Yerel tüketime dönük yorumlarda PKK’yı Türkiye’nin başına bela eden refleks hortladı, küresel dinamik yine ıskalandı.
Oysa Öcalan’la ilgili her meselede Avrupa’dan, Özbekistan’ın Fergana Vadisi’ndeki Hizbut Tahrir kamplarına kadar uzanan fay hattında biriken enerji hesaba katılmalı!
* * *
Türkiye ile Özbekistan Batı ittifakı açısından;
Terörle mücadelede cephe,
Rusya’nın güneye inme hevesine tampon iki kanat ülkedir.
11 Eylül’ün ardından ABD’nin yanında saf tuttular: 1) Ankara, Irak Savaşı’nda sıcak temastan son anda yaşanan tezkere kazasıyla kurtuldu. 2) Özbekler, Afganistan cephesinde ABD’ye üs verdi, toprağına asker kabul etti. 3) Her iki ülkede de ABD ile ittifak, İslami tabanı rahatsız etti, hatta terörist saldırıların bahanesini oluşturdu.
AKP’nin siyasi İslam mirası sır değildi; Özbekistan’da Kerimov’un yolsuzlukla anılan laik rejiminin baskıcı gücü de öyle... Herkes Türkiye’den korkarken fay hattı Özbekistan’da kırıldı. Özbekistan İslami Hareketi’nden, Hizbut Tahrir’e kadar uzanan yelpazedeki radikal örgütler Fergana Vadisi’nde yuvalandı. Hokand ve Andican’da merkezi hükümete karşı isyan çıkartacak güce kavuştu.
* * *
AKP iktidarı Kerimov’a benzer davransaydı, sonu farklı olmazdı inanın. Ama AKP’nin Avrupa ısrarı ve bu yoldaki demokratik açılımlar toplumun gazını aldı, fay hattındaki enerjiyi hasarsız boşalttı. Kerimov köşeye sıkışırken AKP 3 yılda iki seçim kazandı, başbakanı cumhurbaşkanlığı hesabı yapıyor.
Özetle, AKP Avrupa’ya yaklaştıkça Fergana tuzağından uzaklaşıyor.
Apo fobisi Avrupa hevesini kırarsa AKP’nin sırtındaki radikal kamburu büyür.
Sadece AKP’ye değil Türkiye’ye yazık olur.
Taşkent ne kadar uzak?
Özbekistan ile Türkiye’yi kıyaslamamıza şaşıranlara ve belki de itiraz edeceklere yakın tarihi anımsatmakta yarar var:
16 Şubat 1999 günü, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te patlayan bombalar ortalığı savaş yerine çevirdi. 13 kişi öldü, 124 kişi yaralandı. İslam Kerimov suikasttan kıl payı kurtuldu.
Suikast sanığı Rüstem Mamatkulov, Tahran üzerinden İstanbul’a kaçtı, 3 Mart’ta havaalanında yakalandı. Örgütün Dış İlişkiler Sorumlusu Zayiniddin Askarov iki gün sonra Fatih’teki örgüt evinde ele geçti.
Taşkent suikastının Türkiye’de yakalanan iki sanığı 7 Mart 1999 günü Özbekistan’a iade edildi. Taşkent’ten gelen haberlere göre daha ilk sorgularında suçlarını itiraf edip bir de sürpriz isim verdiler: Necmettin Erbakan.
Rüstem Mamatkulov sorgusunda, Erbakan’ın, örgüt lideri Tahir Yoldaşev’e 2 Temmuz 1997 günü 100 bin dolar para yardımında bulunduğunu ileri sürdü. Erbakan hakkında DGM’de soruşturma açıldı. Erbakan’ın kurmayları suçlamayı reddettiler.
Yani Taşkent, sandığınızdan daha yakın olabilir!
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
<B>İNGİLTERE</B>’de <B>Tony Blair</B>’in (İşçi Partisi’nin) zorlanarak da olsa üçüncü kez seçimi kazanması -<I>muhtemelen çoğu gibi</I>- aklıma CHP’nin halini getirdi. CHP Lideri Deniz Baykal’ın, Tony Blair’in ilk seçim zaferinin ardından bu köşeye yansıyan görüşlerini hatırladım.
1997 yaz başında Avrupa’da tam dokuz ülkede sosyal demokrat/sosyalist hükümet iktidardaydı. Türkiye’de 28 Şubat süreci beşinci vitesteydi.
