Enis Berberoğlu

Tek ekonomi, tek vergi

25 Eylül 2005
<B>HERHALDE</B> <B>‘tek ülke, tek ulus, tek lider’</B> sloganını -ve belki de sonuçlarını?- anımsattığı için Alman seçmenler, <B>Angela Merkel</B>’in finans dehası/beyninin yarısı <B>Paul Kirchof</B>’un <B>‘tek vergi’</B> fikrinden fena halde ürktü. Öyle ki Gelir Vergisi’ni tek orana, yüzde 25’e çekmeyi (şu anda en yüksek dilim yüzde 42) öneren 62 yaşındaki anayasa/vergi uzmanı, seçim hezimetinin tek sorumlusu ilan edildi.

* * *

OYSA Gelir Vergisi’ni tek ve düşük orana indiren, karmaşık istisnaları kaldıran ülke kazanıyor. Vergi jargonunda ‘flat tax’ olarak anılan tek ve düşük oran modasını 1994 yılında küçük bir Baltık ülkesi Estonya başlattı, ertesi yıl Letonya devam ettirdi. Tabloda da görüldüğü gibi Rusya ile diğer eski Doğu Bloku ülkeleri, 2000’li yıllarda aynı sisteme geçti.

* * *

FRANSA’da 2007 yılında 7 basamaklı Gelir Vergisi’nde iki dilim azalıyor, vergi istisnası 9 bin 400 dolarla sınırlanıyor. İngiltere’de muhafazakár muhalefet, üç dilimli vergi sistemini tek oranlı hale getirmeyi öneriyor. Ama gelişmiş ülkelerde tek oranlı Gelir Vergisi’ne geçmek çok kárlı gözükmüyor. Çünkü kaçak az olduğu için, oran indirimi vergi hasılatını fazla yükseltmiyor.

* * *

TÜRKİYE
’de vergi tabanı üç büyüklerden çok eski Doğu Bloku’nu andırıyor. Örneğin, Gelir Vergisi’nde beyannameli mükelleften bir YTL toplanıyorsa, ücretliden on YTL kesiliyor. (Hoş artık onlar da uyandı, ücreti düşük gösterip vergiden kaçınıyor.) Dolayısıyla Gelir Vergisi’nde tek ve düşük oranlı bir sistemin tartışılmasında fayda var.

* * *

TEK ve düşük oranlı vergiyle; 1) Mükellef daha düşük vergiyle ağır kaçakçılık cezasını kıyaslar, kayıtdışı azalabilir. 2) Yüksek ücretliler gerçek beyana yönelir, hasılat artabilir. 3) Yabancı sermaye basit vergiyi sever, yatırımlar artabilir. 4) İstisnalar kalkar, adalet artar.

Başbakan daha fazla, iş dünyası daha düşük oran istiyor.

Orta yol belki de tek ve düşük oranlı vergiden geçiyor.

Ne dersiniz; düşünmeye, tartışmaya değmez mi?
Yazının Devamını Oku

Türkiye kaç para eder?

18 Eylül 2005
<B>ÖNCE</B> Telekom, ardından Tüpraş, son olarak Galataport. <br><br>Türkiye’nin fiyatı sanki kanatlandı uçuyor. Tüpraş’ın bedeli piyasa değerinin iki misli, Galataport’ta ilk teklif ikinciyi katlıyor.

Ekonomiyi maç yayını gibi özelleştirme ihaleleriyle takip edenler, bu fiyatlara haklı olarak şaşırıyor.

Oysa farklı rakam ve analizler de gösteriyor ki, bu fiyatlar ne sürpriz, ne de sanal!

* * *

Bir ev alırken fiyatını kıyaslamak için mahallesine bakarsanız, öyle değil mi?

Peki Türkiye’deki şirketler ucuz mu, yoksa pahalı mı?

Bu soruya yanıt açısından makul bir ölçü İstanbul Borsası’nda aranabilir.

Gelin Türkiye’nin şirket dünyasının piyasa değerine bakalım. (Yani Borsa’da işlem gören şirketlerin halka açık bölümlerinin toplam değeri.) Bu rakamın milli gelir içindeki payı 2005 yaz ortasında yüzde 31... Geçen yıla göre hiç değişmedi.

Eğer şirket fiyatları ekonomik büyümeyi aşan ölçüde şişseydi, bu oran yükselirdi.