Baykal, sıradaki Fransa ve Almanya seçimlerini de sol partilerin kazanacağını ve iktidar değişimini doğru tahmin etti. Ardından şu öngörüde bulundu:
- Şu anda yakaladığımız yükselen dalga ancak her on-on beş yılda bir gelir. 1970’lerde, 1973-77 seçimlerinde yakaladık ama kullanamadık. Sonra 1989’da yine yararlanamadık. Üçüncü şansımızı iyi değerlendirmemiz lazım.
(Hürriyet, 3 Haziran 1997)
Ne var ki, işler Baykal’ın beklediği gibi gitmedi.
CHP 1999 seçiminde bırakın iktidara gelmeyi, Meclis’e giremedi. 2002 seçiminde de DSP’nin toz duman olmasına rağmen yüzde 17’yi geçemedi.
* * *
İşçi Partisi’nin seçim zaferinde ekonomik performansın payı yüksek. Hatta Maliye Bakanı Gordon Brown’un önümüzdeki iki yıl içinde Blair’in yerine parti liderliği ve başbakanlığı üstlenmesi bekleniyor.
Alman ve İngiliz solcuları, sosyal piyasa ekonomisi evrimini tamamlarken CHP’nin devletçilik okundan vazgeçmemesi kimilerine göre (örneğin Taha Akyol, Milliyet 6-7 Mayıs 2005) büyük hata.
Üstelik galiba haklılar. Çünkü 8 yıl geriye dönersek, Deniz Baykal da partisinin seçim malzemesi olarak kullanabileceği iki ekonomik gerçeğe, yoksulluk ve yolsuzluğa dikkat çekiyordu.
Ne var ki CHP, merkez sağ-milliyetçi sol iktidar, ülkeyi tarihinin en derin krizine sürüklediği dönemde bile ekonomide alternatif olamadı.
Kemal Derviş’in liberal-sosyal sentezini benimsemek, geliştirmek belki de son fırsattı. CHP sadece dönüşüm fırsatını değil Derviş’i de kaybetti.
* * *
28 Şubat, ANAP’ın eski lideri Mesut Yılmaz’a göre Türk seçmenini ikiye ayırdı:
‘28 Şubat, Türkiye’de siyasi tercihleri iki kampa ayırdı. 28 Şubat’tan yana olanlar ve olmayanlar. 28 Şubat’tan yana görülenler DSP-ANAP-CHP, karşı tarafta ise Fazilet-DYP ve MHP. 55’inci hükümetin (ANASOL-D) kurulmasından bu yana yapılan ciddi araştırmalara baktığımız zaman oy kaymalarının bu blokların içinde olduğunu görüyoruz. Bloklar arası değil, aynı bloklar içindeki partiler arasında oy kayması gözleniyor.’ (Milliyet, 28 Nisan 1999)
Mesut Yılmaz’ın bu analizi 3 yıl sonra 2002 seçiminde de çalıştı:
28 Şubat mağduru AKP, aynı kamptaki DYP ve MHP’den oy çalarak zafere koştu.
DSP dağılınca CHP solda tek başına kaldı, ANAP zaten tükendi.
Bugünkü oy denklemine bakarsak;
Anketler oy pastasının yaklaşık dörtte üçünün 28 Şubat mağduru bloka yöneldiğini, sol oyların neredeyse dörtte bire gerilediğini gösteriyor. Dolayısıyla CHP yine iktidar alternatifi oluşturamıyor.
AKP’nin üstesinden gelemediği işsizlik sorunu var, ama CHP’ye yaramıyor. AB yolunda atılan adımların, demokratik açılımların yarattığı haklı veya haksız tepkiler CHP’den çok milliyetçi damarı besliyor.
Eğer sol gelecek seçimde de alternatif değilse... Sağın alternatifi yine sağ bir parti mi olacak? Yoksa 28 Şubat oy blokunda en büyük paya sahip AKP’nin alternatifi daha radikal bir parti mi çıkacak?
Siyaset daha da keskinleşirse AB ve IMF reformları nasıl yürütülecek?
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
İNGİLTERE’de Tony Blair’in (İşçi Partisi’nin) zorlanarak da olsa üçüncü kez seçimi kazanması -muhtemelen çoğu gibi- aklıma CHP’nin halini getirdi.CHP Lideri Deniz Baykal’ın, Tony Blair’in ilk seçim zaferinin ardından bu köşeye yansıyan görüşlerini hatırladım. 1997 yaz başında Avrupa’da tam dokuz ülkede sosyal demokrat/sosyalist hükümet iktidardaydı. Türkiye’de 28 Şubat süreci beşinci vitesteydi.Baykal, sıradaki Fransa ve Almanya seçimlerini de sol partilerin kazanacağını ve iktidar değişimini doğru tahmin etti. Ardından şu öngörüde bulundu:- Şu anda yakaladığımız yükselen dalga ancak her on-on beş yılda bir gelir. 1970’lerde, 1973-77 seçimlerinde yakaladık ama kullanamadık. Sonra 1989’da yine yararlanamadık. Üçüncü şansımızı iyi değerlendirmemiz lazım. (Hürriyet, 3 Haziran 1997)Ne var ki, işler Baykal’ın beklediği gibi gitmedi. CHP 1999 seçiminde bırakın iktidara gelmeyi, Meclis’e giremedi. 2002 seçiminde de DSP’nin toz duman olmasına rağmen yüzde 17’yi geçemedi. * * *İşçi Partisi’nin seçim zaferinde ekonomik performansın payı yüksek. Hatta Maliye Bakanı Gordon Brown’un önümüzdeki iki yıl içinde Blair’in yerine parti liderliği ve başbakanlığı üstlenmesi bekleniyor.Alman ve İngiliz solcuları, sosyal piyasa ekonomisi evrimini tamamlarken CHP’nin devletçilik okundan vazgeçmemesi kimilerine göre (örneğin Taha Akyol, Milliyet 6-7 Mayıs 2005) büyük hata. Üstelik galiba haklılar. Çünkü 8 yıl geriye dönersek, Deniz Baykal da partisinin seçim malzemesi olarak kullanabileceği iki ekonomik gerçeğe, yoksulluk ve yolsuzluğa dikkat çekiyordu.Ne var ki CHP, merkez sağ-milliyetçi sol iktidar, ülkeyi tarihinin en derin krizine sürüklediği dönemde bile ekonomide alternatif olamadı. Kemal Derviş’in liberal-sosyal sentezini benimsemek, geliştirmek belki de son fırsattı. CHP sadece dönüşüm fırsatını değil Derviş’i de kaybetti.* * *28 Şubat, ANAP’ın eski lideri Mesut Yılmaz’a göre Türk seçmenini ikiye ayırdı: ‘28 Şubat, Türkiye’de siyasi tercihleri iki kampa ayırdı. 28 Şubat’tan yana olanlar ve olmayanlar. 28 Şubat’tan yana görülenler DSP-ANAP-CHP, karşı tarafta ise Fazilet-DYP ve MHP. 55’inci hükümetin (ANASOL-D) kurulmasından bu yana yapılan ciddi araştırmalara baktığımız zaman oy kaymalarının bu blokların içinde olduğunu görüyoruz. Bloklar arası değil, aynı bloklar içindeki partiler arasında oy kayması gözleniyor.’ (Milliyet, 28 Nisan 1999)Mesut Yılmaz’ın bu analizi 3 yıl sonra 2002 seçiminde de çalıştı:28 Şubat mağduru AKP, aynı kamptaki DYP ve MHP’den oy çalarak zafere koştu.DSP dağılınca CHP solda tek başına kaldı, ANAP zaten tükendi. Bugünkü oy denklemine bakarsak; Anketler oy pastasının yaklaşık dörtte üçünün 28 Şubat mağduru bloka yöneldiğini, sol oyların neredeyse dörtte bire gerilediğini gösteriyor. Dolayısıyla CHP yine iktidar alternatifi oluşturamıyor. AKP’nin üstesinden gelemediği işsizlik sorunu var, ama CHP’ye yaramıyor. AB yolunda atılan adımların, demokratik açılımların yarattığı haklı veya haksız tepkiler CHP’den çok milliyetçi damarı besliyor.Eğer sol gelecek seçimde de alternatif değilse... Sağın alternatifi yine sağ bir parti mi olacak? Yoksa 28 Şubat oy blokunda en büyük paya sahip AKP’nin alternatifi daha radikal bir parti mi çıkacak?Siyaset daha da keskinleşirse AB ve IMF reformları nasıl yürütülecek?
button
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2005
<B>DÜNYA</B> kamuoyunda Irak Savaşı, ABD’nin enerji yolları haritasını yeniden çizme/koruma/kollama hevesine bağlandı. Çünkü; Afganistan işgali ABD’ye, Kafkasya’dan Çin ve Hindistan’a kadar uzanan kritik eksende egemenlik tanıdı.
Takip eden Irak Savaşı, bu ülkenin petrol yataklarının yanı sıra Suudi Arabistan ve Kuveyt’e imtiyazlı komşuluk hakkını getirdi.