Mesela, 1999 sonunda Borsa’da yaşanan çılgın rallideki gibi: O tarihte piyasa değerinin milli gelire oranı yüzde 78’di.

Bugünkü piyasa değerinin milli gelire oranıysa 2001 kriz yılının bile altında.

Demek daha gidecek yol var. Yeter ki IMF ve AB çapaları yerinden oynamasın.

* * *

Türkiye’nin fiyatı artarken, bu bedeli ödemeye razı olanlar da eksik değil.

Temmuz 2005 itibarıyla 12 aylık dönemde Türkiye’ye giren yabancı sermaye miktarı 35 milyar dolar.

Bu rakamın 20 milyar dolarlık bölümüyle cari açık finanse edildi, kaldı geriye 15 milyar dolar.

Bankalar ucuz dövizle 8.5 katrilyon TL konut kredisi açtı. Emlak fiyatları tırmandı.

* * *

Türkiye, özelleştirme ihaleleri sayesinde ‘stratejik yatırımcı’ ile tanıştı.

Stratejik yatırımcı, günlük hesap yapandan farkını ortaya koydu.

Siz-ben gideriz devlet tahvili, hisse senedi, döviz alırız.

Bir yıl sonra satıp ev-otomobil almayı, çocuğun düğün masrafını düşünürüz.

Stratejik yatırımcı, ismi üstünde stratejik mal alır, on yıllara uzanan hesap kitap yapar.

Son ihalelerde Türkiye’de eşi benzeri olmayan, stratejik şirketler satıldı.

Stratejik yatırımcı uzun vadeli hesapla, düşen risk primiyle benzersiz fiyat verdi.

* * *

Türkiye’nin taşı-toprağı, şirketi değer kazanıyor.

Dünyada gelişmekte olan ülkelere akan her 10 dolardan biri Türkiye adresli.

Ama nedense Türkiye’nin kredi notu artmıyor.

Eğer cari açık ve siyasi riskler azalır reytingimiz artarsa, bu fiyatlar daha da yükselir.
Yazının Devamını Oku

Evli kadına boşanma öncesi 5 mali tavsiye

4 Eylül 2005
<B>WSJ</B>’deki makalenin başlığı tam bir Amerikan klasiği: <B>‘Nikáhtan sonra kaçınılması gereken beş hata.’</B> Makalede yeni evli çiftlere -özellikle kadınlara- boşanma halindeki mali riskler anımsatılıyor, yol yakınken tedbir öneriliyor.

* * *

Madde bir: Ekonomik kimliğini kaybetme!

Çoğu kadın, gelir sahibi olmasına rağmen evlilik sonrasında eşinin kredi kartıyla yetiniyor. Ek kart kullanıyor. Boşanma halinde sistemde kadının kredi performansına dönük veri olmadığı için kart çıkartmakta bile zorlanıyor, düşük limite rıza gösteriyor.

Öneri: Karı ve kocanın ayrı kredi kartları olmalı. Banka hesapları da ayrı tutulmalı; istenirse üçüncü ve ortak bir aile hesabı açılmalı.

* * *

Madde iki: Yaşlılık günlerini planla!

Evli çiftlerde daha çok erkeğin emeklilik planı için tasarruf ediliyor. Yolun yarısında gelen boşanmada kadının sosyal güvencesi kalmıyor.

Öneri: Kadının ayrı bir emeklilik hesabı olmalı.

* * *

Madde üç: Boşanırken evini kaptırma!

Karı-koca birlikte edinilen malların ve özellikle ev/evlerin paylaşımı sorun yaratıyor.

Öneri: Mal paylaşımı anlaşması yapın.

* * *

Madde dört: Kariyerinden asla vazgeçme!

ABD’de ev kadınlarının sayısı son on yılda yüzde 15 arttı. Evlilik uğruna kariyerlerine ara veren kadınlar, boşandıktan sonra iş bulmakta zorlanıyor.

Öneri: Kariyere her an geri dönebilmek için mesleki çevrenden kopma, hayır işleri bile sosyal bağları güçlendirir, sakın unutma.

* * *

Madde beş: ‘Paradan hiç anlamam’ deme!

Çiftler aile bütçesini, borçları ve yatırımları birlikte tasarlamalı. Aksi halde ayrılık halinde tatsız sürprizler yaşanabilir.

Öneri: ‘Paradan hiç anlamam’ demek mazeret sayılmaz. Her türlü mali karar birlikte alınmalı, alım-satımlarda mutlaka iki taraf da hazır bulunmalı.

* * *

Peki bu reçeteye göre Türk kadınının mali risk haritası nedir?

Bankalar Birliği, Bankalararası Kredi Kartları Merkezi ile Doğan Emeklilik’ten sağladığımız verilerle bu sorunun yanıtını aradık. Bakın neler çıktı:

1) Türk kadınının kredi kartı var:

Bankalararası Kredi Kartı Merkezi verilerine göre, toplam kart sayısının yüzde 49’u kadınların adına. Kadınların kredi kartı sayısı neredeyse erkeklere eşit.

Daha on yıl önce kadınların kredi kart pazarındaki payı sadece yüzde 30 düzeyindeydi. Kadınlar daha çok eşlerinin ek kartını kullanırdı.

Ama bugün ek kart istatistikleri de değişti. Bir karta bağlı ek kart sayısı üçken, ikiye indi. Yani kadın hatta çocuklar bile kendi kartına kavuştu.

2) Türk kadını emekliliğine hazırlanıyor:

Bireysel emeklilik hesaplarında 533 bin kişinin 700 milyon YTL’den fazla tasarrufu yatıyor. Bu sistemi tercih edenlerden yüzde 38’i kadın.

25-45 yaş grubunda 150 bin kadın prim ödüyor. Aynı yaş grubunda prim ödeyen erkeklerin sayısı 250 bin, yani sadece 100 bin kişi fazla.

* * *

Özetle, kariyeri olan Türk kadınının kartı da var, adı da, geleceği de!
Yazının Devamını Oku

Surp Agop mezar kardeşliği

28 Ağustos 2005
<B>13 NİSAN</B> (eski takvimle 31 Mart) 1909 sabahı Taşkışla’daki (bugünkü İTÜ binası) Avcı Taburu ve ardından Hassa Ordusu ayaklandı. İttihatçı subaylar öldürüldü veya teslim alındı. Erbaş, ‘Şeriat isteriz’ diye sokağa döküldü.

İstanbul’daki azınlık temsilcileri ile İttihatçı şeflerin korkusu ortak, işbirliği kaçınılmazdı:

Ermeni Taşnak partisi yöneticileri ile İttihatçı kadrolar, Ermenilere ait Tokatlıyan Oteli’nde buluştu. Taşnaklar Selimiye’deki isyanı bastırmak üzere 550 kişilik silahlı birlik kurdu.

Diğer bir Ermeni partisinin üyesi Hınçak doktorlar çatışmalarda yaralı askerlere bakacak ekip oluşturdu. Selanik’ten İstanbul Yeşilköy’e bir haftada ulaşan Hareket Ordusu’nu Ermeni kadınlar askerlere çiçek atarak karşıladı.

Taşkışla’daki isyanı bastırırken şehit düşen Hareket Ordusu askerleri, Hıristiyan gönüllüler ve çatışmada ölen asiler gece karanlığında aynı mezarlığa gömüldü. Surp Agop Mezarlığı (bugünkü Divan Oteli’nin yerindeydi) hepsinin ortak mekánı oldu.

Enver Bey, Surp Agop’ta mezar başında yaptığı konuşmada, ‘Müslüman ve Hıristiyanlar yaşarken ve ölürken, hiçbir ırk ve inanç ayrımı tanımayan yurtsever arkadaş olduklarının nişanesi olarak burada yan yana yatıyorlar’ ifadesini kullandı. (Kaynak: Ermeniler ve İttihat Terakki, Arsen Avagyan, Gaidz F. Minassian.)

* * *

Türkiye bu olaylardan 100 yıl sonra Ermeni meselesini tartışıyor.

Daha doğrusu taraflar tartışır gibi gözüküp önyargılarını, refleks tepkilerini kusuyor.

Ne yazık ki Surp Agop Mezarlığı kardeşliği gibi örneklere ortak tarihimizde az rastlanıyor.

Oysa sadece bir haftalık bu süreçten çıkarılacak o kadar çok ders var ki:

Mesela, Ermeni dostlarımız -tıpkı 100 yıl önce olduğu gibi- kabul etmelidir ki, laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası Ortadoğu din mozaiğinin teminatıdır. İnanmayan, yanı başımızdaki Irak’taki mezhep kavgalarına, Süryani ve Musevi kıyımına baksın, İran’daki yobaz rejimi düşünsün. Hatta Rus coğrafyasındaki toplama kamplarını hatırlasın. 82 yıllık Cumhuriyet’te bu insanlık ayıplarından hiçbirisinin yaşanmamış olması sadece rastlantı mı sanıyorsunuz?

Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, kamuoyunu yönlendirenler de her Ermeni tartışmasında İttihatçı refleksiyle tepki vermekten vazgeçmelidir. Unutmayın ki Cumhuriyet’in kurucuları sadece Osmanlı mirasıyla mesafeyi korumakla kalmadı; İttihatçıları yargılayıp asan da aynı kuşaktır. Kemalist ideolojide ne sınır ötesi hayallere yer vardır, ne de çetelere, yargısız infazlara.

Darbecilik geleneği açısından İttihatçılarla akrabalık hisseden ulusal solculara gelince... Laikliğin sloganla değil, etnik ve dini zenginlikle korunup kollanacağını anlamaları halisane dileğimizdir.
Yazının Devamını Oku

Adına sorun derseniz çözümü de siyasi olur

14 Ağustos 2005
<B>EĞER</B> bir dil sürçmesi veya yaklaşan seçimlere dönük halkla ilişkiler kampanyası değilse... Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Güneydoğu krizini, ‘Kürt sorunu’ olarak tarifi en kritik virajdır.

Sakın bir kelimeden ne çıkar demeyin, çünkü;

SİYASİ ÇÖZÜM

‘Güneydoğu sorunu’
sınırlı bir coğrafyada -ki kastedilen eski OHAL haritasıdır- yaşanan terör olaylarından ibarettir. Oysa en yetkili ağızdan ‘Kürt sorunu’ kavramı duyulunca adres değişir. Bir avuç teröristin, dağ kadrosunun hakkından gelmeye sadece polis ve asker gücü yeter. Ama milyonlarca Kürtün sorununu doğaldır ki ancak siyaset çözer. Yani ‘Kürt sorunu’ diyen mutlaka bu soruna ‘siyasi çözüm’ aramalıdır, aksi halde samimi değildir!

SINIR ÖTESİ MUHATAP

Belki kara mizah örneği olacak ama... Terörle mücadelede sınırlarına sığmak istemeyen Türkiye Cumhuriyeti, Kürt sorununun hallinde sınırötesi muhatapları karşısında bulacaktır. Kürt nüfusun yaşadığı Irak, İran ve Suriye Türkiye’nin yeni açılımından mutlaka etkilenecektir. Bu ülkeler ve Batılı kamuoyu bazen müttefik kimi zaman muhalif taraf sıfatıyla müdahil olacaktır... Yani ‘Kürt sorunu’ denilince meselenin uluslararası boyuta taşındığının bilincine varılmalıdır, aksi cehalettir.

* * *

Sorunun etiketinin değişmesiyle işlerin bu kadar karmaşık hal alacağına inanmayabilirsiniz.

Hele üstelik bir de ‘Kürt’ lafına alerjiniz varsa tepeniz atabilir. O yüzden gelin düşünce egzersizi yaparken Türkiye etnik mozaiğinin bir başka parçasını örnek seçelim.

Mesela Azerileri... Aslında Boşnaklar da olabilirdi, Çeçenler veya Abhazlar da. Ama hayali örneğimizde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, bir grup aydınla sohbetinde, ‘Memlekette Azeri sorunu var’ demiş olsun. Devamı nasıl gelir dersiniz?

Türk Silahlı Kuvvetleri ertesi gün şafakla birlikte Bakü’ye mi yürür?

İran’da örneğin Tebriz’de yaşayan Azeriler ne düşünür, nasıl tepki verir?

Rusya ve ABD, petrol tüketicisi Batılı kamuoyu nasıl bir politika izler?

En önemlisi Azeri sorunu sadece Iğdır ve Kars’a hapsolabilir mi... Etle tırnak kadar yakın yaşayan Türk ve Azerilerin anlaşmazlığı büyük kentlere de sıçramaz mı?

Şimdi size haklı olarak saçma gelen bu sorulardaki Azeri kelimesini Kürtle değiştirin...

Tek bir kelimeyle hissiyatınız ve bakışınız da aniden değişti öyle değil mi?