Ancak bu güvenli senaryoya uymayan, hatta aykırı düşen çok önemli bir parametre var: Petrol fiyatı. Son bir yılda petrolün varil fiyatı yaklaşık yüzde 50 yükseldi. Petrol fiyatı artınca;
Dünya ekonomisi -ABD dahil- yavaşladı.
Enflasyon korkusu -ABD’de bile- hortladı.
Güvenli ve özgür dünyanın önderi konumundaki ABD’ye emanet edilen enerji yollarından neden ucuz petrol akmıyor... Sebebi muhtelif.
Kimilerine göre Çin ve Hindistan’daki büyümeye bağlı yüksek talep, fiyatı tırmandırdı. Petrol üretimi talebe göre biraz gecikmeli de olsa artınca fiyatlar 30-40 dolarda dengelenecek.
Bush yönetiminin estirdiği savaş rüzgárları, borsa ve para piyasalarına pek yaramadı. Spekülasyon altın ve petrole kaydı.
Dünya meselelerini tek sebep-sonuç ilişkisiyle izah gayreti abestir. Ama bu noktada petrol fiyatını yükselten siyasi ve ekonomik sebepleri bir yana bırakarak şu soruyu yöneltmek hakkımız değil mi?
- Irak’ın yeni efendisi, ucuz petrol istiyor mu?
BBC’nin Newsnight haber programına yansıyan bilgiler, ABD yönetiminde ucuz petrol konusunda ciddi bir güç savaşı yaşandığını ortaya koyuyor.
* * *
BBC’nin saygın haber programına göre Irak petrolü üzerine hesaplar savaştan iki yıl önce yapıldı. Paul Wolfowitz’in başını çektiği neo-con (yeni muhafazakár) kurmay heyeti için Irak’la savaş kaçınılmazdı.
Irak petrolü tabii ki bu savaşın ödülüydü; ama aynı zamanda ABD açısından daha önemli bir cephede stratejik mühimmat olarak da kullanılabilirdi. Eğer Irak petrol sahaları özelleşir ve büyük şirketlerin yönetiminde üretim katlanırsa iki muhtemel sonucu olurdu:
1) ABD’nin 1970’lerden itibaren kuşkuyla baktığı OPEC tekeli kırılır,
2) Petrol fiyatı ucuzlayınca ABD ve müttefikleri kalkınır, refah içinde yaşardı.
Ancak bu senaryoya iç ve dış muhalefet çok güçlüydü:
Iraklı direnişçiler daha yenilginin ilk haftasında, ‘Irak sadece özgürlüğünü değil petrolünü de kaybetti. Ülke petrolü birkaç zengine peşkeş çekilecek’ propagandası başlattı. Direnişin ilk safhasında petrol tesislerinin hedef seçilmesi bu yüzdendi.
ABD adına Irak petrollerinin yönetimini üstlenen emekli Shell tepe yöneticisi Philip Carroll, özelleştirme planını peşinen reddetti, ‘Amerikan şirketleri Irak petrolünün özelleştirilmesi planını kabul edemez’ restini sadece yönetime iletmekle kalmadı, kameralar önünde tekrarlamaktan kaçınmadı.
Sonuç olarak, ABD petrol şirketleri kazandı, OPEC tekeli korundu, fiyatlar yükseldi, kárlar şişti. Kaybeden, dünya ekonomisi ile Dünya Bankası’na tayini çıkan Wolfowitz oldu.
* * *
Trilyonlarca dolarlık petrol oyununda savaş öyle kolay bitmez.
Tam ‘Irak petrollerinde özelleştirme planı çöpe gitti’ derken Irak’ta yeni hükümet açıklandı ve Ahmed Çelebi Petrol Bakanlığı’na atandı.
Çelebi, Saddam döneminde Irak muhalefetinin önde gelen isimleri arasında gösterilir, ABD’den milyonlarca dolar yardım alırdı. Ancak son yıllarda yolsuzluk suçlamalarıyla ABD’de gözden düştü.
Muhteşem geri dönüşünün farklı sebepleri olabilir... Ama Çelebi’nin Irak petrolünün özelleştirilmesi projesinde daha ilk günden itibaren yer alması da ilginç bir detay sayılır öyle değil mi?
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2005
<B>YAZININ</B> başlığındaki klişeyi tekrara, malumu ilama acaba neden sürekli ihtiyaç duyarız? Daha da önemlisi, bakiye yüzde 1’den neden korkarız? Kimdir yüzde 99 gibi kahir (ezici) ekseriyete meydan okuyan, tehdit yaratan: Rum, Ermeni, Musevi, Sabetayist, Süryani, Yezidi, Bahai ve diğerleri.