Türk ordusunun Kandil’e yürümesi nihai çözümün en önemli parçası gibi gözüküyor bu yeni ruh halinizde. İran’da veya Suriye’de yaşayan Kürtler zaten umurunuzda değil. Petrol zengini topraklarda yeni ve kanlı savaşın uluslararası sonuçlarını hesaba da gerek yok.

Zaten İstanbul da Diyarbakır’dan çok uzak!

Gördünüz mü yine geldik dayandık, sadece bir kelimenin gücüne, yarattığı farka.

‘Güneydoğu sorunu’ desek başka, ‘Kürt sorunu’ desek başka çözüm gerekiyor.

* * *

Büyük resme alışmaya başladıysak, barış ödüllü soru da bellidir:

- Türkler ile Kürtler bu coğrafyada ortak mıdır, yoksa rakip/düşman mı?

‘Ortaktır’
diyenlerle haftaya yeni fırsatları tartışacağız. ‘Düşmandır’ diyenlerse nefret tacirlerini izlemeye devam edebilir.
Yazının Devamını Oku

3 Ekim risk haritası

7 Ağustos 2005
<B>TÜRKİYE</B>’de belki de son 20 yıldır rastlanmamış ölçüde iyimserlik hakim. <br><br>Haklı iki gerekçesi var: AB ve IMF çıpası... Peki 3 Ekim yaklaşırken hiç mi risk yok? İşte size iki aylık risk haritası:

MÜZAKERE TAKVİMİ

Durum
: AB ile müzakereler muhtemelen 3 Ekim’de başlayacak, ancak Fransa’dan ‘Önce Rumları tanıyın’ baskısı artıyor, AB Dışişleri Bakanları Türkiye’nin ek protokol deklarasyonuna karşı çıkabilir.

Risk: Asıl risk azınlık mallarında yatıyor. Bu malların bir bölümü Hazine’ye geçmiş ve satılmış durumda. Yeni sahiplerinden geri alınması mümkün değil. İade yerine tazminat ise kaynak gerektiriyor. AB 3 Ekim’den sonra bu alandaki gelişmeyi yetersiz bulabilir, müzakere zora girer.

TERÖRLE MÜCADELE

Durum:
Genelkurmay, Başbakan’a terör brifinginde kısmi OHAL ilan edilmesi talebinde bulundu, asker-sivil koordinasyonu için Başbakanlığa bağlı terör müsteşarlığı kurulmasını önerdi. Her iki öneri de hükümet tarafından ‘AB sürecini tehlikeye sokar’ gerekçesiyle geri çevrildi.

Risk: Yüksek Askeri Şûra geride kaldı, terfiler belli oldu, askerin eli güçlendi. Görev devir teslim törenleri gövde gösterisine dönüşebilir. Eylül ayında asker, terör yasasında talep ettiği değişiklikleri kamuoyuna duyurmak amacıyla 28 Şubat’ı andıran brifingler verebilir.

IMF ŞARTLARI

Durum:
IMF ile stand-by imzalandı ama daha ilk gözden geçirmede rötar çıktı. Meclis tatilde olduğu için IMF’ye verilen sözlerin yerine getirilmesi ikinci gözden geçirmeye de yetişmeyebilir. Piyasa henüz IMF ile yaşanan gecikme ve gerilimi fiyatlamadı.

Risk: AKP milletvekilleri Meclis tatilinde seçim bölgelerinde işsizlik ve ekonomik durgunluk şikáyeti ile karşılaşıyor. Tatil dönüşü IMF talepleri doğrultusunda oy kullanmakta zorlanabilirler. Hükümet AB’ye güvenerek reform sürecini rölantiye alırsa IMF çıpası yerinden oynar.

Kurun tek ilacı AB mi?

MERKEZ Bankası’na göre YTL son 25 yılın rekorunu kıracak ölçüde değerli. Döviz giriyor, Merkez alıyor ama kur gerilemeye devam ediyor. Acaba tek sebebi AB müzakere iyimserliği mi?

Pek sanmıyoruz. Tabloda Türkiye gibi serbest kur rejimi uygulayan dört ülkenin (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Romanya ve Slovakya) AB ile müzakere sürecinde kur hareketi sergileniyor. Kırmızı eğri Çek Cumhuriyeti ve Polonya’daki reel kur artışı ve düşüşünü gösteriyor. Lacivert çizgi ise Romanya ile Slovakya’nın kur hareketlerini... Müzakereye başlangıç düzeyini 100 kabul edersek, dört ila altı yıl süren müzakere döneminde değer kaybı veya değerlenme bir-iki puanı geçmiyor.

Oysa YTL’deki değerlenme bu oranın kat kat üzerinde. Anlaşılan YTL’nin değeri farklı dinamiğin (portföy tercihi, reel faizin yüksekliği, bankaların pozisyonu gibi) eseri.

Demek ki önümüzdeki dönemde kur istikrarı sadece AB ile müzakere performansına bağlı değil! AB sürecini baltalayarak Türkiye’yi krize sokmak senaryosu sanıldığı kadar gerçekçi sayılmaz.
Yazının Devamını Oku

Hiroşima ya da tipik bir insan davranışı

7 Ağustos 2005
<B>İNSANOĞLUNUN </B>bir engizisyon mahkemesi infazına uğrar gibi yakıldığı <B>Hiroşima Faciası</B>’nın üzerinden 60 yıl geçti. Time’ın (1 August, s.28) özel bölümündeki yazıyı okudum, bombayı atanların bugün düşündükleri doğrusu beni çok ilgilendirmedi, beni asıl etkileyen üzerlerine bomba düşenler, bu olayın fiziksel ve ruhsal izlerini taşıyanlardı.

Kurt Vonnegut’ın Hokus Pokus romanından bir bölüm okuyalım mı?

‘Müdür Hiroshi Matsumoto, o 5, ben 8 yaşımdayken Hiroshima’ya atılan atom bombasının yarattığı feláketten sağ kurtulmuştu. Bomba atıldığında okul tatildi ve o da futbol oynuyordu. Topu sahanın sonundaki bir hendekten çıkarmak için koşmuştu. Eğilip topu almıştı. Bir parlaklık ve rüzgár hissetmişti. Doğrulduğunda yaşadığı şehir gitmişti. Bir çölde yapayalnız kalmıştı. Sadece orada burada dans eden toz bulutları vardı. Onun bana bunları anlatması için 2 yılın geçmesi gerekti.

‘Bomba atıldığında Hiroshima’daydım’ dedi.

Eminim ki, o anda bir eşitliği ima ediyordu: Hiroshima’nın bombalanması Nanking’de tecavüz kadar affedilmezdi ve en az onun kadar tipik bir insan davranışıydı.’

Hiroşima
’yı böylesine bir kara mizah ustalığıyla anlatan bir eser hatırlamıyorum. ‘Tipik bir insan davranışı’ zalimlerin tarihini özetliyor.

* * *

TİME’
daki yazıda aktarılan Sunao Tsuboi’nin serüveni, duyarlık kırıntıları taşıyor.

1945’te 20 yaşında kurtulan şanslı insanlardan biri Sunao Tsuboi. İki kardeşi savaşta öldürülmüş. Ama bir görüntüyü unutmuyor: Saat 8.15, parlak bir sabah, sonra da bir cehennnem siyahı.

Şehirler de geçmişteki acılarını unutuyor. Hiroşima, bugün olağan kentlerden biri. 1.1 milyon kişi, başka şehirlerde yaşayanlara benzeyen bir yaşam sürüyor.

Savaşların içindeki küçük trajedilerdir beni çeken.

Sunao Tsuboi, bugün seksen yaşında. Savaşın bitiminden dört beş yıl sonra, bir kadına áşık oluyor ama ailesi sevdiği kız atom bombası kurbanı olduğundan evlenmelerini istemiyor. Ama evleniyorlar, üç çocuk ve yedi torunları oluyor.

Istırapların mutluluğa dönüştüğü anlar.

Hiroşima Sevgilim’i seyreden unutabilir mi. Marguerite Duras’nın bu şaheserini Alain Resnais filme çekmişti.

Gözümde hálá kadının sevgilisinin yaralarını okşayan sahneleri.

* * *

YAZARKEN
biraz duraksadım. 60 yıl sonra yeniden Hiroşima’yı okurlar mı, sorusunun net cevabını veremedim.