* * *
10 yıl kadar önce Yunanlı yazar Yorgo Andreadis’in yazdığı ‘Gizli Din Taşıyanlar’ isimli kitap gündeme oturdu.
Yazar, Gümüşhane yöresinde Rumca Kromni diye anılan bölgede yaşayan Pontus várislerinin yüzyıllarca süren ikili yaşamını aktardı.
Kitaptaki belge ve fotoğraflara göre, muhtemelen vergiden korunmak üzere Müslümanlığı kabul etmiş izlenimini veren, Türkçe isim alan yüzlerce aile, ev kiliselerinde saklı ibadetlerini sürdürdü. Ta ki Tanzimat Fermanı’yla (1856) gerçek dinlerini açıklayıp bölgeden göç edene kadar.
Peki yüzde 99’u Müslüman bu ülkede ibadet özgürlüğünü yeterli görmeyen, laik cumhuriyete küskün İslami kanaat önderleri bu kitaba ne tepki verdi dersiniz? Yüzyıllarca gizli dinlerini saklamak zorunda kalan azınlığa acıdılar mı, baskıyı, yobazlığı kınadılar mı, yok hayır! Tam aksine kitap ve yazarı Pontus tehdidinin/paranoyasının parçası olarak algılandı, dışlandı.
* * *
2000’lerin cadı avı, bir bireyin dinini arayışı ile başladı:
Müslüman bir baba ile Sabetayist annenin oğlu Ilgaz Zorlu, nüfus káğıdındaki din hanesini ‘Musevi’ olarak değiştirmek istedi. Ama Hahambaşı, Ilgaz Zorlu’yu Museviliğe kabul etmedi, mesele mahkemeye yansıdı, aleniyet kazandı. Nüfus káğıdında ‘Müslüman’ yazan Zorlu, mahkeme dilekçesinde şu soruyu yöneltti:
‘Yahudi kanı taşıyorum. Hayatımı Moşe’nin getirdiği ilahi şeriata göre, Tora’ya göre tanzim ediyorum. Koşer bir hayat yaşıyorum. Hal böyle iken siz beni Musevi kabul etmeyeceksiniz, Müslümanlar nasıl ve niçin Müslüman kabul etsin. O zaman ben kimim, neyim ve özüme nasıl dönebilirim?’
* * *
Ilgaz Zorlu, özlediği dinine mahkeme kararıyla 2001 Şubat ayında kavuştu, nüfus káğıdına Musevi yazdırdı. Böylece yüzlerce yıllık iki tabu yıkıldı:
1) Türkiye’de ilk kez bir Sabetayist, Musevi dinine kabul edildi. 2) Hahambaşı ve 2’nci Bayezid’in 1492 mutabakatı çiğnendi, bir Müslüman, Museviliğe geçti.
Böylece gizli din paranoyasının son bulması gerekirdi, öyle değil mi?
Artık Sabetayistler Müslüman gibi davranmak zorunda değildi, dileyen Museviliğe geçebilir, dinini/ibadetini özgürce yaşardı.
Oysa gizli din avcılarına bu kadarı yetmedi. Yüzlerce makale, kitap yayınlandı. Onlarca aile ismi verilerek Sabetayist ilan edildi. Dini miras adeta suç sicili sayıldı, çamur atmak için kullanıldı.
* * *
Berberoğlu (cumhuriyetten önce Berberzade) soyadının geçmişi, vakıf kayıtlarında 200 yıl geriye kadar takip edilebiliyor.
Dedem İzmir’de Rufai ve Kadiri tekkesinin şeyhiydi, babam imanlı bir sosyalist. Ablam siyasete hiç bulaşmadı, bendeniz tescilli sosyal demokratım.
Şimdi gelin bu ailenin siyasi ve dini çizgisini, soyağacı veya kan bağıyla izaha yeltenin, mümkün mü? Ama Sebatayizmin kalıtımsal hastalık gibi miras kaldığına, ailenin her ferdine bulaştığına kolayca inanıyoruz, ayıp değil mi?
Fakat daha da önemlisi, yüzde 99’u homojen bir toplumun kendine güvenine uygun davranmıyoruz, çoğunluğun yarattığı gücün ikizi olması gereken olgunluğu göstermiyoruz. Azınlıktan, daha da doğrusu farklılıktan korkuyoruz, yazık!
Yazının Devamını Oku