Ama, Kurt Vonnegut’ın dediği gibi ‘insanoğlunun tipik davranışını’ lanetlemeden de geçemedim.
Yazının Devamını Oku

İşte terörün yeni tanımı: Şiddet kullanımı ve tehdit

31 Temmuz 2005
<B>GENELKURMAY</B> Başkanı Orgeneral <B>Hilmi Özkök</B>’ün <B>‘Terörizmin tanımının iyi yapılması için </B>‘bilim kurulu’<B> kurulmalı, bilim kurulu bu işte önderlik yapabilir. Bu siyasilerden çok bilim adamları tarafından olmalı’ sözleri sadece temenni veya niyet ifadesi olarak algılanmamalı.

Asker ve hükümet, bir süredir ayrı ayrı yeni terör tanımı üzerinde çalışıyor. Özellikle askerin terör konusunda yeni bir strateji ve taktik açılım geliştirdiği söylenebilir.

Askeri kaynaklar, yeni stratejide temel amacı tek cümleyle özetliyorlar:

‘Terör yüzünden gelecekte yeni insan kaynağı kaybetmemek.’

Yani asıl hedef, terör bilançosunu aşağı çekmek.

BM UYUMLU TANIM

Genelkurmay çalışmasında terör yelpazesi, ‘siyasi, dini, etnik ve ideolojik’ olarak tarif edildi. Etnik terörün adresi belli: PKK. Çalışmada El Kaide’den Hizbullah’a, Çeçenlerden sol örgütlere kadar diğer riskler de ihmal edilmedi. Batı kamuoyunun Türkiye’den beklentisi, terör tanımını düşünce ve ifade hürriyetini sınırlamayacak şekilde yeniden düzenlemesi. Türkiye’nin yeni terör tanımında anahtar sözcük bu beklentiyi karşılayacak şekilde ‘şiddet’ olarak seçildi. Terör tarifi ‘şiddet kullanımı ve/veya şiddet kullanma tehdidi’ şartına bağlandı. Yeni düzenlemede BM’nin ‘siyasi şiddet’ ve ‘terör’ arasında fark gözeten tarifi de dikkate alındı.

TERÖR BRİFİNGLERİ

Ancak hükümet ile askeri kanadın terörle mücadele konusunda tam fikir birliğine varmış olduğunu söylemek çok zor. Askerin kısmi OHAL ve Başbakanlığa bağlı terör müsteşarlığı önerileri, hükümet tarafından geri çevrildi.

Ankara kulislerinde şakayla karışık, ‘Bir zamanlar irtica brifingleri vardı... Genelkurmay çok sıkışırsa terör brifinglerine de başlar mı?’ sorusu dolaşıyor.

Dövizin kaynağı değişti

TÜRKİYE’nin kulaklarından döviz fışkırıyor. Merkez Bankası günlük ihaleyle 4.6 milyar dolar, müdahale yoluyla 8.5 milyar dolar, toplam 13.1 milyar dolar döviz topladı. Ama kur yükselmedi.

Döviz trafiği hız kesmedi, yalnızca üç ayrı dönemde farklı tercih gözlendi:

ÖNCE BONOYA GİRDİ:

27 Ocak-9 Mart döneminde 1.8 milyar YTL, tahvil ve bonoya aktı. Hisse senedi, eurobond ve mevduat tercihi 1.8 milyar dolar arttı.

DÖVİZLER BOZULDU:

9 Mart-3 Haziran döneminde bonoya yabancı girişi 2.4 milyar YTl oldu. Döviz tevdiat hesaplarından 1.4 milyar dolar çözüldü.

YAZ KREDİLERİ:

3 Haziran-22 Temmuz arasında hisse senedine 220 milyon dolar, tahvil ve bonoya 550 milyon dolar yabancı girişi oldu. Buna karşılık döviz hesapları 672 milyon dolar arttı.

Yani haziran ve temmuz girişleri, 2.6 milyar dolarlık döviz alım müdahalesini karşılamaktan çok uzaktı. Eğer başka bir giriş olmasaydı, kur artışı kaçınılmazdı.

Peki neydi bu alternatif döviz kaynağı?

Dışbank Ekonomik Araştırmalar Direktörü Haluk Bürümcekçi’ye göre ekonomiye yeni döviz pompası bankalar. Haziran ve Temmuz aylarında bankalar, toplam 2.6 milyar dolar düzeyinde dış kredi sağladı.

Yılbaşında portföy yatırımlarıyla başlayan döviz girişi, yaz aylarında banka kredilerine dönüştü. Kur riski mali piyasalardan banka bilançolarına kaydı. Kuru bankalar tutmaya başladı.
Yazının Devamını Oku